11 Haziran 2018 Pazartesi

Ahmet Uğur Konyalıoğlu /Kabataş Erkek Lisesi / Istanbul/


 Düşünyaz 5, Final Yazısı

"Soruların gücü her zaman yanıtlardan başka bir yerden gelir ve çözülmeye gelmeyen serbest bir zeminin keyfini sürer." Gilles Deleuze

Arayışın Yüceliği Üzerine
Giriş
İnsan, özellikle onun iradesini çok kısıtlı bir alana hapseden Martin Luther'dan sonra hakimiyet iddiasında bulunan özneler(1) tarafından çok daha derinlemesine analiz edilen bir oluşum. Hristiyan tasavvurundaki insan; Tanrı’ya yakın -hatta İsa ile birlikte tanrı- olmaklığıyla diğer tüm varlıkların üstünde bulunan insan, doğa bilimlerinin gelişmesiyle birlikte ciddi bir sorgulamanın eşiğine gelmiştir. Tanrı’nın dünyadaki temsilcisi olan insan gerçekten var oluşların en üstünü müydü? Bu ciddi sorunun sorulduğu sıralarda bir kısım düşünür, insanın nefsaniliği üzerinden onu –yerleşik düşünceye göre- aşağılık bir yapı olarak görülüyordu. Kuşların mevsim geçişlerinde hiçbir yön bulma aygıtı kullanmadan istikametlerini tayin etmesi, Tilkilerin üstü buzla kaplı göllere kulaklarını dayayıp sesi dinlemesi ve böyle ses gelen yerde hareketin de var olduğu çıkarımını yapıp, gölün en sessiz yerinden geçmesi gibi doğanın bazı mükemmeliyetleri, insan karşısına sürülüyordu. Bu türden bir tartışma şüphe yok ki insan aklının öne çıkmasıyla insan lehine çözümlenmiş gözüküyor.
İnsan aklı, yukarıda bahsettiğimiz tartışma ekseninde maddenin acziyetini bir nebze ya da tamamen gideren bir araç olarak görülmüştür. Bu durum da şüphesiz ki insanı yeniden en tepeye yerleştiren ve dolayısıyla doğa sistemini hiyeraşik bir şekilde tasnif edip onu statikleştiren yani durgunlaştıran etkilere sebep olmuştur. Bahsettiğimiz etkilerin olumsuz sonuçları tarih boyunca oldukça fazla konuşuldu. Hatta son yüz yılda bu insancıl felsefi sisteme alternatifler de bulundu. Zaten bizim de bu etkileri mütaala edecek alanımız veya niyetimiz bulunmamaktadır. Onun için bu yazımızda çözüm getiren aklın yerine sorgulayan aklı koyacağız.
Rutin Olana Meyil
Yapılan bir sosyal deneyde katılımcılara bazı tamamlanmamış görseller gösterilmiştir. Ardından gösterilen bu şekillerin ne olduğu sorulmuştur. Resimlerin yarım olmasına rağmen verilen cevapların hemen hemen tamamının birbirleriyle örtüştüğü görüldü. Örneğin onlara bir hayvan hortumu resmi gösterilmiş ve on kişiden dokuzu resmin bir file ait olduğunu söylemişti. Fakat aslında gösterilen bir sivrisinek hortumuydu. Deneyin sonucunda bu yanılgının insanın genellemelere olan yatkınlığı ile alakalı olduğu ifade ediliyordu. Etimoloji bir köstebeğin kazdığı çukura benzer. Açılan tüneller olabildiğine karanlıktır fakat sizin için de en güvenli sığınaklardır. Hakiketen de etimoloji kökenini ve bağlantılarını bilmediğimiz birçok kelimeyle doludur fakat onların mana derinliğine sığınmak bize anlam kurmak için çok sağlam bir zemin sağlamaktadır. İnsanın tarihinden beri sorulan felsefi sorular çok az değişmiştir. Bu durumu Wittgenstein dilin çok az değişmişm olmasına bağlar. Dil bu bakımdan bizim için imkanlarının sonu olmayan bir hazine. Etimoloji ve dilin önemine çektiğimiz bu dikkatten sonra insan kelimesinin kökenine inmek bize incelediğimiz meselede faydalar sağlayacaktır. ‘’İnsan’’ kelimesi ‘’nisyan’’ kelimesiyle kökteştir. Bu durumu Arapça, Farsça, Süryanice, İbranice ve geri kalan tüm Sami dillerinde –ki bunlar kadim dillerdir- görebiliriz. ‘’Nisyan’’ kelimesine daha sonra döneceğiz fakat ona dönebilmek için –aynı Hristiyan teologların Tanrı’nın varlığını onun eserleriyle açıklamaya çalışması gibi- ondan neşet eden bir kelimeye bakalım. Bu kelime ‘’ünsiyettir’’. Lügat anlamı ‘’yakınlık, ahbaplık’’ olan bu kelime içinde ‘’alışma, alışkın olma’’ gibi manaları da içerir. Yukarıda bahsedilen sosyal deneyin bir diğer sağlaması da işte bu ‘’ünsiyet’’ ve ‘’insan’’ ilişkisiyle yapılabir. Genelleme içgüdmüzün arkasında, alışmaya yani rutine meyli olan insan vardır. Bu meyil insanın fikri melekelerinin kullanmasının önüne geçerek üretkenliğini azaltır. Adam Smith de ‘’Milletlerin Zenginliği’’ kitabında bu tehlikeyi görmüştür. Aynı şekilde yine Adam Smith ‘’Ahlaki Duygular Kuramı’’nda ‘’sempati’’ güdüsü için ayrı bir bahis açarak onun insan iradesini ön plana çıkaran ve bu yolla rutini delen ontolojik bir yapısı olduğunu vurgular ve ‘’sempati’’ yi bu şekilde taltif eder. Fikri durgunluk hala daha birçok sosyolog ve filozof tarafından aşılmaya çalışılan bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Her ne kadar Schumpeter’in ortaya attığı ‘’Yaratıcı Yıkım’’ gibi devasa teorilerle bu problem aşılmaya çalışılsa da aslında insanın içindeki ‘’us’’u körelten ve onu ‘’uz’’laşma gibi dar kalıplara sokan durgunluğun çözümü yine insanın içindedir.
Bir Çıkış Noktası Olarak Sorgulama
İnsan, soru soran ve arayan bir varlıktır. Bunu hiçbir diğer canlının yaşayış biçiminin değişmemesine rağmen insanlarınkinin çok farklılaşmasından da anlayabiliriz. Jose Ortega Y Gasset,e göre de ''Kaplan, kaplan olmaktan kurtulamaz, kaplanlıktan çıkamazken, insan sürekli insan olmaktan çıkma tehlikesiyle yaşar...''. Ki dile getirilen bu durum kriz halinin dominacion(2) haline gelmesidir. Bir başka kriz hali ise zihinde cevaplanamayan sorular dolayısıyla söz konusu olabilir. Yine etimolojik bağlantılarla ‘’crisis’e neden olan şey critise’dır.’’ denilebilir. Zihindeki sorular üzerinde ilerleme kaydedilemez ise bir kriz söz konusu olacaktır. Elbetteki sorular sormak insanın sıkışık rutini içinde bir çıkış noktasıdır aynı zamanda. Soru sormak ile krize girmek arasındaki bağıntı ters bir çan eğrisi şeklinde ifade edilebilir. Soruya verilen süre altta ve krizin şiddeti de solda olacak şekilde bir grafik düşünelim. Grafikteki parabolümüz, krizin zirvede olduğu bir noktadan başlar. Çünkü başlangıç noktasında sorulara verilen cevap süresi idealize edilmiş şekilde ‘’0’’ dır ki bu durum sorgulamanın gerçekleşmediği bir durumdur. Soruya verilen süre arttıkça bir yere kadar krizin siddetinde azalma görülür. Fakat daha sonra süre uzadıkça yaşanılacak krizin boyutları yeniden artmaya başlayacaktır. Kriz şiddeti ve sorulara verilen sürelerin değerleri kişiden kişiye değişecektir fakat genel temayül bahsettiğimiz gibi olacaktır. Aristo’nun ‘’düşünen hayvan’’ tanımından hareketler düşünmeyen insan hayvan mesabesindedir. Bu vaziyet krizimizin en şiddetli olduğu iki değerden ilkini oluşturur. Diğer şiddetli tarafı da Gazzali üzerinden çözümlemek mümkündür. Felsefe’ye ne kadar karşı olsa da ondan yoğun şekilde beslenen Gazzali ömrünün 11 senesini inzivada ve varlığın olup olmadığını düşünmek ile geçirmiştir. Kendi ifadeleriyle bu süreç ‘’Allah’ın kalbine indirdiği nur sayesinde’’ son bulmuştur. ‘’Nur’’ gibi felsefe tarihinde oldukça olumlu manalara gelen(3)bir kelimesinin kullanılması aslında uzun bir sorgulamanın yarattığı kriz halini de açıklamaktadır ki bu durum grafiğimizin diğer kriz zirvesine yaklaşmaktadır.
Soru sormanın insanı tüketen durgunluğa karşı bir nefes alma sahası olduğunu vurguladık fakat sorgulamakla alakalı olarak şimdiye kadar hep olumsuz şeylerden bahsettik. Uslubumuz ve takip ettiğimiz yol fazlaca dolambaçlı ve gereksiz olarak görülebilir fakat Gottlob Frege de ‘’Aritmetiğin Temelleri’’ isimli eserinde kendinden önceki aritmetikçilere verdiği ve neredeyse kitabının yarısına bağli cevaptan sonra bunu meselenin ehemmiyetine okuyucuyu ikna etmek için yaptığını söyler. Biz de yazımızın esas bölümüne geçmeden önce Frege’ninkiyle aynı amacı güttüğümüzü belirtelim. Sorgulamanın açık faydasının izahı ters çan eğrimizin orta kısmında düğümlenir. Bu kısım Aristo’nun ‘’Altın Orta’’ kavramına da karşılık gelmektedir ki sorgunun faydasını meydana koyar.
‘’Nisyan’’ kelimesine bu noktada geri dönecek olursak ‘’insan’’ın ‘’nisyan’’ ile bağıntısına bakılarak ‘’İnsan nisyan ile maluldür.’’ vecizesinin doğruluğundan yana hüküm verilecektir. Unutmanın kalıcı olmamasını sağlayan şey ise yeniden sorgulamaktır. Unutan insan ancak yeniden soru sorarak anlam dünyasını genişletebilir ve fikri olgunluğa erişebililir. Bu sorgulama yapılırsa ancak critise’ın crisis’i creation’a evrilebilir. İnsan sadece ‘’yol’’da ‘’ol’’abilir
Creation ile birlikte ‘’Yaratım’’, ‘’Oluşum’’ gibi anlamlara haiz bir diğer kelime Arapça kökenli ‘’neşet’’ kelimesidir. Bu kelimenin içi açıldığında da ‘’neşe’’ kelimesi karşımıza çıkacaktır ki bu yeni kelime ancak sorgulama ile mümkün hale gelen yaratımın sebep olduğu felsefenin etik literatüründeki ‘’mutluluk’’ halini ifade eder. Mutlak yaratmaya sahip olan tek varlık ise Tanrı’dır ki o da bu sebepten mutlak mutluluk haline sahip tek varlık olarak görülür. Dolayısıyla insan durağanlığa yatkınlığı ve mutlak yaratma kudreti olmaması nedeniyle ‘’mutluluğa’’ sahip değildir. Buradan da bizim eksik varlıklar olduğumuz sonucu çıkartılabilir.
‘’Eğer Tanrı tüm hakikati sağ elinde ve hakikat peşinde hiç bitmeyecek mücadeleyi de sol elinde tutsa ve bana seçim yapmam söylense ve ben de tevazu ile sol eli seçip desem ki, ‘’Tanrım, bunu (hakikat arayışını) bana bağışla; mutlak hakikat yalnız sana aittir.’’ ‘’ diyen Gotthold Lessing yukarıda izahına giriştiğimiz gerçeği anlayarak ifade etmiştir. Lessing’den yapılan alıntı da dikkati çeken bir bir nokta ise arayışın hakikat ile karşılaştırılmasıdır ki bu vaziyet arayışa ulu bir mana katar.

Sonuç
Soru sormanın niteliğine yoğunlaşan çalışmamızın ‘’Giriş’’ kısmında sorgulamaya imkan sağlayan aklın öne çıkışına değindik. Bu bölümde Orta Çağın sonlarında geçen felsefi tartışma konusunu hatırlatmaya gayret gösterdik. Ardından ikinci kısımda insanın statik düşünceye olan yatkınlığından bahsedildi ve bu durum bir sorun olarak ele alınarak incelendi. Son kısımda ise soru sorma ile sorun oluşumunun bağıntısına yer verilerek özgün bir grafik tasarlandı. Bu şekilde soru ve cevabın mukayesesi matematiksel bir gösterimle yapılmaya çalışıldı. Yanıta karşılık gelen rutin ile sorgulamaya karşılık gelen arayışın geçiş noktasını teşkil eden bu kısımdan sonra sorgulamanın hayatiyetine yer verilerek onun doğasına değinilmiştir.

Notlar
(1) Bilgiye hakim olmak isteyen filozoflar, insana hakim olmak isteyen devletler vs.
(2) Burada dominacion kelimesi Michel Foucault’nun kullandığı anlamdadır.
(3) Promethe’nin bilgi metaforuyla insanlara bahşettiği, bazı Hristiyan teologlarca Tanrıyla eş değer kabul edilen şey vs. olarak olumlu

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı

Kadınlar yalnızca yaşadıkları eşitsizlikleri yıkmaya ya da hafifletmeye ve kendi yaşamları hakkında özgürce karar verme hakkını elde etmeye çalışmamışlardı, aynı zamanda yeni bir takım sorunları ve yepyeni bir toplumsal-kültürel davranış alanını herkesin gözleri önüne sermişlerdi, öyle ki, günümüz düşünceleri çağdaş dünyayı, kadınların kendi üzerlerine düşünerek söylediklerini ve yaptıklarını temel almadan tanımlayamaz olmuştur.” Alain Touraine , Birlikte Yaşayabilecek miyiz?, YKY
Felsefe-Sanat Tarihi Işığında Kadınlığın Yeri

Hangi kültüre bakarsak bakalım karşımıza insanlığın mükemmellik arayışı çıkacaktır. Yunan medeniyetindeki Promethe figürü, dinlerdeki peygamber portreleri, mitolojilerdeki kusursuz işleyiş aslında hep bu mükemmellik arayışlarının yakarışlarıdır. Birbirleriyle yatay ya da dikey şekilde irtibat kurmuş olan uygarlık kendisine mahsus felsefesiyle ideal düzene ulaşmaya çalışmışlardır. Bu uğraşın önemli kaynaklarından bir tanesi de şüphesiz ki tarih ilmidir. En açıklayıcı ifadelerinden bir tanesini Hegel'in Tarih Felsefesi'nde bulan tarihin bu fonksiyonel işlevi, ''Andre Gide'in de ifade ettiği ''Söylenebilecek her şey söylendi. Fakat kimse dinlemediğine göre, her şeyin tekrar söylenmesi gerek. '' düsturuna yeni bir imkan katar: Sözün kaybolan algılanabilirliğine karşın tarihi bilginin kalıcılığı bizler için söylenen her şeyi yeniden dinlemeyi mümkün kılar. Aristo'nun potansiyelin aktüel olana dönüşme sürecini biyoloji yoluyla anlama çabası da aslında bir bakıma tarih felsefesinin bir parçası sayılabilir. Günümüzdeki değişimlerin kökeni de tüm bu izahlardan sonra geçmişte aranmalıdır.
Daha İsa dünyaya gelmeden önce bugünkü Doğu Avrupa'da yeni bir kusursuzluk arayışı başlamıştı. Yunan karalarındaki bu serüvenin en başında insanlar mitolojik tanrıların uzantıları, onların birer parçası gibiydiler. Kadim olana erişimsizlik, tanrı kusursuzluğuna erişmeye çalışan Yunan insanını, Tanrıları insanlaştırmaya itti. Bu anlayışın yansıması olarak her biri büyük birer şaheser olan insna biçimli heykeller yapıldı. Bu heykellerde kudreti sonsuz tanrılar, aslında acziyeti ortada olan insana dönüşmüştü fakat bu çelişkinin büyüklüğüyle orantılı olarak tanrıların vücutları bir o kadar etkileyici yontulmuştu. Kaslı, büklüm büklüm sakallar ve vücut hatlarına sahip, delici bakışlı, çıplaklıklarıyla kimseye muhtaç olmayan bu heykeller aslında insanlarca ulaşılmak istenen halin taşa işlenmiş şekilleriydi. Belki de tanrıları düşünmenin, onları taşa işlemeye göre zahmeti insanları bu heykellerden daha fazla üretmeye sevk etti. Ancak bu dengesiz durum külli Yunan felsefesini geri dönülmez denilebilecek şekilde maddiyata sevk etti. İşte Platon, tam da burada madde ile miti çatıştırmaktan ziyade barıştıran idealar kuramını ortaya attı. Fakat bu sihirli dokunuş ancak vücudun fedası ile mümkün olabildi ve metafizik alan ruhun bedene üstünlüğü ile fiziksel alana galebe çaldı. Platon'un bu düşünsel devrimi o kadar önemli ve işe yarardı ki etkisini yüzyıllar boyunca sürdürdü.
Ruhun bedene üstünlüğü inancı kendisini Hristiyan teolojiye de aksettirdi. Bu kez de İsa'nın yenik ve çarmıha gerili vücudu karşısında Kutsal Ruhun ebediliği vurgulandı. Artık felsefecilerin yerini din adamları almıştı. Bu yeni dönemin sınırları ''milad'' ile geri döndürülemez şekilde belli edildi. Ruh ve bedene karşı görüşün değişmeden devam etmesine karşı bu yeni din adamları zümresi, belki de sonradanlık bilincinin aşırıcı yanlarının da tesiriyle adeta presokratik döneme lanet ediyordu. Aziz Gil bedeni kendi pisliğinde yuvarlanan bir domuza benzetmiş, Logos’a düşman duygulara sövüp bedenin cezalandırılması gerektiğini söylemişti. Her hakim düşünce gibi Hristiyan felsefesi de kendisini sanata yansıtabilmişti. Hristiyan düşüncenin simge mimari akımlarından olan Gotik, Yunan heykellerinin detaycı, kıvrımlı ve kabartmalı motiflerine karşın taşı bile yok eden bir ustalıkla insanları çizgi gibi düz detaylar ile göğe doğru baktırıyordu. Detaya dair belki tek obje olarak İsa’nın çarmıha gerilmiş vücudu dahi ebediyeti hatırlatarak maddiyatı dumura uğratıyordu. Tüm bu mimari organizasyonun fizik kurallarını zorlar orantısızlığı kökünü de bağlı olduğu felsefenin düşünüşünden alıyordu. Platon’un bedenin ruhu tutsak ettiği ile alakalı görüşlerine rağmen takındığı kabullenici ve itidalli tavıra karşı yeni dönem düşüncesi, giderek aynen presokratik dönemin aşırı maddeciliği gibi içinde birçok aşırılığı barındıran mistisizme kayıyordu.
Yine bu tutarsız vaziyet karşısında insanlar artık Hristiyanlığın karşısındaki antik felsefeye yüzlerini çevirdiler. Rönesans sanatçıları sanatlarını Yunan heykeltıraşlarınınkine benzetti. Ancak Orta Çağ skolastik düşüncesinin karanlığı o kadar kuvvetli idi ki bu kaçış, sanata yansımasına rağmen felsefi alana geçemedi. Sezai Karakoç’un ölü bir medeniyetin yardıma çağırılması olarak değerlendirdiği bu kayış, felsefi dayanaktan yoksun şekilde yerini tekniğin hakimiyetine bıraktı. Doğru olanın felsefi arka plandan yoksun bulunmasının kötülüğünü tekniğin hakim olduğu çağ da fazlasıyla çekmişti. Newtoncu bilimin her şeyi ölçme çabası, Hristiyan dünyanın düz mimari anlayışıyla birleşince ortaya Bauhaus tipi yapılar çıkardı. Estetikten ziyade sayıca daha fazla olan niteliğin öne çıkarttığı nesneler koyu bir indirgemecilikle birlikte ‘’düz’’ lüğü daha yetkin gördü. Ancak bu modern akım da felsefeye dayanmadığı için aşırılığa meyletti. Sonucunda tekniğin verdiği imkanlarla iki dünya savaşı, sayısız katliam ve ölümler peyda oldu. İşte bu duruma tepki veren postmodernite, şimdi karşımızda bin bir türlü farklılık, kıvrım ve detaylarla sanatını, dolayısıyla düşüncesini önümüze sermiş durumda.
Bu uzun felsefi anlatıdan sonra esas meselemiz olan kadınlığın durumuna geçebiliriz.
Tarihin kendi içinde her zaman tutarlı olmuştur. Felsefe ile sanat arasındaki bağı inceledik. Kadınların durumu da şüphesiz ki sanat gibi felsefi düşünüşten etkilenmişti. Yerimiz dar olduğu için fazla ayrıntıya girmeden kadınların tarih içindeki yeri kabaca şu şekilde genellenilebilir: Estetik anlayışta kıvrım ve detay motifinin arttığı dönemler de kadının toplum içerisindeki yeri de iyileşmiştir. Düz ve detaysız planların revaçta olduğu zamanlar da ise kadının yeri görece alçalmıştır. Örneğin sanatta detayın fazla olduğu Antik Yunanlılarda Platon’un Devleti’nde görüleceği üzere kadına erkekle eşit bir statü veriliyordu. Ancak Hristiyan felsefenin egemen olduğu Orta Çağ Avrupa’sında kadının yeri aşağılanmıştır. İncil’de her ne kadar kadın ve erkeğin Mesih önündeki eşitliğine vurgu yapılsa da pratikte, kadına Havva’nın günahı yüklenmiş, kadın şehvetin ve günahın kaynağı sayılarak adeta toplum içtimai hayattan uzaklaştırılmıştır. Bu şartlar altında meydana çıkan göğe doğru dümdüz yükselen sütunlar ve kolonların esas mimari eleman olan Gotik çağın en parlak sanatsal akımı olmuştu. Rönesans ile birlikte kadının yerinde de bir iyileşme olmuştu. Sanatta geri gelen kabartma ve kıvrımlar Hristiyan Gotiğini ve Baroka çevirerek kadınların eski statüsünü kendilerine iade edebilmişti. Ancak yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı bu düşünce kısa zamanda etkisini yitirerek yerini Modern düşünceye bıraktı. Modern düşüncenin simge mimari akımı olan dümdüz cepheleriyle ünlü Bauhaus akımının çıktığı Alman topraklarına mensup Schopenhauer kadınlarla ilgili şunları söyleyecekti: Kadınlar, çocuk ile gerçek anlamda bir insan olan yetişkin erkek arasında bir orta nokta, bir ara aşamadadırlar. Kadınlar bu düşüncede de görüleceği üzere modern dönemde erkeğe göre ikincil bir öneme sahipti. Fakat postmodern dönem kavisli çizgileriyle kadın-erkek eşitliğini savunmaktadır.
Son Söz:Görünen Tehlikeler
Kadınların günümüzde hak ettikleri statüye kavuşmalarından tüm insanlık mutluluk duymalıdırlar. Mutedilin herkes için daha yararlı olacağı ifade ettiğimiz olay örgüsünde de bariz bir şekilde görülecektir. Ancak günümüz postmodern düşüncesi felsefeden uzak bir görüntü arz ederek yeni bir aşırılık tehlikesiyle karşı karşıyadır. Jean Baudrillard’ın da dediği gibi 1960’lardaki cinsel devrim kadın-erkek eşitliği yerine kadın iktidarını yeğ görüyor. Eski devletçi iktidar erkeklikle özdeşleştirilerek kadın üste çıkartılıyor. Üste çıkan kadın ise gün geçtikçe daha da yalnızlaşıyor. Kadına karşı yapılan bu ayrım ve haksızlık aynı zamanda yaşlıların, çocukların ve erkeklerin de biribirinden ayrılmasına ve kopmasına neden oluyor. Kadının yalnızlığı ise onu özgürleştirmekten ziyade onu kendi kendisine mahkum ediyor. 

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı

 “Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir." Zygmunt Bauman
Özgür Eylemin Doğası Üzerine
Bir varlığın fonksiyonel hale gelebilmesi onun yeterince anlaşılmasıyla ilintili bir meseledir. Bu anlaşılma meselesi de tanımlama ile var olabilecek bir durumdur. Tanımlama ise ancak, aynı Hegel'ci diyalektiğin de mantığındaki gibi, o şeyden ayrılmak ile yani antitez ile mümkün olmaktadır. Nitekim, bugün dilimize Fransızcadan geçmiş olan ''obje''nin Latince kelime köküne indiğimiz zaman kelimenin öteleme fiiliyle olan bağlantısı karşımıza çıkacaktır. O halde bir şey var olacaksa ötelenmiş olmaya, yani kendisine göre öteki olana ihtiyaç duyacaktır. Kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan olan tözler, örneğin Tanrı, (eğer özne insan kabul edilecekse) dahi bir ötekiye maddenin fıtratı itibariyle muhtaçtır. Platon'un İdeler Teorisi, Plotinos'un Sudur Düşüncesi gibi mutlak değişmezi en keskin şekilde açıklamaya yetkin ve aklınıza gelebilecek hangi düşünsel akım olursa olsun, bir öteki her zaman mevcut olmak zorundadır. Ötekiyi belirleyecek olan ise akıllı olmasıyla insandır. Immanuel Kant'ın ifadesiyle insan amaç olmaklığı ile muteber bir varlıktır: ''Şimdi diyorum ki; insan ve genel olarak her akıl sahibi varlık, şu veya bu isteme için rastgele kullanılacak sırf bir araç olarak değil, kendisi amaç olarak vardır...''. Görüleceği üzere kozmolojik olarak olduğu gibi felsefi düzeyde de fail olan insandır. Ancak bu felsefik düzen, birçok insan varoluşu bulunmasından dolayı piramidal bir niteliği haiz değildir. En tepede birçok insan, akıl sahibi varlık, bulunmaktadır. Bu durum ise yetkinliği ve eşitliliği ile failler arasında -yani insan ilişkilerinde- özgürlük problemini doğurmaktadır.

İnsan hakları alanıyla ilgili önemli eseleri olan John Stuart Mill'e göre ''Özgürlük adını hak eden tek özgürlük biçimi, diğer insanları kendi doğrularından yoksun bırakmadan ya da onları gerçekleştirmeye çalışmalarını engellemeden, kendi doğrumuzu kendi bildiğimiz yoldan gerçekleştirmektir.''. Dolayısıyla normalliği özgürlüğü ile kaim bir insanın yapabileceklerinin sınırı diğer insanların konumlarıyla doğrudan ilgili gözükmektedir. Onların bir konuma sahip olabilmeleri de ancak var olmalarıyla kabildir. Diğer insanlar bizi özgür davranışların sınırlarında tutar. Onlar olmasa bir insan davranışta bulunsa dahi bir özgürlükten söz edilemeyecektir, çünkü onun özgürlüğünü ölçümleyebilecek bir sınır olmayacaktır. İnsan olmayanların hareketleri ve davranışları için özgürlükten bahsedilemez çünkü onlar böyle bir turnusol kağıdından yoksundurlar. Jose Ortega Y Gasset'in kaleminden aktaracak olursak: '' Kaplan, kaplan olmaktan kurtulamaz, kaplanlıktan çıkamazken, insan sürekli insan olmaktan çıkma tehlikesiyle yaşar...''. Burada söz konusu olan tüm insanlığın bir kişi kalacak surette yok olması değil, insanın diğerlerini unutması ya da onları yok sayması tehlikesidir. Tabii bu tehlikelere bir üçüncüsünü de büyük düşünür Michel Foucault ekler ve der ki: '' Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.''. Bu saydığımız üç halde de çok insanlılıktan bahsedilemez.

Özgürlüğün çoklukla mümkün olduğuna dair saydığımız bu delillere karşın öne sürülebilecek bir aforizma Arthur Sopenhauer'dan gelir: ''Kalbin gerçek, derin barışı ve tüm ruhun huzuru sadece yalnızlıkta bulunur.''. Anlaşıldığı üzere Sopenhauer ''kendini tamamlamış insan modeli''ni ve dolayısıyla özgürlüğü yalnzılıkta yani teklikte görür. Fakat onun uyguladığı da aslında Hegel'in antitez işleminden başka bir şey değildir. Nitekim yalnızlığın olabilmesi için de yalnız olmayana yani kalabalığa ihtiyaç vardır. Yalnızlık kalabalığa mensup olmama durumudur. İnsanın yalnız olduğunu idrak edebilmesi de kalabalığı yani diğer insan(lar)ı tatması, tanımasıyla gerçekleşir. Yalnız kalındığında ise insanın özgür fıtratına uygun olarak yine en az iki insan olmalıdır. Mutlak manada yalnız kalınırsa Gasset'in korktuğu olay meydana gelir: İnsan insan olmaktan çıkar! Bizim, özgürlüğün niteliğiyle alakalı nesir ile ifade ettiğimizi Edip Cansever şöyle nazma işler: Doğanın bana verdiği bu ödülden/ Çıldırıp yitmemek için/ İki insan gibi kaldım/ Birbiriyle konuşan iki insan.

Özgürlüğü tehdit eder, çok insanlılığın olmadığı son bir vaziyeti ise Richard Sennett'in Karakter Aşınması'nda sürekli vurguladığı gibi insan için zaman kavramının bir şekilde -Sennett'in kitabında uzun vadenin ortadan kalkmasıyla- yok olmasıdır. Zamanın önemi geçmişin sınırlarını çizerek geleceğe, yani özgürlüğün temel şartı olan eyleme karar vermesinde yatar. İbn-i Haldun'un sözleriyle: ''Geçmiş geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.''. Dolayısıyla geçmişi de geleceği de ihata eden zaman mefhumu olmadan insan yaşayamaz. Geçmişin önemi ise özgürlüğü temin eden, eyleme karar veren ''düşünce''yi şekillendirmesinden geçer. Düşüncenin doğasında, ise Ursula K. Le Guin'in de ''Mülksüzler'' romanında tasdik ettiği üzere iletilmek vardır. Yine bir öteleme faaliyeti olan iletilme... en az iki kişiye muhtaç iletilme...

Görüleceği üzere tasvir ettiğimiz hangi ortam olursa olsun yalnızlık insanın tabiatına aykırı bir olgudur. Onun tabiata aykırı olması ise özgürlüğü ortadan kaldırmasından geçer onun için diyoruz ki: ''Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir''.

Hiç yorum yok: