29 Kasım 2008 Cumartesi

Televizyon Dizilerinin Etkileri

Son günlerde her televizyon kanalında birbiri ardına çıkan ve hayatımızın bir parçası haline gelen televizyon dizileri adeta patlamış mısır gibi artmaya başladı. Bazıları oldukça uzun ömürlü olsa da çoğu aslında yer bulamadı hayatımızda. Peki bunların etkileri neler olabilir bir topluma.
Bazı yerli diziler özellikle bol reyting alma problemiyle bol bol acılı sahneler içeren filmler yapıyorlar. Sömürülen küçük çocuklar, üvey anne ya da üvey baba eliyle şiddet gören hayata tutunmaya çalışan ya da tacize uğrayan çocukları anlatan pek çok dizi söz konusu. Pek çok animasyon çocuk filminde kahramanın anne ya da babası ölür bazılarında ikisi de. Çocuk tamamen yalnızdır ve ne yapacağını bilemeden hayata tutunmaya çalışır. Yetiştirme yurduna gitmemek için çaba harcar vs. Çocuk üzgündür. Haliyle izleyen çocuklar da üzgündür. Peki sonra…
Hayatının en hızlı gelişim gösteren ve etkilenmeye en çok açık ilk yıllarını yaşayan çocuklar Türkiye nüfusu içinde önemli bir yer tutmaktadır. Çocukluğun ilk yılları, kişinin yetişkinliğinde ulaşacağı bedensel ve zihinsel düzeyi saptayan, ruhsal ve toplumsal olgunlaşmasını biçimlendiren kritik yıllar olup, erken çocukluk yıllarında sağlıklı büyüme ve psiko-sosyal gelişim, geniş ölçüde çocuğun sosyal çevresiyle birlikte yaşadıklarına bağlıdır. Bu tür filmlerle büyüyen bir çocuk hayatı daima acı olarak görür. Mutsuzdur ya da mutsuz olması gerektiğini düşünür. Çocuklarımız bundan etkilenir ve ileride de toplumumuz etkilenecektir. Bu dizilerin çocuklara etkilerini kısaca ele alırsak ;
_Aile içindeki iletişimsizlik çocuğun daha fazla televizyon izlemesine,
izledikçe de olayların çözümü değil daha da karmaşıklaşıp aileye duyduğu öfke ve kızgınlığın farklı yollarla aktarılmasına yol açmaktadır.
_Şiddetin ifadesini kolaylaştırdığı kesindir dizilerin. Öfkesini kontrol edemeyen kahramanlar vurup kırıp birilerini öldürdükçe, toplumda şiddet de son derece kolay ve olması gereken bir olgu olarak kabulleniliyor ki orta öğretimde bir dönem tüm gençlerin Polat Alemdar gibi giyinip onun gibi yürüdükleri, onun gibi yaşamaya çalıştıklarını bilmeyen yoktur.
_Üzüntü ve sıkıntı pek çok çocukta korku olarak geri dönmektedir. Yalnız kalmaktan, toplum içinde birey olamamaktan, şiddetten kaçan bazı çocuklar içine kapanık bir hayat sürebilmektedirler ve bunun etkileri de oldukça çok çeşitlilikte karşımıza çıkmaktadır.
_Okuma alışkanlıklarını yitirip sadece hazır olarak karşımıza getirilen bazı filmleri izlemek kolaya kaçmak, çocuğun zihinsel gelişimini de olumsuz bir biçimde etkilemektedir.
_iletişimi, aile içi ya da arkadaşlık etkilerini de en az indirebilmektedir. Tüm aile akşam bir araya gelip televizyonu açıp dizileri izlediğinde kimse kimseyle konuşma ihtiyacı duymamakta gittikçe yalnızlaşan bireyler meydana gelmektedir.
_kahraman olarak kabul gören bazı kahramanları çocuklar kendileriyle özdeşleştirmekte onun yaptıklarını da yapmaya çalışmaktadırlar. Kendini spiderman sanan çocuk 5. kattan atlamış uçacağına inanmış ve ölmüştür.
Son dönemde yine en çok karşımıza çıkan sihirli güçleri olan, bir sihirle her şeyi aniden yapan dizi filimler oldukça moda. Bırakın çocukları gençlerin bile bu filmlerdeki diyalogları sık sık tekrarladığını görebiliyoruz. Yine kolaycılığa özendiren tipik bir oluşum.
Fransa da 3,5 yaşından küçük çocukların televizyon izlemesi yasaklandı son günlerde. Ciddi anlamda bizim ülkemiz için de düşünmemiz gereken bir çözüm olabilir.
Özellikle bir topluma bir şey sevdirilmeye çalışılacaksa bu en kolay dizilerle yapılabiliyor. Din mi öne çıkarılacak dizi ile, ahlak ya da istenilen bir fikir mi yayılacak yine dizi ile kolayca sağlanabiliyor. Kelimeler, davranışlar, konuşma tarzları hemen moda olabiliyor. Gerek gençler için gerek çocuklar için gerekse büyükler için etkili bir değişme süreci diziler. Tabi bu her zaman olumlu mu yoksa olumsuz mu tartışılır. Hem de çok fazla.
Yeşim Turan

10 Haziran 2008 Salı

Nietzsche'ye Mektup

“Belki 2000 yıl sonra insanlar kitaplarımı okumaya cesaret edebilir”
Bunun için yaklaşık 200 yılın geçmesi yeterli oldu Nietzsche… Yıl 2008. Günümüze en yakın filozoflardan biri olmanın da etkisiyle sana büyük bir ilgi duyuyoruz. Bizler senin öğrencilerin olma yolunda elimizden geleni mümkün olduğunca yapmaya çalışıyoruz. Her yeni gün bizlere senin bilmediğimiz görüşlerini getiriyor ve biz o her gün bir adım daha kendimizi aşıp ötelere gidiyoruz.
Kibar olmaya, acımaya ve barışa eğilimli bireyler olarak yetiştirildiğimiz günümüz dünyasında zaman zaman öyle olması gerektiği için öyle olunduğuna şahit oluyor ve hatta bizler bile zorla öyle olduğumuzun çünkü öyle koşullandığımızın farkına varıyoruz. Tabii işte senin büyük bir cesaretle yok saydığın üzerimizdeki güçlerin kendi istekleri ya da çıkarları doğrultusunda gerçekleşen bu durumun ne kadar ahlaki olduğunu senin kitaplarını okurken sorgulama fırsatı buluyoruz. Asıl en önemli problemin ise senin öğrencin olma yolunda ilerlerken dahi sadece görüşlerine katılmakla kalmak olduğunu fark ediyoruz. Sebep ise çok basit. “O da benim olsun…” dünyasının çocukları düşünüyor ama uygulayamıyor. Alışmak çocuğun filozofluktan çıktığı en korkunç evreyse ve bizler de sürekli alıştırılan ve özellikle de korkutulan bireylersek sıradan insan olma yolunda ilerlemekten kendimizi alıkoyamıyor bir bir filozofluktan eleniyoruz. Üstelik büyüdükçe diğerlerine benzediğimizi görmemize rağmen hiçbir şey yapamıyoruz. Yapmaktan korkuyoruz. Yani sorun şu ki; senin kadar cesur olamıyoruz Nietzsche.
Okul arkadaşlarının sana taktığı isim aklıma geliyor : Küçük Rahip! Ve küçük rahip büyüyüp filozof oluyor. hem de büyüyüp… Ya bizler?
“Babadan oğula, anneden kıza…” durumunu aşmada zaman zaman beklenilenin üstünde bir gelişme katettiğimizi düşünsem de babası rahip olanın filozof olduğu gerçeğiyle bugün karşılaşamıyoruz. Çünkü söz konusu anne ve baba… Hem duygusal anlamda hem de toplumun üzerimize kurduğu baskı(!) anlamında mimlenen olmak istemiyoruz! En azından bunun hiç olmazsa sadece duygusal anlamda gerçekleşmiyor olmasına ayrıca dikkat çekmek istiyorum…
Sen her ne değilsen o Tanrı ve erdemdi... O yüzden kibritler daha küçücük bir çocukken ellerinin içinde kül oldu. “Tanrı öldü!” diyenin de sen olduğunu düşünecek olursak her şey olma yolunda ilerlediğini, gücünün üstünde hiçbir gücü kabul etmediğini de anlamaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Evet, Tanrı’ya olan inancını yitirmiştin. Ama Tanrı’yı aramaktan vazgeçmemiştin. Sonraları ise Tanrı’yı üstün insanda bulduğunu sandın… Bu değişikliğe kolay alıştığını söylemiştin, oysa ki kendini kolay kandırırdın… En çok dikkatimi çeken bu sözünün ardına düştüm. Ve kendi hayatına dair konularda çelişkiler içinde yuvarlandığını gördüm. Dinin hayatın can damarı olduğunu da düşünen sendin! Hayat Tanrı olmadan boş ve anlamsız geliyordu. Belki de, ahlaki olmasa da dinin insanların üzerindeki o büyük yaptırımcı etkisine bu dünyanın ihtiyacı olduğunu düşünüyordun. Sinir sistemin acı çekmeye dikkatle planlandığından daima mutsuz bir insandın. Belki bütün bu çelişkilerinde bunun da etkisi vardı. Belki sen de ölüm gününün yaklaştığını hissediyor ve bu sefer Tanrı’nın “Nietzsche öldü!” diye yollarda gezeceğini düşünüyor, yeni düşüncelerinin doğum sancıları diye adlandırdığın migren ağrılarını arttırıyor da arttırıyordun.
“İddia ederim ki benim üstün insan dediğime siz şeytan diyeceksiniz.”
Senin üstün insan dediğin bugün bir şeytan değil belki ama başlı başına bir ütopya Nietzsche! Yani, seni okumaya cesaret ediyoruz ama yeterince anlıyor muyuz? Ben anlamak istiyorum ve seni yakından takip etmeye devam ediyorum. Henüz öğrenecek çok şey var. Bu yolda her daim sana rastlamak umuduyla ilerlemeye ve düşünmeye devam ediyorum.
Kaptırdım kendimi, durmadan yazıyorum… Zaman zaman karşımda Nietzsche’nin olduğunu da unutuyorum. Son sözüm şu ki, senin kadar cesur olabilmeyi çok isterdim! O zaman belki sonsuza kadar çocuk kalabilirdim!
Cansu Yılmaz

Ademler ve Havvalar

İnsanlar seçemedikleri bir noktadan başlarlar hayata… Hiçbir insana hiçbir konuda seçim hakkı sunulmaz. Ve bu dünyaya doğabilmek için geldiğimiz yerde ölürüz.Daha sonra ölümün için yas tutamadan doğum şenliği içinde bulursun kendini.İlk doğduğunda biraz izin verirler o kadar.Çevrene baktığında yatakta ki o yorgun ama bir o kadarda mutlu kadının annen, başucunda duran ve sıranın kendisine gelmesini bekleyen savaş kazanmış gazi bakışlı adamın baban ve yatağın kenarına ilişmiş ne olduğunu tam olarak kavrayamadığı halde, seni deli kıskandığı her halinden belli olan çocuk, ağabeyin olduğunu anlarsın.ilk üç seneni çoğunlukla kucaklarda geçirirsin ve tüm ilgi senin üzerindedir. Hayatta ki en büyük zevkin annenin abur cubur yemene izin vermesi,babanın parka götürmesi, ağabeyinin oyunlarında senide arasına almasıdır.Dört beş derken düşünmeye çoktan başlamışsındır. Aslında…
…Sorgularsın mesela Tanrı’yı. Sorarsın ailene “Tanrı nerede?”. Ama çocuksun sen aklın ermez, demek yerine daha kibar bir cevapla “Hadi oyuncaklarınla oyna.” Ya da “Bilmiyorum” demekle yetinirler. Sanki yol tarifi istiyoruz. O günlerde insanların umurunda olan tek şey yaramazlık yapmaman. İlk engellenmeler ve çocukluğun etiğini kavrama çabası. Çevrende ki herkes çaldığıyla oynadığı farklı olan insanlar. İyi bir çocuk olmanı istiyorlar ama öyle davranmana da engel oluyorlar. Bu keşmekeşliğin arasında birinci sınıf geldi çattı. Anneler, ağlayan çocuklar, koşuşturanlar, oturanlar, somurtanlar birde benim gruptan şaşkınlar. Rast gele bir yere otur ve ilk söylenen “parmak kaldırmadan konuşma! Öğrenciliğin etiği bununla başlarmış. Başta öğretmenin olmak üzere herkes bu kuralları vermeye çalışır sana. Ve sınıfta öğretmenin çocuğu olduğu için her şeye torpil geçilen kızın öğrenci etiği çözülememiştir daha. Sana beş sene boyunca ilkokul öğrenci etiğini verecek olan öğretmen çoktan bir sıfır yenik başlar maça. İşte adalet kavramını böyle güzelce öğrenmeye başlarsın. Öğle aralarında yemek sırasında senden güçlü oldukları için önüne geçenlerde en güzel haksızlık örneklerini öğretirler küçük kardeşlerine. Ama suç onlarda değil önüne geçenlerinde önüne geçilmiştir zamanında. Bir biter iki gelir üç koşar dört durur beş sorar ama bu düzen hiç değişmez. Ezberlenmiş bir metin ve mesajı ‘çalış, çalış,çalış’ sevgiyi de öğrendik.Altı geldi yedi gitti sekiz uçtu dokuz kondu on kaçtı on bir yakaladı on iki bıktı.Arada çok olay geçti ,tabi farklı etikler.Arkadaşlık,aşk ve diğerleri.Yıllardır çalışılan bir sınav atlatılır. İyi veya kötü bir üniversite. Orası daha da beter kimse kimsenin umurunda değil. Küçük bir hayat stajı ne de olsa… Ve hayatın gerçek yüzü. Çevrende bir sürü insan. Diğerleri gibi bunlara da sen karar vermedin. Çıkarları peşinde koşan ve bu koşudan yorulmayanlar, hayatını zamanını hiç tükenmeyecek gibi harcayanlar, saygıdan bihaber olanlar, her insanla her konuda dalga geçme yeteneksizliğine sahip olanlar vs. vs. vs. Ve aralarında bir elin parmağını geçmesede senin gibi ne yapılmaya çalışıldığını hala anlamayan insanlar. Sende hayatın boyunca bir arada yaşamak zorunda bırakıldığın bu dünyayı benimserim yavaş yavaş. Başta konuşsan da, engel olmaya çalışsanda, büyük balık küçük balığı yer. Sende tıpkı diğerleri gibi yaşam tarzını Pavlov’un köpeği psikolojisiyle sürdürürsün.Ve boşa harcanmış bir hayat daha.Ölüm gelir dayanır kapına.Doğumun gibi bunu da kimse sormaz.Başka bir dünyaya doğabilmek için bu dünyada ölürsün.Tarih tekerrür etti dersin belki ama tekerrür eden tarih değil hatalarındır.Ve kafandaki soru işaretleri en çok bu gün çoğalır.İlk kez düşünürsün bekli de.Biraz geç olsa da sorarsın .İyi ne?Kötü var mı? Ben bu hayatı nasıl tükettim böyle? Ve yanıtlarsın sorularını. Aslında yıllardır biliyordun ama itiraf edememiştin kendine.”Zaman avuçlarımın arasından kayıp gitti. Hızlı yaşadım her şeyi. Tükettim, üretmedim. Hatta o kadar hızlı yaşadım ki ne için, kimin için yaşadığımı unuttum. Yaşamış olmak için yaşadım hep ve insanlığı unuttum. Düşünmeye ihtiyaç bile duymadım. Ezbere yaşadım. Hayvan olmayı ben seçtim ve insanlığıma dair bütün değerlerimi sıfırlamayı da. Erdemlilik ne imiş? Uğraşmadım bile. Yıllar yılı vicdanımı susturdum. Twenelis’ in dediği gibi “ hiçbir suçlu kendi yargıcından kurutulamaz. Hazlarımı öne aldım, hor kullandım. Sorumluluklarla kovalamaca oynadım. İradesiz olduğumu en başta kabul ettim. Dönüp arkama bakmadım bile varsa yoksa çıkarlarım. Meğer insan iradesiyle, özgürce seçermiş yapacaklarını; alırmış tüm sorumlulukları üzerine ve buymuş gerçek mutluluğun gerçek hazzı. İşte etik kavramı buradan doğar ve yayılır bütün dünyaya. Bu yaşamda hepimize tanıdık gelen bir şeyler var değil mi? Bir mutluluğu arayış vardı ama ne yapacağını bilememesi ve yıllardır susturulmuş olması beynini uyuşturmuştu. İnsanlar bu dünya ya geldiklerinde mutlu olacaklarına inanıyorlar. Aslında mutlu olabilmemiz için vazgeçmemiz gereken ilk şartlanmışlık bu olsa gerek. Çünkü her adımımızda ne yaparsak yapalım bu hayat bize mutluluğu vermek için tasarlanmamıştır. İşte bu sebeptendir yaşlıların yüzündeki düş kırıklığı. Tüm hayatı boyunca mutluluk beklentimiz o acımasız gerçeklik duvarına çarptığında tuzla buz olmuş umutlar kalır geriye. Mutluluğa ulaşmanın asıl yolu acılardan kaçmak değildir. Aksine acılarımızı zirveye çıkan merdivenin basamakları olarak görmeliyiz. Korkak tavukları gibi karanlıklarda eşelenmeyi bırakıp, gözyaşlarını tecrübeye dönüştürmeliyiz. Halbuki her birimiz iyi bir insan olarak çıkıyoruz yola ve amacımız daha da iyi olmak. Kimimiz sapıyor yolundan kimimiz ise devam ediyor ve herkes seçtiği yollardan hayatın onu yoğurmasını istiyor, sonunda da kendilerini gerçekleştirebilmeyi. Yola çıkarken aldığı kararları, yolun sonunda yerine getirmenin verdiği mutlulukla asasını teslim etmeyi. Ne pahasına olursa olsun öğreniriz hayat boyu. Belki kazık yiyerek, hor görülerek, dışlanarak, aşağılanarak ama öğreniriz her şeyin bir etiği olduğunu. Önümüze nasıl engeller çıkarsa çıksın ve karşımızda ne güzel örnekler olursa olsun. Doğduğumuz andan itibaren ayağımıza takılmış altın bir prangadır öğrenmek ve içinde bulunduğumuz durum binlerce benzer durumdan yalnızca biridir. Tüm insanlığın savaşı budur Adem ve Havva’dan beri. Çünkü cennet bahçesinden kovulan yalnızca Adem ile Havva değil; bütün insanlıktır ……..
Benam Yüksel

13 Mart 2008 Perşembe

Acı Yaşamın Ölüme Direnişidir

İlk insan, acının sadece yaşanacak bir şey olduğunu biliyordu.
Bizler ise atalarımızın yaşadıkları acıları tarih olarak kaydettikçe zihinlerimize,
Yeniden yaşama korkusuyla acının en büyüğünü yarattık.
KORKU…
Yığınla kavramı ve oluşumu karıştırdığımız gibi
Duyarsızlaşma ile
Kabullenmeyi de karıştırdık.
Çünkü duyarsızlaşma; istemediğim şeye alışma iken,
Kabullenme, istemediğimin hiç de istenilmeyecek bir şey olmadığını anlamak ve tadını çıkartmaya
Başlamaktı
Aklını kullanarak yaşamayı gereğinden fazla abartan insan,
Yaşamanın tadını çıkarmayı unutmuştu
Çünkü duyarsızlaşmamalıyım derken kabul etmeyi becerememeye başladı.
Başına gelen her şeyi akla uygun hale sokmaya çalıştı.
Uyanlar
Uyduruldu, uymayanlara da
Arkasını döndü.
Bir gün, sırtını döndüğü şeylerin onu bulacağını bilerek
Yine de
Hayallerini harcadı.
Yaşamda kalma gerekliliğimiz kalmadığını düşündüğümüzde, yaşamımızı sürdürebilme gücümüz de azaldı. Enerjimizi düşürdükçe bedenimizin çürümesine izin verdik.


Acılarımızı onaylayabilir miyiz?
Evet
Öfkemiz acımızı çoğalttı.
Ve
Acı hep ölümü hatırlattı.
Ancak
Ölüm hepimizin,
Yaşamak ise sadece cesareti olanlarındı.

Şöyle de düşünülemez miydi?
Acı bana bir hayatım olduğunu anlatmaktaydı…

Pınar Nurhan
http://narkizindefteri.blogspot.com/

11 Mart 2008 Salı

Tarihselliğin Yaratımı

“Bir çağın insanları, başka bir çağın insanları olmadıklarından, Diyojen’in adam bulamamasının nedenin, artık var olmayan bir zamanın insanını kendi çağdaşları arasında araması olduğunu sezecektir.” J.J.Rousseau

Düşünselliği, gerçekliği, taihselliği, irdeleyici ve açıklayıcı bakış açısı ve farkındalığının olması; insanın ‘öteki’ diye adlandırılan, ‘kendi’ dışında kalan insan topluluğunu tanımasını sağlar. ‘öteki’ olan; ‘ben’ kavramı dışında kalan ve ‘ben’in zamansallığını, tarihselliğini, farkındalığını, görüş ve düşüncelerini taşımayan ‘çoğunluk’ olarak açıklanabilir. ‘Ben’ dışındaki çoğunluk, ‘öteki’ veya ötekilerin sağladığı tarihsel sürecin içinde bir yerlerde kendi zamansallığını yaratmaya çalışır. Bu yaratım; farkındalık, özgünlük, özgürlük, çoğu zaman da parrhesiastes olabilmeyi gerektirir. Ancak kendi doğrularını yaratabilen, farkındalığını geliştirebilen, kendi görüşlerini geliştirebilmek için ‘öteki’ne ihtiyacı olduğunu bilebilen biri; kendi tarihselliğini, özgün bir açıklamayla yaratabilir.
Değişim; geçen zaman sayesinde oluşan yeni akımlar, görüşler ve bu görüşlerin kaynağı insan tarafından gerçekleştirilen bir yaratımdır. Değişim her yönlü ele alınabilir. Ülkeler arası değişimden, çağlar arsı değişimden, toplum kökenlerinden süre gelen uygulama ve yaklaşımların değişiminden söz edilebilir. Bu değişimlere ayak uydurmak ise, insanların gerek bireysel gerek toplumsal olarak gerçekleştirdiği en büyük değişim ve farkındalıktır. Ama birey öncelikle; kendisi olarak yarattığı ve ‘öteki’ni etkileyen davranışlarının, zamansallığının yarattığı tarihselliğin içindeki yerinin; farkındalığını ve görüş açısını değiştirebilme yeteneğinin bilincine varmalıdır. Kendini ‘ben’ olarak tanımlarken toplumdaki diğer ‘ben’leri ‘öteki’liğe mahkum ettiğinin, ancak kendi bakış açısını oluşturup, geliştirmeye çalışarak ötekileri etkileyebileceğinin bilincinde olmak değişimi sağlayan insanların öznelliğidir. “İnsan insan için bir Tanrı’dır.” (Spinoza) yaklaşımı bu bağlamda incelendiğinde değişimin kökeninin insan olduğu daha net bir biçimde görülebilir. İnsanların yarattığı değişim herşeyin insan ile başlayıp geliştiğini fark etmesiyle mümkündür. Burada işin içine giren egoizm,narsizm ya da diğer saplantılı davranışlar değişimi yaratmanın temeli olmasa bile yan ögesi olabilir. Çünkü bu bakış açısıyla; kişi sadece kendi değil bütün toplumu etkilemektedir. Kişinin geliştirdiği fikir sadece kendi başına bir bakış açısı oluşturabilmiş gibi görünse bile akan zaman ve ‘öteki’ sayesinde bir akıma dönüşebilir.
‘Öteki’ ve ‘ben’ olarak ele alınabilecek olan insan; tarihsellik yaratan, yaşayış ve oluş için hareket sağlayan, değişim için ‘öteki’ne ya da ‘ben’e ihtiyaç duyan, ‘kendi’ ve ‘öteki’ arasında fikir ayrılığına düşen ya da tersine bir paradoksla ‘öteki’nin yarattığını kendinde bulamayan, özgürlüğünü arayan bu nedenle de değişim yaratandır. Farkındalığıyla, bilinç, düşünce, zeka ve irdeleyici yaklaşımıyla olayları yorumlama, adlandırma, geliştirme, değiştirme ya da oluşturma eylemlerinde bulunabilmesi tarihsel bir süreç yaratmasını sağlamıştır. Bu hareket zamanı oluşturmuş ve insanın ‘tarih’ sürecini irdelemeye başlamasına neden olmuştur. Tarih; çeşitli metaforların bir araya geldiği yanılsamalar, arayış ve beklentiler bütünü olmaktan başka bir anlam içermiyor olsa bile, insan için kendi doğrularını oluşturma rehberi olabilir. Geçmiş insan, günümüzdeki insan ve gelecekte var olacak insan için tarihsellik; gerçeklik sağlamak adına önemlidir.
İnsan çoğu zaman kendi yaratımlarının onaylanıp onaylanmadığını, tarihsel süreç içerisinde yer alıp alamayacağını merak eder. Geleceğe olan bu merakda geçmişiyle ilgilenmesini sağlar.geçmişi için ise ‘öteki’ne ihtiyacı vardır.
Bazen kendini olay ve olgular karşısında narsist ve egoist görebilir, ya da ötekilerin dogmatik yargılarına uymadığı, karşı çıktığı, farkındalığını kullandığı (bunu fark edebildiği), parrhesiastes olmayı başarabildiği için ‘öteki’ tarafından dışlanmışlığa itilebilir. Çünkü nasıl olur da herkes tarafından kabul gören bir ‘doğru’, ‘ben’ tarafından red edilebilir? Bu ‘öteki’ için kabul edilemez bir yaklaşımdır ve böyle düşünen ‘ben’ dışlanmışlığa mahkumdur. Değişim; tarihsellik içerisinde değişik düşünce, fikir, inanç, doğru ve yanlışların, kesinliğini yitiren dogmaların, pasif-aktif, narsist, otomium düşünenlerin, ataerkil toplumların oluşması ya da bu oluşumun kaldırılması, yeni kültürlerin oluşması, değişikliklerin fark edilmesi olarak anlatılabilir. Bütün bu oluşumlar, farklı görüşler, düşünce ve düşünürler, yaratım ve değişimin temelidir. Değişimi fark edenler ve ondan yararlanmaya çalışanlar tarihselliğini de kavramak, anlamak ve fark etmek zorundadırlar. Ancak öncelikle kabul etmek ve onaylama özgürlüğünün dogmatikyargılar nedeniyle elinden alındığı ‘öteki’ tarafından engellendiğini fark eden insan, kendi doğrusunu bütün karşı çıkış ve itirazlara rağmen savunan (parrhesiastes) insanı yani tek başına ‘ben’İ yaratır. ‘Öteki’nin red etmesinin dogmatik sınırlamalar dışında tek nedeni ise; tarihte yakaladığı ve inandığı doğruyu kendi çağında, kendi insanlarında bulamaması, yeni değerlendirmesini ‘yeni’ olarak tarihin tekrarı görmesidir.
Çoğunluğun içinde yer aldığı ve zamanla dogma fikir haline gelen; başta sadece bir kişinin fikri olan akımlar, tarihsel süreç içerisinde değişirkn kimi zaman kendisiyle zıtlık oluşturan aklaşımlar doğurduğu için, ayırt ediciliği ve netliği gittikçe zayıflayan olgular; günümüz insanının ‘aitlik’ duygusunu belli bir kökene oturtamamasına neden olmuştur. “Bir çağın insanları, başka bir çağın insanları olmadıkları için” aitlik duygusunun kökeni net olamamıştır.
Arayış herzaman olacak ve insan hiçbir zaman kendini tamamiyle özgür hissedemeyecektir. Çünkü kendi çağdaşları arsında; geçmişinin ona anlattığı artık var olmayan insan betimlemesini aramaktadır. Oysa geriye sadece manipüle olmuş insan kalıntılarında artan değişik ve özgün olarak bile nitelendirilemeyecek inançlar kalmıştır.
Dilara GÜLVER
11.Türkiye Felsefe Olimpiyatları
Türkiye 19.su

8 Mart 2008 Cumartesi

Kafes


Bu mutlu tutsak benim artık kafeste.
Sezen Aksu

Lazım gelen, yalnız suyun şeklini alacağı bir kap.

Arayışlar sanki avunma, belki sanı belki serap. Mutluluk kafeslerin içinde. Huzur ve zevk, yaradılış ve tatmin kafeslerde nöbetçi. Kim ki onlara söver, bil ki içlerine girmek için can atar. Mutluluğun tutsağı olmak, acının güvercini olmakla kıyas edilse de, neyi değiştirir?

Aşkın kutsallığı, sevişmenin tatmini, mutluluğun karşı konulmazlığı nerdedir bilir misin? Düşüncelerin ucunda.

O ki riyakâr, o ki kaypak, o ki kusurludur, yine de var olmaktan çekinmez. Hangisi düş kendisi de bilmeden iki nehir üstüne koyar acizleri. Birinin ucuna arşa kadar zevk yığar, huriler ve melekler.

Tek şart koşar: Farkında olmayacaksın. Diğer nehri de koşulsuz azaba layık görmüştür. Ruhun eriyene kadar gazap peşini bırakmayacak der o, merhametsiz değildir aslında. Önüne konan tercih midir, mecburiyet mi çok da mühim değil.

Nehirler farklı kıvrılsalar da, denize dökülmeye mahkûmdurlar, aynı acizler gibi. Ben acizsem sen nesin diye sorar bazen, senim derim.

Ukalaların bildik duruşuyla sabitlenir, bakar, yalnız güler.

O güler, ben azap nehrinde ilerlerim.

Cansu Hepçağlayan

DİSTOPYALAR BİZİ ARTIK KORKUTMUYOR !


Düşünen insanlar, içinde yaşadıkları toplumdaki olumsuzluklardan duydukları rahatsızlıklar nedeniyle, iki farklı türde eser üretmişlerdir: Birincisi, nasıl gerçekleşeceği bilinmese de, hiçbir olumsuzluğun olmadığı, olabilecek en mükemmel toplumu anlatan, ideal bir toplumsal düzen kurgusu; ikincisi ise, mevcut olumsuzlukları aratacak kadar kötü, olabileceklerin en kötüsü olarak düşünülen bir toplumsal düzen kurgusu. Bunların birincisine yok ülke anlamında “ütopya”, ikincisine ise, ters ütopya, karşı ütopya anlamında “distopya”, zaman zaman da korku ütopyası denir.
Hem ütopyalar hem de distopyalar mevcut toplumsal sorunlardan kaynaklanırlar ve aslında her ikisi de insanın ideal toplum arayışının bir parçasıdırlar. Ütopyalar , gerçekleşme olasılığı olmasa bile, bize, başka bir yaşamın, daha iyi bir yaşamın olabileceğini düşündürürler ve bu anlamlarıyla var olan toplumsal yaşama yönelik sert bir eleştiridirler; yazıldıkları dönemlerde iktidarları rahatsız etmiş olmalarının nedeni budur. Distopyaların ise, gelecekte bizi bekleyen kötülüklere dikkatimizi çekmek ve bir anlamda bizleri uyarmak gibi bir işlevi vardır. Distopyalar da, içinde yaşanılan topluma karşı bir eleştiridir, önlem alınmazsa toplumun hangi felaketlere doğru sürüklenebileceğinin altının çizilmesidir. Distopyaların, daha kötü yaşam olasılıklarını göstererek bizleri korkutmak ve var olan olumsuz koşullarla barışmamızı; “oh be yine biz iyiyiz, buna da şükür” dememizi sağlamak gibi bir işlevlerinin olduğu söylenebilir. Felaket filmleri ve romanlarının, iktidarlarını “korku” ile perçimleyenler tarafından, ortama sık sık taze “korku”lar salmak için kullanılması bu tezi desteklemektedir.
İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen soğuk savaş yıllarında kaleme alınan önemli distopya örneklerine baktığımızda bu eserlerde ele alınan ve insanlık için temel birer tehlike olarak gösterilen bazı özelliklerin, günümüz koşullarında çok farklı bir anlama büründüklerini, bazı distopya ögelerinin ise gündelik yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olduklarını görmek şaşırtıcıdır. Bu distopyalara bakınca, insan ister istemez; “korkulacak bir şey yok muymuş aslında” diye düşünmekten kendini alamıyor.
Örnek alacağımız bu distopyaların ilki, Aldous Huxley’in 1950 de yazdığı “Cesur Yeni Dünya “ adlı romanıdır. Romanda insanlar birer üretim nesnesidirler. Onlar, kuluçka merkezlerinde üretilirler ve asıl önemlisi üretilmeden önce genleriyle oynanabildiği için cinsiyet, zeka, görünüm bakımından nasıl olacakları önceden belirlenirler. Huxley’in dünyası bugün, o kadar da uzağımızda sayılmaz. Genetik ve klonlama çalışmalarında gelinen noktayı düşünürsek, insanlığın bu noktada, birer can simidi gibi sarıldığı, “etik kurullar ve yasaklamaların” gerekçeleri anlaşılabilir. Cesur Yeni Dünya’nın, “üretilmiş” insanları sürekli “mutluluk hapları” içerler ve uykuları sırasında şartlandırılırlar. Günümüzde her gün artan miktarlarda kimyasalların yaşantımıza girdiğini kimse raddedemez öte yandan her tür şartlandırma için illa da uykuda olmanın gerekmediğini, bu işin uyanıkken, hem de daha etkili yapılabildiğini biliyoruz.
Bir diğer ütopya, ünlü Fransız yönetmen François Truffaut tarafından filmi de çekilen Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” adlı romanı. Bu distopyada anlatılan geleceğin “ilerlemiş” toplumunda, dev ekranlı duvar televizyonları ve aptal televizyon programları bizim için çok çarpıcıdır. 1951 yılında yazılan romanda, yazarın dikkatimizi çekmeye çalıştığı tehlikeler bugün aslında yaşantımızın vazgeçilmez birer parçası durumundadır. Televizyon kanalları çoğaldı önce, bu iyiydi fakat çoğaldıkça aynılaştı, sonra evlerimizdeki televizyon sayısını artırdık, mutfağa da istedik, yatak odasına da…tek televizyonlu ev kalmadı neredeyse. Şimdi ise dev ekranlı duvar televizyonları hızla çoğalıyor. Programların kalitesi ise Fahrenheit’taki düzeyin aynısı. Romanda vurgulanan kitapların itfaiye örgütü tarafından yakılarak yok edilmesi ise, bu konudaki istekliliklerini dile getirmekten çekinmeyen yöneticilere rağmen henüz gerçekleşmedi. Belki yakılmıyor ama kitabın giderek hayatımızdan çıkmakta olduğunu söylemek çok zor olmasa gerek.
George Orwel’in “1984” adlı romanında insanlığın en büyük kabusu olarak anlatılan “büyük abi” tarafından gözetlenme konusu, bugün artık kimseyi rahatsız etmemektedir. Neredeyse bütün yaşam alanlarımıza yerleştirilen kameralarla zaten sürekli olarak gözetlenmekteyiz. Üstelik, ellerimizdeki video kameralar, fotoğraf makinalarıyla biz de sürekli gözetleme halindeyiz. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz, her görüntüyü her anı çoğaltıp yaymak istiyoruz. Çoğalttıkça tüketiyoruz, anlam kayboluyor, dönüp bakmaz oluyoruz.
Hayatımız özel ve saklanması gerektiğini düşündüğümüz alanları vardı ve bu alanlara girilmesi, gözetlenmesi bizi rahatsız ederdi. Şimdi ise durum çok farklı: ya biz saklanacak bir şeyimizin olmadığına karar verdik “Bakın canım, özel ne var ki? Zaten hepimiz aynı şeyleri sevip, aynı yerlerden alışveriş edip aynı şeyleri yiyip içmiyor muyuz, aynı şeyleri düşünmüyor muyuz? Buyrun bakın!” diyoruz, ya da, günümüz dünyasının bize sunduğu çok kısa bir süre için bile olsa bir yıldız gibi parlama şansını kullanmak, farkedilmek istiyoruz, “bana da bakın” diyoruz, bırakın saklanmayı , görünmek için çırpınıyoruz. “Facebook çılgınlığı” denen şey biraz kendi kendimizi soymak değil mi? “ işte ben buradayım, fotoğraflarımla, arkadaşlarımla, katıldığım guruplarımla, işte çırılçıplak karşınızdayım, kime ne yazdığım, nerede olduğum, ne yaptığım, hepsi burada…”
Yevgeni Zamyatin’in “Biz” adlı distopyası ise az bilinir olmasına rağmen aslında söz konusu distopyaların en eskisidir. Özellikle, Orwel’ın “1984” romanının öncüsü olduğu ve totaliter rejim tehlikesine çok önceden dikkat çektiği söylenir. Romanda “ben” “biz” de erimiştir. Duvarlar saydam camdır. Her şey göz önündedir. “Ben” yoktur, “ben”i ifade eden bir şey de yoktur. İnsanlar birer numarayla ifade edilirler. Yukarıda anlatmaya çalıştığım günümüz insanının kendisini şeffaflaştırma istekliliğini düşünürsek, Zamyatin’in korkularını anlamak bizim için, günlüğünü internette “blog” sayfalarında bütün insanların önünde yazan bireyi anlamak da Zamyatin için zor olacak.Annem derdi ki: “Korkan göze çöp düşer”. Distopyalara topluca bakınca annemin söylediğinin doğru olduğunu anlıyorum. Distopyalar bizi korkutmuş ve korktuklarımız gerçek olmuş. Gözümüze çöp düşmüş.

ymb

18 Şubat 2008 Pazartesi

Baş veya Son Üstüne

“Boşluğun üstüne kuzeyi yaydı.
Ve hiçliğe dünyayı astı.”
Tevrat, Eyyub


“Onu yapmayı öğrenemiyorsam, yapmamayı öğrenecektim.”
Marifetler, Ursula K. Le Guin


Kahraman var eden midir, yok eden mi? Süregelen tarih yapısı ve toplumsal düşünceler bir yana kişi kendi içine baktığında da bu sorunun cevabını vermekte elbette zorlanacaktır. Doğduğumuzdan beri aşılanan yapma ve var etme fikirlerinin olumluluğu yüzünden bilinçaltımız bizi yanıltıyor belki de. Değilse, birçok şey açıklanamazdı, dürtüsel Vandalizm gibi, mazoşizm ve satanizm gibi, öldürenleri kahraman yapan ve bizim de karşı gelemeyerek duygusal olarak desteklediğimiz filmler gibi, destanlar, cinayet romanları gibi, çok izlenen tecavüz görüntüleri gibi… Çabam bunu yapanları kötülemek değildir, onlar insandır. Eleştirmeye hakkım olsaydı bütün bunları bize kötülük başlığı altında veren ama içten içe arzulayan riyakâr süregelişi eleştirirdim. Ne yazık ki benim düşüncem de bu süregelişe hizmet ettiği için sadece gözlemlemek yerinde olur. “Her ülkenin üstünde bir iyiler levhası asılıdır. Bakın, yengiler levhasıdır bu onların.”[1] Yengiden kasıt, mağlup etme, üstünden gelme veya savaş kazanmadır, dikkatli bakılırsa bunun her yerde böyle olduğunu ve olacağını fark etmek pek de zor değildir. Bunun üzerine defalarca kitaplar yazılmış (bkz: Patasana, Ahmet Ümit), konu filozoflarca tartışılmış ve insanın içindeki bu yıkma/yok etme arzusunun nereden geldiği sorgulanmıştır. Bu düzenin içinde olmasam ve yine aynı zihne sahip olsam belki de önermem şu olurdu: “ İnsan yapılmışlığın en üstü olduğu için, yıkmak zorundadır.” Daha açık konuşmak gerekirse, “ Eğer tanrı olsaydı, insan tanrının tam aksinde dururdu.” Ve bunun sonucu olarak, eğer düzen bir döngüyse, bu döngünün başa veya sona(hangisinin önce olduğu bilinemeyeceği için) ulaşmasını sağlayacak şey elbette ki en yapılmışın yıkıma uğraması ve yapımla aynı hızla yıkılmasıdır. İnsan’ın yıkma duygusunu bastırması, insansal zekâ ve yapay merhametle belki de süregeleceğe engel oluşturması olası değildir. Çünkü düzen, içindeki materyalin kurbanı olursa bu evren oluşumundaki ciddi bir hatadan kaynaklanmalıdır ve evrenin yani düzenin yani adı üstünde “düzen”in hata yapması, maddesel bir kusur işlemesi insani düşünceyi yerle bir eder, neden sonuç ilişkilerini, koşulsuz yaşama isteğini dolayısıyla yok etmeye karşı olan zaafı yok eder. Bir şeyin yol açtığı şey kendisi olursa belki de bunu kısır döngü diyebiliriz. Evrenin kısır döngü olması mümkün olabilirdi ama bunu benim gibi süregelenin içinde bulunan birinin kabul etmesi mümkün olmazdı. Öyle olsaydı, bu satırlar yazılmamış olurdu.

Düzenin kusursuz olduğunu var sayarsak, bu insanın içindeki yok etme arzusunun önüne geçilemez olduğu sonucunu doğurur. İnsanın insan formunda var kalabilmesi için diğer canlıları yemek durumunda olduğu da göz önünde bulundurulur, yaşama hakkının doğada güçle ve rekabetle elde edildiği düşünülürse düzenin de insanı yıkmaya zorunlu bıraktığı kanısına varılabilir. Güç ve rekabetin, yani doğal değerlendirmenin en üst belirleyici olduğu toplum yapısı, eşitlikçiler ve bir kesim özgürlükçüler tarafından insan aklından uzak kalmakla, ilkellikle ve merhametsizlikle eleştirilebilir. Ve hatta bu kişiler klişe bir deyişle edenin bulacağını, yarın öbür gün herkesin her koşulda bulunabileceğini, insaniyetin herkese her koşulda eşit haklar tanıması gerektiğini söyleyebilirler. Bilmezler ki, bu görüşün savunucusu aslında bunu ister, edenin bulmasını, kim ne ediyorsa onu bulmasını. İnsaniyete gelince, insaniyet iyi diye damgalanan birkaç duygunun ötesindedir belki, kim bilir.

Ve hızlı birkaç adım atarsak, boşluğa ulaşmış oluruz. Yapılanın yıkılacağını ve yıkılanın yapılacağını kabul etmek değil de, varsayarsak, en yıkılanı merak etmek kaçınılmazdır. Öyle ya, en yapılanı bulduğumuzu, en azından yaklaştığımızı, hiç olmadı oluşumunu bildiğimize göre en yıkılanı yani bizim için ulaşılması en mümkün olmayanı merak etmek insan adına gayet doğal bir davranış olacaktır. İnsan enlerine ve heplerine bir cevap bulmalıdır, sınırlar gerekli, zorunludur. İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda anlattığı üzre, boşluk teorisi var oluş üstüne ortaya atılan en demirbaş toplardan biri olup, dini sistemleri de kendine bir nevi köle etmiştir. Teist inanışlara göre tanrı dünya’yı boşluğun bir üst(veya alt) basamağı olan hiçten var etmiştir. Dolayısıyla varılacak en üst yıkım hiçlik olacaktır. Eğer kendimi konuşmaya layık bulsaydım, çekinerek bunun fazlaca ileri gitmek olduğunu söyleyebilirdim. Eğer hiçliğin varlığını hayal edebilmek şöyle dursun, bir düşünce kırıntısı olarak zihnimin herhangi bir köşesinde barındırabilseydim, benim için de ona inanmak vazgeçilmez bir güven olurdu. “Hiçlikten hiç çıkar.”[2] Üstüne bir şey söylemek belki de gereksizdir. Sırf insan mantığıyla hiçbir noktada çakışmıyor diye hiçliği yok saymak yersizdir belki. Ama düzenin içinde olduğuma, insan mantığına ve duyularına sahip olduğuma göre aksini savunmak çok daha yersiz, sanal ve hayali olurdu. Belki de gerçek olurdu. Baş veya son, son veya baş. Yerini kestirmek mümkün değil.

Cansu Hepçağlayan
[1] Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt
[2] Nietzsche, Böyle Buyurdu Zedüşt

21 Ocak 2008 Pazartesi

AKILDAN SEZGİYE, MEVLANA’ DAN İNSANA

Şu anda birçoğunuz şimdi anlatacaklarımın hayatımızın içinde yer almayan düşünce yığınlarından oluştuğunu düşünüyor olabilir. Oysa konuşmam tam da bunun tersi olduğunu ispat içindir. Örneğin şimdi hepimiz buradayız; ben konuşuyorum, sizler beni dinliyorsunuz. Kiminiz konuşmamı ilginç bulacak, daha doğrusu ilgisini çektiğini hissedecek ve daha dikkat kesilecek. Kiminiz ise içinde bir sıkıntı duyacak, daha doğrusu sıkıldığını hissedecek ve ona göre farklı şeyler düşünmeye yönelecektir. Yani her biriniz bir şeyler hissedecek ve bu hislerin doğrultusunda düşüncelerini ve takibinde eylemlerini tayin edecek. Hepimizin hislerimize itaatle hareket ettiğimizi anlatmaya çalıştığım küçük bir örnekti bu. Hepimiz dışımızda olanlara cevap veren bu hislere göre hareketlerimizi belirliyoruz. Yani varlığımız, benliğimiz -adına ne derseniz- sezgiler yoluyla sürekli bizlere talimatlar veriyor. Bir bakıma sağduyu budur sanıyorum. İçimizde bizlerin mutlak doğru olarak adlandırabileceğimiz o şeye uygun davranmamızı sağlayan bir güç vardır. Sezgilerini yani sağduyularını dinleyen insanların kendileri için en uygun kararları almaları bundandır. Cevap budur. Yani şu anda hissettiğimiz, dolayısıyla hayatımızı belirleyen eylemlerin kaynağı. Evet, aranan cevap bu olmasına budur ama soru nedir?

İşte filozofların binlerce yıldır uğraştığı nokta budur. Aranan tek bir cevap için binlerce soru türetilmiştir. Peki ama meçhul bir sorunun peşinde koşmak yerine bize hazır verilmiş olan cevapla ilgilenmek daha akıllıca değil midir? Felsefe soru sorma sanatıyken cevabı kavrama, kabullenme sanatına ise tasavvuf olgusunda rastlıyoruz ki konuşmam bu ikinci seçenekte yoğunlaşacak.

Entüisyonizme(sezgicilik) ve Tasavvufa göre Varlık kendini düşüncelerde değil, hislerde gösterir. O ancak sezilebilir, bu yolla ayrımına varılabilir, çünkü kendi içinde bir devinimi vardır. Bu yolla kesintisiz bir süreç izlemek zorundadır: gelişir, zayıflar, güçlenir, yok eder ama asla durmaz; kendisini sürdürmek onun en büyük amacıdır. Az önce de belirttiğim gibi hisler, varlığımızın bu bahsettiğim kıpırtılarından başka bir şey değildir ve tesir ettikleri her anı yüksek yoğunlukla kuşatmaları sebebiyle bizim öznel maneviyatımıza has gibi algılasak da bu sezdiklerimiz esasında bütün canlıları kapsayan çok daha büyük bir maneviyatın eseridir. Kutsal kitaplarda Adem’in cennetten kovulup yeryüzüne sürgün edilmesi, insanın görünür dünyada maneviyattan kendini kopmuş hissetmesini temsil eder, yani bir nevi sürgünde olmasını. Tasavvuf bu sürgün düşüncesi üzerine kuruludur diyebiliriz. Aynı bilincinde olmadığımız sonsuzluktan kopup kısa ömrümüzü doldurmaya bu dünyaya gelmemiz gibi sonunda yine o bilinçsiz sonsuzluğa döndüğümüzde bu sürgün son bulacaktır. Tasavvuf düşüncesi bu sürgünün sızısını olabildiğince dindirme üzerine kuruludur ve bu birlik duygusuna bu dünya üzerinde de ulaşılabileceğini savunur. Peki ama bunu nasıl yapar?

Nasıl yapabileceğine dair düşünceleri açıklamadan önce sürgünde olma durumu üzerine biraz daha konuşmak istiyorum.
Sürgünde olduğumuza inanmak biraz zor olabilir. Evimiz, sokaklar, okulumuz bir sürgün yeri mi bu durumda? Bilincimizin alışkanlıklarına bağlayabiliriz bu yanılgıyı. Bu yanılgıya dikkat çekmek için bu konuda itirazı olanlara şunu sormak istiyorum. Madem ki sürgünde değiliz, öyleyse her şeyin yolunda gittiğini düşündüğümüz zamanlarda dahi içimizi bir anda sarıveren hüznümüzü neye bağlıyoruz? Bu diyeceklerim yabancı gelmeyecektir. Yani hepimiz eksik hissederiz, hep kendimizi tamamlamak isteriz. Kimimiz göz dolduran bir kariyerin bunu başaracağını düşünürken, kimimiz aradığı tamamlayıcı özellikleri bir insan tipiyle özdeşleştirir ve o kişiyi bulduğunu düşündüğü anda ona aşık olur. Aynı olguya ait olmalarına rağmen sürgün edilme deyimi bizlere ne kadar yabancıysa aşık olma eylemi de bir o kadar yakındır.

Tasavvufun bu hüzne getirdiği çözüm nedir peki? Madem ki insan her şeyin özü olan bu maneviyatın izlerini sezgilerinde bulur, o halde o manevi özü bulmak ve birlik, tamlık duygusuna ulaşmak için yine sezgilerini kullanmalıdır. Hüznünden, eksikliğinden kurtulmak ancak tamamlanma özlemimizi, yani aşkımızı o büyük maneviyata yöneltmekle mümkün olabilir. Tasavvuf bilginlerindeki Allah aşkı tam olarak budur.

Buraya kadar anlattıklarımız doğu tasavvuf düşüncesinde neredeyse bin yıldır işlenmesine rağmen Batı da bilim ve felsefede birkaç yüzyıldır bu sonuçlara ulaşmaktadır. 18. yy. eleştiri felsefesinin mimarı Kant, numen ile fenomenin (varlığın özü ile varlığın görünüşü, yani algıladığımız yönü) arasına bir çizgi çekmiştir. Dünya olduğu gibi olan her şeydir ancak asla algıladığımız gibi olan her şey değildir. Kant’a göre deneyimlerimizle ve aklımızla ancak o şeylerin görünümlerinin bilgisini elde edebiliriz. Numen’e yani varlığın özüne insan aklı ulaşabilecek yeterlilikte değildir. Kant, bu anlamda akıl ile aklı eleştirmiştir. Mutlak olana, gerçekliğe ise bizim bu konuşmamızda belirttiğimiz haliyle, sezgilerimizle ulaşabiliriz. Aklın ya da zekanın karşısına sezgiyi koyanlar, gerçekliğin doğru bilgisine sezgi ile ulaşabileceğimizi söyleyenler ise Batıda Bergson, doğuda ise Tasavvuf düşünürleri olmuştur. Tasavvufun felsefi olarak önemini ilk defa olarak vurgulayan mutasavvıf düşünür Gazali olarak karşımıza çıkar.
Bu konuşmanın teması, yani bir varlığa bağımlılık, özgürlük tanımımıza aykırı bir düşünce belki. Ancak ne yazık ki deneysel bilimlerin sonuçları ve felsefi sistemlerin birçoğu bunu doğruluyor. Burada Spinoza’yı hatırlıyorum. Ve O’na katılıyorum. Her canlı bu iradenin kendilerine atadığı doğasının emrinde eylemlerini gerçekleştirir. Bir yamaçtan aşağı hızla akan nehir dile gelseydi muhtemelen kendi iradesiyle aktığını iddia ederdi. ancak tek yaptığı yerçekimi kanununa itaat etmektir. Ama biz bir insan olarak daha fazlasını yapabilme yetkinliğine sahibiz. Diğer canlılar gibi yalnızca dış dünyaya içimizi aksettirmenin yanında kendi içimizi de inceleyebilme, daha doğrusu olayların nedenlerini de araştırma imkânımız var. Bu bakımdan özgürlük sanılanın aksine dışa müdahaleyle değil, kendi içimize bakışla, kendi doğamızı keşifle, eylemlerimizi tanımayla, daha tasavvufi bir deyişle özümüze dönmekle mümkün olabilir. Cevap budur işte, kendimizi gerçekleştirmek, dış dünyadan medet ummayı bırakıp kendi içimizde birliğe ulaşmanın yollarını aramak. Dış dünyaya dayanan algılarımızın bize bu konuda çok da yardımcı olduğu söylenemez. Duyularımız bizi daima yanıltır; algılayabildiğimiz sadece sonsuz bir sürecin sonsuz küçüklükte bir parçasıdır. Ne var ki bu süreci kavradık ve bu sürece dahil olabildik mi ancak varlığımızı, dolayısıyla mutlak olanla birliğimizi
hissedebiliriz.

Tasavvuf düşüncesinde insan anlayışını irdelemeye çalıştığım konuşmamı Mevlana’nın felsefesinde aşk, insan ve hoşgörü kavramlarının anlamından söz ederek bitirmek istiyorum.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, en tanınmış eseri olan Mesnevi’sinin ilk on sekiz beytinde daha önce bahsettiğim sürgün ve hasret duygusunun metafizik ağırlığını bizlere hissettirir. O’na göre benliği yenmenin, ruhsal olgunluğa ermenin ve Tanrı katına ulaşmanın en uygun yolu ‘aşk’tır. Çünkü ilahi bir anlamla aşk İnsanın asıl varlığından yani onun gerçek Sevgilisinden ayrı düşmesinin bir sonucu olarak ayrılık acısı çektiğini bize fark ettirir. Fakat mutlak varlık olan Sevgiliye kavuşma ümidi ve onunla bir bütün olma özlemi bu ayrılık acısını mutsuzluk kaynağı olmaktan çıkararak bir teslimiyet coşkusuna dönüştürür. Tanrı’ya duyulan sevgi yaratılmışlar alanının tümüne mal edilmiştir.

Mevlana düşüncesinde aşk, insanın evrendeki varlık konumunun insan tarafından fark edilişidir. Bu anlamda Tanrı’daki kendini arzulayış halinin insandaki yansımasıdır. Tanrı kendi tamlığı içinde kendi kendini aktarırken insan bunun aynası durumundadır. İnsan gerçekteki yokluğu dolayısıyla Asıl varlık’ı yani Tanrı’yı kendi varlık temeli olarak isteyendir. Tanrı bilinmeyi istemekte, insan ise kendi eksikliğinin bilinciyle gerçek varlık olan Tanrı’ya yönelmektedir. Bu diyalektik, evren karşısında olduğu kadar, günlük hayatta sevgi ve dostluk ilişkisi sürdürdüğümüz diğer insanlarla da kademeli olarak aşılarak tekrar edilecektir. Böylelilikle asıl vatan’a yani Tanrı’ya ulaşılacaktır.

Bu nedenle Tanrı’ya duyulan aşk, insanı topluma ve dünyaya ilgisiz kılmaz ve onlardan uzaklaştırmaz. Evren Tanrı kudretinin ortaya çıktığı yer olduğundan buradaki her şey onun adına sevilir, korunur ve öğrenilir.

Kim olursa olsun her insan ilahi özün barınağı konumundadır. Bu nedenle bütün insanları farklılıkları ve seviyeleri nedeni ile ‘öteki’ olarak görmemeli, hoşgörü ve bağışlama düşüncesi ile değerlendirmelidir.
Kaynakça: Tusiad- Felsefe , Ahmet Arslan-Felsefe

PINAR BOZKURT