13 Mart 2008 Perşembe

Acı Yaşamın Ölüme Direnişidir

İlk insan, acının sadece yaşanacak bir şey olduğunu biliyordu.
Bizler ise atalarımızın yaşadıkları acıları tarih olarak kaydettikçe zihinlerimize,
Yeniden yaşama korkusuyla acının en büyüğünü yarattık.
KORKU…
Yığınla kavramı ve oluşumu karıştırdığımız gibi
Duyarsızlaşma ile
Kabullenmeyi de karıştırdık.
Çünkü duyarsızlaşma; istemediğim şeye alışma iken,
Kabullenme, istemediğimin hiç de istenilmeyecek bir şey olmadığını anlamak ve tadını çıkartmaya
Başlamaktı
Aklını kullanarak yaşamayı gereğinden fazla abartan insan,
Yaşamanın tadını çıkarmayı unutmuştu
Çünkü duyarsızlaşmamalıyım derken kabul etmeyi becerememeye başladı.
Başına gelen her şeyi akla uygun hale sokmaya çalıştı.
Uyanlar
Uyduruldu, uymayanlara da
Arkasını döndü.
Bir gün, sırtını döndüğü şeylerin onu bulacağını bilerek
Yine de
Hayallerini harcadı.
Yaşamda kalma gerekliliğimiz kalmadığını düşündüğümüzde, yaşamımızı sürdürebilme gücümüz de azaldı. Enerjimizi düşürdükçe bedenimizin çürümesine izin verdik.


Acılarımızı onaylayabilir miyiz?
Evet
Öfkemiz acımızı çoğalttı.
Ve
Acı hep ölümü hatırlattı.
Ancak
Ölüm hepimizin,
Yaşamak ise sadece cesareti olanlarındı.

Şöyle de düşünülemez miydi?
Acı bana bir hayatım olduğunu anlatmaktaydı…

Pınar Nurhan
http://narkizindefteri.blogspot.com/

11 Mart 2008 Salı

Tarihselliğin Yaratımı

“Bir çağın insanları, başka bir çağın insanları olmadıklarından, Diyojen’in adam bulamamasının nedenin, artık var olmayan bir zamanın insanını kendi çağdaşları arasında araması olduğunu sezecektir.” J.J.Rousseau

Düşünselliği, gerçekliği, taihselliği, irdeleyici ve açıklayıcı bakış açısı ve farkındalığının olması; insanın ‘öteki’ diye adlandırılan, ‘kendi’ dışında kalan insan topluluğunu tanımasını sağlar. ‘öteki’ olan; ‘ben’ kavramı dışında kalan ve ‘ben’in zamansallığını, tarihselliğini, farkındalığını, görüş ve düşüncelerini taşımayan ‘çoğunluk’ olarak açıklanabilir. ‘Ben’ dışındaki çoğunluk, ‘öteki’ veya ötekilerin sağladığı tarihsel sürecin içinde bir yerlerde kendi zamansallığını yaratmaya çalışır. Bu yaratım; farkındalık, özgünlük, özgürlük, çoğu zaman da parrhesiastes olabilmeyi gerektirir. Ancak kendi doğrularını yaratabilen, farkındalığını geliştirebilen, kendi görüşlerini geliştirebilmek için ‘öteki’ne ihtiyacı olduğunu bilebilen biri; kendi tarihselliğini, özgün bir açıklamayla yaratabilir.
Değişim; geçen zaman sayesinde oluşan yeni akımlar, görüşler ve bu görüşlerin kaynağı insan tarafından gerçekleştirilen bir yaratımdır. Değişim her yönlü ele alınabilir. Ülkeler arası değişimden, çağlar arsı değişimden, toplum kökenlerinden süre gelen uygulama ve yaklaşımların değişiminden söz edilebilir. Bu değişimlere ayak uydurmak ise, insanların gerek bireysel gerek toplumsal olarak gerçekleştirdiği en büyük değişim ve farkındalıktır. Ama birey öncelikle; kendisi olarak yarattığı ve ‘öteki’ni etkileyen davranışlarının, zamansallığının yarattığı tarihselliğin içindeki yerinin; farkındalığını ve görüş açısını değiştirebilme yeteneğinin bilincine varmalıdır. Kendini ‘ben’ olarak tanımlarken toplumdaki diğer ‘ben’leri ‘öteki’liğe mahkum ettiğinin, ancak kendi bakış açısını oluşturup, geliştirmeye çalışarak ötekileri etkileyebileceğinin bilincinde olmak değişimi sağlayan insanların öznelliğidir. “İnsan insan için bir Tanrı’dır.” (Spinoza) yaklaşımı bu bağlamda incelendiğinde değişimin kökeninin insan olduğu daha net bir biçimde görülebilir. İnsanların yarattığı değişim herşeyin insan ile başlayıp geliştiğini fark etmesiyle mümkündür. Burada işin içine giren egoizm,narsizm ya da diğer saplantılı davranışlar değişimi yaratmanın temeli olmasa bile yan ögesi olabilir. Çünkü bu bakış açısıyla; kişi sadece kendi değil bütün toplumu etkilemektedir. Kişinin geliştirdiği fikir sadece kendi başına bir bakış açısı oluşturabilmiş gibi görünse bile akan zaman ve ‘öteki’ sayesinde bir akıma dönüşebilir.
‘Öteki’ ve ‘ben’ olarak ele alınabilecek olan insan; tarihsellik yaratan, yaşayış ve oluş için hareket sağlayan, değişim için ‘öteki’ne ya da ‘ben’e ihtiyaç duyan, ‘kendi’ ve ‘öteki’ arasında fikir ayrılığına düşen ya da tersine bir paradoksla ‘öteki’nin yarattığını kendinde bulamayan, özgürlüğünü arayan bu nedenle de değişim yaratandır. Farkındalığıyla, bilinç, düşünce, zeka ve irdeleyici yaklaşımıyla olayları yorumlama, adlandırma, geliştirme, değiştirme ya da oluşturma eylemlerinde bulunabilmesi tarihsel bir süreç yaratmasını sağlamıştır. Bu hareket zamanı oluşturmuş ve insanın ‘tarih’ sürecini irdelemeye başlamasına neden olmuştur. Tarih; çeşitli metaforların bir araya geldiği yanılsamalar, arayış ve beklentiler bütünü olmaktan başka bir anlam içermiyor olsa bile, insan için kendi doğrularını oluşturma rehberi olabilir. Geçmiş insan, günümüzdeki insan ve gelecekte var olacak insan için tarihsellik; gerçeklik sağlamak adına önemlidir.
İnsan çoğu zaman kendi yaratımlarının onaylanıp onaylanmadığını, tarihsel süreç içerisinde yer alıp alamayacağını merak eder. Geleceğe olan bu merakda geçmişiyle ilgilenmesini sağlar.geçmişi için ise ‘öteki’ne ihtiyacı vardır.
Bazen kendini olay ve olgular karşısında narsist ve egoist görebilir, ya da ötekilerin dogmatik yargılarına uymadığı, karşı çıktığı, farkındalığını kullandığı (bunu fark edebildiği), parrhesiastes olmayı başarabildiği için ‘öteki’ tarafından dışlanmışlığa itilebilir. Çünkü nasıl olur da herkes tarafından kabul gören bir ‘doğru’, ‘ben’ tarafından red edilebilir? Bu ‘öteki’ için kabul edilemez bir yaklaşımdır ve böyle düşünen ‘ben’ dışlanmışlığa mahkumdur. Değişim; tarihsellik içerisinde değişik düşünce, fikir, inanç, doğru ve yanlışların, kesinliğini yitiren dogmaların, pasif-aktif, narsist, otomium düşünenlerin, ataerkil toplumların oluşması ya da bu oluşumun kaldırılması, yeni kültürlerin oluşması, değişikliklerin fark edilmesi olarak anlatılabilir. Bütün bu oluşumlar, farklı görüşler, düşünce ve düşünürler, yaratım ve değişimin temelidir. Değişimi fark edenler ve ondan yararlanmaya çalışanlar tarihselliğini de kavramak, anlamak ve fark etmek zorundadırlar. Ancak öncelikle kabul etmek ve onaylama özgürlüğünün dogmatikyargılar nedeniyle elinden alındığı ‘öteki’ tarafından engellendiğini fark eden insan, kendi doğrusunu bütün karşı çıkış ve itirazlara rağmen savunan (parrhesiastes) insanı yani tek başına ‘ben’İ yaratır. ‘Öteki’nin red etmesinin dogmatik sınırlamalar dışında tek nedeni ise; tarihte yakaladığı ve inandığı doğruyu kendi çağında, kendi insanlarında bulamaması, yeni değerlendirmesini ‘yeni’ olarak tarihin tekrarı görmesidir.
Çoğunluğun içinde yer aldığı ve zamanla dogma fikir haline gelen; başta sadece bir kişinin fikri olan akımlar, tarihsel süreç içerisinde değişirkn kimi zaman kendisiyle zıtlık oluşturan aklaşımlar doğurduğu için, ayırt ediciliği ve netliği gittikçe zayıflayan olgular; günümüz insanının ‘aitlik’ duygusunu belli bir kökene oturtamamasına neden olmuştur. “Bir çağın insanları, başka bir çağın insanları olmadıkları için” aitlik duygusunun kökeni net olamamıştır.
Arayış herzaman olacak ve insan hiçbir zaman kendini tamamiyle özgür hissedemeyecektir. Çünkü kendi çağdaşları arsında; geçmişinin ona anlattığı artık var olmayan insan betimlemesini aramaktadır. Oysa geriye sadece manipüle olmuş insan kalıntılarında artan değişik ve özgün olarak bile nitelendirilemeyecek inançlar kalmıştır.
Dilara GÜLVER
11.Türkiye Felsefe Olimpiyatları
Türkiye 19.su

8 Mart 2008 Cumartesi

Kafes


Bu mutlu tutsak benim artık kafeste.
Sezen Aksu

Lazım gelen, yalnız suyun şeklini alacağı bir kap.

Arayışlar sanki avunma, belki sanı belki serap. Mutluluk kafeslerin içinde. Huzur ve zevk, yaradılış ve tatmin kafeslerde nöbetçi. Kim ki onlara söver, bil ki içlerine girmek için can atar. Mutluluğun tutsağı olmak, acının güvercini olmakla kıyas edilse de, neyi değiştirir?

Aşkın kutsallığı, sevişmenin tatmini, mutluluğun karşı konulmazlığı nerdedir bilir misin? Düşüncelerin ucunda.

O ki riyakâr, o ki kaypak, o ki kusurludur, yine de var olmaktan çekinmez. Hangisi düş kendisi de bilmeden iki nehir üstüne koyar acizleri. Birinin ucuna arşa kadar zevk yığar, huriler ve melekler.

Tek şart koşar: Farkında olmayacaksın. Diğer nehri de koşulsuz azaba layık görmüştür. Ruhun eriyene kadar gazap peşini bırakmayacak der o, merhametsiz değildir aslında. Önüne konan tercih midir, mecburiyet mi çok da mühim değil.

Nehirler farklı kıvrılsalar da, denize dökülmeye mahkûmdurlar, aynı acizler gibi. Ben acizsem sen nesin diye sorar bazen, senim derim.

Ukalaların bildik duruşuyla sabitlenir, bakar, yalnız güler.

O güler, ben azap nehrinde ilerlerim.

Cansu Hepçağlayan

DİSTOPYALAR BİZİ ARTIK KORKUTMUYOR !


Düşünen insanlar, içinde yaşadıkları toplumdaki olumsuzluklardan duydukları rahatsızlıklar nedeniyle, iki farklı türde eser üretmişlerdir: Birincisi, nasıl gerçekleşeceği bilinmese de, hiçbir olumsuzluğun olmadığı, olabilecek en mükemmel toplumu anlatan, ideal bir toplumsal düzen kurgusu; ikincisi ise, mevcut olumsuzlukları aratacak kadar kötü, olabileceklerin en kötüsü olarak düşünülen bir toplumsal düzen kurgusu. Bunların birincisine yok ülke anlamında “ütopya”, ikincisine ise, ters ütopya, karşı ütopya anlamında “distopya”, zaman zaman da korku ütopyası denir.
Hem ütopyalar hem de distopyalar mevcut toplumsal sorunlardan kaynaklanırlar ve aslında her ikisi de insanın ideal toplum arayışının bir parçasıdırlar. Ütopyalar , gerçekleşme olasılığı olmasa bile, bize, başka bir yaşamın, daha iyi bir yaşamın olabileceğini düşündürürler ve bu anlamlarıyla var olan toplumsal yaşama yönelik sert bir eleştiridirler; yazıldıkları dönemlerde iktidarları rahatsız etmiş olmalarının nedeni budur. Distopyaların ise, gelecekte bizi bekleyen kötülüklere dikkatimizi çekmek ve bir anlamda bizleri uyarmak gibi bir işlevi vardır. Distopyalar da, içinde yaşanılan topluma karşı bir eleştiridir, önlem alınmazsa toplumun hangi felaketlere doğru sürüklenebileceğinin altının çizilmesidir. Distopyaların, daha kötü yaşam olasılıklarını göstererek bizleri korkutmak ve var olan olumsuz koşullarla barışmamızı; “oh be yine biz iyiyiz, buna da şükür” dememizi sağlamak gibi bir işlevlerinin olduğu söylenebilir. Felaket filmleri ve romanlarının, iktidarlarını “korku” ile perçimleyenler tarafından, ortama sık sık taze “korku”lar salmak için kullanılması bu tezi desteklemektedir.
İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen soğuk savaş yıllarında kaleme alınan önemli distopya örneklerine baktığımızda bu eserlerde ele alınan ve insanlık için temel birer tehlike olarak gösterilen bazı özelliklerin, günümüz koşullarında çok farklı bir anlama büründüklerini, bazı distopya ögelerinin ise gündelik yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olduklarını görmek şaşırtıcıdır. Bu distopyalara bakınca, insan ister istemez; “korkulacak bir şey yok muymuş aslında” diye düşünmekten kendini alamıyor.
Örnek alacağımız bu distopyaların ilki, Aldous Huxley’in 1950 de yazdığı “Cesur Yeni Dünya “ adlı romanıdır. Romanda insanlar birer üretim nesnesidirler. Onlar, kuluçka merkezlerinde üretilirler ve asıl önemlisi üretilmeden önce genleriyle oynanabildiği için cinsiyet, zeka, görünüm bakımından nasıl olacakları önceden belirlenirler. Huxley’in dünyası bugün, o kadar da uzağımızda sayılmaz. Genetik ve klonlama çalışmalarında gelinen noktayı düşünürsek, insanlığın bu noktada, birer can simidi gibi sarıldığı, “etik kurullar ve yasaklamaların” gerekçeleri anlaşılabilir. Cesur Yeni Dünya’nın, “üretilmiş” insanları sürekli “mutluluk hapları” içerler ve uykuları sırasında şartlandırılırlar. Günümüzde her gün artan miktarlarda kimyasalların yaşantımıza girdiğini kimse raddedemez öte yandan her tür şartlandırma için illa da uykuda olmanın gerekmediğini, bu işin uyanıkken, hem de daha etkili yapılabildiğini biliyoruz.
Bir diğer ütopya, ünlü Fransız yönetmen François Truffaut tarafından filmi de çekilen Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” adlı romanı. Bu distopyada anlatılan geleceğin “ilerlemiş” toplumunda, dev ekranlı duvar televizyonları ve aptal televizyon programları bizim için çok çarpıcıdır. 1951 yılında yazılan romanda, yazarın dikkatimizi çekmeye çalıştığı tehlikeler bugün aslında yaşantımızın vazgeçilmez birer parçası durumundadır. Televizyon kanalları çoğaldı önce, bu iyiydi fakat çoğaldıkça aynılaştı, sonra evlerimizdeki televizyon sayısını artırdık, mutfağa da istedik, yatak odasına da…tek televizyonlu ev kalmadı neredeyse. Şimdi ise dev ekranlı duvar televizyonları hızla çoğalıyor. Programların kalitesi ise Fahrenheit’taki düzeyin aynısı. Romanda vurgulanan kitapların itfaiye örgütü tarafından yakılarak yok edilmesi ise, bu konudaki istekliliklerini dile getirmekten çekinmeyen yöneticilere rağmen henüz gerçekleşmedi. Belki yakılmıyor ama kitabın giderek hayatımızdan çıkmakta olduğunu söylemek çok zor olmasa gerek.
George Orwel’in “1984” adlı romanında insanlığın en büyük kabusu olarak anlatılan “büyük abi” tarafından gözetlenme konusu, bugün artık kimseyi rahatsız etmemektedir. Neredeyse bütün yaşam alanlarımıza yerleştirilen kameralarla zaten sürekli olarak gözetlenmekteyiz. Üstelik, ellerimizdeki video kameralar, fotoğraf makinalarıyla biz de sürekli gözetleme halindeyiz. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz, her görüntüyü her anı çoğaltıp yaymak istiyoruz. Çoğalttıkça tüketiyoruz, anlam kayboluyor, dönüp bakmaz oluyoruz.
Hayatımız özel ve saklanması gerektiğini düşündüğümüz alanları vardı ve bu alanlara girilmesi, gözetlenmesi bizi rahatsız ederdi. Şimdi ise durum çok farklı: ya biz saklanacak bir şeyimizin olmadığına karar verdik “Bakın canım, özel ne var ki? Zaten hepimiz aynı şeyleri sevip, aynı yerlerden alışveriş edip aynı şeyleri yiyip içmiyor muyuz, aynı şeyleri düşünmüyor muyuz? Buyrun bakın!” diyoruz, ya da, günümüz dünyasının bize sunduğu çok kısa bir süre için bile olsa bir yıldız gibi parlama şansını kullanmak, farkedilmek istiyoruz, “bana da bakın” diyoruz, bırakın saklanmayı , görünmek için çırpınıyoruz. “Facebook çılgınlığı” denen şey biraz kendi kendimizi soymak değil mi? “ işte ben buradayım, fotoğraflarımla, arkadaşlarımla, katıldığım guruplarımla, işte çırılçıplak karşınızdayım, kime ne yazdığım, nerede olduğum, ne yaptığım, hepsi burada…”
Yevgeni Zamyatin’in “Biz” adlı distopyası ise az bilinir olmasına rağmen aslında söz konusu distopyaların en eskisidir. Özellikle, Orwel’ın “1984” romanının öncüsü olduğu ve totaliter rejim tehlikesine çok önceden dikkat çektiği söylenir. Romanda “ben” “biz” de erimiştir. Duvarlar saydam camdır. Her şey göz önündedir. “Ben” yoktur, “ben”i ifade eden bir şey de yoktur. İnsanlar birer numarayla ifade edilirler. Yukarıda anlatmaya çalıştığım günümüz insanının kendisini şeffaflaştırma istekliliğini düşünürsek, Zamyatin’in korkularını anlamak bizim için, günlüğünü internette “blog” sayfalarında bütün insanların önünde yazan bireyi anlamak da Zamyatin için zor olacak.Annem derdi ki: “Korkan göze çöp düşer”. Distopyalara topluca bakınca annemin söylediğinin doğru olduğunu anlıyorum. Distopyalar bizi korkutmuş ve korktuklarımız gerçek olmuş. Gözümüze çöp düşmüş.

ymb