31 Temmuz 2007 Salı

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev


Siz zavallı ve acınacak insanlar, siz sağduyudan yoksun halklar, siz mutsuzluklarında direngen, eriçlerinde kör gözlü uluslar, kazançlarınıza el konulmasına, ata yadigarı evlerinizin soyulmasına göz göre göre boyun eğersiniz! Sanki bunların hiçbiri sizin değilmiş gibi yaşarsınız. Mallarınızın, ailelerinizin, yaşamınızın sadece yarısının size bırakılmasını büyük bir bahtiyarlık sayarsınız. Ama bu zararın hepsinin, bu felaketlerin, nihayet bu yıkımın nedeni sayısız düşmanlarınız değildir, fakat hiç kuşkusuz tek bir düşmandır, kendi ellerinizle yarattığınız, uğruna göz kırpmadan savaşa gittiğiniz, onuru adına kendi yaşamınızı her an tehlikeye attığınız düşman. Aslında, bu efendinin iki gözü, iki eli, bir gövdesi var, ve aranızdaki en önemsz kişiden fazlası da yok. Sizden üstün yanına gelince: sizi mehvetmesi için ona kendi ellerinizle teslim ettiğiniz olanaklar! Aranızdan biri olmasaydı, sizi gözetleyen hafiyeleri nereden bulabilirdi? Sizinkileri ödünç almamış olsa, size vurmak için bunca eli nasıl olurdu? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar da sizin ayaklarınız değil mi? Üzerinizdeki nüfuzu sizden kaynaklanmıyor mu? Sizi soyan hırsıza yataklık etmeseydi, sizi öldüren katile suç ortağı olmasaydı, size ihanet etmeseydi, size böyle sıkıntı vermeye nasıl cesaret edebilirdi? Tarlalarınızı o soysun diye ekiyorsunuz; evlerinizi o çalsın diye döşüyorsunuz; kızlarınızı onun şehvet arzularını yerine getirsin diye yetiştiriyorunuz; oğullarınızı ona asker olsunlar diye, onları ölüme sürsün diye, açgözlülüğüne hizmet etsinler diye, onun intikamlarının cellatları olsunlar diye besliyorsunuz... o daha güçlensin diye, o daha katı olsun diye, ve tasmanızı daha kısa tutsun diye güçsüzleşiyorsunuz.
Hizmet etmemeye karar verin, özgürleşeceksiniz.
EİTENNE DE LA BOETİE(1530-1363)

21 Temmuz 2007 Cumartesi

İçen Adam

İçen Adam
Sana, Gemici, kızaktaki teknenin çıplak kaburgaları
dibine çöreklenip, yonga kokusu, tuz kokusu,
denize bakarak içmek yaraşırdı kalamarla, balıkla,
Oysa şimdi önünde birkaç zeytin tanesi, bir kara somun,
rakının çıldırtan bulutu avucunda,
komşunun kerpiç duvarına karşı düşün baba düşün.
Domatesti, biberdi bütün bu çalı çırpıyı yolmalı,
gaz döküp yakmalı bu damı. Bak, bir martı çok yüksekte
kanat çırparak gidiyor, bak, gidiyor
özlemi sinek gibi yakanı bırakmayan denizlere.
Oktay Rifat
Elifli/Ada Yay.

20 Temmuz 2007 Cuma

Acı Çekmek Yanlış Anlamadır


Hayal kurabilmek gerekiyor felsefe yapabilmek için. Her zaman bir arayış içinde olmak Genelin gerçeklerden kaçma olarak nitelediği hayal kurma, felsefenin gerçeğe ulaşmak için yaptığı eylemdir. İnsanın kendini arayışı ve geleceğini de merak edişidir.
Soru sorabilmek, Olabilen, olasılığı olan ve olmayan da her oluşuma yine de cesaretle oluşabilir diyebilmektir felsefe. Her şey olabilir iste her an her şey. (bilim kurgu ile de kesişir)
Felsefenin kaçındığı ile kurgunun en önemli düşmanı dogmalardır.
Bilinçtir felsefe, bilinçlenme ve farkındalık sürecidir. Akıp giden şeylerin farkında olmaktır. İnsana “Uyan!” demektir.
İnsanı kendi kendini yapan, kurgulayan varlık olarak, tüm yapıp etmelerinden sorumlu tutan ve “insan özgürlüğe mahkûmdur.” Diyen Sartre, hepimizi işimize gelen kadercilik tehlikesine karşı uyarır.
Elbette bu sonsuz özgürlük, yoğun anksiyete (kaygı) ile birlikte hiçlik duygusuna sürükleyebilir kişiyi. “Hiçlik duygusu çağın patolojisidir.”diyor Jung
İnsan korkusundan kaçabilmek için sığınaklar aramış bulmuş daha da olmadı yaratmış. Totemler, mitler, tanrılar iken sığınılan bugün bilgi ve tecrübe ile kendine güveni gelmiş, hatta bu güven duygusunu abartıp böbürlenmeye bile başlamıştır. Bilim ve teknolojide o henüz farkında olmasa da bugünkü sığınağıdır.
Masalların sadece çocuklara özgü metinler olduğunu düşünen günümüz aydını iflah olmaz dogmatizminin temellerini buradan alır.
Önemli olan; erk ve bunu kimin kullandığıdır. Nereye kadar sen kendini kuruyorsun? Manipüle edilmiş bir yaşamın kurbanı mısın? Kurban mısın? Ve sen kimleri manipüle ediyorsun?
Tanrı’yı oynamak ne kadar zevkli değil mi? üzerimde oynananlardan da ve oynamalarına izin verdiklerimden de onu suçlu bulmak ne kolay?
Filozofların çoğu felsefeye şüphe etmekle başladı. Kimi bunu “yargıyı askıya al-epokhe” diyen phyrron kadar abarttı. Kimi de “cogito ergo sum” Düşünüyorum o halde varım diyen Descartes gibi temellendirdi.
Descartes’in şüphe ediyorum ve şüphe edemeyeceğim tek şey, şüphe etmekte olduğumdur, yargısı pek çok zaman tutunulabilecek bir dayanak oluşturmuştur. Şu yaşamakta olduğum şeylerin bir rüya olmadığını kim kanıtlayabilir? Rüyada iken rüya da olduğunu kim bilebilir, bilse de emin olabilir? Diyerek algılarıyla birlikte bilincinden de kuşkulanmıştır.
21.yy insanı Descartes’in Rasyonalizmini abartmış ve Horkheimer’ın “akıl tutulması”na düşmüştür. İktidar istenci ‘nin insanı getirdiği nokta yanılsamalar evreni olmuştur. Konuşarak gerçeklerden uzaklaşma, varsayımı gittikçe kendini doğruluyor.
Artık gerçekten neye ihtiyacımız var? Ve ne istiyoruz? Bilmiyoruz.
Yaşamı bir simülasyon olarak görmekte kadercilikle aynı tehlikeli sonuca götürüyor kişiyi ve toplumu; Eylemsizlik… Ve Nihilizm…
Çoğu kez de nihilist nevroz; zorlantılı, abartılı kendini var kılma eylemleriyle bireylerin halkların dramını yaratıyor. Atık beyinli, vampir yürekli korkak sosyopatlar birbirlerinin dışkısını süpürüp, sümüğünü ve salyasını yalıyorlar.
Umut her ne kadar mavi göklerin altında homurdanan bataklık ise de (Nietzsche)
Acı çekmek bir yanlış anlamadır. (ursula k.leguin)
Bazen…
2001 pınar nurhan

Felsefe Utanmazdır

Gerçeği kurgulamak,
Düş kurabilme cesareti göstermek,
Anlamsız yaşamıma anlam katma çabam
Ürkekliğim, yalnızlık ve yalıtılmışlığım
Yalnızlığımın verdiği direnme gücüyle
Karşı koyabilmem

Başkaldırmak, öfkeni tam da nesnesine
Haykırmak utanmadan.
Felsefe utanmaz,
Uslanmaz ve utanmaz.

Eyleminle söylediğini desteklemek,
Sözlerinin ve eylemlerinin hesabını
Verebilmek,
Asılmayı ya da zehirlenmeyi göze almak.

Felsefe,
Direnmeyi öğrenmek,
Kötünün kötülüğünü yaşatmasına
Kötüye susmayarak son verebilmek

Felsefe yapan acılı
Zira
Başkaldırının ağırlığıyla yorarken,
Kabullenmenin suçluluğuna götürmekte kişiyi

Felsefe;
Başkaldırmak
Salt ve yalın olarak
—keşke-

narkız

17 Temmuz 2007 Salı

Felsefesiz de olunabilir mi?

Tabii ki olunabilir. Kaçımız felsefeyle yaşıyoruz hayatımızı, bizim gibi ekmeğini felsefeden çıkaranlar dışında tabii. Felsefeden uzak durmak istesek de başaramayız artık, kanımıza girmiş bi kere. Kim istemez rahat bir hayatı, el-ayak uzatıp da dertsiz, huzurlu bir gün geçirmeyi ve gelecek diğer günlerin aynı dertsizlikle geleceğini bilmeyi. Ufak tefek günlük dertlerle günü geçiştirmeyi. Ama biz bilmeyiz böyle günleri. Kafamızın içi arap saçı gibi olmuş bi kere. Dünyanın bir ucuna gidip dönsek de artık düzelmez bir hal aldığımızı biliriz. Ama gel gelelim bundan da müthiş bir haz duyarız nedense....Diğer insanlardan ayırıp kendimizi kendi azınlğımızla mutlu bir cumhuriyet kurma hevesleri içinde yaşarız hep.
Felsefesiz olunmaz mı? Olunur tabii. Tıpkı müziksiz olunabileceği gibi olunur ama, ya da resimsiz ya da sinemasız ya da tiyatrosuz ya da susuz ya da yemeksiz olunabileceği gibi. Olunur olunmasına da tadı kaçar yaşamın. Acaba bugün ne yesek diye sormak gibidir, kafamı meşgul edecek neler var acaba bugün düşüncesi.
Felsefesiz olunmaz mı? Olunur elbet. Ölüm nasıl bişey acaba sorusunu sormadan da yaşanabileceği gibi. Ya da doğruyu kim belirliyor, benim doğrularım neye yarıyor bu hayatta acaba sorularını sormadan da yaşanabileceği gibi.
“Bulutsuzluk özlemi” koymuşlar gruplarının adını. Ben de “felsefesizlik özlemi” koyardım belki adımızı. Koyu bulutlardan bunalmışlığımızı anlatırdı, aydınlığı aradığımızı ve özlediğimizi anlatırdı. Ama yapamadım, “felsefesizlik özlemi” koyamadım adımızı, çünkü hep bir özlem içinde olduk ama bu felsefesizliğin değil adını tam olarak koyamadığımız bişeylerin özlemi oldu ve bunları adlandırmaya çalışmak da felsefenin kendisini getirdi karşımıza.
Aşksız yaşamaya benzer felsefesiz yaşam. Bir müziği dinlerken, kemanın neler anlattığını bilemeden dinlemeye benzer, şarkının sözlerinden bir anlam çıkaramamaya, filmi izlerken nerden bahsettiklerini bir türlü anlamlandıramamaya benzer. İşte öyle bişey olur felsefesiz yaşam. Ama olmaz mı olur, yaşanmaz mı yaşanır. Yaşadığını dahi düşünememeye benzer. Eh artık o kadar yaşamayı kabul edersen yaşanabilir tabii ki.
Başını hep olur şeklinde sallayarak yaşamaktır felsefesiz yaşamak. Noktalama işaretlerinin nasıl ortaya çıktığını, bir işe yarayıp yaramadıklarını sorgulamadan yaşamaktır, noktalamalar olmadan da yaşanabileceğini düşünemeden yaşamaktır felsefesiz yaşam. Yaşanmaz mı yaşanır tabii, hep noktalama işaretleriyle yaşamaktır felsefesiz yaşam. Hayatındaki boya kalemlerini nerde nasıl kullanabileceğini bilmeden yaşamaktır. Belki de bazı renkleri hiç kullanmadan kapatmaktır “yaşam boyama kitabını”. İlle de her rengi kullanmalı mı, ille de her rengi istediğin yerde kullanmak mı yaşam? Yooo hiç de değil, sadece başkalarının sunduğu renklerle de yaşanabilir. Neden olmasın. Ama ben yapamazdım, biz yapamazdık, bizim cumhuriyette öyle değil işler, renkleri birbirine karıştırarak kimsenin daha önce görmediği renkleri bulmak var bizim burda, kimsenin farkedemediği yerleri kimsenin bilmediği renklerele boyamak var. Ama istemeyen boyamaz. Felsefesiz de olur, neden olmasın?
Sokrates’i bilmeden yaşayamaz mı insan? Yaşar tabii, kaçımız biliyoruz ki, ama yaşıyoruz işte, bal gibi hem de. Ama biz Sokrates’in “kendini bil”ini ilke edinmişiz, bileceğiz kendimizi işte. Var mı itirazı olan, ölüm geldiği anda bilmeye ramak kalacak kendimizi ve Sokrates’e teşekkürlerimizi sunacağız hafifçe gülümseyerek. Eee sonra ne olacak? Sonuç hep aynıysa bilenler bilmeyenlerden farklı olmayacaksa neden bu arayış? Ha işte orda ben de duruyorum ama uzun sürmüyor bu duraklama, kendimi böyle daha çok seviyorum ve sanırım işin püf noktası burda. “Kendime verdiğim değeri nasıl artırabilirim”de. Ben felsefesiz artıramam değerimi ve bu tamamen benimle ilgili, gerisi benim için önemli değil.
Herkes nasıl isterse öyle tamamlasın çemberini, ben felsefeyle doldurmak istiyorum dairemi. Ölürken anlamlı olmalıyım kendi içimde, çünkü ölürken yalnız olacağımı biliyorum, herkesin çil yavrusu gibi dağılıp da sen seninle kaldığın zamanki değerin en önemli olacak. Her gün ölüme biraz daha yaklaştığım şu ömrümde kendime alışmalıyım elimden geldiğince.Yoksa felsefesiz de olunmaz mı? Olunur tabii ki canım, kim demiş...
Simays

“FELSEFE 2002” TÜSİAD’TAN LİSE FELSEFE DERS KİTABI

Bilindiği gibi (TÜSİAD)Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği “Coğrafya 2002”, “Tarih 2002” adlı kitapların ardından son olarak “Felsefe 2002” adlı kitabı yayımladı. Derneğin bugünlerde gerçekleştirdiği tanıtım toplantıları sayesinde, yayınlanan bu kitapların içerikleri, amaçları ve getirdiği yenilikler hakkında bilgi alma fırsatı bulduk. Ayrıca kitapların yeni yılla birlikte piyasaya çıkacağı haberi de verildi. Biz bu yazımızda, büyük bir heyecanla elimize alıp okuyup, incelediğimiz felsefe kitabı hakkında pratiğin içinde olan bir lise felsefe öğretmeni olarak düşüncelerimizi yazmayı uygun bulduk.
Öncelikle kimi çevrelerde görülen, kitabı yayınlayan kuruluşla ilgili bir önyargıyı peşinen reddettiğimizi belirtelim. Bize göre eğer bir iş yapılmışsa, ortada bir ürün varsa bu işi kimin yaptığından çok nasıl yapıldığı önemlidir ve yapılması gereken de ortaya çıkan ürünün değerlendirilmesi olmalıdır.
Liselerde şu anda, herbirine ayrı ayrı saygı duyduğumuz çoğu üniversite hocası olan yazarların kitapları okutulmaktadır. Kitap sayısı çoktur, fakat bu çokluk, televizyondaki kanal sayısının çokluğu gibi, bir çeşitlilik, zenginlik getirmemektedir. Kuşkusuz bunda MEB programının, Talim Terbiyenin sınırlandırmalarının payı büyüktür. Felsefe ders kitaplarının ortak özellikleri , neredeyse hiçbir konuyu dışarıda bırakmamacasına hepsine yer vermeye çalışmalarıdır. Böyle olunca da felsefe dersi konuları, ezberci bir eğitim anlayışına uygun olarak, neredeyse maddeler halinde işlenmiştir: ‘İrade özgürdür diyenler, demeyenler. Diyenlerin kanıtları, demeyenlerin kanıtları.’ ‘Evrensel bir ahlak yasası vardır diyenler, demeyenler. diyenlerin öznel bir temelden hareket edenleri, etmeyenleri...’ vb…
Peki bir felsefe ders kitabından ne bekliyoruz? Tabi ki öncelikle felsefe yapmasını, okuyucusunu düşünmeye, sormaya, sorgulamaya, söylemeye yöneltebilmesini, bilgiyi hazır olarak vermek yerine, felsefeyle ve felsefi düşüncelerle tanışmanın hazzını vermesini. Felsefi sorunlara belli başlı düşünce akımlarının ve filozofların yaklaşımlarının öğretilmesi kuşkusuz önemlidir, ancak bize göre, felsefi sorunların kendisinin, bizler için de üzerine kafa yorulacak sorunlar olarak verilmesi daha da önemlidir.
Farklı Bir Seçenek
“Felsefe 2002” yi elimize alıp (oldukça ağır) Raphael’in “Atina Okulu” adlı tablosundan Platon ve Aristoteles detayının basıldığı kapağını çevirdiğimizde, yayın kurulunda çok değerli üniversite hocalarımızın adlarını görüyoruz. Kitap iki bölüm olarak hazırlanmış, kitabın kapsamının çoğunu oluşturan 1. Bölüm, Andre Verges ve Denis Huisman’ın “Cours de Philosophie” adlı kitabının bazı bölümlerinin, Prof. Dr. Ahmet Arslan tarafından Fransızcadan yapılmış çevirisinden oluşuyor.. Konu başlıklarına bakıldığında, Milli Eğitim Onaylı ders kitaplarıyla aynı başlıkları taşıdığını görüyoruz. Kitabın birinci bölümünde başlıklar aynı ama içerik çok farklı. “Felsefe 2002” nin sözünü ettiğimiz bu çeviri bölümlerinde, MEB onaylı kitaplar gibi problem yaklaşımı benimsenmiş ancak okumaya başladığımızda ele alınan konuda okuyucuyu bir kavram ve bilgi bombardımanına tutmadığını görüyoruz. Bir felsefe ders kitabı metninden çok bir felsefe metni tadında. Yani okuyucuyla birlikte düşünülüyor, okuyucuyla birlikte değişik düşünceler arasında geziniliyor, okuyucuyla birlikte felsefe yapılıyor. Demek istediğimizi karşılaştırmalı olarak somutlaştıralım.
Epistemoloji (Bilgi Kuramı) adlı üniteyi ele alalım: MEB onaylı bir ders kitabında (hemen hemen hepsinde) Epistemolojinin önce konusu verilir, temel kavramların tanımları yapılır, daha sonra epistemolojinin temel problemleri sıralanır ve son olarak da bu temel problemlere çeşitli düşünce akımları ve filozofların yaklaşımları verilir. Sadece bu ünitede doğa filozofları, sofistler, septikler, dogmatizm, rasyonalizm, panlojizm, empirizm, naif empirizm, sensationalisme, kritisizm, pozitivizm, analitik felsefe, pragmatizm, entüizyonizm ve fenomenolojiden söz edilir. Belki inanamayacaksınız ama tam otuzaltı filozofun adı geçer. Evet bütün bunlar sadece bir ünitede kitabın yirmibir sayfalık bir bölümünde yer alır.
“Felsefe 2002” kitabından aynı konuyu okumaya başladığımızda ise nefis bir metin ve nefis bir çeviriyle karşılaşıyoruz önce. Felsefenin tadını duyumsamaktan aldığımız keyifle okuyoruz metni. Yazar ele aldığı konu üzerinde öncelikle bilgi vermiyor, ele aldığı konu üzerinde düşünüyor, felsefe yapıyor. Bu metinde de filozofların adları geçiyor, çeşitli kavramlardan sözediliyor. Ama arka arkaya görüşler sıralanmıyor. Yazarın ele aldığı belli bir problemdir ve ortaya konan filozof görüşleri sadece ele alınan problemle ilgilidir. Biz metinle birlikte problem üzerine düşünürken bu filozof görüşleri adeta bize farklı pencereleri işaret ederler. Epistemolojinin en temel problemlerinden olan “Doğruluk fikri” ni tartışıyor yazar önce. “Doğruluk apaçıklık mıdır? Doğru gerçeğin kopyası mıdır? Doğru fikir başarılı fikir midir? Doğru, nedir” Daha sonra “Doğrunun varlığı konusundaki şüpheci görüşler” ele alınıyor. Ve bölüm yine bu konudaki farklı görüşlerden sözedilerek bitiriliyor.
Her bölümün sonunda “Ana fikirler” başlığıyla bir özet, “Yorumlama metni” başlığıyla bir felsefe metni verilip, (bazı bölümlerde bu metin uzun uzun yorumlanıyor) “Tartışma konuları” başlığıyla ise üzerinde tartışılabilecek düşünce öbekleri veriliyor. Ayrıca her bölüm sonunda, bölüm konularıyla ilgili olarak bakıp düşündürmeyi hedefleyen fotoğraflı sayfalar var.
Görsellik açısından “Felsefe 2002” nin özel bir yanı olduğunu söyleyemeyiz bu konuda yine TÜSİAD’ın yayınladığı “Tarih 2002” ve “Coğrafya 2002” kitapları çok başarılı. Sanırım özgün metne bağlı kalındığından görsellikle ilgili pek birşey yapılamamış. Her bölüm sonunda yer alan tartışma sorularının da, metnin güzelliği yanında biraz özensiz olduğunu, varolan ders kitaplarına benzediğini söyleyebilirim. Ayrıca, her bölüm için bir “kavramlar sözlüğü” düşünülebilirdi. Bence okuyucu kitlesi olarak düşünülen lise öğrencilerinin kitabı okumalarını çok kolaylaştırıcı bir etken olan “kavramlar sözlüğü” olmaması önemli bir eksiklik.
“Felsefe 2002”nin 2. Bölümü ise “Osmanlı ve Türk Felsefe Geleneği” başlığını taşıyor ve bizim akademisyenlerce yazılmış. Bir ortaöğretim felsefe dersi için tamamen yeni olan ve çok değerli yazarlar tarafından yazılan bu bölüm, “İslam Felsefe Geleneği”nin yanısıra, “Modernliğe Geçiş Dönemi”, Cumhuriyet Dönemi”, “Düşünce Akımları”, “Sivil Toplum Hareketleri” gibi başlıklar taşıyor. “Türkiye’de eğitim gören bir gencin kendi kültürünün önemli unsurlarını oluşturan” konuların ele alındığı bu 2.Bölüm, felsefe dersi içine sıkıştırılmak yerine ayrı bir dersin konusu olarak düşünülebilir. Çünkü lise son sınıfta haftada iki saat olarak verilen bu derse bu kadar konuyu sığdırmak olanaksız. Bu konular nasıl bir derste ne zaman verilmeli-verilebilir konusu üzerinde düşünülmesi gerekir.
Şimdi bu kapsamlı felsefe kitabıyla karşı karşıyayken, şu anki varolan duruma bir de öğrenciler açısından bakalım.
Felsefe yapma etkinliğinin ne olduğunu, felsefenin nasıl bir bilgi etkinliği olduğunu, hangi sorunları ele alıp üzerinde düşündüğünü öğrencilere kavratmak, felsefeyi sevdirmek ve onlara her konuda düşünebilme, olup bitenleri sorgulayabilme, soru sorabilme, hoşgörülü olabilme, eleştirel ve akılcı bakabilme gibi özellikler kazandırabilmeyi amaçlayan felsefe dersi için şu gerçeğin altını çizmeliyiz: Felsefe dersi almaya başlayan lise son sınıf öğrencisi bu derste duyduklarını ilk kez (belki de son kez) duymaktadır. Ve sadece bu derste duymaktadır.
Lise son sınıf öğrencisinin temel sorunu üniversite sınavıdır. Ve bu yılda alınan derslerinin değerini ÖSS de kaç soru çıkacağı belirler. Felsefe dersi sırasında siz kendinizce önemli gördüğünüz hangi felsefi problemi ele alırsanız alın, (ya da hangi ders kitabını okutursanız okutun) öğrenci gizlice ders kitabının arasında test çözmeye çalışmaktadır.
Tabi bu durum aynı zamanda felsefe öğretmenini etkilemektedir. Hepsini değil tabi... Yaptığı işi sevmeyen, aslında herhangi bir derse de girse aynı şeyleri yapacak olan, önceleri durumdan biraz yakınmış sonra yakınmayı bile bırakmış, memurlaşmış, büyük bir kesim felsefe öğretmenini etkilememektedir. Ancak, felsefe düşüncesinin tadını bilen, bu tadı hep duyumsayan ve öğrencilerinin de bu tattan yoksun kalmasını içine sindiremeyen felsefe öğretmeni mutsuzdur. Mutsuzluğunu gidermek için de çeşitli yollar arar. Aslında herşeye rağmen her okulda az da olsa felsefe yapılabilecek, üç beş öğrenci bulmak olanaksız değildir. Özellikle son yıllarda hem özel okullarda hem de devlet liselerinde yaygınlaşmaya başlayan felsefe kulüpleri, ya da felsefe kolları bu “mutsuz felsefe” öğretmenleri için önemli bir mutluluk kaynağıdır. Bu öğretmenler, felsefenin kızamık gibi ancak kızamıklı bir hastadan bulaşacağını bilirler, ve kızamığı yaymak için de “Felsefe 2002” adlı kitabı sevinçle karşılayıp en iyi şekilde değerlendireceklerdir diye düşünüyorum.
Şimdi “Felsefe 2002” ile ilgili bazı sıkıcı sorular ve yanıtları:
Bu kitabı liselerde çalışan felsefe öğretmenleri okur mu? Hayır.
Onda biri okur mu? Hayır.
Lise son sınıf öğrencileri okur mu? Hayır.
Diyelim ki okudular, birşey anlarlar mı? Hayır.
Bu kitap liselerde ders kitabı olarak okutulur mu? Hayır.
Peki bu kitap bu nedenlerle eleştirilebilir mi? Hayır.
ymb

Liseli Gençlere Felsefe İle Tanışmanın Verebileceği Sıkıntılar Üzerine Bir Erken Uyarı Yazısı

Felsefeyle tanışmamın daha ilk gününde başladı iç sıkıntım. Henüz nedir, neyin nesidir, kaç soruluk ÖSS değeri vardır anlamaya çalışıyordum ki başladı felsefenin soruları. Bir daha da çıkamadık içinden, her soruyla yeni sorular doğdu. Sıkıntım ise büyüdükçe büyüyor.
Nedir felsefe diyorsun? E doğal olarak insan önce ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor tabi. (Felsefenin ne olduğu sorusu felsefenin belki de en önemli ve en zor problemidir.) Şu aldığınız yanıta bakın. Felsefe bu herhalde: her türlü soruya ustaca yanıt vermeme sanatı. ( Felsefe yanıtlar vermektense sorular sormaya daha çok değer verir) İşte kendi ağzından siz de duydunuz. Felsefe bol bol soru sorar ve soru sorar. Ne itiraf. Benim de sıkıntımın kaynağı bu zaten. Karşılaştığınız durumu düşünebiliyor musunuz? Birisiyle tanışıyorsunuz: Ben Ahmet, ya siz? Benim kim olduğum benim en önemli sorunumdur. Ha ha ha…
Sıkı durun geliyor. (Şu gördüğüm, karşımda duran ağaç acaba gerçekte bana göründüğü gibi midir? Duyularım beni aldatıyor olamaz mı?) Bak şimdi, soruya bak, insanı gözünden kulağından kuşkuya düşürüyor, gözün görüyor ama sen, felsefe yapıyorsun ya, yine de soracaksın. Kardeşim gözüne güvenmiyorsan git dokun, kafa at, üstüne çık da kurtul şu sorudan. (Bilgi elde edilebilir mi? Bilgilerimizin doğruluğunu nasıl sınayabiliriz?) Ee ediyoruz ya işte... yani bilim söylüyor, herkes söylüyor, şimdi bundan kuşkuya düşmenin ne alemi var bu ÖSS telaşında. (Matematik nasıl bir bilimdir, doğa bilimlerinin yöntemi nedir?) Nasılsa nasıldır, şimdi biz matematikten fenden testleri çatır çatır çözüyor muyuz, çözüyoruz, o zaman…Bu soruların üstünde kafa yormanın bana ne yararı olacak.(İnsanın bilme isteği yarar düşüncesiyle açıklanabilir mi?)
Düşünün şimdi, amaçlarınız var.(Kim koydu o amaçları, gerçekten senin amaçların mı onlar?) Karıştırma şimdi, kim koyduysa koydu, amacımız var. Amaçsız mı yaşayalım yani? Bunları gerçekleştirmek için çalışıyorsunuz. (Sorgulamadan mı?) Yaşamı durup sorgulamakmış! Şimdi durmanın ne anlamı var? Hele herkes deli gibi koştururken, sorgulamanın ne anlamı var? Güzel güzel yaşıyoruz işte. Uyuyoruz, uyanıyoruz, ders çalışıyoruz, test çözüyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Yeniden uyuyup, yeniden uyanıyoruz…(Bunu en iyi sosyal bölümün kedisi yapmıyor mu?) Sanki biz düşünmüyoruz, kafa yormuyoruz. (Düşünüyor musun?) Düşünüyorum tabi. Düşünüyoruz. Her konuda, her kanalda, zaplayana kadar, bir an durup düşünüyoruz, konuşuyoruz, konuşuyoruz. Ayrıca her konuda durup düşünmeye zaman harcarsak…. (Zaman nedir?)
Yani işin gücün olmayacak oturup felsefe yapacaksın. Sıkıntını artırıp sağa sola bulaştıracaksın. Bunlar boş şeyler, aslında üstünde düşünecek fazla bir şey de yok. İnsanlık bir yandan uzaya yerleşim planları yapıyor, öte yandan yakında kopyalarımız dolaşacak ortalıkta. (Ama bir yandan da yeni sorunlar çıkmıyor mu?) Çıkıyor ama, onların da çözümü var, bulunacaktır. Bilim teknoloji bu kadar ilerledi. Her şey ortada artık. Her şeyi biliyoruz. (Her şeyi biliyor muyuz?) Biliyoruz tabi. Bilmediklerimizi de öğreniriz, her şey elimizin altında, bilgisayar var, internet var, televizyon var.
Yalnız bu felsefe dersinin sınavı nasıl olacak, nasıl sorular sorulur bu dersten? (Sorular senin için bu kadar önemli mi?)
ymb

Kumgüzeli


En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan... Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı... Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı... güzelsin...
Uzaktan zor seçilebilir bir harf... Hayır hayır! Şimdi anlıyorum... Gizli bir rakam, Kabala'dan... kumun üzerine çizilen... Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz... ama güzelsin...
Dansederken göğüsleri sallanan kadınlardan, karadelikleri saatlerce uçuşup duranlardan, sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay... Öyleyse bu bir nasihat... çünkü güzelsin...
Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, menemen pişirmek gibi aceleyle... hâlâ güzelsin...
İskemle hasır ve ayaklarında yatay, ayaklarını dizlerini böğrüne çekmeye razı olarak basabileceğin yatay tahta çubuklar... Rahatına düşkün keyiften uzak Osmanlı "effendi"sinin (ephendi?) garip kahvehane illeti bu iskemleler... Otur o illete gerçekten, çekinmeden, sereserpe... orada güzelsin...
Yılgın geçilir sokaklardan, kuş gibi değil, işportacı kertenkeleler gibi de değil... Ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü... Akşam mı? O kayıtsızdır... Bildiği gibi değişir, geçer, gider... güzelsin...
Kes kulakları, geçir bir sicime... Ama kaybetme... Başka ne göstereceksin savaşa dair? Kara delikler işitmiş bu öyküyü... Islanarak... Ama güzeller...
Kalp kalbe karşı... Bir arkadaşın evinde... Çiçekmiş... Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten... Devetabanını pazı sanabilirim... Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni... Çünkü güzelsin...
Sözlerine delik kulağım... Özürlere sağır... Kör bir kuyu olacağım... Sen ise, güzelsin...
Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin...
Mikroskop mucidi Leeuwenkoek dostu ressam Vermeer'e "su böyle işte ve başka türlü değil" demiş... Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık... Ressamın tarafını tutuyorum... Çünkü, güzelsin...
Birkaç tel beyaz... Bizi gazlamaz... Sakınmazsın görüntünü, biliyorum... Çünkü güzelsin...
Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafım tutsam da... Sen güzelsin...
Teleskopla bulamadım... Mikroskopla bulacağım... Ayın yüzeyinin de bir dokusu var elbet... Gözenekler, sivilceler... Onlarla çok güzelsin...
Neo-liberalizm, ruhçuluk, tarikat, entellektüel, ordu, çok-insansız şirketler, öykü yazarları, kestaneyi çizdirenler, uzaktan bakanlar, Şemdinliler, tavşan falcıları, kurban sömürgenleri, onmaz kuşkuculuk, araba tamircileri, taksitle alın tutkumu, hadi... Kazık ve pazarlık... Ama son kumarım sensin... Sen, güzelsin...
Sen, güzelsin... Kuraldışı... Bastıbacak... Minicik... Ama sen, güzelsin...
Kapımın eşiği, gözümün bakışı, son ruhsal tatil, duruşum, bozuluşumsun... Pazarlık etmem... Markette yoksun... Reklamın yok! Gerçekten... Güzelsin...
Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... İhanet... Ama sen, güzelsin...
Ruhumu saran sacayağı, gözümün bağı, son ruhsal kaatil, ölümüm, mahvoluşumsun...
Cazgırlık etmem... Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin...
Ulus Baker
http://www.korotonomedya.net/

Yeni Zeka Türleri


Türk zeka
Ne iş olsa yapar, her işten anlar. İşbitiricidir. İlkeleri yoktur. “Ama” demeyi sever. Olur olmaz yasa ve yasak koyar sonra da bunları özenle deler. Her tür yoruma ve duruma açıktır. Çok kolay uyum sağlar. Çabuk unutur, balık hafızalıdır. Eşyaları, nesneleri çok amaçlı olarak kullanır. Tornavidayla kulak karıştırır, araba egzozuyla mangal yakar. En kötü durumda bile mutlaka avunabileceği daha beter bir durum bulur ve şükreder. Korkusuzdur. Radyasyonlu çay içer, fay hattında salıncak kurar, bombalı paketi alıp çöpe atar. Ona hiçbir şey olmaz. Nükleer bir savaşta muhtemelen ayakta kalacaktır. Ezik ve duygusaldır. Çabuk incinir. Acıklı filmleri sever. Dostu yoktur, düşmanı çoktur. Boş zamanlarında iş makinalarını seyretmeyi sever. Boş zamanı çoktur.
Kadın zeka
Yuva kurmayı, yuvayı eşyayla doldurmayı, eşyaları kolalı örtülerle örtmeyi çok sever. Algı alanı çok geniştir, dünyanın felaketini veren bir haberi izlerken bile sunucunun saç boyası veya kravatı hakkında görüş bildirebilir. Temel mutluluk kaynağı satın almaktır.Ucuz olduğunu düşündüğü her şeyi aldığından aslında çok pahalı alışveriş yapar. Canı sıkıldığında rejim yapar veya kuaföre gider. Gözünden hiçbir şey kaçmaz. Bir bakışta insanın içini okur. Erkeği için tehlikeli gördüğü kadınları hemen anlar ve hızla ortamdan uzaklaştırıp bertaraf eder. Nerede? Ne zaman? Kim? Kiminle? (2N 2K) bilir. Konuşmayı çok sever. Hatta sürekli konuşur. Bu yüzden gizlisi saklısı yoktur.Yine de erkekler tarafından anlaşılmadığını düşünür.
Erkek zeka
En çok pazertesi sabahları konuşur. Sözcük dağarcığı, futbol, otomobil , para ve kadınlarla ilgili olarak çok zengindir. Kendi cinsiyle biraraya geldiğinde bu konularda saatlerce konuşabilir. Kadınların karşısında ise genellikle susar ve daha çok iç konuşmalar yapar. Cinselliğini karşı cinse, kendi cinsine hatta her türlü nesneye karşı küfür olarak kullanır. Gururludur. Duvar diplerine işemeyi sever.
Seksüel zeka
El, kol, parmak işaretlerini çok kullanır. Hayal dünyası zengindir. Sürekli fantaziler kurar. Fantazilerinde insanlar genellikle yatar vaziyettedir.Yatıp kalkmadığı kimse yoktur. En umutsuz durumlardan iş çıkarmayı başarır. Bakışlarıyla çok şey anlatır ve yapar. Bulunduğu toplulukta karşı cinsi mıknatıs gibi çeker. Konu veya durum ne olursa olsun cinsel içerikli sonuçlar çıkarır. Espritüeldir. Namık Kemal’li fıkraları çok sever.
Memur zeka
En çok yaptığı hareket başını öne, arkaya, sağa ve sola sallamaktır. Maaş alabilmek için bu hareketi gerekli görür. Hareketin yönü karşısındaki kişiye göre değişir. Kağıtlarla içli dışlıdır. Yapıp ettiği her şey kağıt üzerindedir. Adeta kağıt üzerinde yaşar bu yüzden fotokopi makinasını çok sever. Bu kişilerin genellikle evlerinde de bir evrak çantaları vardır ve bu çantada kağıt biriktirirler. İşini bilir ve her zaman sağlama alır. Hep aynı şeyleri yapmaktan zevk alır. Değişmekten büyük bir korku duyar.
Dinci zeka
Kuş, çiçek, böcek, şelale görüntülerini izlemeyi sever. Hem öbür tarafta hem de bu tarafta yeri sağlamdır. Bu dünya nimetlerinden asgari düzeyde yararlanmasını bilir. Öbür dünya ise bütün yasakların kalktığı, adeta herşeyin serbest olduğu bir yerdir onun için. Yukarıyla güçlü bağlantıları olduğundan ilerde kimin ne olacağını bilir...Cennete giriş onun vizesine bağlıdır. Etrafında olup biten herşeyi yukarıyla bağlantılandırmada üstüne yoktur. Her tür doğa olayını, bilimsel gelişmeyi çok kolay açıklayabilir. Onu hiçbir şey kolay kolay şaşırtmaz. Kokulara karşı çok duyarlıdır. Nur yüzlüdür. Gümüş yüzük takar. Cinsel fantezileri çok gelişmiştir..
Politik zeka
En sevdiği eşya koltuktur.Geleceği görür ve adımlarını ona göre atar. Strateji uzmanıdır. Köprülerden geçerken vahşi hayvanlarla akrabalık ilişkilerine girmekten çekinmez. Dilini konuşmak dışında da başarıyla kullanır. Nerede, ne zaman, ne söylemek gerektiğini; kime, nasıl davranılacağını çok iyi bilir. Son derece esnektir.Yüzünü ve vücudunu her türlü şekle sokabilir. Amaçları doğrultusunda her yolu kullanmaktan çekinmez. Sonuç ne olursa olsun o hep kazanır.
Avantacı zeka
Bütün insanların kendisine hizmet için var olduklarını düşünür. Her düğünde damattır. Toplu yemekleri, kokteylleri kaçırmaz. Sınır duygusu pek gelişmemiştir. Eğer bedavaysa çatlayana kadar yer yutar. Etrafında sürekli kendi yükünü taşıtacak birilerini arar ve genellikle de bulur. Reddedildiğinde ise feryadı basıp zeytinyağı gibi üste çıkmayı başarır.. Yapışkandır. Bir kez yapıştı mı da, kene gibi, ancak kazınarak sökülebilir.
ymb

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Mutluluk


Mutluluğun resmini yapmak işin başı mıydı yoksa sonu mu be Abidin? Ne anlamı olacaktı bu resmi çizdiğinde? Eğer ben o resme her baktığımda kendi hüznümü , yalnızlığımı ve yaşamın çaresiz sürekliliğini düşünecekseydim, senden bunu istemenin ne anlamı vardı? Neden Abidin’e bu ağır yükü yükledik ki biz?
Mutluluk bir resimde dondurulacak bişey değil ki.... Mutluluk bir gel-gittir. Hatta gel-gitin ta kendisidir aslında. Yani mecazsız söylüyorum, gel-git(med-cezir) olayı ne kadar mutlu görünüyor, içinde değişimi taşımasında, yolun tam ortasında herşeye sırtını dönebilmesinde bile bu mutluluğu görmek mümkün, sanki yaşam onun için bir oyun, geliyor ve gidiyor. Bunu hiçkimseye sormadan ve danışmadan yapabiliyor.
-Sayın kayık(çı) birazdan suları çekiyoruz haberiniz olsun. Demiyor.
Mutluluk işte bu değişimin kendisi olmaktan başka bişey değildir herhalde.Çünkü mutluluk hep işin başındadır, o yüzden ne kadar başında olursak herşeyin o kadar mutluluğunda da oluruz. Değil mi Abidin?
Eğer işin sonundaysa mutluluk, bu da yeni başlangıçlar geliyor diyedir.
Yaşamsal bahaneler, yaşamanın bahaneleri bizi hep gizli alternatiflerin arayıcısı yapar. Yaşam içindeki bahaneleri keşfetmenin heyecanı, acısı ve tutkusu sardığında insanı oturup saatleri sayamaz artık. İyi bahaneler bulmalıyım, yaşama katılmak için. İyi bahaneler bulmalıyım yaşamı tüketebilmek için ve iyi bahaneler bulmalıyım yaşamı anlamlandırabilmek için.
Gerçek mutluluk belki bu anlamdadır be Abidin? İşte ben burdan çıktım yola, sen nerdesin bilmiyorum. Anlamlandırarak kendime bir bahane bulmak istediğimde, karşımda kendimi buldum. “DASEIN” dediğinde Heidegger, birden bire tadına vardım “ben” olmanın.Ben neymişim?dedim. Neymişim gerçekten? Beni belirleyen şeyler ne ve benim belirlediklerim neler(var mı ki böyle şeyler?).
Senin resminde kendimi göremedim Abidin.Çünkü senin resminde sen varsın. Ben kendi resmimdeyim.Mutlu muyum? E boşver be Abidin? Takmışız mutluluğa, mutluluk da diğer yaşam parçalarından farklı bişey değil ki. Yani o da varla yok arasında bişey.
Heiddeger “ “beni” tamamlamak, otantik bir beni yaşamak, oluşturmak ancak ölünce olur, o zaman da ben “ben”in bilincini yaşayamam.” Demişti ya işte o gün varmıştım ben de “ben”in imkansızlığının bilincine.Ama hep o “beni” yakalamaya çalışmanın o anlaşılmaz, kimi zaman anlamsız, kimi zaman da daha anlamlısının olamayacağı düşüncesinin verdiği haz yaşamı anlamlı kıldı ki bunun bilincine varmak için yaşadım sanırım. Ya da başka bişey için yaşadım ama bununla örttüm gerçek nedenimi. Bilemiyorum, zaten bilmiş olsaydım şu anda ölüyor olurdum. Yaşama katlanmamın sebeplerinden biri bu işte. Birinin çıkıp bana, kendi “ben”inin resmini yapabilir misin? Demesini bekliyorum ben.
Abidine sorulan soru, onun yaşam kaynağı oldu. Ben de yaşam kaynağımın resmini yapmak istiyorum Abidin, buna ne dersin?
Simays