11 Haziran 2018 Pazartesi

Manas Kavaslıoğlu / BTSO Ali Osman Sönmez Sosyal Bilimler Lisesi/ Bursa


Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant
Giriş

Söz konusu bilgi felsefesi olunca bu alanın en büyük sorunsallarından biri bilginin imkanı ve doğasıdır. Gerçeği bilebilir miyiz? Herkesin varlığı konusunda şüphe götürmeksizin uzlaşmada bulunabileceği bir bilgiden söz edebilmek ne kadar mümkündür? Bu tip bir bilginin elde edilmesi nasıl sağlanır? Felsefe gibi refleksif bir disiplin için asırlarca güncelliğini koruyan bu problemlere çok çeşitli yanıtlar da verilmiştir. Burada verilen cevaplar üzerinde durmak yerine ''bilme eylemi'' ve bu eylemin özneyle olan ilişkisini, gerçeklik konusunda edindiğimiz bilgilerin çıkış noktasını irdeleyeceğim.

1.Bilginin İmkanında Öznenin Rölü

İnsanın, elde ettiği bilginin güvenilirliğine ve doğruluğuna karşı duyduğu şüphe noktasında felsefesinin çıkış noktasını ''ben''le başlatan Descartes'den bahsetmek gerekecektir. Bir raddede her şeyden şüphe duymaya başlayan Descartes, varlığından şüphe duymayacağı tek açık-seçik şeyin, var olan diğer tüm objeleri algılayan özne olduğu sonucuna ulaşır. Şüphe ettiğinden şüphe edemez zira sorgulayabiliyordur, şüphe etme yetisi Descartes için emin olabileceği tek açık seçik olgudur. Sorgulayabilen özne olarak kendi var oluşu da şüphe etme yetisinin kaynağı olduğundan ''ben''in varlığı kuşkulanılamayacak tek olgudur. Bu yüzden ''Düşünüyorum öyleyse varım'' sonucuna ulaşmıştır. Bu yargıya şüpheyi bir araç olarak kullanarak ulaşan Descartes, bilginin ne olduğu ve gerçekliği konusunda öznenin rolünü vurgulamaktadır. Elbetteki özneden bağımsız bir şekilde biçim kazanan bir bilgiden söz edilmez fakat varlığından kesin bir şekilde şüphe duyulmayacak bilgilerin elde edilmesinde tamamen insan aklının yaratımı olan soyut sistemler kullanılır: formel bilimler.

2.En Net Bilinen Konusunda Soyutluğun Payı ve Özneyle İlişkisi

2.1. Formel Bilimlerin Soyutluğu

Bilgi türleri arasında nesnelerin var olup olamaması sorusuna ''evet'' diyerek ontolojik bir genel kabulle olgular üzerinden hareket eden sistem ve metotların ürünü olan bilimsel bilgi, insanların nesnel bir şekilde varlığından şüphe edemeyecekleri ve ihtilafın minimalize edildiği tek bilgidir denebilir. Tüm pozitif bilimler içerisinde de teknolojiye ürettiği bilgilerle doğrudan ve en çok katkı yapan fizik bilimi, teknolojiye bu katkısı yüzünden kimsenin solipsizme düşmediği sürece inkar edemeyeceği yegane bilgileri üretmektedir. Pozitif bilimleri fiziğe indirgeyip onun üzerinden hareket etmek istememin sebebi bu alanın kullandığı ve ayrılmaz bir parçası olan matematiktir. Matematik tüm bilimler için bir alfabe niteliğine sahip olmasına rağmen fiziğin matematiği doğayı formüle etmede kullanması onu fizik için daha ayrı ve önemli bir yere koyar, ikisi birbirinden ayrı düşünülemez, Galileo bu konuda ''Tanrının dili matematiktir'' der; Galileo ve onun çağdaşı düşünürler için için matematik ve mantıkla ispat edilemeyen bir düşüncenin sağlam bir altyapısı yoktur, Spinoza'nın Etika eseri bile etikten çok geometrik ispatlamalar ve önermelerle doludur. Mantık ve matematiğin akıl çağı filozofları için önemi biraz da dönemin zihniyetiyle alakalı olsa da fiziğin henüz çok gelişmediği bir dönemde dahi şüphe edilemeyecek en kesin bilgilerin elde edilmesinde büyük bir rol sahip olması aslında insan zihni dışında varlık alanı bulamayan yani özneye doğrudan bağımlı bir kavram için etkileyicidir.

2.1.2.Matematiğin Doğası

Matematiksel sistemleri doğayı modellemek ve olacakları önceden kestirebilmek için kullanırız ve şu ana kadar ulaştığımız uygarlık düzeyi ve bilgi birikimini tüm doğa bilimlerinin ortak dili olan bu alana borçluyuz. Matematiğin bu yazıdaki önemi doğasındaki soyutluktur. Tamamen insan aklının ürünüdür, doğada bir karşılığı yoktur, yine de var olduğundan şüphe edilemeyecek en kesin bilgilerin elde edilmesinde en etkili araçtır. Matematik, kendini ispat ederken bile genel kabullerden ve kendisi gibi formel bir bilim olan mantıktan yararlanır. Yaptığı şey kabaca totolojidir. Buradaki ilginç nokta ise -Descartes'dan hareketle- varlığı en açık seçik olan şeyin insan zihni yani özne olmasına rağmen alıntıdaki yargıyı destekler şekilde fiziksel dünyayı bilmek için icat ettiğimiz aygıtı da kendi içerimizde/zihnimizde kurmuş olmamızdır. Fiziksel dünyayı bilmede ideal bilimlerin etkisinden bahsettikten sonra aslında var olmayan ama herkes tarafından bilinen bir başka kavram olan ''kurgusal gerçeklikten''den bahsedeceğim.

2.2.Kurgusal Gerçeklik

Yuval Noah Harari'ye göre iki temel gerçeklik mevcuttur: Tüm hayvanlar ve bizim içinde geçerli olan; dağlar, nehirler, ormanlar ve fiziksel doğayı içeren ''materyal gerçeklik'' ve yine formel bilimler gibi insan zihni dışında varlık alanı olmayan ve şirketler, devletler, dinler gibi unsurları içine alan ''kurgusal gerçeklik''tir. Fiziksel doğa dışında bizim zihinlerimizde varlığını sürdüren ve aslında herkesin inandığı birer yalandan ibaret olan bir başka dünya daha mevcuttur: ekonomi, siyaset ve eğitim bu dünyanın yapı taşlarıdır. Normal şartlarda hiçbir anlam ifade etmeyen bu unsurlar bizim her gün içerisinde yaşadığımız ve ''dünya'' denilince aklımıza gelen ilk dünyayı/ortamı oluşturur. Gündelik yaşantımız içerisinde var olduğundan kuşku duymadığımız bu ''uydurma dünya''yı da formel bilimler gibi çıkış noktası ''özne'' olan bir yapı üzerine inşa ederiz. Bu gerçekliğin var olduğu bilgisi herkes tarafından kabul edilir. Çünkü yaşamak için birbirimize duyduğumuz ihtiyaç neticesinde ortaya çıkarttığımız toplumların varlığını devam ettirebilmesi ve sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi gerekir ve toplumların yapısı ne kadar karmaşık hale gelirse uydurduğumuz bu yalanlara inanan özne sayısı o kadar artar, bu durumda da kurgusal gerçeklik var edildiği zihinlerde meşruiyetini sağlamlaştırmış olur.

Sonuç

Yazıda iki farklı gerçeklikten ve bu gerçekliklerden birini -kurgusal gerçekliği- var eden, diğer realiteyi ise onu bilme konusunda tamamen kendi aklıyla oluşturduğu ideal bilimler aracılığıyla fiziksel dünya hakkındaki apaçık bilgileri elde etmede kullanması konusunda öznenin işlevinden ve Descartes'an hareketle insan zihninin her iki realiteyi de bilme konusunda başlangıç noktası olmasının doğal olduğundan bahsetmeye çalıştım. Vardığım sonuç Kant'ın alıntıdaki yargısını destekler nitelikte...Zira bilme ihtiyacıyla oluşturduğumuz araçlar ya da inandığımız yalanların varlık emarelerini ilk gösterdiği yer kendi zihinlerimizdir.

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı
“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap

Bir insanı olduğu şey haline getiren, onu ''o'' yapan nedir? İnsanı, bir birey olarak değerlerini ve normlarını içselleştirdiği toplumun bir parçası olmasının dışında onu kendisi gibi diğer parçalardan farklı kılan şey tarih boyunca çeşitli isimler aldı. Geçmişten beri süregelen bir tartışma olan akıl-sezgi çatışmasına binaen burada ruh ve son zamanlarda bu nosyonun somutlaştırılması amacıyla materyal düzlemde bir karşılığı olarak kullanılmaya başlanan bilinç üzerinden hareket edeceğim. İnsan, doğadaki diğer canlılardan farklı bir özne olarak kendi varlığının farkına vardıktan sonra kendi varoluşundan bağımsız bir nesne olarak bulunan fiziksel çevresini yani doğayı ve henüz nasıl işlediğini tam olarak anlayamadığı kendi tabiatı hakkında çözümleme yapmaya başlamış, daha doğrusu çalışmıştır. Zira Kierkegaard'ın da dediği gibi insan sadece var olan değildir, aynı zamanda kendisini var olan olarak da algılayabilendir.
Uygarlığın gelişiminden itibaren insan tabiatının yapısını belirleyen ve davranışlarını şekillendiren şeyin ne olduğu sorusuna verilen en yaygın cevaplardan biri ''ruh'' olmuştur. Gerek animist ve görece ilkel toplumlarda gerekse de semavi dinler gibi pek çok inanç sisteminde insan, doğa üstü bir öze sahip konumdadır. Bu özün kaynağı çoğu zaman tanrısaldır. Tasavvufta Bir'den taşan alem tanrıyla aynı özü taşır ve O'ndan, yani tek olandan sudur etmiştir. Dolayısıyla mükemmel olanın dimağında ideal bir varlık olarak ilk varoluş emarelerini gösteren ve ''taşma''yla somut olarak yaratılan insanın tabiatı sahip olduğu tanrısal öz olan ruhuna göre biçimlenir. Benzer bir düşünce Mısırlı Hermes Trismegistus'un ezoterik öğretisinde ''fiziki alem aslında süptil alemin bir yansımasıdır'' düşüncesi olarak karşımıza çıkar. Bu fikirlerin felsefedeki en bilindik örneğini ise Platon ''idealar dünyası'' olarak verir. Tasavvuf veya Hermetizm gibi dini bir doktrin olmamakla birlikte Platon'nun geliştirdiği modele göre bir özne olarak insanın algıladığı evren ve içindeki her bir nesne idealar dünyasında karşılığı olan mükemmel varlığın bir yansımasıdır. Buradan çıkarılması gereken sonuç idealar dünyasındaki veya süptil alemdeki asıl varlıklara bağlı olarak yansımaların doğalarında hep mevcut olan ve değiştiremeyecekleri bir öze sahip olduğudur. Sufizmin tasavvur ettiği tanrı mutlak iyi olduğu için insan da buna bağlı olarak doğası gereği iyidir, onu kötülük olarak adlandırdığımız ve bu felsefeye göre iyiliğin yokluğu olarak tanımlanan eylemlerde bulunmaya iten şey nefs olsa da temel fikir insanın Hallac-ı Mansur'un ''En'el Hakk'' yani ''ben Hakk'ım'' dediği zaman anlatmak istediği şey gibi aslında bir zamanlar Elest Bezmi'nde bir olduğu yaratıcıyla aynı -varoluşundan önce- bir öze sahip olduğu ve bu özün insanların kontrolünde olmayıp tabiatlarının bir parçası olarak hep mevcut olduğudur. Dolayısıyla insanlar en temele inildiğinde sahip oldukları öz nedeniyle ortak bir paydada birleşirler, farklılıklar bu düzeyde ortadan kalkar çünkü iradenin dışında kişinin doğasında/fıtratında bulunan değişmez özellikler vardır.
Az önce insanların birbirleri arasındaki farkların insan doğasının en en temeline dini bir yorum çerçevesinde inildiğinde aslında dikkate alınmayacak kadar küçük olduğunu anlatmaya çalıştım; bunu sebebi de başlangıçta bahsettiğim ve insan davranışlarını şekillendiren, fıtratı/tabiatı belirleyen bir ''öz'' olarak ruhun işlevi ve yapısıyla ilgiliydi. Bu bağlamda Montaigne'in alıntısında bahsedilen ''kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar'' insanın doğuştan sahip olduğu öze yabancılaşması olarak yorumlanabilir. Fakat insanın kişiliğini ve farklılığını -hem kendisine hem de başkalarına olan farklılığı- oluşturan şey her zaman ruh gibi doğuştan gelen bir öz olarak kabul edilmemiştir. Kimilerine göre varoluş özden önce gelir.
Varoluşçu felsefeye göre bizi biz yapan ve değiştiremeyeceğimiz bir öz yoktur. ''İnsan ilk önce var olur, ortaya çıkar, sahnede görünür ve ancak ondan sonra kendisini tanımlar'' der Sarte. Özümüzü biz, yaptığımız seçimler aracılığıyla yaratırız. Kısacası birey, olduğu şey yüzünden yaptığı seçimleri yapmamıştır; yaptığı seçimler yüzünden olduğu şey haline gelmiştir. Aksi bir durumda insanın tamamen özgür olamaması gibi bir durum söz konusudur çünkü doğuştan gelen öz seçimleri etkileyecek ve egzistansiyalizme göre değer yaratma yetkinliğine sahip olan insanın iradesine bir zincir vuracaktır. Sartre'a göre insan seçim yapabildiği doğrultuda var olur, birey her gün yaptığı seçimlerle yeni biri haline gelir. Bu yüzdendir ki insan aradan geçen zaman zarfından sonra başka bir ''şey'' haline dönüşmüş ve eski haline yabancılaşmıştır. Bireyin diğer insanlarla arasındaki farkın nicelik olarak büyüklüğü ne olursa olsun bu farklılıktan bireyin kendi varoluşuna karşı yabancılaştığı bir durumda da söz edilebilir.
İnsan tabiatını ve davranışlarını etkileyen bir öz olarak ruh -kavram olarak anlamı yorumlandığı bağlama göre değişmekle berber- sufizm örneğinden hareketle insanların başkalarına ve kendilerine karşı farklılaşmasını herkeste bir olduğu için ortadan kaldırmaktadır denebilir; insan-ı kamilden uzaklaştıkça birey, kendisine ve Bir'den taşan diğer yaratılmışlara yabancılaşır. Bu sonuç alıntıdaki yargıyı destekler bir oksimorondur fakat varılan sonuçtaki çelişki şartlıdır. Zira esasında tüm varoluş bir özden meydana geliyorken insanın kendi doğasında da bulunan bu özden uzaklaşması az önce bahsedilen durumu doğurur. Varoluşçuluk örneğinden hareketle ise herkes, yaptığı seçimler doğrultusunda bir birey/individual olur ve toplumun bir parçası olmanın dışında bağımsız bir var olan haline gelir. Birey o zaman özgündür çünkü diğer insanlardan farklıdır ve bu farklılık zamanla aşılamaz zira birey her yeni bir gün önceki günden farklı biridir artık, bu sayede tek tipleşmenin de önüne geçilmiş olunur. Yazımı burada farklılığın ve özgünlüğün önemini iyi vurguladığını düşündüğüm Foucault'un şu sözleriyle bitirmek istiyorum: ''Bir yerde herkes birbirine benziyorsa orada kimse yok demektir.''

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı
'Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini.” Manly Palmer Hal
İnsanın, içinde bulunduğu ekosistemde kendini diğer canlılardan görece üstün konuma getiren, doğal seleksiyondan izole bir şekilde hayatta kalma savaşı dışında başka şeyleri düşünecek zamanı veren ve kimilerince ilahi bir armağan olan kimilerince körlemesine ilerleyen evrimsel süreçler sonucu oluşan aklı; doğayı kendi çıkarları amacıyla manipüle edebilmesini ve bugüne kadar yaşadığı gezegen üzerinde tanrısal bir etki oluşturabilmesini sağlamıştır. Bilişsel devrim olarak adlandırılan ve taksonomik adıyla homo sapiensin bugün bildiğimiz bilgi ve teknoloji üreten, konuşabilen, kısacası insan denilince akla ilk gelen ''şey''e dönüştüğü ve diğer canlılardan farklı hale geldiği bu dönemden itibaren insan, doğaya ve kozmosa dair her alanda bilgi üretmeye başlamıştır. Uygarlığın emekleme aşamalarında insanlar içinde bulundukları doğayı daha az korkutucu yapmak ve bilinmezliğin beraberinde getirdiği çaresizliğin üstesinden gelebilmek için hem dostu hem hasmı olan doğa hakkında bilgi edinme mecburiyetine girmiştir. Elde ettikleri veri havuzunun onların hayatlarını kolaylaştırıcı ve doğa üzerinde daha kuvvetli etki oluşturacak niteliğe sahip olduğu durumlarda ise insanın ilkel doğası/sürüngen beyni devreye girmiş ve insan, mevzubahis bilgileri bu bilgi havuzunun ona yüklediği sorumlulukları aldırmaksızın, uzun vadede düşünmeksizin kullanmış; bunun sonucunda da tarihte örneği çok olan felaketlerin ya da kara birer leke olarak anılan olayların yaşanmasına sebebiyet vermiştir.
Bilgi üretme eyleminin temel -ve itiraf edilmekten çekinilen- nedenlerinden olan ve insanın hep daha fazlasını isteme arzusunu kamçılayan hırsı ve iştahı uygarlığın yerinde saymasını engellemiş ve statükocu yaklaşımlardan ziyade temel fikri sürekli büyüme olan kapitalizm gibi dinamik sistemlerin oluşmasını sağlamıştır. Schopenhauer'ın da dediği gibi ''Her tatmin edilmiş arzu bir yenisini doğurur.'' Öyle ki sırf bu konuları inceleyen ve doğanın sınırlı kaynaklarıyla insanın sınırsız ihtiyaçlarını maksimum düzeyde karşılamanın yollarını arayan ''ekonomi'' bilimi doğmuştur. Evrenle ilgili ve insanın kendi hakkında edindiği tüm bilgilerin kaba bir biçimde basitliğe indirgendiğinde hayatı kolaylaştırma ve uygarlık gelişiminin devridaimi amacını güttüğü düşünülürse eylemin ereğinden kaynaklanan sorumsuzluğun ortaya çıkması kaçınılmazdır.
İlk olarak bir ''şey'' hakkında elde edinilen bilgi ve bilginin niteliği ne olursa olsun insana yüklediği sorumluluklar ve bazı durumlarda işlevini sorumluluk ihmal edilmediği sürece tam olarak yerine getiremediği bazı durumlar vardır. Birisinin tüm insanlığın bekasına çok idealist ve iyimser amaçlarla elde ettiği bilginin bile -Uluğ Nutku'nun da belirttiği üzere- çok alakasız, olumsuz amaçlar doğrultusunda kullanılabildiği -tarihte de örneklerinin bulunduğu göz önüne alındığında- olmuştur. Yani bilgi, kullanılacağı bağlama göre mutatis mutandis edilebilir. Bunlara birer örnek vermek gerekirse: Çinlilerin keşfettiği ve havai fişek gibi görece masum amaçlarla kullandıkları barutun ateşli silah olarak dünya çapında savaş kavramının anlamını yeniden yazması; tam aksi örnek olarak da bir çekirdek reaksiyonu olan fisyonu kullanarak fikir babında maddeyi enerjiye çeviren atom bombasını yapan Oppenheimer ve onun teorik altyapısını hazırlayan Einstein'nın ürettiği bilginin en başta insan öldürmek gibi amaçlarla kullanılmasına rağmen 1954'te ilk nükleer santral olan Obninsk Santrali'nde insanlığın hizmetine daha olumlu şekilde sokulması örnek verilebilir. Nükleer enerji örneğinden devam etmek gerekirse atomu parçalamak, bir bilgi olarak elde edildiğinde bu bilginin yüklediği sorumlulukları ihmal eden insan için kendi tarihinde kederle anılan olayların yaşanmasına ve yarım yüzyıl boyunca ''Soğuk Savaş'' adı altında milyonlarca insanın kıyamet korkusuyla yaşamasına neden olmuştur. Daha da güncel bir örnek verilirse günümüzde sahip olduğumuz olanaklar ve ulaştığımız refah (!) düzeyinin oluşmasına imkan veren bilgi birikimi, insanın sorumsuzluğu ve uzun vadede düşünememesi yüzünden gezegenin yavaşça ve gün geçtikçe ölmesine neden olmaktadır. Küresel ısınma, hayvan türlerinin kitleler halinde yok oluşu ve insan uygarlığının açgözlü ilerleyişi karşısında tutunamayarak yeryüzünden silinmesi; küresel ekolojik dengenin onarılamaz şekilde hasar alması bu bahsedilen sorumsuzluğun birer sonuçlarıdır.
Giderek üzerinde durulan ve popülaritesi artan genetik mühendisliğini ele alalım. Sağladığı bilgilerle her geçen gün artan insan nüfusunu doyurmaya yetecek besin gereksinimini karşılamaya muvaffak olabilme potansiyeline sahip bir alan olmakla birlikte bu bilgiyi sorumsuzca kullananlar yüzünden GDO'lu (genetiği değiştirilmiş organizma) besinlere zehir gözüyle bakılmaktadır. Haksız da sayılmazlar fakat bu algının oluşmasına genetik biliminin ürettiği bilgiyi sorumsuzca kullanan, yaptıklarının yan etkilerini hesaba katmadan ilkel bir dürtü olarak tanımlanabilecek para hırsına kapılmış gıda endüstrisi neden olur. Bugünkü GDO'lu yiyecek polemiği ve bu teknolojinin eleştirisinin çoğu aslında modern tarım ve gıda takviyemizi kontrol eden şirketlerin iş uygulamasının eleştirisidir der Harari. Genetik biliminin üreteceği bilgi her canlı hakkında olabileceği için şunu da söylemek mümkündür ki dünyadaki yiyecek eksikliğinin giderilmesi amacıyla üretilen bu bilgi havuzunu insan genomunu değiştirmek amacıyla kullanmak ve zaten mevcut olan adaletsizliği daha da büyütüp sınıflar arasındaki uçurumu derinleştirerek eşitsizliği biyolojik düzeye çıkarmak mümkündür. DNA'nın varlığı ve işlevi keşfedildikten sonra bu bilgiyi hangi amaçla kullanacağımız ve kullandığımızda ortaya çıkacak sonuçlar bize yüklenen sorumluluk ekseninde biçim kazanır. Örnekler daha çoğaltılabilir.
İnformasyon çağı olarak andığımız, bilgi ve teknoloji üretiminin ivme kazanarak hızlandığı şu günlerde tarihin olumsuz yönde tekerrür etmemesi ve insan uygarlığının kendi bilgi birikimi altında ezilerek çökmemesi için bilginin kazandırdıklarını kullanma konusunda çok temkinli davranmak zorundayız. Teknolojinin sınırlarını ve insanın bilme serüveninin bir sonu olup olmadığını bilmiyoruz. Teknoloji bizim sonumuz olabilir ya da bizi geçmişte hayal ettiğimiz primitif tanrılar statüsüne çıkarabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta, alıntıda bahsedildiği gibi iş işten geçmeden veya insanın sonuç karşısında aklının başına gelmesinden evvel her sonucun hesaplanarak, ilkel dürtülerin etkisinde kalmadan uzun vadede olacakların düşünülmesi ve ona göre hareket edilmesidir. Bildiğimiz kadarıyla bilgi edinebilme kabiliyetine sahip yegane canlılar olan biz insanlar elimizdeki bu güç konusunda hem kendimize hem de doğaya karşı sorumluyuz.

Hiç yorum yok: