11 Haziran 2018 Pazartesi

Irmak Şıvgın /TED Ankara Koleji/ Ankara



Düşünyaz 5, Final Yazısı

"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant
Bir şeyi anlamak, algılayabilmek için ihtiyacımız olan nedir? Bir nesnenin bilgisine nasıl ulaşılır? Bilgi nereden gelir? Bu sorular felsefenin kafa karıştırıcı, çok cevap aranmış sorularıdır. Bilginin kaynağı ve doğruluğu problemi, bilgiye ulaşmak için akıl yolunu seçenler ve deneylerin bilgiye ışık tutucu olduğunu savunanlar arasında bölünmüştür. Kant'ın kendi felsefesinde bir araya getirdiği bu iki kutuptaki bakış açıları, onda "Deneysiz kavramlar boş, kavramsız deneyler kördür." sözüyle vücut bulmuştur. Onun felsefe görüşüne göre bilgi, akıldaki kategori peteklerinin dünyadan duyu organları vasıtasıyla doldurulması sonucu aklın ve deneyin sentezlenmesiyle oluşur.

Peki gerçekten yeterli midir bu sentez dünyanın, evrenin anlaşılmasında? Bir nesneyi en iyi yaratıcıları anlar aslında... Bir mimar kendi tasarladığı binada yolunu kaybedemez, bir besteci sanatında kullandığı her bir tınıyı, notayı bilir. Bu durumda dünyayı anlamak için onu yaratmak mı gerekir? İnsani bilgeliğin doğasına ulaşmak isteyen Augustinus “İnanmadıkça anlamayacaksın!”sözüyle açıklamıştır bu isteği gerçekleştirmenin yöntemini. Ona göre bilmek için önce bilinmek istenene inanmak gereklidir: fides quaerens intellectum. Bu ifadeyle söylendiği gibi aklı arayan iman vardır; iman gerçeklerin bilgisini göstermek için akla ihtiyaç duyar. O zaman, aklı terbiye eden imanın nesnesi hakikattır. Bu önermeler sonucunda Augustinus Tanrı'nın varlıkla özdeşleşmiş olduğu kanısına varmıştır. Kısacası varlıkların bilgisi kendi yaratıcıları olan Tanrı'da, Tanrı da varlıklarda bulunmaktadır. Tanrı, yarattığı için dünyanın bilgisine sahiptir.Yaratmak ve bilmek arasındaki bağı "Eğer kafanda bir dünya yaratsaydın onun hakimi sen olurdun" sözüyle "Solipsizm" yazısında çok iyi özetlemiştir Nazım Naçok. Bunlardan yola çıkarak yaratıcının, kendi yarattığı nesneyi bilmeme şansının olmadığı kanısına varabiliriz.

Tanrı'nın varlıklarla iç içe geçmiş olma durumunu inceler ve bu iç içelikten doğan yaratanın yarattığını bilmesi durumunu tartışırken, yaratan ve yaratılan arasındaki bağ oldukça önem kazanır. Ki bu inkar edilemez bağ Spinoza'nın felsefesinde de kendini gösterir: Natura naturata ve natura naturans birbirine denktir. Panteist görüşten yola çıkılarak bir insanın içinde bir evrenin saklı olduğu ve evrenin bilgisinin de dolayısıyla insanın içinde gömülü olduğu çıkarımı yapılabilir. "Ben, evren kadar atomdan oluşan ve evrende bir atom kadar olanım!" diyen Richard Feynman da dünya ile insanın iç içe geçmişliğini, karşılıklı tutulan aynalarda oluşan sonsuz görüntüler gibi insan ve dünyanın sürekli birbirlerinin nedenini ve içeriğini(bilgisini) oluşturmalarını anlatmıştır sözüyle. Aslında hepimiz evren kadar küçücük parçalardan oluşmakta olduğumuza göre, dünyayla yapı taşımız da aynıysa neden dünyayı anlamak için onu yaratmaya ihtiyacımız vardır? Bu sorunun cevabı, kuantum mekaniğinin işleyişinde yatmaktadır: Evreni, dünyayı, dolayısıyla biz insanları yaratan binlerce atom altı parçacık, kendi içlerinde belirsizlik üzerine kurulu bir evrende etkileşmektedirler. Muon, pion, kaon, elektron, nötron, proton, kuarklar, leptonlar, hadronlar, anti parçacıklar...Hepsi Heisenberg'in belirsizlik ilkesine göre neye nasıl tepki vereceği belirsiz afacan çocuklara benzerler. Nasıl çocuklar gözetim altındayken(annenin yanındayken mesela) farklı, tek başınayken farklı davranırlarsa atom altı parçacıklar da gözlemci yokken süperpozisyon adıyla anılan, farklı kimlikleri aynı anda içinde barındıran bir haldeyken gözlemlendikleri sırada bu kimliklerden herhangi birine bürünürler. Bu durumları mühendisler tarafından teknolojinin geliştirilmesinde ve kuantum bilgisayarlarının icadında kullanılmıştır. Bu kuantumsal hadisede bizim için önemli olan, dünyanın ve insanların yapı taşları olan evren kadar atomun içindeki evren kadar atom altı parçacığın her an her şekilde davranmaya hazır olduğunu benimseyebilmek ve bu belirsizliği anlayabilmektir: Bir parçacığın hızını ve konumunu aynı anda bilebilmemize engel olan Heisenberg belirsizliği, bu bilgi eksiliğinden dolayı parçacıkların davranışını kestirebilmemizi de güçleştirir ve farklı kişilik/davranış kombinasyonları nedeniyle aynı maddeden yapılan nesne ve canlıların bile evren kadar farklı olasılıkta farklı özelliklere bürünmesini gerektirir. Başka bir deyişle, tek bir insanın içerdiği evren kadar atom, tek bir atomun içerdiği evren kadar parçacık sürekli kişilik değiştirme eğilimindeyken o biricik insan da sürekli farklı özellikler alır, bambaşka kişilik maskeleri takar yüzüne. Sonuçta bin bir farklı özellik alabilen dünyanın, onunla köken olarak eş olan ve yine bin bir farklı hali benliğinde barındıran insanlar tarafından, sırf aynı yapı taşlarından oluştukları için veya yaratan doğa yaratılan doğaya denk olduğu için anlaşılması, bilinmesi imkansızdır.

Hepimiz(hem insanlar hem de dünya) içimizde Spinoza'nın bakış açısından yaratıcıyı(kuantum görüşünü de göz önünde bulundurursak bu yaratıcı yapı taşlarımız olan atomlar ve atom altı parçacıklar olarak da anlaşılabilir) bulundurmamıza rağmen belirsizlik ve değişkenlik nedeniyle dünyanın bilgisine ulaşmakta zorluk çekiyorsak ve daha önceden açıklandığı gibi yaratanın yarattığının bilgisine sahip olduğunun farkındaysak, kendi kendimizi yaratarak içimizdeki dünya yansımasını da tekrar yaratabilir ve dünyanın bilgisine böylece ulaşabiliriz belki de. Kant'ın yukarıdaki sözü de bu yöndedir zaten: Dünyanın bir kişinin kendi içinde kendisi tarafından yeniden yaratılması, kişinin kendi içinde zaten mevcut olan dünyayı yeniden düzenlemesi yani kendini yeniden yaratması değil midir?

Peki bir insan kendini nasıl yaratabilir? Liberteryanler gibi evrenin indeterministik olduğunu varsayarsak, öncelikle toplum her türlü baskıyı, engeli kaldırmalıdır ki insan özgür olsun. İndeterministler gibi düşünüyorsak eğer, o durumda insanın her şeye rağmen özgür olduğunu ve bunun sorumluluğunu taşıması gerektiğini söyleyebiliriz. Kant gibi otodeterminizmciysek, insanın kendisine dayatılan ahlak yasalarını kendine uyarlayarak özgürlüğünü yarattığını savunabiliriz. Her şekilde açıktır ki, insanın kendisini yaratabilmesi için özgürlük ortamına ihtiyacı vardır. İkincil şartsa, Nietzche'nin köle ahlakından sıyrılıp efendi ahlakına geçebilmektir bence. Deve insan ve aslan insan gibi başkalarının piyonu olan kölelikten çıkış için en önemli atılım, çocukluk köprüsüne adım atabilmektir. Ne zaman ki sorgulama gücü sayesinde anarşist evreye girer ve dayatılan bütün kuralları yıkarız, o zaman kendimizi yeniden yaratmış oluruz; kendi kurallarına göre yaşayabilen, kendisinin efendisi olmuş üst insanızdır artık. Bu yol, bu geçişler robotluktan insanlığa geçiş gibi, bir kuklanın kendi oyununda(kendi hayatında) başkaları tarafından kontrol edilmesindense ipleri eline alıp kendi kendini yönetmesi gibidir. Westworld dizisindeki otomatik piyano, deve insana benzetilebilir örneğin. Her ne kadar tuşlarına dokunuluyormuş, kendi kendini çalıyormuş illüzyonu yaratsa da aslında kendisine kodlarla kaydedilen parçayı oynatabilmektedir sadece, bir kasetçalar gibi. Onun kendini çalabilme yetisine sahip olduğu sadece bir yanılgıdır-günümüzde köle ahlakı yaşayanların çoğunun kendini özgür sanması gibi bir yanılgı- ve bu yeti, bu özgürlük "çocukluk köprüsünde" bir müzisyene dönüştüğünde elde edilecektir. Otomatik piyanonun "üst insan" evresi ise kendi kendini yaratabilen, rüzgarda, ırmaklarda, ağaçların arasında var olabilen müziğe dönüşümüdür. Sonuç olarak, insanın kendini yaratabilmesi, köle ahlakından kaçıp kendi efendisi olma yolunda ilerleyen bir insanın yeterli özgürlük ortamını elde ederek kendi kurallarını belirlemesiyle mümkündür.

Verilen söze geri dönecek olursak, dünyayı bilebilmek için onu kurmamız, bu kuruluşun da kendi içimizde oluşması gerektiği Kant'ın söyleminde açıktır. Yaratıcının kendi yarattığı nesnelerin bilgisine sahip olduğu, Augustinus ve Nazım Naçok örnekleriyle gösterilebilir. Dünyanın bilgisinin, ancak onu yaratarak elde edilebileceğinin kanısına varıldıktan ve içimizde dünyayı barındırdığımızı Spinoza'nın yaratan-yaratılan doğa önermeleriyle ve kuantum mekaniğisayesinde fark ettikten sonra dünyanın yeniden yaratılmasının ve bu sayede bilgisinin açığa çıkarılmasının anahtarının insan, daha doğrusu kendi benliğimiz olduğu aşikardır. 

Düşünyaz 5, 2.Adım Yazısı

“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap
Richard Feynman'ın "Ben evren kadar atomdan oluşan ve evrende bir atom kadar olanım" sözünde belirttiği gibi "hepimiz küçük parçalardan oluşuruz" ve bu minicik yapılar kuantum mekaniği olarak adlandırılan, değişik bir düzen içinde etkileşirler. Doğanın üstüne kurulu olduğu ancak aynı koşullarda bile aynı sonucu vermeyebilen bu karışık düzen, insanların anlamakta zorlandığı bir süreçtir. Evrenin temelini oluşturan süreç olduğu kadar bünyemizde bulundurduğumuz evren kadar atom da bu süreçten etkilenir. Bu nedenledir ki, evreni anlayarak kendimizi, kendimizi anlayarak da evreni özümseyebiliriz. Hepimiz içimizde kendi evrenimizi bulundurduğumuza göre çevremizdekilere ne kadar yabancıysak, bir noktada kendimize de o kadar yabancıyızdır aslında.

Evrenle insanın iç içe olduğu görüşü Spinoza tarafından da desteklenmiştir. Spinozanın yarattığı akıma göre yaratan doğa (natura naturata) ile yaratılan doğa (natura naturans) eşittir. Doğa ile insan iç içe geçmiştir. Karşılıklı tutulan aynalarda oluşan sonsuz sayıda görüntüler gibi doğa ve insan da karşılıklı olarak birbirlerinin hem içeriğini hem de nedenini oluştururlar. Çünkü esasen evrenin de insanın da özü kuantum fizikçilerinin atomaltı parçacıkları olarak adlandırdıkları yapı taşlarıdır. Kuarklar, leptonlar, hadronlar, kaon, muon, pion, nötrino, pozitron ve daha birçok farklı parçacık...Esasen evreni oluşturan parçacıkların bile kendi içlerinde belirsizlik üstüne kurulu bir evrenleri vardır.

Heisenberg'in belirsizlik ilkesine göre atomaltı parçacıklar gözlemlendikleri zaman, gözlemlenmedikleri duruma göre farklı davranışlar sergileyebilmektedir. Gittikçe küçülen ve bilgisayarların bilgisayar olmasını sağlayan mikroçipler kuantum boyutuna yaklaştıkça, bilim insanları ve mühendisler kuantum bilgisayar teknolojisi üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Kübit (kuantum bit) bu teknolojide bilgisayarlarda kullanılan temel bilgi işlemcisidir ve kübitlerin içinde bulunan foton gibi parçacıklar, bu çip tarafından işlemden geçirilmeden önce süper pozisyon adı verilen bir durum sergilerler. Bu durumda olan parçacıklar sonradan elektron geçişine izin veren ve vermeyen olmak üzere iki farklı halde karşımıza çıkabilirler. Süper pozisyon ise bir belirsizlik içerir ve bu iki durumun ikisini de aynı anda bünyesinde bulundurur. Bu kuantumsal fenomeni özetlemek gerekirse, atomaltı parçacıklar dışarıdan gelecek bir etki ile gözlemlenmedikleri veya belli bir işlemden geçirilmedikleri sürece farklı hal olasılıklarını içlerinde bulundururlar ve işlemden geçirilme anında bu kimliklerden birine bürünürler. Kısacası içimizde bulundurduğumuz evren kadar atom ve atomlarımızın içindeki evren kadar atomaltı parçacıklar her an yeni bir kimliğe bürünmeye hazırken, bizim de bürünebileceğimiz evren kadar kimlik ortaya çıkarırlar. Sonuç olarak Spinoza'nın dediği gibi içinde doğayı bulunduran bizler her an maske değiştirmeye hazır parçacıklarımızla doğaya ve başkalarına ne kadar yabancıysak kendimize de o kadar yabancıyızdır.

Montaigne'nin "Bir insanda insanlığın tüm halleri vardır" sözü insanın evrenle iç içe ve aynı zamanda farklı oluşu görüşünü desteklemekle birlikte, yaşamdaki deneyimlerin önemini de vurgular. Sonuçta yaşam bir açıdan kendi içimize yaptığımız bir yolculuktur. Ve bu iç yolculuk bizim kendimizi tanımaya yönelik olmasıyla beraber başkalarını tanıma konusunda da bize bir yol haritası çizer. Ancak kendi içimize, kendi duygularımıza, düşüncelerimize ulaşmak için yaptığımız bu yolculuklar bizi kendimizden veya yolculuğun aldığı doğrultuya göre başkalarından uzaklaştırıcı nitelik taşıyabilir. Albert Camus'nün Yabancı adlı eserinde karşılaştığımız gibi bir bireyin toplum denilen büyük çark sistemine uyum sağlayamaması, kendi benliğini kurtarmak istemesine ve benliğinin özüne ulaşmaya çalışmasına neden olur. Bu öze gidiş, bireyi toplumdan soyutlar ve farklı kılarak topluma yabancılaştırıcı bir özellik gösterir. Biz, başkaları ve doğa olarak bölebileceğimiz üç bileşen, aynı yapı taşlarından-atomaltı parçacıklardan- meydana gelmiş olsalar da bu yapı taşlarının kararsız ve belirsiz doğaları aslında evrenin ve toplumun anlaşılmasında anahtar görevi üstlenebilecek iç yolculuklarımızın (hayattaki deneyimlerimizin) sonucunu ve varacağı noktayı belirsiz kılar. Bu yolculuklar bize evren ve diğerleri hakkında ipuçları sağlayabileceği gibi bizi toplumdan uzaklaştırabilir veya bizi kendimize yaklaştırabileceği gibi benliğimizden uzaklaştırabilir. İnsan dediğimiz aslında, en az kendisi kadar belirsiz davranan evren kadar parçacıktan oluşmuş evrenin ta kendisidir. 

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı
'Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini.” Manly Palmer Hal
Etrafımızdaki dünya gerçekliği oluşturur. İnsanoğlu, en eski uygarlıklardan beri gerçeğin bilgisini elde etmeye çalışmıştır. Elde edilen her bilgi, sahibine bir tür sorumluluk yükler. Örneğin okullarda öğrencilerin yanlış yapması olağan bir durum olarak görülürken, öğretmenler yanlış bir şey söylediğinde bu durum kabul edilemez bir hata olarak değerlendirilir. Septiklere göre de yargı askıya alınmalı yani epokhe yöntemine başvurulmalıdır. Hayatı, topun gelişine göre oynamayı seçen septikler, genel bir yargıda bulunmanın yükleyeceği sorumluluktan kaçmak istemişlerdir. Mesela, "o çok iyi bir çocuktur" yargısında bulunsalardı, sonrasında bu bilgiyi kanıtlamaları, bilginin arkasında durmaları gerekecekti. Ağızdan çıkan yargıların, bu bağlamda insanı tutsak ettiğini, onlara sorumluluk yüklediğini düşünüyorlardı. Sorumluluk yükleme sadece bu bağlamıyla değil, elde edilen bilgilerin sonuçlarının, o bilgiyi elde eden kişiye bağlanması yönüyle de karşımıza çıkar.
İnsan bir bilgi elde ettiğinde aslında eline geçen kapalı bir kutudur. Bu kutunun üstüne bilgiler kaydedilmiştir. Ne var ki kutunun üstünü kaplayan bu bilgilerin insanlığa sunulması ile kutunun içinden çıkabilecek sonuçlar daha da belirsizleşir. Sonuçta insanlar çeşitlidir ve bilgilere her göz atan farklı bir açıdan, farklı motivasyonlarla, farklı amaçlarla yaklaşır kutuya. Aşının ortaya ilk çıkışı, İngiliz bilim adamı Edward Jenner'ın, dönemin en çok korkulan salgını, çiçek hastalığına bir çözüm arayışı içinde olması ile gerçekleşti. Bu, görünüşte faydalı bilgi belki de birçok kişinin hayatını kurtardı, ancak aynı zamanda yeni geliştirilen biyolojik silahların da hedefi oldu. Aşı yapıldığında vücudumuza geçen zayıflatılmış virüsler bağışıklık sistemimizde tepkiye neden olarak, lenfosit grubundan B hücrelerinin , aynı antijenin muhtemel başka bir saldırısına karşı hafıza hücrelerine dönüşmesini tetikler. Bu sayede aynı antijenle ikinci bir karşılaşma yaşandığında, vücudun tepkisi hem daha hızlı hem daha güçlü olur. Aşısını olduğumuz hastalıkları kolay atlatmamızın sebebi de budur. Fakat aynı zamanda, söz konusu olan antijenin modifiye edilerek biyolojik silahlarda kullanılması en çok aşılı bireyleri etkiler. Bunun nedeni, aşılı bireylerde antijene tepkinin çok daha büyük çapta gerçekleşmesi ve biyolojik silahların büyük çapta tepkiye karşı ölümcül sonuçlar yaratacak şekilde tasarlanmasıdır. Bu durumda kutunun içinden çıkan, insanlığın elinde patlayan saatli bir bomba gibidir. İnsanların, etik değerleri hiçe sayarak kendi çıkarlarını gözetmesi, halka yararlı olabilecek bir bilginin kötüye kullanımı ile son bulmuştur. Sizce bu durumda sonucun sorumluluğunun yüklenmesi gereken kişi gerçekten de bilgiyi ilk elde eden İngiliz bilim adamı mıdır?
Böyle durumlara birçok örnek verilebilir. Atomun parçalanabilirliği ve parçalanma durumunda oluşacak enerji değişimleri hakkında öngörüde bulunan Einstein'ın çalışmaları ve bunu takiben atom çekirdeğinin parçalanması gelişmeleri, şüphesiz bugün dünya politikasına yön veren nükleer silah teknolojisine önayak olmuştur. Çekirdeğin fisyonunun bilgisi, kutunun yüzeyinde sunulmuş, kutunun içindense iki farklı sonuç çıkmıştır. Bu sonuçlardan biri yukarıda bahsi geçen, yıkıcı güce sahip nükleer silahlar ve diğeri de enerji üretimi amacıyla kurulan nükleer santrallerdir. Bu bilginin barışçıl amaçlarla ve günlük enerji ihtiyacını yenilenebilir bir kaynakla karşılayabilme hedefiyle işlenmesi enerji santrallerinin yapımını sağlarken; bencil, dünyayı hakimiyet altına almayı gözeten yaklaşım, ölümcül nükleer silahların üretimine neden olmuştur. Aynı kutudan çelişen iki sonucun çıkması, bilgilerin çift yönlü olmasıyla açıklanabilir. Uluğ Nutku'nun sözünde ifade ettiği gibi bilgiler yaşatıcı yahut öldürücü, olumlu ya da olumsuz olabilir.
Herakleitos'a göre çok bilgili olmak akıllı olmak anlamına gelmez. Akıllı kişi bilgiyi işleyebilen ve sonucunu gözden geçirebilendir. İnsanların farklı kullanış amaçlarına göre, içinden farklı sonuçlar çıkan bilgi kutularını yönetebilmektir esas olan. Sonuçta bilgi bilenirse keskin bir bıçak, dizginlenirse faydalı bir uşak olmaz mı? Hegel'in de desteklediği gibi diyalektik düşüncelerin (kavramların karşıtlarıyla var olması) egemen olduğu bu dünyada, bilginin de sonuçları, açıkladığım gibi çelişkili ve farklıdır. Bu nedenle tahmin edilmesi güç sonuçların felaketler yaşanmadan kestirilebilmesi yeteneği bir insanı akıllı kılar.
Bilgiler çeşitlidir ve insanların kullanımına göre her bilgi farklı sonuçlar doğurabilir. Bir bilginin farklı sonuçlara götüren yolları içinde barındırması, bilginin, alıntıda belirtildiği gibi, çift yönlü olmasıyla bağlantılıdır. Farklı uçlardaki sonuçların aynı bilgiden doğabiliyor olması o bilgiyi elinde tutan kişiye büyük bir sorumluluk yükler. Çünkü bilgiye sahip olan her bireyin, olumsuz sonuçlardan ders çıkarma aşamasına gelmeden hatayı fark edip akıllıca hatadan dönebilmesi gerekmektedir. Verilen alıntıda vurgulanan düşünce de budur. 

Hiç yorum yok: