11 Haziran 2018 Pazartesi

Aybars Önder / Özel Arı Anadolu lisesi / Ankara/ DüşünYaz 5 Türkiye 2.si



Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant

Platon'un hatırlama kuramından beri bilginin ediniminde zihinsel bir katkının gerekli olduğu anlayışı filozoflar arasında tartışılagelmiştir. Zaman ve uzayın algılanması ve nedenselliğin şüphecilikten uzak bir temele oturtulabilmesi ancak insan zihninde yerleşik olan belirli bir içgüdünün gerçeklikle kıyaslanması ve bir nevi sentezi ile mümkün olsa da bu, idealistlerin düşündüğü gibi gerçekliğin tamamen zihinde kurulmasını gerektirmez. Bu makalede öncelikle Kant'ın transandantal idealizmin eleştirilecek, daha sonra zaman ve nedensellik algıları insanda var olan farklı varsayabilme ve nedensellik içgüdülerinin Karl Popper'ın yanlışlanma prensibi üzerinden güçlendirilmesi aracılığıyla kanıtlanmasına çalışılacaktır. Bu şekilde noumenon-fenomenon ayrımına bağlı olmayan bir bilgi algısı oluşturulmaya çalışılacak ve fenomenalist temeller üzerinden bilgi doğrulanmaya çalışılacaktır. Böylece Kant'ın "Bilginin temellendirilmesinin tek yolu bilginin algılanan dünyanın dışında var olduğunu varsayacağımız noumenal objelerin insan zihniyle etkileşimi aracılığıyla ortaya çıktığını varsaymaktır." önermesi büyük ölçüde reddedilecek ama aynı zamanda insanın zihninde algılanarak var olan gerçeklik ve insan içgüdüsü arasındaki ilişkinin yanlışlanma prensibi ile mediasyonu sayesinde bilgiye ulaşılabileceği tezi desteklenerek Kant'ın önermesi bir dereceye kadar desteklenecektir.

Kant'ın transandantal idealizminde gördüğümüz problem, sisteminin içerisinde noumena hakkında bilgi edinilebilmesi için herhangi bir yer olmamasıdır. Noumenanın varlığını kabul ettiğimizde dahi bilginin temeli sadece noumenayla insan zihninin etkileşiminde yatınca ne noumenanın varlığı ne de bir noumenonun bir fenomenle etkileşimini temellendirmek mümkündür. Bu bakımdan Kant'ın sistemi, noumenayı insan bilgisinin ötesinde tutarak kendi kendisini doğrulayamaz ve hatta kendi kendisini yanlışlayan bir sistem haline gelmiştir, zira nedensellik eğer sadece fenomenal dünyada kesin olarak bilinebilirse fenomenler ve noumena arasındaki bağlantı da bilgimizin dışındadır. Biz, bu makale boyunca yanlışlama prensibini bilginin temeli olarak kullanmaya çalıştığımızdan ve nedensellik algımızı da buna dayandıracağımızdan Kant'ın yaptığı hataya düşmeyerek algılanan ötesindeki cisimlerin varlığını değerlendirmeye almayacağız. Bunun nedeni, yanlışlanma prensibinin kendisinin ampirik algılara dayanması ve metafizik olanın, fenomenal olanı açıklayıp temel açısından fenomenal olana dayanmakla beraber özünde fenomenal olanı farklı ve gerekirse sürekli büyüyen, test edilemez varsayımlarla açıkladığından fenomenal olanla yanlışlanamayacak olmasıdır. Yani bilinebildiği derecede dünya insan zihnindedir, insan zihninde kurulmak zorundadır.

Fakat nedensellik, ampirik algı temelinde de doğrulanamaz. Tıpkı Hume'un söylediği gibi, dış veya iç objelere bakıldığında objeleri birbirine nedensellikle bağlayan herhangi bir bağı algılamamız mümkün değildir. Bu noktada nedenselliği birbirine bağlı iki kategoriye ayıracağız: Anlık nedensellik ve uzun süreli nedensellik. Anlık nedensellik zihnimizdeki iki izlenim (impression) arasında anlık kurduğumuz, tümevarıma dayanmayan, içgüdüsel nedensel bağlantı; uzun süreli nedensellik ise tümevarıma dayanan nedensellik olsun. Birbirini takip eden iki izlenim arasında bağlantı kurmak, insan zihninde var olan bir içgüdü olup güvenilebilir bir temel olmasa da tümevarımla güvenli hale getirilebilir. Karl Popper'ın da öne sürdüğü üzere yanlışlama prensibi nedensellik algısını temellendirme yolunda zihinsel varsayımların gerçekle kesiştiği noktadadır. Yanlışlama prensibi ile anlık nedensellikler karşılaştırıldığında ortaya çıkan uzun süreli nedensellik, tümevarım probleminin ertelenmesini de beraberinde getirir ve bu "justified, true belief" tanımıyla bilgi algısının doğruluğunu sağlar: Tümevarımla temellendirilen, içgüdü nedeniyle inancı da beraberinde getiren bu modelde nedensellik bilgiyle temellendirilebilir. Bu şekilde, yanlışlanmayan ve tahmin etme gücüne sahip her nedensellik varsayımı, içgüdü ötesinde bir doğruluk temeline oturtulup tümevarım problemi çözülebilir.

Zaman problemine gelindiğinde ise aslında problemin bir değişim problemi olduğu görülür. Platon'un Parmenides diyaloğunda belirttiği gibi monistik bir evrende bir şeyin "yaşlanması", "gençleşmesi" anlamına gelir. Yani bir şeyin zamanda ilerleyişinin anlaşılması için herhangi başka bir şeyle karşılaştırılması gerekir, bu bizim algımız bakımından kendisinin geçmişteki izlenimi veya başka bir nesnenin izlenimidir. Her ikisini de ele aldığımızda karşımıza önemli bir problem çıkar: Zaman değişime bağlı olduğuna göre değişim içerisinde bir aynılık veya bir farklılık varsayımı bulundurmak zorundadır. Plato'nun Parmenides diyaloğunda ele aldığı problemin bir parçası da budur: Farklılık ve benzerlik problemi ve sınırın nerede çizilmesi gerektiği. Birinci örnekte aynı anda hem gözlemlemekte olduğumuz nesneyi özü bakımından (Burada bu sözcüğü Aristotelyan anlamında kullanmıyoruz.) aynı saymalı hem de değiştiğini algıladığımızdan farklılığını doğru kabul etmeliyiz, ikinci örnekte ise yeni gözlemlemekte olduğumuz objeyi önce gözlemlemekte olduğumuz objeden farklı saymalıyız. İkinci örnekte bir problem yoktur, zira farklılık ampirik olarak temellendirilebilir. Hume'un kendisi zaman tanımında bu algıdan yararlanmıştır. Asıl soru, aynılık varsayımının nasıl temellendirileceğidir. Algı sırasında yapılan her aynılık varsayımının temelinde objeleri aynı kabul edişi içeren ve Gestalt psikolojisindeki algılama yasalarında da görülen birlik ,kimlik algısını görülebiliriz. Fiziksel algımızı oluşturan fenomenler bizler tarafından gruplanarak kimlik algısı etrafında nesneler meydana getirilir. Bu algı, içgüdüsel olup aynı şekilde işe yaradığı sürece doğru kabul edilir. Önümüze Gestalt yasalarına göre iki farklı şekilde görülebilecek bir obje konulduğunda algılarımız aynı objeyi iki farklı şekilde algılar ve iki algılayış arasında gidip gelir. Bu algılayışlardan birisi diğer duyu organlarımızdan gelen algıya uyduğunda algımız bu objeyi o şekilde algılamaya başlar. Bu bakımdan bir algının diğer duyularımızdan aldığımız bilgilerle uyuştuğu sürece doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda nesneleri algımız da bir nevi yanlışlanma kuralına bağlıdır. İlk içgüdülerimiz bize aynılık fakat farklılık varsayımını verdiğinden yanlışlanma prensibi üzerinden bu yanlışlanmadığı sürece zaman algımızı doğrulayabiliriz. Bu şekilde kimlik algısını temellendirdikten sonra kolaylıkla zamanı da temellendirebiliriz çünkü dediğimiz gibi, birinci örnekteki aynılık varsayımı da doğrulandığında zamanda hareketin değişim olduğunu kolaylıkla göreceğiz.

Sonuç olarak Kant'ın önermesi bir dereceye kadar doğru olmakla beraber onun düşündüğü gibi transandantal idealizm temelinde doğrulanmaz, yanlışlanma prensibiyle desteklenen bir fenomenalizm temelinde doğrulanabilir. Kant'ın transandantal idealizmi kendi sistemi içerisinde doğrulanamayan varsayımlar içerirken onun metafizik varsayımlarının hiçbirisini içermeyen bu sistemde görüldüğü üzere yanlışlama prensibi üzerinden nedensellik sorunu çözülebilir, kimlik algısı açıklanabilir ve dolayısıyla değişim ve zaman algımız temellendirilebilir.

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı
“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap
Var olmak karar vermektir. Bu karar aşamasında istencimizin yönünü belirleyen içkin ve onlara dayanan ereksel değerlerimizdir. Bu makalede Michel de Montaigne'den alınan yukarıdaki alıntı değersel pluralizm bakış açısından incelenerek özellikle hedonist monizme karşı bu alıntının tezi olan "Her kararımız birden fazla değerin birbiriyle ilişkisinin düşünsel veya maddesel sonucudur." savunulacaktır. Bu sırada insanların kimi zaman zevk için hareket ettikleri zaman darlığından ve bunun açık bir önerme oluşundan ötürü hızlıca birkaç argümanla temellendirilip kabul edilecektir.

Bu amaçla önce Montaigne'nin alıntısının yorumlanması hiç şüphesiz gereklidir. Montaigne yukarıdaki sözünde gördüğümüz "parçalanmış insan" olgusu, her bilinçli karar anında içimizde içkin ve ereksel değerlerin çatışmasını ifade etmektedir. Bu bakımdan alıntı, hem pluralist hem de monist bakış açılarından yorumlanabilir, zira pluralist bir görüşten bakıldığında her kararımızda içkin ve ereksel değerlerin kendi içlerinde adeta savaşta olduğu kesin iken monist bir görüşte tek bir içkin değerin ereksel yansımalarının çatışması görülebilir. Bizse bu alıntıyı pluralist bir bakış açısından yorumlayacağız.

O takdirde pluralist olarak yorumladığımız Montaigne'le neden aynı görüşte olduğumuzu açıklamamız gereklidir. İnsanların keyif tarafından motive edildiği çikolata yeme isteğine bakıldığında dahi görülebilecek, özellikle günümüzün hedonist kültüründe öne çıkmış, algılanması kolay bir olgudur. Buna rağmen Milton gibi bazılarınca savunulan tezlere karşın keyif tek değer değildir. Biz Platon gibi insan ruhunun üçe ayrıldığını savunmasak da bizce tıpkı onun "Devlet"te dile getirdiği gibi insan, birden çok isteğin, yani değerlerin anlık zihinsel yansımalarının, aynı anda pençesinde olan bir varlıktır. Bu önermenin çok sağlam ampirik temelleri olduğu şüphesizdir. Akla ilk gelen, kolay bir örnek, bağımlıların her bağımlılıklarına boyun eğdikleri anda yaşadıklarıdır. Psikologların yaptığı anketlerden ve görüşmelerden bilmekteyiz ki bağımlılıkta bağımlı olduğunuz şey kendi başına bir değer haline gelir. Bağımlılar bağımlı oldukları şeyi yapmaktan zevk almasalar da bunu sadece yapmak istedikleri için yaparlar. Oysa bir bağımlının bu içkin değerinin dışında zevk aldığı bir hayat yaşama değerine de sahip olduğunu kolaylıkla farz edebiliriz zira toplumumuzda pek çok bağımlı bu ikilik içinde yaşamaktadır. Burada birden çok içkin değerin varlığını görmek zor değildir.

Pluralizmi destekleyecek bir başka argüman George E. Moore tarafından hedonistlere karşı verilmiştir. Varsayalım ki insanlar hayatlarında zevk için de hareket ederler. İki dünya hayal edelim. Biri her türlü güzelliğin, diğeri her türlü çirkinliğin olduğu bir dünya olsun. Bu iki dünyadan biri var olacak. Seçim yapmamız gerekirse hepimizin bundan zevk almasak da güzel dünyayı seçeceği aşikardır. Bu da yine bir değerler çoğulluğunun olduğunu kolaylıkla gösterir.

Pluralizmi destekleyen bir başka argüman ise korkunun varlığıdır. Örneğin bir insan sadece keyif için koşabildiği gibi bir arslan gördüğünde düşünmeksizin, sadece saf korkudan kaçabilir. Bu noktada korkunun değil de gelecekte alacağı keyif için insanın kaçtığı söylenemez, zira karar anında insanın aklına gelen şey keyif değil, korkudur. Buna rağmen eğer bu noktada keyfin bir etmen olduğuna inananlar varsa verilmesi gereken örnek intihar eden bir insanın intihardan önceki son halidir. Hayattan keyif alma umudunu veya yetisini kaybetmiş, depresyondaki insanlar dahi intihar etmeden önce zihinlerinde değersel bir çatışma yaşarlar. Bu noktada bu çatışmada keyif değeri değil, insanların intihar istekleri ve ölüm korkuları çelişir. Burada kararda belirleyici olan etmen insanların hayatlarından ne kadar keyif almayı beklediklerinden ziyade ölüme atfettikleri negatif değer yani korkudur.

Burada pluralizmi temellendirdikten sonra "incommensurability" yani "karşılaştırmasızlık" argümanlarına da cevap vermek istiyoruz. Pluralizme karşı öne sürülen "karşılaştırılamazlık" argümanlarında birden fazla değer aynı karar anında aktüalize olduklarında, yani kararımızda bir faktör olarak yer aldıklarında, bu değerler arasında sıralamaya neden olacak başka bir üstel değer olmadığından karar verilemeyeceği öne sürülür. Buridan'ın eşeği argümanı, monist temeller üzerinden anlaşılabilmesine rağmen buna bir örnek olarak verilebilir. Aristoteles'te de görülen bu düşünce deneyinde bir eşit derecede aç ve susuz bir eşek hayal edilir. Bu eşek bir kova su ve bir balya samanın tam ortasındadır. Eşek ne yöne hareket eder? Bu deneyi pluralizm açısından incelememiz gerekirse öncelikle aynı sorunun monizmde de açığa çıktığını söylemeliyiz. Zira örneğin bir kova su yerine bir başka balya saman olsaydı aynı problemle karşı karşıya kalacaktık. Aynı şekilde hem açlığı gidermenin hem de susuzluğun hayatta kalma içkin değerine bağlı olduğunu düşünürsek bu argümanın monist değer yargılarında da etkisi olduğu açıktır. Bu ikisi içkin değerler monizminin de karşılaştırmasızlık sorununa tabii olduğunu göstermektedir. Düşünce deneyi ilk haliyle incelendiğinde ise asıl sorunu bir totoloji olmasıdır. İki isteğin eşit olduğunu yani değerlerin aktüalizasyonlarında eşit etkiye sahip olduğunu öne sürmektedir baştan argüman. Bu şartlar altında buna karşı çıkan birinin ya özgür iradenin varlığını kabul etmesi ya da eşeğin aç kalacağını kabul etmesi gereklidir. Fakat günlük hayatımızda içkin değerleri sıralama konusunda büyük sıkıntı yaşadığımız anlar olsa da sonunda bir karar alırız. Karşılaştırmasızlık argümanının zayıflığı da burada yatar: Argüman değerlerin kendisinin sıralanması için bir değer yargısının gerektiğini kabul eder. Oysaki bu doğru değildir. Belki de pluralizmin görüldüğü en açık örneklerden biri olan bağımlılık argümanını tekrar incelediğimizde bağımlılık nesnesi bir içkin değer olmasına rağmen başka içkin değerlerle karşılaştırmaya girdiğinde genellikle üstün çıktığını görürüz. Bunun nedeni gerçek hayatta birbirine eş iki değer olmaması, bir insanın kişiliğinin veya biyolojik durumunun isteklerine yön vermesidir. Değerlerin kendi hiyerarşisinin başka bir değerle açıklanması için bir sebep olmadığı gibi açıklanamayacağı da verilen örnekle kolaylıkla gösterilmiştir.

Sonuç olarak Michel de Montaigne öne sürdüğü gibi insanlar birden fazla değerin etkisi altında karar alır. Bunu kanıtlamak üzere George E. Moore'un argümanları öne sürülebileceği gibi bağımlılık veya korku örneği verilebilir. Bu teorinin yarattığı sıkıntılardan biri olan karşılaştırmasızlık ise her biri kesinlikle içkin olan birden çok değerin etkisinde karar verdiğimiz durumlar göz önünde bulundurulduğunda "Her sıralama değersel bir sıralama olmalıdır." ön kabulünün gerçeklerle uyuşmadığı açıkça ortaya çıktığından kolaylıkla çözülebilmektedir.

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı

 "Hayatı etkileyen bilgiler, kazanildiklari andan itibaren sorumluluk yüklerler. Uygulanan her bilgi çift yönlüdür; olumlu ya da olumsuz, yaşatici yahut öldürücü olabilir; her bilgi bu karşıtlığı barindirabilir. Önemli olan, insanın olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi değil, sonucu önceden kestirebilmesidir. " Uluğ Nutku

Geleneksel tanımıyla bilginin faktisitemizin önermesel açıklanışı olarak seçimlerimizi etkilemesi kaçınılmazdır. Bu makalede bilginin tanımı yapılacak, yukarıdaki alıntı etik ve fenomenal dünyaya dair önermeler açısında incelenecek ve Uluğ Nutku'nun öne sürdüğü "Bilgi sorumluluk yükler" tezine karşılık "Bilgi sorumluluğumuzu değiştirir." önermesi Sartre'nın felsefesine yakın bir doğrultu izlenerek savunulacaktır.

Öncelikle bilgiyi tanımlamak gereklidir. Burada epistemolojistler arasında birtakım nüanslarla kabul gören JTB yani temellendirilmiş, doğru inanç (justified, true belief belief) tanımı kullanılacaktır. Bu bağlamda elimizdeki alıntı incelendiğinde görürüz ki alıntı, bilgiyle beraber bilgimizden kaynaklı bir sorumluluğumuzun doğduğunu savunmakta, bilgilerin nedensel olarak iyi ve kötü sonuçlara bağlı olduğunu öne sürmekte ve eylemlerin sonucunun kestirilmesine değer atfetmektedir. Göze çapan bir varsayım ise gerçekten bilginin ekleyebileceği bir etik "sorumluluk" olduğudur.

Bu sorumluluk George Moore gibi analitik filozoflar tarafından varolan değerler üzerinden öne sürülmekte ve temellendirilmektedir. Söz gelimi George Moore, ideal faydacılık akımını öne sürerken zevkin (pleasure) tek değer olmadığını göstererek pluralist br değer anlayışı öne sürmek için güzel ve çirkin iki dünya hayal etmiş, güzelin her daim çirkine tercih edileceğini söylemiştir. Moore ve başka analitik filozofların bu tip düşünce deneyleriyle destekledikleri etik önermeleri bilgi tanımı çerçevesinde incelersek karşımıza çıkan iki soru olur: "Bu önermelerin temellendirmesi doğru mudur?" ve "Bu önermeler doğru mudur?". Keşfedilebilir bir "doğal etik" olup olmadığı sorusuna burada değinmeyeceğiz fakat bu önermelerin temellendirilmesinin yetersiz ve geçersiz olduğu bizce aşikardır. Bu ve bu tip yaklaşımların birbiriyle iç içe geçmiş iki problemi vardır: Değerlerin mutlak olmayıp seçim anında birbirlerine görece yeniden sıralanmaları ve değerlerin kültürden kültüre değişmekle beraber zaman içerisinde de değişim göstermeleridir. Farklı toplumların estetik anlayışının farklı olduğu bir Aborjin resmiyle Andy Warhol'un resimleri karşılaştırıldığında kolaylıkla görülebilmektedir. Bu da "güzellik" değerinin zamansal ve uzamsal olarak değiştiğini kanıtlar. Sadece bir değerin tanımları değişmekle kalmaz, değerlerin kendilerinin kendi içlerinde sıralamaları da, kimi zaman seçimde seçime, değişir. Örneğin içinde bulunduğumuz hipertüketim toplumunda maruz kaldığımız reklamlar kolaylıkla fikrimizi değiştirebilmekte, içkin olarak değer verilen objelerin görece değerini baştan tanımlayabilmektedir. Sağlığa önem veren birisi yeterince reklam bombardımanına tutulursa sigaraya değer vermeye, sigara içmeye yöneltilebilmektedir. "Tüketiyorum, öyleyse varım." ideolojisiyle hareket eden toplumumuzda bu her daim rasyonel ereksel bağlantılarla da yapılmaz, belirli bir içkin değeri duygularımıza hitap ederek daha değersiz ve daha değerli kılar. O halde değer yargısı rasyonel olmayıp değişken olduğundan bu filozofların etik önermelerini bilgi olarak kabul edemeyiz. Burada zaman darlığından ötürü a priori etik tartışmalarına girmeyeceğiz, ampirik önermeleri argümanlarımız dolayısıyla a priori önermeleri ise varsayım olarak reddedip etik önermelere "bilgi" statüsünü vermeyeceğiz.

Etik önermelerden sonra ampirik olarak algılanabilen dünyaya yönelik, günümüzde doğruluğunun tespiti daha çok bilimsel araştırmalara terk edilmiş önermelerden bahsedeceğiz. Karl Popper'ın bilim felsefesi argümanlarının gösterdiği üzere tümevarım probleminin (problem of induction) bir nevi "askıya alındığını" kabul ederek buradaki önermeleri "bilgi" olarak kabul edeceğiz zira bizce bilimsel metod yeterli bir "temellendirme" metodudur. Bundan hareketle Sartre'nın "radikal özgürlük" kuramına ve önermesel bilginin faktisiteye olan etkisine değineceğiz. Bilindiği üzere Sartre, Marx gibi kıtasal filozofların sosyolojik "benlik" analizlerine karşı çıkarak her bireyin değerlerini radikal bir özgürlük içerisinde tanımlayıp faktisitesi içerisinde bu değerlere uygun hareket ettiğini öne sürmüştür. Bu bağlamda biz bilginin insanın faktisitesini tanımlayan bir etmen olduğuna inanıyoruz. Fakat bunu söylerken Sartre'nın "faktisite" kavramı altında kalan olguların etki alanını genişletmek istiyoruz. "Faktisite"yi sadece insanların ereksel hareketlerini sınırlayan "arka plan" olarak değil ayrıca içkin değerleri de bir raddeye kadar belirleyen etmenler bütünü olarak görüyoruz.Görüleceği üzere bu faktisitenin kapsamını pek genişletmemekle birlikte ize yeni bir bakış açısı sunacaktır.Etik önermelerin bilgi olamayacağını dile getirmiştik ancak bilimsel yöntem ya da a priori çıkarımlar aracılığıyla ampirik dünyaya dair elde ettiğimiz bilginin faktisitemizi anlamamıza yardımcı olarak seçimlerimizi etkilediğini inkar edemeyiz. Bu Sartre'nın sınırlı faktisite anlayışında olduğu üzere ampirik dünyaya dair olan anlayışımız doğrultusunda, belirlediğimiz değerlerin izinde hareket etmemiz anlamına gelebilir veya genişletilmiş tanımımızda savunduğumuz anlayış doğrultusunda bilginin değerlerimizi değiştirmesiyle olabilir. Birincisine örnek vermek oldukça kolaydır, eğer uçmayı bir erek olarak kabul ediyorsam camdan atlamam, yerçekimi yasasının varlığı beni aerodinamik üzerine çalışarak bir planör yapmaya iter. İkincisine verebileceğimiz bir örnek ise elde ettiğimiz bir bilginin değerlerimizi değiştirmesi veyahut hepten yok etmesidir. Nitekim cadılığın gerçek olmadığı ampirik olarak kanıtlanmıştır ve buna bağlı olarak cadıların öldürülmesine ithaf edilen içkin değer yok olmuştur. Faktisitenin anlaşılması ile faktisite dışı değerler şüphesiz yok olur.

Peki bunun bilgi ve sorumluluk arasındaki ilişkiye olan etkisi nedir? Bu noktada bir raddeye kadar Sartre'yı takip ediyoruz. Sorumluluk bireyin kişisel değerleri içinde belirlenir. Sorumluluk değerlerine göre hareket eden bireylerin bu hareketin sonuçlarının nedenini kendi seçimlerinde ve değerlerinde aramaları ve bulmalarıdır. Bu anlayışta birey yaptığı her şeyden sorumludur. Fakat bilginin eklenmesiyle beraber yaşanan şey faktisitenin daha iyi anlaşılması ve dolayısıyla bireyin potansiyel sorumluluk alanının değişmesidir. Buna göre bilgi sorumluluğu artırmaz veya azaltmaz, sadece bireyin sorumluluk alanını genişletir. Faktisitenin anlaşılmasının bireyin seçimleriyle Hume'un tanımı çerçevesinde direk bir nedenselik ilişkisi kurmadığını göz önünde bulundurursak bilginin olumlu veya olumsuz oluşunun da insanların "radikal" özgürlüğüne bağlı olduğunu görürüz.

Sonuç olarak Uluğ Nutku'nun argümanlarına karşın bilgi, insanın potansiyel sorumluluk alanını genişletir, ona yeni sorumluluklar yüklemez. Bunun ana nedeni mutlak etik önermelerinin olmayışı ve dolayısıyla bilgi edinen insanın belirli bir doğrultuda hareket etme sorumluluğunu yüklenmemesidir. Sartre'nın felsefesini izleyecek olursak görürüz ki bilgi edinme faktisitenin açığa çıkışıdır. Açığa çıkan faktisite bireyin seçim alanını etkiler ve dolayısıyla bireyin kendi seçimleriyle nedensellik bağı bulunan olaylar değişir. Seçen kimsenin seçimlerinin sonuçlarını kendi eylemlerine nedensellik bağıyla bağlaması sorumluluk olduğuna göre bir kimse bilgi edindiğinde ancak sorumlulukları değişebilir, o kişi yeni sorumluluklar edinmez. Ayrıca öznenin sonuçlardan sorumlu olduğu düşünüldüğünde bilgiye olumlu ve lumsuz bir teleolojik değer atfedilemez. Kısacası Uluğ Nutku'nun tezleri gerçeği yansıtmaktan uzaktır.

Hiç yorum yok: