11 Haziran 2018 Pazartesi

Şehval Dilara Akgül / Pertevniyal Lisesi / Istanbul


Düşünyaz 5, Final Yazısı

"Doğa gizlenmeyi sever" Herakleitos
İNSAN=DOĞA
(Özünü anlamak isteyen insanlara...)
Doğanın ne demek olduğu ve insan özünün ne olduğu felsefe tarihinin başlangıcı ve kimi filozoflara göre amacı olmuştur.Kimileri doğanın tanrıdan bir parça olarak geldiğini savunurken kimileri doğanın tanrının kendisi olduğunu savunmuştur.
Kimilerine göre doğayı anlamak insanı anlamakla eş değerken kimine göre insan doğanın zıttı olarak özünün oluşturmuş hatta yaradılışı özünden sonra geldiği için önceden belirlenen şekilde bir öz oluşmuştur.
Minet filozoflarından çağdaş dönem filozoflarına kadar insanoğlunun aklını kurcalayan bu soru üzerine çeşitli tezler yazılmıştır.
Doğa, Tdk'ye göre ; kendiliğinden var olan ve insan etkinliğinin dışında kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren, canlı ve cansız nesnelerden oluşan varlığın tümüdür.
Doğanın bir başka tanımı olarak ; insanoğlunun içine doğduğu, içinde yaşadığı ve tekrar içerisinde kaybolduğu, döngüsünü içinde barındıran varlıklar bütünü de denmektedir.
Oysaki ''Biz insanlar doğanın içine doğarız.'' ifadesi kısmen de olsa yanlış bir ifadedir.Biz insanlar doğanın içine doğmayız. Bizler doğanın kendisiyizdir. Birey doğanın bir yansıması olarak gelir bu dünyaya. Kendisinden her bir parça doğayı ifade eder. İnsanoğlunun doğayı anlaması ve anlatması için sözlere ihtiyacı yoktur aslında. Kendisini tanıması ve keşfetmesi doğayı, dünyayı, evreni anlamasına sebebiyet verir.
Herakleitos'un , ''Doğa gizlenmeyi sever.'' ifadesi doğanın anlaşılmak istenmesine de bir işarettir .Doğa anlaşılmak ister. Fakat herkes tarafından değil, sadece gerçekten kendisini keşfetme cesareti ve potansiyeline sahip insanlar tarafından.
Bu yüzden gizlenir aslında.Fakat bu gizlenme günümüz şartlarında anladığımız gibi görülmesi ve bulunması zor bir şekilde kendisini saklamak değildir.
Doğa her yere gizlenmiştir .Ya da daha doğrusu doğa; çevreye yayılmıştır.Anlaşılmak istendiği için her yerde vücut bulmuştur.
Bu vücut bulduğu yerlerden biri de insanın varlığıdır .Doğa insanın özünde gizlidir. İnsan psyechesinin logosu doğanın da logosu olmaktadır Herakleitos'a göre. Yani insan yasası ve doğa yasası eştir.
Dostoyevski der ki ''Tabiat bir aynadır, hem de aynaların en parlağı.''Dostoyevski'nin bu ifadesindeki tabiatın yansıttığı ve ayna görevini gördüğü karşıt maddesi insandır. Tabiat insanı yansıtır.İnsanın öfkesi tabiatın öfkesinden kaynaklanır.Tabiatta süregelen savaş ve barış diyalektiğinin aynısını insan doğasında da görmek mümkündür.Tek farkla, doğada bu savaşı uyum kazanmışken insan doğasında hala bu savaş süregelmektedir.
Kendini bilmek tüm bilgeliğin başlangıcı olmuştur Aristotales'e göre.
Aristo'nun burada bahsettiği kendini bilme durumu, özünün anlama ve gerçekleştirebilme durumudur .Bu yüzden İnsanoğlu hayatı boyu kendisini, ya da Sartre'nin deyimiyle ''özünü'' oluşturmaya, bulmaya çalışmıştır.Hayatını bu öz üzerine kurmaya odaklanmış insanın ilk problemi bu özü bulmasıdır.Bu yüzden doğa filozofları adı verilen ilk filozoflar ( Minet filozofları) her şeyden önce kendilerini tanımaya ve özlerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır . Bu özü hep başka nesneler ya da durumlar üzerinden gerçekleştirmeye çalışan insanoğlu için doğru adres doğadır oysa.
İnsan hep kendisine özünün bulmasında yardımcı olacak bir öğretmen aramıştır ve maalesef ki bu öğretmeni hep başka yerlerde bulmayı ümit etmiştir.Thales'e göre su tüm varlıkların dolayısıyla insanın da başlangıcı ve özü iken Demokritos'a göre bu; ayrılmaz atom parçalarıdır.Dolayısıyla suyu ya da atomu algılamamız durumunda özümüzü de çözmüş oluruz.Fakat insan ne suya ne de sadece atoma benzemektedir.İnsan tüm bunların bir bütün olarak yer aldığı doğa ile özdeştir.Onun bir parçasıdır.Dolayısıyla insanoğlunun en iyi öğretmeni de duyuları ve doğadır.Kendinizi gerçekten de dinlemeye bıraktığınızda ya da gözlemleme yetinize emanet ettiğinizde yanılmazsınız.Çünkü doğa sizi kandırmaz ve içsel dürtüleriniz elbette kaynağını aldığı doğaya hizmet ederek sizi doğru yola ulaştırır.
Hiç ağaç görmemiş bir insansanız muhtemelen ilk gördüğünüz ağaç karşısında şaşkın kalacaksınız.ağacın ne olduğunu ve insanların ne kadar güzel olduğuna dair söylemlerini bilmeseniz bile ağacın görüntüsü sizlere hoş gelecektir.Bunun nedeni gördüğünüz o ağacın sizin özünüz ile uyuşması ve dolayısıyla benliğiniz ile doğa arasında bir ilişki kurabilmenizden kaynaklanır.Ve hiç ağaç görmemiş, deneyimlememiş ve ağacın güzel olduğu ile ilgili herhangi bir aprioriye sahip olmayan siz, ilk gördüğünüz ağaca hayran kalırsınız çünkü onu kendi özünüzle kolayca bağdaştırabilirsiniz.Platon'a göre bu durumun iyi ideasında ağacı görmüş ve özümüzü tanımış olmamızla bir bağlantısı vardır.Ona göre bizler özümüzü ve dünya üzerinde var olan her şeyi iyi ideasında görmüşüzdür.
Muhtemelen daha önce hiç çiçek kokusu duymadığınız bir dünyada birinin size bu kokuyu anlatması sizde herhangi bir izlenim uyandırmayacaktır.Fakat gittiğiniz herhangi bir bahçede duyduğunuz bir çiçek kokusu sonucu duyularınıza güvenirseniz size anlatılmaya çalışandan daha fazlasını kavrayabileceksinizdir. M.T.Cicero'nun ''Doğayı örnek aldığımız sürece asla yanılmayız'' sözü bu durumu özetlemektedir aslında.Yanılmak ya da mutsuz olmak istemeyen insanın yolu kendisini tanıması ve keşfetmesinden geçmektedir.Ve bu keşfetme doğa sayesinde gerçekleşebilir.Aynı şekilde Samuel Johnson'ın da dediği gibi doğadan ayrılmak mutluluktan ayrılmaktır.
Diğer bir tez olarak ise insanın taklit ve örnek alma yeteneğine bakıldığında da doğayı örnek aldığı söylenebilir.Eğer insanoğlu Sartre'nin de dediği gibi yaratılıştan sonra özüne kavuşuyorsa yine taklit etmek üzere özünü doğadan oluşturacaktır.Çünkü içerisine doğduğu doğa Wordswoth'un deyimiyle kendisine ''dadılık'' edecektir.Ve taklit etme yetisi ile dünyaya gelen insan yine özünü doğadan alacaktır.
Sartre'nin dediği gibi öz yaratılıştan sonra gelmiyorsa bile insanoğlu özünün doğadan almıştır çünkü insan tanrının bir parçasıdır ve Spinoza'nın da dediği gibi tanrı doğanın kendisidir. Dolayısyla kendisinden bir parça olarak yarattığı insanın özünü yine kendisinden yani doğadan verecektir.
Evren büyük bir logostur Heraklitos için .İnsan ise küçük bir logos.Büyük logosu anlamak küçük logosu anlamaya da yarayacaktır ona göre.Bu yüzden doğayı anlamak demek insanı da anlamak demektir.Ona göre evren ve insan birlikte değişirler.''Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz.'' demesinin sebebi ikinci kez ırmağa girdiğinizde yaşadıklarınızla ve zamanla birlikte hem sizin aynı siz olmamanızdır hem de ırmağın zaman ile akması sonucu aynı olmamasıdır.Evrende her şeyin birlikte değişiminden kaynaklı olarak bizlerin dikkatini çekmeyen bu değişme de doğadan geldiğimizin bir kanıtıdır.Bizler ''Her şey akar'' diyen Heraklitos'a göre doğa ile aynı anda değişiriz.Aynı anda aynı yöne doğru akarız.Bundandır ki yaşadığımız değişimleri fark edemeyiz.
Eski kavimlere baktığımızda özellikle de Kızılderililerde gördüğümüz şey doğaya karşı duyulan büyük bir saygı ve aşktır.Ağaçların canlı olduklarını dolayısıyla ruhlarının olduklarını düşünen kızılderililer bu bağlamda ağaçlar ın kendileriyle eşit olduklarını savunmuşlardır. Kızılderililere göre hayatın temel rehberi gözlemlemektir.Doğayı gözlemlemek insanı doğruya ulaştırır. Çünkü onlara göre insan yasaları gün sonunda yanlış sonuçlanabilecek ve insan olmalarından kaynaklı olarak irrasyonel olmaları çok muhtemel olan avukat ve yargıçların elindeyken doğa yasaları daha kesin ve nettir.Gün sonunda doğaya zarar veren insan elbet cezalandırılır. Ve doğanın yasası insanın da lehine olduğundan onun da yasasıdır.Doğa ile insanın eşit çıkarları olması da insanın doğanın bir parçası olduğuna işarettir.Kızılderililere göre ''beyazların'' tek sorunu doğayı dinlemediklerinden dolayı özlerini anlamamak ve mutluluğa kavuşamayıp aralarında devam eden iyi kötü diyalektiğini sonlandıramamaktır.
Sonuç olarak doğanın gizlenmeyi sevdiği noktasına gelirsek Berkeley'in de dediği gibi 'var olmak algılanmaktır' bağlamında var olmayı ve varlığını kanıtlamayı isteyen doğa algılanmak ister ve bu nedenle kendisini insanın özünde gizler.Mutluluğa ve gerçek bilgiye ulaşmak isteyen insan ise önce özünü yani doğayı anlamalıdır.
Doğanın gizlenmesi anlaşılmak istenmesindendir.Aslında doğa gizlenmez sadece açığa çıkmak için kendisini başka yerlerde, başka formlara büründürür.Doğa her yerdedir.Doğa ruhunuzdadır.Doğa çevrenizdedir.Doğa içinizdedir yani doğa benliğinizdir...

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı
 “Bence korkusuz olmak başka, cesaretli olmak başkadır. Cesaret, ihtiyatlılık, pek az kimsede bulunan şeylerdir; düşüncesizce atılganlık, cüret, ihtiyatsızlıktan gelen korkusuzluk ise, erkekler gibi kadınlarda da, çocuklarla, hayvanlarda da, yani hemen herkeste bulunabilir. Bunun içindir ki insanların çoğu ile birlikte senin de cesaret dediğin işlere ben ancak düşüncesizce atılganlık derim.” Platon, Lakhes
Cesaret ve korku
Cesaret... Tarih boyu tüm filozofların dikkatini çeken ve zaman zaman farklı tanımlar getirilen bir kavram olmuştur. Her ne kadar günümüzde bir şeyden korkmama, sebep gereği duymadan diğer insanların sergileyemediği davranışları sergileme olarak görülse de aslında tam anlamıyla cesaret bu değil. Sokrates'e göre cesaret;''Korku, hem geçmişe hem geleceğe dairdir. Cesaret, şimdiki zamanla birbirine bağlanmış geçmişe ve geleceğe dair nelerden korkulup nelerden korkulmayacağının bilgisidir.'' sözünde de bahsettiği gibi yapılan bir eylemin sonucunun iyi ya da kötü olması durumunu bilmek ve ona göre hareket edebilmektir. Aristotales'e gör "Cesaret, beşeri niteliklerin ilkidir, çünkü diğer niteliklerin güvencesidir" yani cesaret insanın özüne uygun davranabilmesi ve bu süre zarfında kendine has kimliğini kaybetmemesidir.
Platon'a göre ise biraz daha farklıdır bu tanım. Ona göre cesaret sonuçlarının neler olabileceği aşikar olan bir durumda iyiyi seçebilmektir. Bunun için bir eylemlilik durumuna ihtiyaç duyulmaz.Örneğin masum birine yapılan bir işkenceye katılmayıp evinizde oturmanız bir cesaret göstergesidir. Çünkü çevrenizdeki herkes oraya gitmiş, yapılan eylemi desteklemiş ve bu eylemi günlük yaşantılarına, sokak aralarına hatta yatak odalarına taşıyıp değerlendireceklerdir. Böyle bir durumda sizin iyiyi bilinçli bir şekilde seçerek herhangi bir eylem göstermemeniz de cesarettir.Çünkü bu seçimi yaparken sadece anlık zevkinizi düşünmezsiniz. Aynı zamanda toplumdan dışlanılma veya yadırganma ihtimallerini de göz önüne alırsınız ve kendiniz için somut bir zarar ortaya koysa da iyi ideasına ulaşmak için bu zararı göze alırsınız.
Diğer bir açıdan cesaret bugün arzularına da gem vurabilmektir. Platon gençlik dönem cesaret anlatısını Sokrates üzerine kurar. Ona göre Sokrates düşünceleri ve inançları uğruna öldürülmek istenirken bundan kaçmamıştır ve hiçbir eylemde bulunmamasına rağmen bu en büyük cesarettir. Çünkü benliğinden gelen yaşama içgüdüsünü iyi ideası için terk etmiş ve yaşam arzusunu kısıtlamıştır.
Cesaretin felsefe tarihi boyunca yapılan tanımlarından sonra biraz da günümüz tanımına bakalım.Günümüzde cesaret her ne kadar bir şeyden korkmama olarak algılansa da gerçek anlamı bu değildir.Cesaret korkunun nedenini ve muhtemel sonuçlarını bilerek iyi ideasına ulaşmak için yapılan ya da yapılmayan şeylerdir. Biraz karışık bir tanım oldu ama yapacağım analojilerle daha da netleşeceğini umuyorum.
Bugün basit bir örnek üzerinden gidersek karanlıktan korkmamanız ve kimsenin giremediği karanlık bir odaya bırakılmış ufak bir çocuğu kurtarmanız cesaret göstergesi değildir. Çünkü çevrenizde korkularından dolayı o odaya girememiş insanlarla eşit koşulda değilsinizdir. Siz karanlıktan korkmadığınız ve sonucunda bir zarar görmeyi beklemediğiniz için rahatlıkla gidip kızı kurtarabilmişsinizdir. Ama yanınızdaki karanlıktan korkan arkadaşınız önce düşünmüştür. İçeri girerse başına neler gelebileceğini. Ardından kendisine bir terazi kurmuştur. Bir yanında iyilik ideası yani küçük kızı kurtarmak varken bir yanında rahatça oturup korkmadığı ve herhangi bir riske girmediği bir kefe vardır. Ve bu kişi içkin değerleri ile bu iki durumu tartarak kızı kurtarmayı seçerse bu cesaretliliktir. Çünkü meydanda var olan ihtimalleri ve korkusunu düşünmesine rağmen arzularını dizginlemiş ve iyi ideası için çabalamıştır.
Mark Twain'in ''Cesaret; korkuya direnmek ve korkuyu alt etmektir. Korkusuzluk değildir.'' demesi aslında bu durumu özetler. Çünkü hayatımız boyunca aldığımız mükafatlara ya da değerli bulduğumuz şeylere bakarsak mutlaka uğruna bir şeylere katlandığımız, acı çektiğimiz ya da fedakarlık yaptığımız şeylerdir.Örneğin ders çalışmak dışında bir şeyin yapılmadığı bir dünyada herkes ders çalışır ve bizim çalışmamız sıradanlaşıp değer kaybeder. Ama biz belirli hedeflerimiz uğruna bir değer terazisi koyup ders çalışmayı seçersek bunun sonucunda alacağımız başarı bizim için daha değerlidir. Çünkü uğruna bir şeyler feda etmişizdir.
W.Shakespeare ''İhtiyatta desteklenmeyen cesaret, beş para etmez. '' der. Aslında buradan da anlayacağımız üzere düşünülmeden yapılan bir fedakarlık, fedakarlık olmaz ve böyle bir durumda cesaretten de bahsedilemez.Bugün üç kişilik bir kavgada herkese karşı gelerek kavgaya girmeniz bir cesaret değil korkusuzluktur ancak.Çünkü o kavgaya girerken sonunuzu düşünmemişsinizdir. Olumsuz bir durumda şiddet görürseniz çekeceğiniz acıları ve yapılan kavganın nedenini bilmeden o kavgaya girmeniz cesur bir birey olduğunuzu göstermez.Çünkü ya çok güçlüsünüzdür ve şiddet görme ile ilgili herhangi bir korkunuz yoktur ya da sonunu düşünmemişsinizdir. Her iki durumda da bir şeyler feda ettiğinizin bilincinde değilsinizdir. Ama aynı kavgaya girmeyen bir insan asıl cesur kişi olabilir. Çünkü ilk olarak kavganın nedeninin sorgulamıştır ve iyi ideasına ulaşıp ulaşılmadığını ölçmüştür. Ardından iyinin o kavgaya girmemek olduğunu görmüş ve kavga sonunda arkadaşları tarafından korkaklık ile suçlanacağını bilmesine rağmen o kavgaya girmemiştir. Sonuçlarını düşünmüş ve yine bir değer terazisinde iyi olanı seçmiştir. Bu yüzden bu ikinci kişi ilk kişiye göre çok daha fazla cesurdur.
Başka bir örnek vermek gerekirse bugün aslan en korkusuz hayvanlardan birisidir. Çünkü güçlüdür ve hemen hemen her koşulda doğada acısız bir şekilde yaşayabilir. Bu aslanı cesur bir hayvan yapmaz çünkü cesaret insanlara özgü bir kavramdır. Yazımın başında da belirttiğim gibi düşünebilen ve değer terazisi koyabilen insanlarda herhangi bir cesaret olgusundan bahsedilirken düşünmeden yapılan bir eylem her ne kadar doğru olsa da cesurca kabul edilmez.
Sonuç olarak düşünülen ve uğruna bazı şeyler feda edilen, korku olmasına rağmen iyi ideası için savaşılan şeyler cesaret göstergesidir. Korkusuzluk ise herhangi bir tercih barındırmaz ya da uğruna herhangi bir şeyin feda edilmesi gerekmez ve amaç iyiye ulaşmak değildir. Bu yüzden cesaret Platon'un devlet kitabında da belirttiği gibi iyi bir toplum için temel etik ilkelerden biriyken korkusuzluk bir değer taşımamakta hatta bazen sorun olmaktadır. Çünkü korkusuzsanız eylemlerinizde sizi durdurabilecek ve düşünmeye sebebiyet verecek herhangi bir içsel mekanizmanız bulunmamaktadır. Bu yüzden cesaret korkusuzluk demek değil aksine korkusuz olmakla çelişen korkulara rağmen iyi ideası için eylemlerde bulunma ya da bulunmama anlamlarına gelen bir kavramdır.

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı
“Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir." Zygmunt Bauman
Özgürlük nedir ?Kişinin hiçbir engel altında kalmadan istediği fiilleri gerçekleştirebilme ve düşünebilme durumudur. Peki özgürlük denen bu kavram nasıl ve neden ortaya atılmıştır?
Thomas Hobbes'e göre özgürlük ; tam olarak engelleme olmaması demektir; engelleme ile hareketin önündeki dışsal engelleri kastetmiştir. Hobbes'ın bu açıklamasına baktığımızda özgürlük denilen kavramın insan yaratılışında olmadığı ve toplum ile ilişkiler sonucu icat edilmiş bir kavram olduğunu anlayabilmekteyiz.
Özgürlük, demokrasi gibi icat edilmiş bir kavramdır. Yani kırk bin yıllık insanoğlu yaşamı sırasında süregelmiş olaylarla oluşmuş, ve insanların daha rahat yaşamaları için ortaya çıkarılmış olan bir olgudan ibarettir.
Aynı zamanda özgürlük bencillikle beraber gelişmiş bir olgudur. Burada bahsettiğim bencillik kavramı günümüz 'kendi minimal çıkarları için toplumun maksimize edilmiş çıkarlarına hiçe saymak' değildir. Asıl ortaya çıkışıyla bir bencillikten, kişinin kendisini düşünmesi ve kendi faydası adına eylemlerde bulunması, bahsediyorum.
İnsanoğlu bundan otuz ile kırk bin yıl öncesine kadar hep beraber avcılık ve toplayıcılıkla geçinip ortak bir payda için hareket etmeye çalışıyordu. Yani tek bir vücut gibi davranıyordu. Çünkü buna mecburdu. Bugün arkadaşının payına düşen yemeği kimse yemiyordu. Çünkü bugün arkadaşının payını yerse o kişi güçsüz kalacak, hastalanacak, muhtemelen bir gün sonra ava çıkamayacak ve kişinin payına yarın daha az avlanılacağı için daha az pay düşecekti.Ve olay yine kişiyi etkilemiş olacaktı. Tek bir vücut gibi işleyen bu sistem birilerinin daha çok çalışmasıyla başkalarını ötekileştirmesine kadar devam etti. Ama bir gün daha güçlü olan ve iş gücü fazla olan insanoğlu toprakları çevrelemeye ve o kısmı kendileştirmeye başladı .Bunun üzerine bir kısım insan daha güçlü olduğu için diğer güçsüz kesimden yiyeceklerini ve tarlalarının mahsullerini paylaşmak üzere bir şeyler istedi.Verecek bir şeyi olmayan insanlar da bu teklif karşılığında ruhlarını verdi.Ve böylelikle yıllar yılı süren ve kökleri hala kazınamamış olan kölelik tarih sahnesine ilk adımını atmış oldu. Artık insanlık iki vücuttu.Biri çok güçlü ve yiyecek kaynağı olan tarlaları ellerinde barındıran 'sahip' kesim ; diğeri ise gücü az olduğundan güçlü olana boyun eğmek zorunda kalmış 'köle' kesimiydi. Artık insanlık iki vücut olmuş ve aralarında bir karşılaştırma baş göstermişti. İşte tarih sahnesine çıkan bencillik ile köle ve sahip diye nitelendirilen özgür insan kavramı açığa çıkmıştı. Mutlak gücü elinde bulunduran insanlar kimsenin engeline takılmadan istediklerini yapabilirken, güçsüz ve boyunduruk altındaki insan kendisinin yaşamsal faaliyetlerini sağlaması için gerekli malzemeyi veren özgür insanlara tabii olmak zorunda kaldı.

Thomas Hobbes der ki:

‘’Özgür bir insan gücü ve zekasıyla yapmaya gücü yettiği şeylerde istediği şeyi yapması engellenmemiş olan kişidir.’’ bu sözden hareketle şunun farkına varırız. Özgürlük kısıtlandığı zaman anlam kazanan ve varlığı ortaya çıkan bir kavramdır. Issız bir adada yaşayan biri olduğumuzu düşünelim. Muhtemelen istediğimiz her şeyi yapabileğizdir. Ama hala özgür değilizdir. Çünkü istediğimiz her şeyi yapmaktan başka bir çaremiz yoktur. Bizi engelleyen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla özgürlük kavramından bir haberizdir. Jean Paul Sartre'nin de dediği gibi 'İnsan özgür olmaya mahkumdur.' Çünkü kararlarını ve eylemlerini engelleyecek kimse yoktur.
Bu durumu şuna da benzetebiliriz. Elimizde çok değerli bir elmas olsun.Muhtemelen elmasın ne kadar değerli bir şey olduğunu elmaslar ile dolu bir adada anlayamayız. Çünkü o adada kaldığımız sürece elmas bizim zorunluluğumuzdur. Daha önce hiçbir maden ya da taş göremediğimizden elması kıyaslayacak bir şeyimiz kalmamıştır. Ve kömürle karşılana kadar elmasın değersiz olduğunu düşünürüz. Ne zamanki kömür de çıkar ve bir kesim kömüre, diğer bir kesim elmasa sahip olur; elmasın değerini de o zaman anlarız. Çünkü artık karşılaştırabileceğimiz bir şey vardır.Özgürlük de buna benzer. Düşüncelerinizi ve eylemlerinizi kısıtlayacak bir şeyin olmaması durumunda insan özgür olmaya mahkumdur. Elinde başka bir seçeneği yoktur.
'Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir.' diyen Zygmunt Bauman özgürlüğün ne olduğunu ve nasıl icat edilmiş bir kavram olduğunu vurgulamıştır. Buradan da hareketle özgürlük insanlar arası ben duygusunun öne çıkması ve mutualist ilişkilerin, herkesin ortak avlanıp yemeği de ortak bölüştüğü ve kimsenin aç kalmadığı, kommensalist ilişkilere , birinin yaşamı için diğerine muhtaç olma durumu varken diğerinin bu durumdan etkilenmemesi ve dolayısıyla kendisine olan bu ihtiyacı istediği şekilde kullanabilmesi , dönüşmüştür. Bu kommensalist ilişkiler beraberinde tek taraflı muhtaçlığı ve üstünlük kavramını getirmiş ve özgürlük kavramı da böylece doğmuştur. Yaşamı için kimseye ihtiyacı olmayan ve düşündükleri ile eylemlerine karışılması adına kimsenin herhangi bir meşruiyet kuramadığı insanlar özgür iken Maslow'un belirttiği ihtiyaçlar hiyerarşisi doğrultusunda yaşamsal faaliyetlerini sürdürmek adına daha lükse kaçan ifade ve eylem özgürlüğü haklarını feda eden özgür olmayan insanlar oluşmuştur.
Kısacası iki farklı insan tipinin çıkmasıyla özgürlük denilen kavram ortaya çıkmış ve bir anlam kazanmıştır.

Hiç yorum yok: