18 Kasım 2012 Pazar

Gerçeğin "Acı" Manifestosu





Sarı saçlı kız çıktı çayırlara
En yakın arkadaşıyla
Gördükleri bir ağaç, bir fidan…

Nemli bir ortamda tanışmış olan,
Yeni arkadaşlar; bir dev fidan, bir küçük ağaç
Dev fidanın küçük gölgesi…
Küçük ağacın dev gölgesi…
Ezerler geçerler fidanı, sığınırlar küçük ağacın dev gölgesine.
 
Başlarlar kavgaya ağacın meyvesini kim yiyecek diye,
Boğarcasına birbirlerini.
En yakın kız arkadaşlar, didişirler,
Sadece küçük bir ağaç için.

Küçük gölgeli dev fidanı ezerler, büzerler,
Yavaşça ve işkence edercesine,
Öyle bir işkence çeker ki, sonsuz gibi,
Çeker küçük gölgeli dev fidan işkenceyi;
Dev gölgeli küçük ağacın gölgesi altında…

Doğrasalar fidanı daha iyi değil miydi?
Eze eze yavaş yavaş, büze büze yavaş yavaş,
Yaşatırlar fidana sonsuz bir acı,
Öldürmezler bilerek, sürsün diye acı…
 
Sonra gelir bir “Allahın Kulu” , “Elinde haç tutan adam” veya “10 Emire uyan köle”;
Der ki bana, “o”, kimse artık neyin tekiyse kimin nesiyse, “adildir”…
Bu nasıl adillik sorarım size,
Bu “o”nun adilliğiyse, vermesin bana “adilliğini”,
Kötülüğü dokunsun bana, iyi gelir bu insana…

Sonra okurum kitapları “aşk”, “aşk”, “aşk”…
Neymiş kardeşim bu “aşk”?
Eğer adilliği yukarıdaki olaysa benim “aşk” duyduğum yaratıcının,
Eğer çoğu yalan ise şimdiki “gerçek aşklar”ın,
Eğer çoğu “aşk”, başka bir insanın acısından besleniyorsa,
Ve şeytani kurallara göre yönetiliyorsa,
“Aşık” olduğumuz şey aşkın kendisi değil;
“Aşık” olduğumuz şey aşık olma hissiyatımız.
Bu “bir garip aşk” ki, şeytani kurallarla yönetilir,
Ve bizim o “sapkın yaşama isteğimiz”in asıl nedenidir. 

“Bir güç var içimde” deriz, “Bizler yaratıcının parçalarız…” vesaire…
Kimi de kendi çapında takılır “teleolojik”,
Kimi “kozmolojik”,
Kimi “ahlak nedeni”,
Kimi de “dinsel tecrübe” diye;
Bilmezler ki “En-el Hak” sözü, bizden herkese “gerçek hediye”.

Nasıl bizlerin, muazzam bir düzene sahip olan bizlerin,
Ve doğanın nedeni olarak, yüce bir varlığı dayatıyorsak kendimize;
Ben de şuna sorarım bize;
“O zaman neden en büyük güce ve en uyumlu düzene sahip olan Tanrının da bir nedeni olmasın?”
Cevabı vereyim:
Çünkü o zaman “o”, Tanrı olmaz ve biz çaresiz varlıklar, “sığınaksız” kalırız…
Değil mi?

Her insanın “kendi tanrısıdır” o aslında,
Kimisinin ölü, kimisinin diri.
Biliyorum ki artık benimki de ölü, Nietzsche gibi,
Gözlerini hala perde ile örtenlerinki diri.

Böyle daha mutluyum artık, ne yalanları söyleyen dinler,
Ne de aslında bir “varlığının baştan beri saçma olduğu” tanrı,
Tek gerçek ben ve ben…
 
Biliyorum, kimi bunu okumayacak, çünkü umurunda değil,
Biliyorum, bazıları beni kınayacak, çünkü hala “perdeli”,
Biliyorum kimi beni eleştirecek, çünkü hala gerçeğin sert yumruğundan korkuyor,
Biliyorum, kimi beni övecek, çünkü tek başına güçsüz.
Ama bir şey daha biliyorum ki, o da ben de bir gün çelişeceğim,
Kendimle çelişip, belki de yakacağım bunu şöminemde,
Isınırken yanında, hayali kedimle, günlerden bir güz.

İnsan salak bir varlıktır;
Kimisi hükmetme salaklığını yapar, kimisi hükmedilme.
İnsan salak bir varlıktır, evet,
Ben de salağım, sen de salaksın…

Hayat acıdır, yukarıda bahsedilen fidanın hayatı gibi,
Ve çoğumuz bunun farkına varmayız.
Varsak da hayatı devam ettirmek zorundayız.
Ta ki, ölene dek…

Ölüm ile birlikte, bize sonsuz gibi gelen acı biter,
Yerine ölüm ötesinin mutluluğu gelir…
Ölüm de bir acıydı ama bize göre, değil mi?
Öyle değilse, niye ağlarız gidenin ardından?
Her neyse;
“Her mutluluk, bir acıdan beslenir.”

Emre Harsa

1 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Tüketim Nesnesi Olarak Doğa


Bugün bilimsel bilgilerimizin, tekniğimizin ve teknolojimizin bizi getirip bıraktığı noktada; edilgen sandığımız muhatap, birdenbire, yok oluşumuz üzerine uyarıyor bizleri; ya da anlayabilenlerimizi.
Dünyanın akciğerleri Tropikal yağmur ormanları devletlerin onay verdiği büyük şirketlerin ellerinde hızla yok ediliyor. Bu kesimler aynı hızda devam ederse, 21.yy. sona ermeden tamamen yok olacağı öngörülmekte. Su kaynakları tükeniyor, kirleniyor. Hava kirlendi, iklimlerin etkileri değişti.Çöplerimizi nereye sığdıracağımızı şaşırmış durumdayız.
Doğa alarm veriyor. Ekonomik rekabet liberallerce kutsanmış, siyasi rekabet de tüm dünyanın düsturu olmuş. Nükleer enerji ve nükleer silah çılgınlığı her yanı kaplamış, gözümüz başka bir şeyi görmez olmuş. Oysa toplamda insanlığın sonu olacak bir nükleer savaş tehlikesi değil söz konusu olan. Nükleer tehlike, bir olasılık hesabının sınırları içinde ya vardır ya da yoktur. Yeryüzü gezegenimizin madde olarak tüketişimizin hazırladığı yok oluş ise, her türlü olasılık hesabının ötesinde ve dışında duran gerçek! Dünyadan yoksun kalabiliriz!
Doğa ve insan arasındaki çatışmanın sonunda insanın kazanacağı olasılığı yüksek değil ama dünya gezegeni, zekası ile hayatta kalma becerisi yüksek insanı yok edemeyecek olsa da, yüzeyinde istemeyecek! Virüslerle mi yoksa depremlerle mi olur bilinmez. İşte tehdidi algılayan biri ironik bir biçimde tasarlamış bile, ‘’Elektromanyetik gökdelenler’’ Birbirlerinin manyetik alanından etkilenerek havada yüzen bu gökdelenler insanların yeni yaşam alanları olacak! Gezegen kaynaklarını oburca sömürüp tüketen bugünkü nesillere lanet okuyan gelecek nesillerin yaşayacağı gökdelenler!
Gündelik koşuşturmalar içinde bir türlü aklımıza getiremediğimiz gerçekler, sırf biz düşünmüyoruz diye, sırf ‘’insani’’ gündemimizi işgal etmiyorlar diye gerçek olmaktan çıkabilirler mi ? Biz, adını ‘’İNSAN’’ diye yücelttiklerimiz, 9 milyar yıldan beri -yani ağaçlardan inip,arka ayaklarımızın üzerinde dineldiğimizden beri- bilimin daha bir 10 milyar yıl kadar ömür biçtiği gezegenimizi tüketmekteyiz. Hem ürüyor, hem tüketiyoruz; ürediğimiz ölçüde daha çok tüketiyoruz. Ama geleceği hesaplamadan tükettiğimiz doğa, düşleyemediğimiz atalarımız yokken de vardı, bizler bugün olmasak da varolabilirdi ve olacak çocuklarımızdan bir teki bile olmaksızın, yarın da varolabilecek; oysa biz onsuz varolamayız. İşte bunu iyice anlamak gerek.

İçinde yaşamadığımız için, onun düzenliliklerine ve gücüne göre düşünmesini öğrenemedik. Yeryüzünü kurtarmak yada yağmur ve rüzgar anlamındaki havayı kollamak için, uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Oysa kısa vadeli yanıtlardan ve çözümlerden başkaca bir şey önermiyoruz, çünkü anlık yaşıyoruz. Bugün çevre hareketleri bile, tüketime dayalı ekonomik işleyiş tarafından dize getirilmiş durumda.
Doğayı korumaya gönülsüz yöneticiler iktidarlarını koruyorlar, medya ise günübirlik yaşamı üretip dayatıyor ve bilim de bize kalan tek gelecek projesini elinde bulunduruyor. Uzun vadeli bir girişimde, kısa vadeli araçlarla nasıl başarıya ulaşabiliriz? Anlık yaşayışlarımıza egemen olan siyasi iktidar, bilim ve medya tarafından bugün içimize yerleştirilmiş olan kültürü, kıyasıya bir şekilde sorgulayıp
yeniden gözden geçirmek gerek. Tek tanrılı dinler cephesinden bakarsak, insan aklıyla doğada ayrıcalıklı bir konuma oturmakta, diğer canlı cansız ne varsa tüm tanrı yaratımlarını da insan emrine vermektedir. Böyle olunca, insan diğer varlıkları kibirle doğrudan veya dönüştürerek tüketiyor. Tüm bu paradigmaların varlık algılarıyla yüzleşmeden insan, doğal bir varlık değil, doğanın üzerinde bir varlık olma ayrıcalığını yaşayarak, içinde yaşadığı doğanın sonunu getirecektir. Doğaya ve genel
olarak varlığa ilişkin algı yeniden oluşmalı. İşte tam burada Martin Heidegger’in varlığı ele alışı üzerinde durmak gerekir.
Heidegger, Platon’dan bu yana varlığın metafiziksel biçimde açıklanmakta olduğunu
işaret eder. Oysa doğa filozofları varlığı dolaysız kavrayıp açıklamışlardı. Onların
amacı sadece bilmekti.Orta Çağ’da da varlık İlahi Varlık olarak ele alınmış.Akıl Çağı
ve Aydınlanma’ nın aklın üstünlüğüne verdiği önemle artık, özne merkezli kavrama ve
bilme çabasını görüyoruz.
Bilmek ama onunla yetinmeyip, bilmenin verdiği olanakla dönüştürme, değiştirme çabasını.Bilip de kendine dönüştürmemek mümkün müydü bilmiyorum; ancak yeni bir algı ve ahlakın gerekliliği, geldiğimiz noktada kendisini dayatıyor.
Heidegger’e göre, Descartes’le başlayan Modern Batı felsefesi, varlığı bir metafizik anlayışla ele alıp açıklamıştır. Peki, Descartes’i neden modern felsefenin kurucusu olarak kabul ediliyor? Felsefenin akışı neden Descartes’le birlikte değişti? Descartes’i bu kadar önemli bir konuma getiren onun ‘’cogito’’sudur. (öznenin düşünmesi) Descartes’in ‘’cogito’’ su, varlığı kendisi için bilinen hale getirir. Descartes’te tüm var olanlar, kendi varlığının bilgisi de dahil, bilenin düşünmesine bağlanmıştır. Descartes sonrası çoğu filozof, felsefenin temeline cogito’nun (düşünmenin) değişik formlarını koyarak felsefe yaptı.İşte Heidegger için eleştirilecek olan budur. Özne odaklı epistemoloji bize varlığı kavratmaz. Bunu yaptıkça varlıkla aramıza bir perde iniyor.
Varlığı, özne merkezli kavradığımızdan dolayıdır ki varlıktan uzaklaşıyoruz.
Descartes’le başlayan modern özne temelli felsefelerin amacı, doğaya egemen olarak onda bulunan yasaları bilmekti. Modern felsefe ve bilim öznenin her şeyi kendisine göründüğü gibi inşa etmesi üzerine kuruludur. Bu haliyle de özne bilgi ve bilim her şeyi açıklayan konuma yükselmiştir.
Cogito her şeyi kendi tasarımı olarak ortaya çıkarmaktadır. Descartes’in akıl bağlamında önerdiği hakimiyet ve sahiplenme insanlığın yaşamına düsturu olduğundan beri, doğaya egemen olma ve onun yasalarını bilme isteği , öznenin kendini apaçık bilmesi üzerine temellendi.
Bu şekilde her şey özne metafiziği ve özne merkeziyetçiliği ile açıklanmaktadır. Modern bilim Heidegger’e göre metafiziğin son halidir. İnsan yaşantısındaki her türlü yaklaşım sanat, eğitim, siyaset, sanayi, her şey bilim ile temellendirilmeye çalısılmakta, her alan bilimin kesinliğine dayandırılmaktadır. Bu da metafizik yaklaşımın farklı bir halidir. Oysa Antik Yunan da ve Orta Çağ’da bilim yaklaşımı farklıdır. Yunan’da bilim doğanın gözlemlenmesidir, kesinlik arayışı yoktur. İnsan nesneye sahip değildir sadece nesneyi gözlemler ve onun hakkında bilgi sahibi olur; karşısına çıkan şeyi olduğu gibi açık bir şekilde kavrar. Orta Çağ’da ise Hristiyanlığın etkisi bilimde de
kendini gösterir. Bilim inanç tarafından şekillendirilmektedir. Modern bilim ise matematik ile doğanın bilgisinin araştırılması ve dönüştürülmesini içermektedir. Modern bilim kesinlik iddiası ile Ortaçağ’ın dinsel düşüncesinin yerini almış; iktidar olmuştur. Heidegger’e göre modern bilim real olana saldırır, bu şekliyle modern bilim, bilimin özüne ters düşmektedir. Bilim özü gereği, real olanı saf haliyle kavramaya çalışır.
Modern bilim adamı şeylerin olduğu gibi mevcut olmalarına izin vermemektedir. O, şeyleri ele geçirir, nesneleştirir ve karşısına koyup kendine göre şekil verir . Mevcut olan karşıda duran haline gelmiştir. Modern bilimin bu yaklaşımı, insanın doğayı karşısına alması anlamına gelmektedir. Artık insan doğanın içinde olmayıp, onu karşısına almıştır. Bu insanın kendisi ve dış dünya ayrımı yapması demektir. Böylece insan gerçekliği kendisine göründüğü şekliyle, ele alıp tanımlamaktadır; özne
metafiziği başlamıştır. Modern insan sahip olduğu rolünü oynarken, hesaplanabilir, denetlenebilir dünya da insanın karşısında duran bir resim haline gelmiştir. Modern bilim Heidegger’e göre bu anlamda özne olan insanın eseridir. Modern teknik de bu böyledir. Nehir üzerindeki kurulu hidroelektrik santrali, nehri doğal akışından koparıp kendi emrine vermiştir. Artık o bölgedeki doğal varlık alanı bir daha müdahale öncesine dönmeyecektir.
Modern dönem insanı her yerde özgürlükten yoksun olarak tekniğe bağlanmış durumda. Teknoloji, doğaya meydan okumaktır, ona hakim olmak demektir. Modern teknik tarafından doğa el altında duran haline getirilir, nesneleştirilir. Modern teknik varolanı açığa çıkartmak yerine,
onu denetlemeyi ve belirlemeyi seçer. Böylece varolanı özneye göre düzenleyen teknoloji, varolanı çerçeveler. Çerçeveleme, nesneyi emrinde gösterir, insana dünyanın efendisi olduğu dürtüsünü yaşatır. Yani Varlık ‘ ı özne metafiziği içinde yoğurup, her şeyin merkezine insanı ve onun bilgisini koyarak Varlık ’ı insanın ürünü ve yaratısı haline getirir. Varlık insanın belirlediği, bildiği bir nesne haline gelir. Diğer yandan çerçeveleme, insanın gerçeğe ulaşmasını engeller. İnsanın kendisi de bu
çerçevelemeden kaçamayacaktır. Nitekim insan da, el altında duran dönüştürülen tüketilen bir varlık haline gelmektedir. ‘’İnsan Kaynakları’’ nitelemesi bunu göstermiyor mu?
İşte insan bu çerçevelemeden kurtularak, doğanın bir parçası olduğunu hatırlamalıdır.
Dünya’yı esirgemek için aramızdaki barışa ve kendimizi esirgemek için de dünya ile barışa karar vermek zorundayız.
Teşekkür ederim.
(15 Ocak 2012 Karşıyaka Lisesi'nde yapılan liselerarası felsefe etkinliğinde sunulan metin)

Seda KEFELİ


Kaynakça
Michel SERES Doğayla Sözleşme YKY

A.K.ÇÜÇEN Heidegger’de Varlık ve Zaman