21 Ocak 2008 Pazartesi

AKILDAN SEZGİYE, MEVLANA’ DAN İNSANA

Şu anda birçoğunuz şimdi anlatacaklarımın hayatımızın içinde yer almayan düşünce yığınlarından oluştuğunu düşünüyor olabilir. Oysa konuşmam tam da bunun tersi olduğunu ispat içindir. Örneğin şimdi hepimiz buradayız; ben konuşuyorum, sizler beni dinliyorsunuz. Kiminiz konuşmamı ilginç bulacak, daha doğrusu ilgisini çektiğini hissedecek ve daha dikkat kesilecek. Kiminiz ise içinde bir sıkıntı duyacak, daha doğrusu sıkıldığını hissedecek ve ona göre farklı şeyler düşünmeye yönelecektir. Yani her biriniz bir şeyler hissedecek ve bu hislerin doğrultusunda düşüncelerini ve takibinde eylemlerini tayin edecek. Hepimizin hislerimize itaatle hareket ettiğimizi anlatmaya çalıştığım küçük bir örnekti bu. Hepimiz dışımızda olanlara cevap veren bu hislere göre hareketlerimizi belirliyoruz. Yani varlığımız, benliğimiz -adına ne derseniz- sezgiler yoluyla sürekli bizlere talimatlar veriyor. Bir bakıma sağduyu budur sanıyorum. İçimizde bizlerin mutlak doğru olarak adlandırabileceğimiz o şeye uygun davranmamızı sağlayan bir güç vardır. Sezgilerini yani sağduyularını dinleyen insanların kendileri için en uygun kararları almaları bundandır. Cevap budur. Yani şu anda hissettiğimiz, dolayısıyla hayatımızı belirleyen eylemlerin kaynağı. Evet, aranan cevap bu olmasına budur ama soru nedir?

İşte filozofların binlerce yıldır uğraştığı nokta budur. Aranan tek bir cevap için binlerce soru türetilmiştir. Peki ama meçhul bir sorunun peşinde koşmak yerine bize hazır verilmiş olan cevapla ilgilenmek daha akıllıca değil midir? Felsefe soru sorma sanatıyken cevabı kavrama, kabullenme sanatına ise tasavvuf olgusunda rastlıyoruz ki konuşmam bu ikinci seçenekte yoğunlaşacak.

Entüisyonizme(sezgicilik) ve Tasavvufa göre Varlık kendini düşüncelerde değil, hislerde gösterir. O ancak sezilebilir, bu yolla ayrımına varılabilir, çünkü kendi içinde bir devinimi vardır. Bu yolla kesintisiz bir süreç izlemek zorundadır: gelişir, zayıflar, güçlenir, yok eder ama asla durmaz; kendisini sürdürmek onun en büyük amacıdır. Az önce de belirttiğim gibi hisler, varlığımızın bu bahsettiğim kıpırtılarından başka bir şey değildir ve tesir ettikleri her anı yüksek yoğunlukla kuşatmaları sebebiyle bizim öznel maneviyatımıza has gibi algılasak da bu sezdiklerimiz esasında bütün canlıları kapsayan çok daha büyük bir maneviyatın eseridir. Kutsal kitaplarda Adem’in cennetten kovulup yeryüzüne sürgün edilmesi, insanın görünür dünyada maneviyattan kendini kopmuş hissetmesini temsil eder, yani bir nevi sürgünde olmasını. Tasavvuf bu sürgün düşüncesi üzerine kuruludur diyebiliriz. Aynı bilincinde olmadığımız sonsuzluktan kopup kısa ömrümüzü doldurmaya bu dünyaya gelmemiz gibi sonunda yine o bilinçsiz sonsuzluğa döndüğümüzde bu sürgün son bulacaktır. Tasavvuf düşüncesi bu sürgünün sızısını olabildiğince dindirme üzerine kuruludur ve bu birlik duygusuna bu dünya üzerinde de ulaşılabileceğini savunur. Peki ama bunu nasıl yapar?

Nasıl yapabileceğine dair düşünceleri açıklamadan önce sürgünde olma durumu üzerine biraz daha konuşmak istiyorum.
Sürgünde olduğumuza inanmak biraz zor olabilir. Evimiz, sokaklar, okulumuz bir sürgün yeri mi bu durumda? Bilincimizin alışkanlıklarına bağlayabiliriz bu yanılgıyı. Bu yanılgıya dikkat çekmek için bu konuda itirazı olanlara şunu sormak istiyorum. Madem ki sürgünde değiliz, öyleyse her şeyin yolunda gittiğini düşündüğümüz zamanlarda dahi içimizi bir anda sarıveren hüznümüzü neye bağlıyoruz? Bu diyeceklerim yabancı gelmeyecektir. Yani hepimiz eksik hissederiz, hep kendimizi tamamlamak isteriz. Kimimiz göz dolduran bir kariyerin bunu başaracağını düşünürken, kimimiz aradığı tamamlayıcı özellikleri bir insan tipiyle özdeşleştirir ve o kişiyi bulduğunu düşündüğü anda ona aşık olur. Aynı olguya ait olmalarına rağmen sürgün edilme deyimi bizlere ne kadar yabancıysa aşık olma eylemi de bir o kadar yakındır.

Tasavvufun bu hüzne getirdiği çözüm nedir peki? Madem ki insan her şeyin özü olan bu maneviyatın izlerini sezgilerinde bulur, o halde o manevi özü bulmak ve birlik, tamlık duygusuna ulaşmak için yine sezgilerini kullanmalıdır. Hüznünden, eksikliğinden kurtulmak ancak tamamlanma özlemimizi, yani aşkımızı o büyük maneviyata yöneltmekle mümkün olabilir. Tasavvuf bilginlerindeki Allah aşkı tam olarak budur.

Buraya kadar anlattıklarımız doğu tasavvuf düşüncesinde neredeyse bin yıldır işlenmesine rağmen Batı da bilim ve felsefede birkaç yüzyıldır bu sonuçlara ulaşmaktadır. 18. yy. eleştiri felsefesinin mimarı Kant, numen ile fenomenin (varlığın özü ile varlığın görünüşü, yani algıladığımız yönü) arasına bir çizgi çekmiştir. Dünya olduğu gibi olan her şeydir ancak asla algıladığımız gibi olan her şey değildir. Kant’a göre deneyimlerimizle ve aklımızla ancak o şeylerin görünümlerinin bilgisini elde edebiliriz. Numen’e yani varlığın özüne insan aklı ulaşabilecek yeterlilikte değildir. Kant, bu anlamda akıl ile aklı eleştirmiştir. Mutlak olana, gerçekliğe ise bizim bu konuşmamızda belirttiğimiz haliyle, sezgilerimizle ulaşabiliriz. Aklın ya da zekanın karşısına sezgiyi koyanlar, gerçekliğin doğru bilgisine sezgi ile ulaşabileceğimizi söyleyenler ise Batıda Bergson, doğuda ise Tasavvuf düşünürleri olmuştur. Tasavvufun felsefi olarak önemini ilk defa olarak vurgulayan mutasavvıf düşünür Gazali olarak karşımıza çıkar.
Bu konuşmanın teması, yani bir varlığa bağımlılık, özgürlük tanımımıza aykırı bir düşünce belki. Ancak ne yazık ki deneysel bilimlerin sonuçları ve felsefi sistemlerin birçoğu bunu doğruluyor. Burada Spinoza’yı hatırlıyorum. Ve O’na katılıyorum. Her canlı bu iradenin kendilerine atadığı doğasının emrinde eylemlerini gerçekleştirir. Bir yamaçtan aşağı hızla akan nehir dile gelseydi muhtemelen kendi iradesiyle aktığını iddia ederdi. ancak tek yaptığı yerçekimi kanununa itaat etmektir. Ama biz bir insan olarak daha fazlasını yapabilme yetkinliğine sahibiz. Diğer canlılar gibi yalnızca dış dünyaya içimizi aksettirmenin yanında kendi içimizi de inceleyebilme, daha doğrusu olayların nedenlerini de araştırma imkânımız var. Bu bakımdan özgürlük sanılanın aksine dışa müdahaleyle değil, kendi içimize bakışla, kendi doğamızı keşifle, eylemlerimizi tanımayla, daha tasavvufi bir deyişle özümüze dönmekle mümkün olabilir. Cevap budur işte, kendimizi gerçekleştirmek, dış dünyadan medet ummayı bırakıp kendi içimizde birliğe ulaşmanın yollarını aramak. Dış dünyaya dayanan algılarımızın bize bu konuda çok da yardımcı olduğu söylenemez. Duyularımız bizi daima yanıltır; algılayabildiğimiz sadece sonsuz bir sürecin sonsuz küçüklükte bir parçasıdır. Ne var ki bu süreci kavradık ve bu sürece dahil olabildik mi ancak varlığımızı, dolayısıyla mutlak olanla birliğimizi
hissedebiliriz.

Tasavvuf düşüncesinde insan anlayışını irdelemeye çalıştığım konuşmamı Mevlana’nın felsefesinde aşk, insan ve hoşgörü kavramlarının anlamından söz ederek bitirmek istiyorum.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, en tanınmış eseri olan Mesnevi’sinin ilk on sekiz beytinde daha önce bahsettiğim sürgün ve hasret duygusunun metafizik ağırlığını bizlere hissettirir. O’na göre benliği yenmenin, ruhsal olgunluğa ermenin ve Tanrı katına ulaşmanın en uygun yolu ‘aşk’tır. Çünkü ilahi bir anlamla aşk İnsanın asıl varlığından yani onun gerçek Sevgilisinden ayrı düşmesinin bir sonucu olarak ayrılık acısı çektiğini bize fark ettirir. Fakat mutlak varlık olan Sevgiliye kavuşma ümidi ve onunla bir bütün olma özlemi bu ayrılık acısını mutsuzluk kaynağı olmaktan çıkararak bir teslimiyet coşkusuna dönüştürür. Tanrı’ya duyulan sevgi yaratılmışlar alanının tümüne mal edilmiştir.

Mevlana düşüncesinde aşk, insanın evrendeki varlık konumunun insan tarafından fark edilişidir. Bu anlamda Tanrı’daki kendini arzulayış halinin insandaki yansımasıdır. Tanrı kendi tamlığı içinde kendi kendini aktarırken insan bunun aynası durumundadır. İnsan gerçekteki yokluğu dolayısıyla Asıl varlık’ı yani Tanrı’yı kendi varlık temeli olarak isteyendir. Tanrı bilinmeyi istemekte, insan ise kendi eksikliğinin bilinciyle gerçek varlık olan Tanrı’ya yönelmektedir. Bu diyalektik, evren karşısında olduğu kadar, günlük hayatta sevgi ve dostluk ilişkisi sürdürdüğümüz diğer insanlarla da kademeli olarak aşılarak tekrar edilecektir. Böylelilikle asıl vatan’a yani Tanrı’ya ulaşılacaktır.

Bu nedenle Tanrı’ya duyulan aşk, insanı topluma ve dünyaya ilgisiz kılmaz ve onlardan uzaklaştırmaz. Evren Tanrı kudretinin ortaya çıktığı yer olduğundan buradaki her şey onun adına sevilir, korunur ve öğrenilir.

Kim olursa olsun her insan ilahi özün barınağı konumundadır. Bu nedenle bütün insanları farklılıkları ve seviyeleri nedeni ile ‘öteki’ olarak görmemeli, hoşgörü ve bağışlama düşüncesi ile değerlendirmelidir.
Kaynakça: Tusiad- Felsefe , Ahmet Arslan-Felsefe

PINAR BOZKURT