11 Haziran 2018 Pazartesi

Elif İmir / Beşiktaş Atatürk Anadolu lisesi/Istanbul/ Düşünyaz 5, Türkiye 5. si


Düşünyaz 5, Final Yazısı

"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant

YAŞADIĞININ FARKINDA MISIN?
Kant'ın felsefesi bireyin kendi eliyle düştüğü ergin olmayış durumundan kurtulması üzerine kurulu bir felesefedir. Akılcı bir filozof olan Kant insanın gösterebileceği en büyük cesareti ''aklını kullanma cesareti'' olarak görür.
Günümüz toplumunun ortak sorunu kendi varoluşunu, kendi benliğini aramakla geçmektedir. Dünyayı anlamlandırmaya çalışan insanın asıl amacı koskoca evrende küçük nokta bedenlerimizin farkına varmaya çalışmaktır. Kendine has, kendine ait maximleri olan, kendi kurallarını kendi koymaya çalışarak bir dünya kurmaya çalışır. Nasıl ki bir varlığın bilgisine sahip olmadan, anlamlandıramıyorsam dünyayı kurmak isteyen insan en iyi şekilde onun bilgisine sahip olmalıdır. Kant insanın davranışlarını usa dayandırır. O halde ''bilinçli'' varlık olarak nitelendirdiğimiz insanın doğadaki asıl amacı nedir? ne olmalıdır? Peki ya Kant'ın da bahsettiği gibi acaba akıl kendi uykusundan uyanmış mıdır? Cevapsız bıraktığımız bu soruların cevaplarını da insan kendi aklıyla cevaplamalıdır. Çünkü ''aklın uykusu kendi canavarını yaratır.'' Kant da David Hume'dan etkilenerek akılcı felsefesinin yanında sentetik bilgiyi önemseye başlar ve hayatında büyük bir ''aydınlanma'' yaşar. Bunu şu şekilde dile getirir: '' Beni dogmatik uykumdan Hume uyandırdı.'' Kant Apriori yani aklın öngörüsü, bunun yanında da Apestriorinin, sentetik bilgi deney ve gözlemin de olması gerektiğini düşünür ve bu kavramlar '' fenomen evreni'' oluşturur. Evrende ''ispat'' vardır. Numen evrende ise ispat yoktur. Tanrının varlığına inanıyorsam tanrı o halde vardır. Aynı zamanda numen evren agnostiktir. Agnostik diyince Gorgias'ın rölativizminin ve kuşkuculuğunun kesin bir ifadesini görmekteyiz : ''Hiç bir şey yoktur, varsa bile bilinemez, bilinse bile başkalarına bildirilemez.'' Demagoji yapan Gorgias aklına, usuna güvenmekte midir? Bilinemeyen ''şey'' için bir dünya kurmaya çalışmakta mıdır ? O halde bakıldığında tek düze bir hayat sürmemek için aklı kullanmak kaçınılmaz olacaktır. Duyguların ve arzuların pazarlandığı günümüz dünyasında noktalaşmamak mümkün değildir. Peki kendi aklımla bir evren bilgisine sahip olmak istiyorsam ve onu ''yaratmak'' benim elimdeyse acaba kurduğum dünya gerçek midir? Akla uygun olan gerçektir, gerçek olan akla uygun mudur ? Acaba tanrı mı Adem'in aklının ürünü Adem mi tanrının ürünüdür?
Sokrates de rasyonalist bir filozoftu ve düşünceleri uğruna öldürülen ilk insan olduğunu görmekteyiz. Sokratese göre sorgulanmamış bir varoluş koyunlara uygundur, insanlara değil. O halde varoluşsal suçluluk bizim kendilik ve özbenlilik bilincimizi yitirmemizin ürünüdür.
İşte ah! Felsefe
Hem hukuk, hekimlik
Hem de ilahiyat ne yazık okudum hepsini hummalı hevesle
……
Gerçi zekiyim bütün o boşboğazlardan
Ne vicdan azabı duyuyorum ne kuşku
Ne cehennem ne şeytan korkusu
Buna karşın bütün sevincim bitti
Aklım hiçbir şeye ermedi gitti
İnanmıyorum, bir şey öğretebildiğime
İnsanları iyiye, doğruya yöneltebildiğime.
GOETHE
Goethe'nin bu mısraları insanın nasıl kitleselleştirilmeye ve yığınlaştırılmaya götürüldüğünün ve kendi elleriyle düşünsel boşluğa düştüğünü göstermektedir. Özbenliğini yitirmek bir insan için en vahim durumdur. Varoluşu deriniyle inceleyen Erich Fromm bunu şu şekilde dile getirir: '' Bilincimiz büyük ölçüde toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır. Oysa bilinçaltımız her birimizin içindeki evrensel insanı yansıtır.'' İnsan gösterebileceği en büyük cesareti göstermeli kendi kendiyle baş başa kalmalı ve kendi içine inmelidir. En önemlisi kendine ait bir dünya kurmalıdır. Ontolojik felsefeye bakıldığında zihindeki varlık AKILdır. O halde her şey zihinde olup biter. Örneğin ; İnsanlar orta çağda karanlık bir ortamda yaşıyorlardı. Fakat ortaçağ insanları kendilerini son derece aydınlık ortamlarda yaşıyor olarak görürlerdi. Bu dönemde yapılan Beoto de Liebena 'nın ''besinci suru üfleyen melek'' tablosu aydınlıktır. Zihinlerindeki sanata yansımıştır.Bakıldığında akıl ile imkansız yoktur. Matisse'in de yaptığı gibi hayal gücümü, aklımın sınırlarını zorlayarak her yere taşıyabilirim. Sapere Aude-> kendi aklını kullanma yetisidir. Bu yetinin farkına varmak ve bu cesareti göstermek, düşünce denizinde yelken açmaya benzer. İlerledikçe insan zihnini iyice kurcaladıkça hiç farkında olmadığı yerlerin , aslında kim olduğunun farkına varacaktır. Bu Kant'ın da deyimiyle ''aydınlanma'' dır. Einstein: '' Yeni düşünceIeri ortaya çıkaran hayaI gücü biIinçten önemIidir. '' der. Acaba ''bilinçli insan'' bilinçli olduğunun farkında mıdır? İnsanda farkındalık için anlayış olmalıdır. Kendine ait düşüncesi olan her zaman özgürdür. Rolla May '' Özgürlüğü tümüyle elinden alınan bir insana ne olur?'' diyerek sorgular. Bahsettiği özgürlük varoluşumun niceliksel olarak görünümü olan bedenimin özgürlüğü müdür yoksa niteliksel özgürlüğüm müdür? Düşüncesiz bir insanın özgürlüğünün yitirmesi mi daha korkunçtur yoksa herkeste olan bedenin özgürlüğünü yitirmesi mi daha dehşettir? Düşüncesiz insan çöl iklimine benzer. İçinde az kişi bulundurur. İnsanın da zihni çöl iklimi gibi bomboştur. Kurak, step . Özgür insan kendisinin farkındadır. İnsana özgü zayıflığın dar sınırlarını usun genişliğiyle aşmak istiyorsak içinde gezinebileceğimiz uzun bir zaman dilimi vardır. Özgürlüğümüzün farkına vardığımızda önemli olan işin işten geçmemesidir. Seneka insanlar yaşamlarının ne kadar kısa olduğunu bilmek isterlerse su an yasadıkları yaşamın ne kadar küçük bir bölümüne sahip olduklarını düşünmelerini sağlayın der . Sen yaşadığının farkında mısın? Minerva'nın Baykuşu gece alacakaranlıkta aktiftir. Oysa ki gündüz olanlar olup bitmiştir. İş işten geçmiştir. O halde Minerva'nın Baykuşunun uçuş zamanı ne zaman olmalıdır? Aristo da en iyi yaşam şeklinin aklımızın güçlerini kullandığımız bir yaşam olduğu sonucuna varmıştır. Aynı zamanda insanın homopolitikus olduğunu yani politik bir hayvan olduğunu söyler. Diğer insanlarla birlikte yaşayabilmeye doğamızın karanlık tarafını bastıracak bir adalet sistemine gereksinim duyarız. Peki insan napmıştır? Doğanın bizi özgür yaratmasına karşın kendini olmadık çemberler içine hapsetmiştir. Yani kendi eliyle bir ergin olmayış durumuna düşmüştür. Yine döndük mü gerisin geri ? Günümüz insanı uzun zamandır yaşama tehlike olmaktan çıkan bir yanardağa bakar gibi bakıyor, bu kayıtsız bakışlar kendini güvende hissettiriyor. Sartre yabancılaşma fenomeninde kayıtsızlığı detaylıca görmekteyiz. Yabancılaşmaya değinirsek aslında çağlar boyu sürüp giden bir imge olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun dayanağı olarak yabancılaşmaya(alevation ) ilk örneği tevratta görüyoruz: '' Gözleri var görmezler kulakları var duymazlar ey insanoğlu sen neden inanırsın?'' bu insanın ilk kendine olan yabancılaşması . Oysaki putları kendi elleriyle insan yapar. Kendine bile yabancılaşmış insan, yaşadığı evrenin bilgisine sahip olmaya çalışırken kendi içine inerek onu kurması kaçınılmaz olmalıdır fakat bu mümkün olamaz. Kendini tanımayan insan kendine ait bir dünya kuramaz. Yabancılaşma günümüzde toplumsal dünyanın nedeni değil, sonucudur. Önemli olan yabancılaşmış dünyayı DEĞİŞTİRMEKTİR. Whitman'' Ah yaşamak, hep yaşamak, geçmek arkada bırakmak cesetleri.'' sözlerini söylerken ölümseverliğe karşı bir duruş mu sergilemiştir, yoksa aklını yitiren insanın niteliksel varoluşunun önemsizliğine mi vurgu yapmaktadır? Eylemlerinin en özgür olanlarını bile (sevmek, nefret etmek) buyruk altında yapan insanlar evreni yeniden yaratabilirler mi? Baskı ve korku altında insan kendi bilincini yitirir. Oysa ki en sevdiğim varlık bana korkuyu öğretir:ANNE. Annesine tutkuyla bağlı olan çocuk tutkunun ve sevginin beraberinde getirdiği korkuyla bilinçsizce davranır. Örneğin Hitler'in kazanma ve yönetme tutkusu silahların gerçekliklerine ağır basıyordu. Bu nedenle gerçeği nesnel bir gözle göremiyordu çünkü hırs ve kaybetme korkusu onu bilinçsiz bir insan haline getirmişti. Camus ''Caligula'' adlı oyununda bu tür güç deliliklerini detaylı bir biçimde anlatır.
Doğanın, dünyanın bilgisine ulaşmak derken Descartes'in 20 yasında hayatta hangi yolu izleyeceğim sorusuna ''ne iyiki '' diye cevap vererek akıl anlama yolundaki düşünme mesleği yolculuğunu başlattığını görürüz . Fark ettiği en önemli bilgi ise insan doğasının birçok değişkene ve yapıya sahip olmasıydı. Eğer böyle olmasaydı evrendeki her canlı aynı düşünüyor, aynı hareketleri, sergiliyor ve sıradanlaşmış bir hayat sürüyor olacaktı. Ben kimim ? ya da ''ben ben olduğumu nasıl bilebilirim? Descartes bu kimlik arayışını şöyle cevaplamıştır. ''Şüphe ediyorum o halde düşünüyorum , düşünüyorum öyleyse varım.'' Düşüncenin ve aklın varlığının önemini burada da açıkça görmekteyiz. Peki ya sen ne yitirdiğinin farkında değilken kaç kişi varoluşunu yağmaladı? Özgürlüğün elinden alınırken sorumlu olduklarının farkında mısın ya da sorumlu olduğun için özgür olduğunun farkında mısın? Kant doğal ihtiyaç ve isteklerden kaynaklanan davranışları ''ödeve uygun'' davranışlar olarak nitelendirir ve ahlaklı davranışların karsısına koyar ve ödev duygusu yapmalısın etmelisin şeklinde kesin buyruklarla varlığını belli eder.
Bu nedenle kant özgür olduğumuz için sorumlu olmadığımızı tersine sorumlu olduğumuz için özgür olmamız gerektiğini savunur. Ödev ahlakında insanın topluma karşı görevleri, ödevleri vardır . Birey gelişmelidir fakat toplum da gelişmeli ve değişmelidir. Goethe : ‘’Ben on sekiz yaşındayken Almanya’da 18 yaşındaydı.’’ der. Goethe 40 yaşına geldiğinde Almanya 18 yasında kalırsa böyle bir toplumda özgür bir insan olarak yaşamak gerçekte olası mıdır? Nasıl ki bireyler gelişme ve ilerleme konusunda geri kalabilirse toplum da kalabilir. Bu insan yığını içinde önemli olan ''BEN''i tüketmemek ve yitirmemektir. Camus ‘’Yabancı’’ adlı romanında günümüz toplumsal yapısı içinde yaşamın anlamını arayan insanın sorununu anlatır. İnsan aklının farkına varmak için kendiyle başbaşa kalmalıdır. Kendiyle baş başa kalan insana akıl bir yol çizer. Anahtar-kilit ilişkisine benzetirsek anahtarlar sırayla düşüncenin kilitlerini açar insan kendi içinde uzun bir yolculuğa çıkar. Sizce bu yolun sonu var mıdır? Sarte şöyle der: İnsan zihindir . Ama zihin nedir? Zihin bendir. Ama ben nedir? Ben kendime bağlı olan kişidir, daha doğrusu ben, ilişki içinde bir içsel yönelme ve kendine dönüştür. İşte çağımızın insanı, kendi içine dönüşü engellenen insandır. Bunalımın nedeni budur : Var olmak ya da olmamak. Bu nedenle bakıldığında ergin olmama durumunda sorumlu olan kişi benim.Bahsettiğimiz gibi insanın ergin olmayış durumunu ele alan Kant'ta itaat yoktur. Sen kendi kendini idare etmek zorundasın. Zorunluluk deyince Kant'a göre evrensel ahlak yasası mümkündür. Fakat böyle bir yasa doğa yasası gibi olanı değil, olması gerekeni içeren bir yapıda olmasıyla mümkündür. Bu yasa bizim içimizde var olan iradeyle gerçekleşir. Otonomi olarak adlandırırız ve otonomi ''kendi içinde olmaktır.'' Bununla birlikte özgürlük ortaya çıkar. Yani insan kendi ahlak yasasını kendi belirler. Bu ahlak yasasına uymak zorunluluk değil önceden de bahsettiğim gibi bir ödevdir. Kendi yasasını kendi belirleyen insan zihninde ''ideal'' bir dünya kurar.
Persius'' kimse kendi içine inmeye çalışmaz.'' der. Bu cesareti göstermek çok güçtür. İnsanın bütün yaşamı nasıl yaşaması gerektiğini anlamaya çalışarak geçer çoğumuz ise yaşadığını sanan bedenleriz aslında. Düşüncesiz bir bedenin, ölü bir bedenden farkı yoktur. Oysa ki aslında insanın çağlar boyu bütün savaşı ölümsüz olmaktır. Her çağdan çoğu ressamın tablolarında kuru kafa görüyor oluşumuz bize ölümü hatırlatır. Yine bilinçaltımıza giden gizli bir yol sanat yoluyla insana ulaştırılmaktadır. Çünkü Ars Longa'nın da yorumladığı gibi '' hayat biter, sanat kalır.'' Zaman , yaşam sürekli devinim içindedir. Aslında zaman daha var olmadan var olmayı bırakır. Yaşamayı bilmeyenler günü geceyi beklerken yitirir geceyi de şafağın sökmesinden korkarak harcarlar. Bu nedenle her anı insan kendi için yaşamalı ve kendisini araçsallaştırmamalıdır. Sartre'a göre de benim varolma olanaklarımın ölmesi başkalarının özgürlüğünü yaşamama sebep olur. Praxislerin kendi aklımın öngördüğü şekilde ve insanın ''kendisi için varlık'' konumundan kendini ''kendinde varlık'' konumuna getirmemesi koşuluyla gerçekleşmelidir. Sokrates'in de Delphi tapınağının kapısında yazan ''kendini bil ''kavramının önemini görmekteyiz.
Kendini tümüyle sağırlaştırabilecek kadar yetkinleştirmiş insan tümüyle felç olduğunda bile normal bir insan gibi görünecektir. İnsan kendi aklını kullanmalı elinden geleni yapmalı ve özgürlüğünden kendini alıkoymamalıdır. Kafka ‘’Dava’’ adlı yapıtında Joseph K.nın suçluluğunun koşulsuz itirafı, ardına kadar açılan kapılar olarak simgelenir. Suçu yaşanmamış bir hayat yaşamaktır. YAŞAMAK VE VAROLMAK İÇİN başkalarından izin almayı beklemektedir. Kendi içinde dünya kurmak için insan '' kendi hayatını'' yaşadığının bilincinde olmalıdır. Gerçekte ne isen o olmak ve kendini kalıplara sokmamaya çalışmak, nesnelleşmemek yaşamın gayesi olmaldır. Nietzsche’ye göre özgürlük evet ya da hayır demek değildir. Kendimizi şekillendirme KISACA ‘’gerçekte neysek o olmak becerisi ve hakkıdır.’’
Platon '' düşünce ölümsüzdür.'' der. Beden varoluşunu yitirse bile düşünce yaşamaya devam eder. Bu kimileri için ''kısa'' yaşamayı bilenler için ise ''uzun'' olan yaşamda ise'' değişmeyen tek şey değişimdir.'' (Herakleitos). ''Panta rhei ''yani her şey akar, değişir. Önemli olan bu yolculukta kendini bulman ya da daha da önemlisi kendisinin farkında olan insan için kendini kaybetmemektir. Çünkü kendini kaybetmek demek yaşamın anlamını kaybetmektir ve dogma kurallardan sıyrılıp bir dünya kuramamak demektir. Erich Fromm'un dediği gibi '' Hayatı kaybetmekten daha kötü bir şey vardır hayatın anlamını kaybetmek.'' Bu uzun yada kısa ,göreceli olan yol da aklım pili bitmek bilmeyen bir fener olmalıdır ve insan ne kadar ilerlerse ilerlesin önünü aydınlatmalıdır. Peki bu yolun sonu gelir mi?

Düşünyaz 5, 2.Adım Yazısı

 “Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap

ZANNETTİKLERİMİZ VE İNSANIN GERÇEKLİĞİ

İnsanlar kendi türü içinde birbirlerinden tamamen farklı varlıklardır. Her birimiz kendimiz olmaya çalışma mücadelesi verirken ve benliğimizi bulmaya çalışırken aynı zamanda hem kendimize yabancılaşırken hem de çevremize yabancılaşırız. Bazen nesnelleşiriz çoğu zaman ise nesnelleştiriliriz.
Taşıdığımız bedenin, sahip olduğumuz ruhun , duygularımızın , bakışlarımızın , insanı insan yapan olguların arkasında aslında insan bin parçadır. Dışımıza yansıyanlar ve içimizde yaşananlar birbirinden farklıdır ve insan bazen kendini bile tanıyamazken başkalarının hayatına müdahele etme eğiliminde bulunmaya cesaret gösterebilen bir varlıktır. Duygularımızın konuşmalarımızın hissettiklerimizin günü gününü tutmaması kendimizle zaman zaman çeliştiğimizin de bir kanıtıdır. İnsanın hayattaki en büyük şansının kendini tanımak olduğunu söylersek yanlış olmaz. Çünkü kendi içinde derinlere inen insan aslında tanıdığı ''ben''in tam olarak o olmadığını görecektir. Montaigne'e göre de insanın bir şey bulabileceği tek şey kendisidir. Kendimizle kendimiz arasındaki farklılar o denli fazladır ki aslında insanın kendiyle ne kadar çatıştığını gösterir. Benim diğeriyle olan ilişkilerimde ise yaşadığım çatışma nesneleşme ya da nesnelleşmeyi ve en sonda da yabancılaşmayı getirir. İnsan nesneye , çevreye , topluma en önemlisi de kendine yabancılaşır. İnsanlar birbirinden çok farklı canlılardır. Dünyanın vazgeçilmez kanunudur bu ve doğaldır. İletişim halindeki insan karşısındakiyle ne denli farklı olduğunu görür. Özellikle de düşünceleriyle varolan insanın farklı olmaması nasıl mümkün olabilir? Fakat yabancılaşma işte tam da burada başlar. İnsanların birbirlerinden ne kadar farklı olduğunu gören insan kendine yöneldiğinde aslında kendinin kendisine ne kadar yabancı olduğunu görür. Bu durumda insan kendi kendine yabancılaşır. Kişi yaşadıklarının , yapıp ettiklerinin, praxislerinin toplamıdır. Ona göre yaşam insanın ''tek başına'' kendi toplumsal boyutunu keşfetmesidir. Eylemlerimiz her gün hatta her saat birbiriyle uyuşmaz. İnsanda bedeni olmadan varolamaz. Bu durumda bir insanın duygularını düşünebiliyor musunuz? Bizi oluşturan yapbozun parçaları daima eksilir ve yeniden tamamlanır. Bir kısır döngü içerisinde daima insan kendisiyle çatışma içerisindedir. Ben artık ben oldum diyebilmek mümkün değildir çünkü insan tanıdığını zannettiği kendisinin aslında benliğiyle farklı olduğunu mutlaka görecektir. Platon '' Bedenler doğar ama varolmazlar.'' diyerek sürekli bir değişim içersinde olduğumuzu göstermiştir. Kendi kendiyle tam olan insanın konserve kutusundan farkı yoktur. Nesneler tamdır, değişmezler insan ise kendi kendisiyle bile ne kadar farklıdır. O halde insan bu farklılıkları gördükçe kendini tanıma yetisini mutlaka kullanmalıdır. Persius '' Kimse kendi içine inmeye çalışmaz.'' demiştir. Çünkü insanın kendisini aslında tanımadığını görmesinin müthiş bir acısı vardır. Sartre'a göre Cogitonun (bilincin) kendini fark etmesi bulantıdır. İnsanın en kötü durumu kendini bilemediği ve idare edemediği zamanlardır. Bu insanın kendi kendisiyle olan farklılıklarından kaynaklanır. Kendisi için doğru bildiği yolların aslında benliğine tamamen aykırı bir yol olduğunu gören insanın kendisinin aslında zannettiği ben olmadığını görmesi kaçınılmaz olacaktır. Her insan birbirinden farklıdır diyoruz. Karşılıklı insan ilişkilerinde ortaya çıkan sorunları, (sadizim, maşosizm saplantılı duygular ve bu tür güç deliliklerini Camus '' Caligula '' adlı oyununda çok doğru biçimde anlatır.) insanların birbirinden farklı olmasına bağlıyoruz. Fakat aslında insan en büyük mücadelesini kendisiyle vermez mi? Kendi kendimizle farklıklarımızı gördükçe karar verme yetimizi bile kullanamaz hale geliriz. En büyük kavgamızı kendimizle veririz. Çünkü aklımız başka konuşurken duygularımız ise bazen başka konuşur. Bilinmezlikler denizi içerisinde ''ben'' olmaya çalışırız. Kendimizi bulmaya çalışırız. Kendimizle olan farklılıkları kaldırmak, insanın kendisiyle olan çatışmasına son vermeye çalışırız. Fakat bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Çünkü insan daima değişir ve kendini keşfettikçe aslında kendisine daha da yabancı olduğunu görür. ''Bilincimiz büyük ölçüde toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır. Oysa bilinçaltımız herbirimizin içindeki evrensel insanı yansıtır. '' Erich Fromm . Başkasıyla konuşurken konuştuklarımız bizi biz yapan değerlerin yüzde kaçıdır? Oysa kendimizle konuştuklarımız , bilinçaltımız hem kendimizle hem de başkasıyla olan farklılıklarımızı yansıtır. Hayata dair ilişkilerden, farklılıklardan bahsederken hep başkasına ihtiyaç duyduk. O halde insanda varolabilmek için başkalarına ihtiyaç duyar. Bir öteki de diğerine. Bu böyle devam eder. Çünkü başkasıyla olan farklılıklarının farkına varan insan kendi içine inmeye cesaret bulacaktır. Aristoteles insanın politik bir hayvan olduğunu söyler ve diğer insanlarla birlikte yaşayabilmeye doğamızın karanlık tarafını bastıracak bir adalet sistemine gerek duyduğumuzu belirtir. Bu nedenle BEN'in her zaman diğer bir BEN'e ihtiyacı vardır. Bedensiz de var olamayız. O halde diğerininde bedene ihtiyacı var. Beden bakışı, bakış utanç-gururu beraberinde getirecek ve duygular devreye girecek. İnsanlar arasındaki farklılıklar duygularla ortaya çıkacak ve insan kendisinin de kendisiyle farklı olduğunu keşfedecektir. Eylemlerimiz , praxislerimiz bilince (cogitoya ) dayanır. Bu durumda özgürlük ise cogitoya dayalı praxislerini yaşamaktır. İnsan özgür düşünebildiği durumlarda farklılıkları görebilmektedir. O halde kendi kendimiz arasındaki farklılıklarıda bu yolla görebilmemiz mümkündür.
Ovidius '' Yaşıyor ama bilmiyor yaşadığını.'' İnsan yaşamını kendi isteklerine göre yaşadığını zannederken aslında kendini tanımadığını görünce yaşadığının ölü bir yaşamdan ibaret olduğunu görecektir. İç dünyasında binbir parça olan insanın kendisiyle arasındaki farklılıkların bir diğer kanıtı ise budur. Başkasıyla aramızda olan farklılıklarımız bizi biz yapar fakat aynı zamanda kendimizle olan farklılıklarmız ise bizi yanılgıya düşürür. Benliğimizi bulmaya çalışmak kuşkuya düşmemize neden olur. Oysaki insan bir bakımdan hayatını devam ettirebilmek için değişmek ve gelişmek mecburiyetindedir. Değişmeyen insan yenik düşmeye mahkumdur. Ve insan hiçbir koşulda tam bir varlık olamaz. Tam olan tek şey nesnedir. Önemli olan insanın kendine tamamen yabancılaşmamasıdır. Kendini samimi tanıyan bir insan istediği kadar kendinden söz etme cesaretini kendinde bulacaktır. Bu kendini beğenmişlik değildir. Fakat bu insanın kendisiyle arasındaki farklılıkları görmesiyle yalnızca gerçekleşebilir. ''Sevginin ve Şiddetin Kaynağı'' adlı kitapta söz edildiği gibi insanın amacı narsisizmini yenmektir. Çünkü unutulmamalıdır ki insan kendi kendine bile farklıdır ve bazen sandıklarımız gerçeklerin karşıtıdır.
İnsanın kendi bilinçaltına inmesi ve kendisiyle arasındaki farklılıkları görmesi kendisinin farkına varması ve benliğini keşfetmesi insan için en geçerli kurtuluş olmalıdır. Hayat bize her zaman başardın demez. Bazen bu başarıları kendimiz bulmamız gerekir. Bunun için farklılıklarımızın yapabildiklerimizin bizi oluşturan parçaların kendimizin kendimize bile ne kadar farklı olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Bizi oluşturan parçalar aksine bizi parçalamak yerine bizi tamamlamalıdır. 

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı

 'Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini.” Manly Palmer Hal

İNSANIN BENLİĞİ

Koskoca evrende tek bir nokta olan insan bir varoluş çabası içinde yıllar boyu kendini bulmaya çalışıyor. Benliğimiz bazen asimile olmamızı engelliyor, bilinç sahibi olmamızı kendimizin farkında olmamızı sağlıyor.
İnsan içinde bir yerlerde kendinden bir şeyler bulursa bu evren için önemli olduğunu hissediyor. Bugün duyguların ve arzuların pazarlandığı dünyada insan şeyleşiyor , nesneleşiyor. En önemlisi kendini noktalaştırıyor. Mikroskop denen icatla insan göremediklerini görmeyi öğrendi. İnsanlar anlamadıklarına daha çok inanır bu sebeple insan derine indikçe yakından gördükçe farkında olmadığı varlıkları keşfetti , farkındalık önem duygusunu beraberinde getirdi. Bilinç yönünden zenginleşmeyi sağladı. Teleskobun icadı ile insan koskoca evrende yalnızca bir nokta , bir nesne , bir şey olduğunu gördü. İnsan bu ikilemin , kararsızlığın içinde varoluş sancıları çekerek kendini yıllardır bulmaya çalışıyor. Kendini tanıyan , ruhunu bilen insan kendi benliğinde derinlere indiğinde ne kadar önemli olduğunu görür. Bu evrende tıpatıp ona benzeyen aynı fikirleri , duyguları , hareketleri , varoluşları olan başka bir nesne göremez böylece kendine değer vermiş olur.
İnsan kendini yalnızca akıl yoluyla bulabilir. Varoluşunu akıl ve duygularıyla kavrayabilir . Bilinci ve aklıyla insan değerli olduğunu hissedebilir. En mutlu insan kendini tanıyan kendinden emin olan en önemlisi de kendinin farkında olan insandır. Kendini daima başkalarıyla kıyaslayan insan elbette kendini eksik hissedecektir. Zaten tam olan varlık yalnızca nesnedir. İnsan kendisi için varlıktır yani eksik bir varlıktır tam olan yalnızca bir şeydir. İnsan kendisini şeyleştirmemek amacıyla daima kendini geliştirmelidir. Fakat aynı zamanda sürekli kendini dünyanın içinde küçük , eksik , noksan , çaresiz bir varlık olarak gören insan kendini geliştirmek yerine daha da geriye götürecektir. Bu yüzden insan benliğinin yapabileceklerinin farkında olmak için aklıyla kendini keşfetmelidir. Kendi kendini tanımak bilgeliktir bilmediğini bilmek için insanda anlayış olmalıdır. Bir kapının kapalı olduğunu anlamak için onu itmek gerekir. Sınırları zorlamak yapabileceklerinin farkına varmak gerekir. Platon '' Bedenler doğar ama var olmazlar.'' demiş. Çünkü insan sürekli değişim içindedir. Felsefenin de amacı zaten dünyaya değiştirmek için bakmaktır. Kendini geliştirmek , değiştirmek , değerli hale getirmek insanın bilinci içinde gerçekleşir. Bir karınca tepeden bakıldığında ne kadar değersiz görünse de kendi varoluşunda harika bir canlı olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle insan kendine ne kadar uzak olursa o kadar kendinden uzaklaşmış , varlığını değersizleştirmiş olur. Kendine yabancılaşan insanın bilincinden bahsetmek mümkün değildir. İnsanın kararsızlık muğlak durum içerisinde kendini var etme çabası doğasında vardır. Bir varlığın kendi varoluşunda kendi içinde değerli olduğunu aynı zamanda ise koskoca evrende küçük bir nokta kadar yer kapladığını görürüz. Bu durum bizi bazen olumlu düşüncelere bazen olumsuzluklara sürükler. Olumsuzluklar içinde kaybolursak , kendi özgürlüğümüzü yitirirsek başkasının özgürlüğünü yaşamak zorunda kalırız. Doğa bizi özgür ve bağımsız yaratmış biz ise kendimizi olmadık çemberler içine hapsediyoruz. En ufak bir rüzgarda savruluyoruz , bilincimizi kaybediyoruz hatta bazen bilinçsizliğimizin farkında bile olmuyoruz. İnsan bazen düşüncelere yabancılaşıyor yabancılaşmayla beraber düşünceleri yitiriyor , olmadık anlamlar yüklüyor. Benliğini kaybeden insan şeyleştiğinin farkına varamıyor. Bir zamandan sonra yemeklerden bile tat almamaya başlıyor. Çünkü bilinçsiz insan duygularını zevklerini düşüncelerini yitiriyor kendini noktalaştırıyor , şeyleştiriyor. ''İnsan düşünce ile görür ve duyar , her şeyden yararlanan , her şeyi düzene sokan , başa geçip yöneten düşüncedir. Geri kalan her şey kör , sağır ve cansızdır.''( Epiharmus ). Bu nedenle insanı insan yapan düşüncedir , kendini fark etmesidir yoksa bir teleskopla baktığımızda milyar tane nokta görürüz . Bunların hepsi birbirinin aynısı gözükür hepsi bir nesne durumundadır. Yakına indikçe farklılıkların farkına varırız bu varlığa önem katar. Buket Uzuner'in ''Su'' adlı romanında bahsettiği gibi Defne adlı karakter şeftali çekirdeğini arkadaşına gösteriyor ve : '' İşte seni bu kadar seviyorum.'' diyor arkadaşı hışımla masadan kalkıyor fakat şeftali çekirdeğinin anlamını bilmiyor. Yalnızca küçük, değersiz bir çekirdek , varlık olarak görüyor. Oysaki şeftali çekirdeği dünyanın merkezi anlamına gelmektedir. Hayatı , dünyayı temsil eder. Bu sebeple yüzeysel olarak bakıldığında bir varlığın değerini saptayamayız onu en ince ayrıntısına kadar tanımak gerekir. İnsan da kendini en ince ayrıntısına kadar tanırsa yeni ve değerli şeylerin yaratıcısı olabilir. Evrende her şey neden sonuç ilişkisi içerisindedir. Örneğin duygularımız kendi kesin olmadığı için sorunumuzu kesin olarak çözemezler öyleyse akla başvurmak gerekir ama akıl da başka bir akıl olmadan ortaya çıkamaz. O halde var olan her şeyin bir neden sonuç ilişkisi içerisinde var olduğunu görürüz. İnsan kendi kendinin de yaratıcısıdır. Kendini keşfettikçe yapabileceklerinin farkına varır. Böylece bilinç kendi kendini yaratır. Evrendeki milyarlarca insan arasında insan kendini değersiz hissedebilir. Montaigne'nin de '' Denemeler'' adlı eserinde bahsettiği gibi kendine değerinden az değer biçmek korkaklıktır. Kendini samimi tanıyan bir adam istediği kadar kendinden söz edebilir. Bu kendini beğenmişlik değildir. Bu nedenle kendini tanımak yapabileceklerini görmeyi kendini geliştirmeyi sağlar. Matis'in yaptığı gibi hayal dünyamızı her yere taşıyabiliyoruz. Bu bize insanın kendi beynine , zihnine indiğinde ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. George Perec'in ''Şeyler'' adlı kitabında bahsettiği gibi isteklerinin, arzularının ve bunları tamamlayan insanın kendinin farkında olmaması insanın nesneleşmesini tek düze bir hayat yaşamasını sağlar. Böylece insanı önemsiz bir varlık haline getirir. Bir bütün olarak toplum ele alındığında her birey kendi içinde , kendi benlikleriyle var olurlar. İnsanları birbirinden ayıran yalnızca derinlere indiğimizde farkına vardığımız farklılıklarıdır.
İnsan kendini en iyi bir şekilde tanımalıdır. Çünkü aydınlanma ancak böyle meydana gelebilir.
Yoksa insan bu kalabalık evrende benliğini kaybeder, kendini kalem ucu gibi zaman geçtikçe tükenmiş hisseder.

Hiç yorum yok: