11 Haziran 2018 Pazartesi

Sena Demir / Galatasaray Lisesi/ Istanbul/ DüşünYaz 5 Türkiye 3.sü


Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Soruların gücü her zaman yanıtlardan başka bir yerden gelir ve çözülmeye gelmeyen serbest bir zeminin keyfini sürer." Gilles Deleuze

Felsefenin doğumu, dünyanın oluşumunun, insanın dünya üzerindeki amacının, mitlerin sorgulanmasıyla olmuştur. Bu ilk sorgulamalarla doğa incelenmiş, gitgide daha sistematik bir düşünce sistemine evrilen sorular ve cevaplar dizini, tüm dinsel/düşünsel dogmaları sorguya açık hale getirmiştir. Mitlerle cevap verilmiş her soruyu yeniden sorarak, akılcı yollarla yanıtlamaya çalışıldığında felsefe tarih sahnesine çıkmıştır. Felsefenin ilk adımı, soru sormaktır. Soru sorulmadan yanıta ulaşılamaz, soru sorulmadan yeni bilgiler elde edilemez, soru sorulmadan dogmalar yıkılamaz.
Sokrates öncesi felsefecilerin çoğu soru-cevap şeklinde doktrinler oluşturmaya yöneldiler. Evreni, maddeyi, doğanın kanunlarını sorguladılar ve sordukları sorulara hepsi kendi yorumlarıyla yanıt verdiler. Oluşturdukları mantık sistemiyle yanıtlarını desteklediler. Amaçları sorularına yanıt bulmak ve bu yanıtları insanlara empoze etmekti.
Sokrates, felsefeye yeni bir akım getirdi: doktrin oluşturmuyordu. Sorularına kendi yanıt oluşturup bunu insanlara aşılamak yerine insanları yönlendirecek sorular sorarak onların kendi yanıtlarını bulmalarını sağlıyordu. Sorgulayıcı düşünmeyi öğretmeyi amaçlayan Sokrates’in öğrencileri, Sokrates’in yardımıyla kendi içlerindeki yanıta ulaşıyorlardı. Bu durumda Sokrates’in amacı soruların yanıta en doğru biçimde ulaştıracağı soru sorma biçimini bulmak ve bunu insanlara öğretmekti.
Sokrates sonrası filozoflar da kendi doktrinlerini oluşturarak evreni sorgulamaya ve kendi yanıt arayışlarını öğrencilerine öğretmeye devam ettiler. Öğretilerinin temelinde belli soru-cevap ikilileri bulunmaktaydı.
Septikler ise bu öncellerinin ve çağdaşlarının doktrinlerinin hepsine karşı çıktılar. Onlara göre soru-cevap ikililerinin hiçbir anlamı yoktu, çünkü hiçbir şeyin doğruluğu kesin bir biçimde kanıtlanamazdı, bu durumda hani öğretinin yanıtlarının bir diğerinden daha kabul edilesi olduğunu belirlemek imkansızdı. Hiçbir şeyi öncül(premise) olarak almamak, yani hiçbir şeyi doğru varsayarak ilerlememek, bu saf sorgu bazlı düşüncenin yönteminin bir parçasıydı. Septikler, yanıtlardan çok sorulara odaklandılar, çünkü zaten yanıtların hiçbiri doğru değildi. Protagoras’la başlayıp Prryhon’la sistemleşen septisizmin amacı sadece sorgulamaktı.
Descartes şüpheciliği kesin doğru bilgiye ulaşmada bir yol olarak görmüştü: sorgulanamaz olana ulaşana kadar her şey sorgulanmalıydı. Tüm bilgiler sorgulandığında kesin doğruya ulaşılabilirdi. Yani septiklerin “son soru yanıtlansa da şüphe kalacaktır” şeklinde özetlenebilecek öğretisinin zıttı bir sonuca varıyordu.
En çok tanınan ve en fazla nüfuza sahip filozoflardan biri olan Kant’ın bilinemezciliği(agnostizm) de septiklerle paralel gitmiştir. Yeterli veriye sahip olunamadığı için kanıtlanamaz olan varsayımların sadece varsayım olarak kabul edilmesi ve şüphecilikle sorgulanmaya devam edilse bile bir sonuca ulaşmaya çalışılmaması gerekiyordu.
Sonraki dönemlerde nihilizmle yeniden ele alınan şüphe etme durumu, bu dönemde varlıktan şüphe etmeye kadar gitmiş, Descartes’ın ilk prensibini yıkarak insanın kendi varlığından dahi şüphe etmesi gerektiğini, herhangi bir bilginin varlığının Descartes’ın iddiasının aksine hiçbir şekilde kanıtlanamayacağını ve dolayısıyla bilinemeyeceğini, bilinse bile diğer insanlara açıklanamayacağını savunan bir düşünce yapısını temellendirmiştir.
Felsefenin ilk dönemlerinden günümüze kadar geçen sürede, felsefenin amacının ne olduğu her düşünce akımıyla yeniden tanımlandı. Tanımlanan her amaçta, kullanılan yöntem de değişti. Yine de, her yöntemin(tümdengelim, tümevarım vb.) temelinde yatan şey, soru sormaktı. Akımlara bağlı olarak soruların yönelimi ve cevaplanma biçimi değişse de, temel ve ortak olan, soru sorma eylemiydi.
Tüm akımların bulduğu veya bulmadığı, kabul ettiği ya da etmediği yanıtlar sorgulamaya açıktır ve herkes tarafından üzerinde uzlaşılabilir değildir. Soruların doğası ise farklıdır, bir varsayım öne sürmedikleri için doğruluğu, geçerliliği tartışılamaz, çünkü yargı bildirmezler-¬soru ve yanıtların farkının temeli bu gramer kuralında bile görülebilir.
Bu bağlamda, sorular güçlerini sorgulanamaz oluşlarından almaktadır.
Bir diğer durumda ise hatırlamamız gerekir ki sorular yanıtlara göre daha serbesttirler: bir soruya birçok yanıt getirilebilir, bir soru üzerine birçok yargı öne sürülebilir. Yanıtlarsa yargılardan oluştukları için sabittirler, yorumlanabilirler fakat öne sürdükleri tezin yorumlanabilirliğiyle gelen esneklik, sorulara verilebilecek yanıtların özgür evreniyle karşılaştırılamaz. Bir yanıtın yargısı sadece o yanıtı öne süren kişinin düşünce yapısı çerçevesinde yorumlanabilirken öne sürülen soruların her dönemde, her düşüncede yeniden ele alınıp yeni yanıtlara ulaşılabilir.
Kısacası, bir diğer bağlamda, sorular güçlerini serbest olmalarından almaktadırlar.
Ayrıca soruların düşünceyi özgürleştirdiği bir gerçektir. Mitler karşısında ilk sorular sorulmasa, felsefe oluşmayacaktı; sorular kabullenişe karşı çıkmaktan gelmektedir ve mitleri kabul etmemiş ilk filozoflar ilk soruları sorduğundan beri bu başkaldırı devam etmektedir. Yanıtlar ise kabullenişi simgeler, bir yargıya ulaşılmıştır ve kabul edilmiştir. Bu kabullenişin bir kısıtlamaya yol açtığı açıktır, çünkü verilen bir yanıtın kabullenilip içselleştirilmesi durumunda yeniden bir soru sorulana kadar o yargı sabit kalacak, bunun dışındaki yargıların kişi tarafından öne sürülmesini engelleyecektir. Sorular ise özgürleştirir, yanıtların oluşturdukları kalıpları yıkar, onların yeniden gözden geçirilmesine iter. Farklı düşünceler oluşturabilmek sorularla mümkündür.
Yani, sorular bir bakımdan da güçlerini özgürleştirici olmalarından almaktadırlar.
Tavuk-yumurta paradoksuna benzer gibi görülebilecekse de, aslında “sorular yanıt bulabildikleri için mi sorudurlar yoksa soru sorma durumunda yanıt daha sonra mı gelmektedir” sorusu sorulduğunda felsefe tarihi net bir cevap verecektir: hiçbir yanıt beklemeden ve yanıt almamayı kabullenmiş halde soru sormaya devam eden tüm filozoflar sorunun yanıt olmadan da var olabileceğini öne sürecektir. Soruyu yanıt elde etmek için bir araç olarak gören filozoflar varsa da, sorunun varlığınının yanıttan bağımsız olduğu, yanıtın varlığının ise doğrudan soruya bağlı olduğu bir gerçektir. Çünkü yanıt bulabilmek için önce soru sormak gerekmektedir. Bu bağımlılık durumundan dolayı bile soruların ve yanıtların kavramsal farkı gözlemlenebilir: yanıtlar tek başlarına var olamazlar, varlıkları cevapladıkları soruya bağlıdır, dolayısıyla güçlerini sorudan alırlar.
Bu bakış açısıyla incelendiğinde, sorular güçlerini bağımsız olmalarından almaktadırlar.
Sonuç olarak, soru sormak, temel ve ilkel olduğu kadar güçlü bir eylemdir ve her felsefi düşüncenin özünü oluşturmaktadır.

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı

“Kadınlar yalnızca yaşadıkları eşitsizlikleri yıkmaya ya da hafifletmeye ve kendi yaşamları hakkında özgürce karar verme hakkını elde etmeye çalışmamışlardı, aynı zamanda yeni bir takım sorunları ve yepyeni bir toplumsal-kültürel davranış alanını herkesin gözleri önüne sermişlerdi, öyle ki, günümüz düşünceleri çağdaş dünyayı, kadınların kendi üzerlerine düşünerek söylediklerini ve yaptıklarını temel almadan tanımlayamaz olmuştur.” Alain Touraine , Birlikte Yaşayabilecek miyiz?, YKY

Kadının toplumdaki yeri bir zaman diliminden diğerine, kültürden kültüre değişen, tartışmalı olduğu tartışılamaz bir olgudur. Toplumun kelimenin tam anlamıyla yarısını oluşturan bir grubunun pozisyonunun bu derece değişken ve ihtilafa açık durumu modern dünyanın en önemli çatışmalarından biridir. Toplumda hak ettiği yeri alabilmek ve karşı cinsle eşit haklara sahip olabilmek için harekete geçen kadınların başlattığı feminizm hareketi, zaman içerisinde kadın hakları olgusunu aşarak ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığının her türüne, ataerkil toplum değerlerine, tek kelimeyle özetlemek gerekirse eşitsizliğin her tonuna karşı bir tepki haline gelmiştir. Feminizmin dünyayı değiştirdiği su götürmez bir gerçektir.

Tarihte felsefenin, düşünce özgürlüğünün ve demokrasinin doğum yeri sayılan Antik Yunan’da kadın haklarının örnek gösterilecek düzeyde olmadığını söylemek haklı olacaktır. Politikaya katılamayan kadınlar, döneminin en yenilikçi oluşumu olan demokrasiden ve Yunan toplumunun diğer ilerici şartlarından faydalanamıyorlardı. Bunu dönemin toplum yapısının ürünü olan ve o döneme yön veren felsefecilerin bakış açısından yorumladığımızda mantık kurulduğunu görebiliriz: Aristoteles’in Politika’sında da Platon’un Devlet’inde de kadınların erkeklerden daha aşağıda varlıklar olduğunu savunan kısımlar bulunmaktadır.
Antik Çağ filozoflarını aşamayan Orta Çağ görüşü de kadının erkeğin eşiti sayılamayacağını savunur fakat Rönesans sonrası filozoflar yenilikçi ve ilerici görüşler öne sürmüşlerdir. Yeni Çağ filozoflarının toplumun işleyişine dair radikal düşünceleri kadına olan bakış açısına da farklı bir yön öne sürmüştür. Hobbes’un Leviathan’ında kadının erkekle aynı sahiplik ve kontratlara bağlılık şartlarına tabi tutulmasıyla örneklendirebileceğimiz üzere, kadının doğa karşısında erkeğe karşı bir avantaja veya dezavantaja sahip olamayacağı öngörülmüş ve cinsiyete bağlı olmayan toplum-birey tanımları Yeni Çağ felsefesinin eşitlikçi bir yönelimi olduğu çıkarımını getirmiştir.
Yakın Çağ felsefesi ise eski dönemlerle karşılaştırıldığında çok daha net kontrastlara sahiptir: Bir yanda kadını Antik Çağ filozofları gibi sığ düşünceli ve sadece çocuk üretimi için gerekli bir varlık olarak gören Nietzsche(Böyle Buyurdu Zerdüşt’te bu görüşü açık cümlelerle ortaya koymuştur), kadınların arkadaşlığını erkeklere tercih edişini kadınların göze hoş görünmesine bağlayan Sartre, diğer yandaysa kadının toplumdaki yerinin toplumun gelişmişlik düzeyini gösterdiğini savunan Marx ve onun bu görüşünün ilham kaynağı, kadın haklarının geldiği noktanın tüm toplumsal gelişmenin temel prensibi olduğunu öne sürmüş Fourier.
Daha önceki dönemde de kadın haklarını savunan veya karşıt görüş belirten felsefik yorumlar çatışmış olsa da, yakın dönemdeki tartışmaların çok daha keskin olduğu su götürmez bir gerçektir. Kadın haklarının savunulmasının teoriden pratiğe taşınmasıyla önceden farazi yapılan tartışmalar vücuda gelmiş ve kendini toplumun köküne yerleştirmiştir.

Yazının öncesinde de belirtildiği gibi, feminizmin aksiyona dökülüşü sonrasında kapsamı genişlemiş ve kadının toplum içindeki yerine sahip çıkışıyla beraber erkek dünyası aniden kadın görüşünü ciddiye almak zorunda kalmıştır. Bu yeni bakış açısı daha açık fikirli bir dünyanın yolunu döşemiş, bunun ardından gelen çeşitli hareketlerle her seferinde yeni bir dünya görüşü kolektif zihniyet tarafından tanınmıştır. Zincirleme olan bu değişimler, Alain Touraine’in “Birlikte Yaşayabilecek Miyiz?” kitabından alıntıda belirtildiği gibi, kadınların eşitsizliklerden çıkıp bunun ötesine ulaşmıştır. Feminist tarih sayesinde ataerkil toplum tarafından bastırılmış her grup gün yüzüne çıkmış ve çağdaş dünyanın temellerinin önceden düşünüldüğünden çok daha derin ve farklı dallarla uzanan köklerinin göz önüne alınmasıyla günümüz düşüncesi şekil almıştır.
Ataerkil toplumun ötekileştirdiği her bireyin baskılandığı yerden çıkışı feminizm sayesinde olmuştur, bu bireyler geçmiş dönemlerde ten renkleri, cinsiyetleri veya ataerkil normun dışına çıkan özellikleri sebebiyle toplumun alt tabakası olarak görülürken günümüzün feminizmden nasibini almış toplumlarında insan statüleriyle herkesle eşit seviyeye ulaşmışlardır.
Feminizmin öne sürdüğü ataerkil cinsiyet rollerinin kısıtlamalarından kurtulmuş toplum yapısı sayesinde daha özgürlükçü, ilerlemeye açık, bireysel tatmine ve toplumsal huzura yaklaşmayı benim fikrimce daha mümkün kılan uygulanabilir bir toplum düzeni fikri sistemleştirilmiştir. Bu fikri taşıyan insanların öne çıkmak, harekete geçmek ve sesini çıkartmaktan korkmadığı 1997’den bugüne gitgide daha açık bir biçimde görülmüştür, feminist görüş dünyayı değiştirmiştir ve değiştirmeye de devam etmektedir.

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı
“Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir." Zygmunt Bauman

İnsanların bir arada yaşamalarını sağlayan en genel geçer kavram toplum sözleşmesi, yani onların davranışlarını kısıtlayan ve herkes tarafından kabul edilen yasalar bütünüdür. Toplum sözleşmesinin temelinde zorunluluk vardır, bu zorunluluk toplumun bireylerinin birbirlerine karşı sorumluluklarını kapsar. Kısıtlamalar da zorunluluk kavramının bir sonucu olarak karşımıza çıkar, her insanın bir diğerine karşı her davranışı, komünal yaşamın devamlılığı/toplum düzeni zorunluluğundan dolayı kısıtlanır. İnsan davranışına belirli sınırlar çizilmesini gerektiren toplum sözleşmesi, varlığını oluşturan bu kısıtlama temelinden dolayı özgürlük kavramının karşıtı olarak görülür. Peki, toplum sözleşmesinin olmadığı bir durumda, mesela tek insandan ibaret bir dünyada, mutlak özgürlüğe ulaşılabilir mi? Bu özgürlük, şu anki özgürlük tanımımıza ne kadar uyumludur? Özgürlük, kısıtlamalardan bağımsız düşünülebilir mi?
Çıkış noktamda özgürlüğün tanımı, insanın tercih yapma hakkıdır. Yani hak ve özgürlük kavramları modern toplumda birbiriyle iç içe geçmiştir. Bu tercihlerin diğer insanların özgürlüğünü ihlal etmemesi yasalar tarafından güvence altına alınmıştır. Özgürlük çerçevesinde alınan kararların sonuçları da nedensellik bağlamında insanların özgürlüğünün bir parçasıdır ve sorumluluk kavramını oluşturur: bireyler özgürlükleri dahilinde aldıkları her kararın sorumluluğunu üstlenmelidir. Bu durumda özgürlük tanımımızı daha da geliştirerek özgürlüğü insanın tercih yapma ve sonuçlarının sorumluluğunu üstlenme durumu olarak tanımlayabiliriz.
Yasaların bu işlevini göz önüne aldığımızda gerçek bir kısıtlamadan söz edilebilir mi? Diğer insanların haklarını koruma adına kişinin haklarının kısıtlanması, aslında kısıtlanan kişinin de haklarının diğer kişiler tarafından yapılabilecek ihlallere karşı güvende olduğunu gösterir. Yasaların buradaki işlevi, yanlış yapmayı seçen insanların sonuçlarını kabul ederek cezaya tabi tutulması ve toplumsal düzenin, bireylerle beraber, emniyet içerisinde devamlarının sağlanmasıdır. Güvence altındaki bu kısıtlı özgürlük, toplumun bir parçası olan her insan tarafından yeterli bulunmaktadır. Toplum sözleşmesinin kısıtlamalarını kendi için bağlayıcı bulmayan insanlarsa özgürlüklerinin sınırlandırıldığını savunarak karşıt bir ses oluştururlar. Dünya üzerindeki her toplumun birbirinden bağımsız yasal sistemleri olduğu için hangi sistemin daha özgürlükçü olduğunu tartışmak nedensiz olacaktır. Özgürlüğü daha teorik bir kavram olarak alıp kısıtlamalarla olan ilişkisini incelemek Baumant’ın sözünü açıklarken baz olarak alınmalıdır.
Baumant’ın sözüne kısa bir açıklama getirirsek, kişinin tercihlerinin sınırlanmasının onun bu seçimleri yapmasının özgürlük sayılmasının ön koşulu olarak alabiliriz. Kişinin yaptıkları sonuçlara sahip olduğu sürece özgürlük olarak değerlendirilebilir, tek kişiden oluşan bir sistemde kişinin yaptıkları kimseyi etkileyemeyeceği için bir sorumluluktan söz edilemez. Sorumluluk olmadığında özgürlük tanımımın bir kısmı karşılanmadığı için bu durumun özgürlük olmadığını savunabilirim.
Diğer filozofların özgürlük tanımlarıyla giderek de Baumant’ın tezini inceleyebiliriz.
Platon’a göre kişinin kendi yapısını seçme olanağı olarak tanımlanan özgürlük, kişinin seçimlerini ve bunlardan doğan sonuçları kapsar. Yapılan tercihler kadar elde edilen sonuçlar da insan özgürlüğünün kapsamındadır. Dolayısıyla Platon insanların kadercilik anlayışına karşı çıkarak herkesin kendi kişiliğini, yaşamını özgürlüğü sayesinde kendinin belirlediğini savunmuştur. Platon’un ideal devletindeki toplum da özgür iradeleriyle erdemli davranmayı seçen insanlardan oluşur. Bu durumda erdemli insanlar kendi iradeleriyle doğru davranmayı seçecekleri için yasalar bağlamında gerçek bir özgürlük kısıtlaması yoktur.
Aristoteles’in özgürlük tanımıysa Platon’un tanımının biraz daha spesifize bir halidir; Aristoteles’e göre özgürlük insanın bilgi eşliğinde tercihte bulunma gücüdür. Kişinin bilgisi dahilinde olmayan fenomenler onun özgürlüğü kapsamına girmez, yani sonuçlarından dolayı sorumluluk oluşturmaz.
Marx’ın tanımıysa Baumant’ın teziyle direkt ilişkilidir; MArx’a göre özgürlük, bir insanın, öteki insanlarla kömünal ilişkiler içinde kişinin öznesneleştirimini oluşturan arzu, yetenek ve becerilerin somut toplamını belirleyecek şekilde yaşamasıdır. Kişinin kendini gerçekleştirebilmesini toplumla olumlu bir ilişki kurmasıyla mümkün bulan Marx, toplum sözleşmesini kısıtlayıcı bulmaz, aksine kişinin özgürlüğünün arttığını savunur. Ona göre insanın özgür oluşu ancak diğer insanların katılımı ve yardımıyla sağlanabilir. Bu tanımla ilerlediğimizde Baumant’ın tezi doğrulanacaktır, çünkü o da kişinin özgürlüğünün diğer insanların katılımıyla var olduğunu savunmaktadır.
Hobbes’un tanımındaki zorunluluk durumuysa özgürlükle tutarlı bir ters düşme gösterir. Ona göre insan ancak doğal halde, yani doğada tek başındayken özgürdür ve hiçbir toplum sistemi özgürlüğü kısıtlamaz çünkü zaten yasa sistemi özgürlüğün üzerine kurulmamıştır, zorunluluk temellidir. Özgürlüğe bu bakış açısı Baumant’ın tezine ters düşmektedir çünkü zorunluluk ve özgürlüğün birbirinden bağımsız var olabileceğini savunmaktadır; bir yanda doğal durumdaki mutlak özgürlük, diğer yanda toplum sözleşmesini oluşturan mutlak zorunluluk.
yeni bir tanımla ilerlersek, kısıtlamaya tabi tutulmamış bir özgürlük gerçekten özgürlük olarak tanınabilir mi?
Baumant’a göre hayır, çünkü yazının başında da belirttiğim üzere yasalarla kısıtlanan özgürlük kavramı ancak birden fazla insana sahip bir sistemde mümkündür. Baumant insan özgürlüğünü diğer insanların varlığına bağladığı için özgürlük böyle bir kısıtlamaya bağlı tutulmak zorundadır.

Hiç yorum yok: