17 Haziran 2017 Cumartesi

Okyanus Kar Şen / Sainthe Pulcherie Fransız Lisesi / İstanbul / Düşünyaz 4 Türkiye 1.si




Düşünyaz 4 Final Yazısı
"Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir."
Önce Söz Vardı - Denis Diderot
Özgürlük nasıl sağlanır veya sağlanmalı mıdır? Bu soru çok uzun süredir yeryüzündeki hemen herkesin kafasını kurcalıyor. Birinin özgürlüğü diğerleriyle çelişir mi? Eğer çelişirse özgürlük bu çelişkiyi önlemek namına kısıtlanmalı mıdır? Bir çok farklı ekolden filozof bu soruya farklı yanıtlar vermiştir; devletçiler özgürlüklerin çelişkili olduğunu, devlet karşıtlarıysa çelişkili olmadığını ve herkesin özgürlüğünün bir diğerinde onaylanma bulduğunu söylemiştir.
Ancak, toplumsal özgürlükten bahsederken, yalnızca zihnimizin bize gösterdiği yolu kullanabilir miyiz? Muhakkak ki hayır. Toplum bizim zihnimizin işleyişinden bambaşka hareket eder, ve yalnızca kendi zihnimizin mantığını merkez alacak olursak ne doğru bir analizde bulunabilir ne de faydalı öneriler sunabiliriz. Tabi ki çıkarımlarımız kendimize has olacak, ve bir çok durumda düzeltilmesi gerekecektir. Ancak bunun bile olabilmesi için bilimsel verilerden yararlanılarak yeni bir fikir ortaya atılmalıdır. Biz de yazımızda bunu yapmaya çalışacağız ve yazımızı üç bölüme ayıracağız. İlk olarak devletin ne olduğunu irdeleyeceğiz; böylece denetim, düzen ve iktidar kavramlarına dair bir fikir edineceğiz. İkinci bölümde devletin toplumu karşılayıp karşılamadığına göz atacağız. Ve nihayetinde üçüncü bölümde, bu çıkarımlarımızdan yola çıkarak günümüzün bir eleştirisini yapıp çözüm önerilerinde bulunacağız.


Devleti niteleyen, Pierre Clastres'dan alıntı yapacak olursak, "meşru fiziksel şiddet kulanma tekeli"dir. Devlet yapılanması, bu tekel aracılığıyla düzeni ve güvenliği sağladığını iddia eder ve yönettiği toplumun onayını alır. Bu sebeple gerçekte varlığını muhafaza edebilmek için düzenli olarak düşmana ve tehdide ihtiyaç duyduğu söylenebilir. Dolayısıyla devleti Marx gibi "bir geçiş dönemi aygıtı olarak" görmek, başlı başına çelişkilidir; özünde baskı, şiddet ve (bu yazıda değinmeyeceğiz ama) sermayenin kendisini barındıran bir oluşum, nasıl özgürlüğe geçiş döneminde bir aygıt görevi görebilir? az önce sözünü ettiğimiz tehditler arttıkça -ki bireyler arası anlaşmazlıklar çözülmeme riski taşıdıklarından bir tehdit unsuru oluşturabilirler- devlet, bir baba veya Bakunin'in değindiği biçimiyle bir Tanrı rolü üstlenir: Şiddet tekelini -ve beraberinde hukuk, toplumu örgütleme ve sorun çözme yetkisinin tekelini- elinde bulunduran devlet önce kendi halkını acizleştirip, daha sonra karşısında bir kurtarıcı olarak çıkar. Buna en basit örnek, fabrikalarında öz-örgütlenme hakkı devlet tarafından konulan yasalar tarafından sınırlanmış işçilerdir; birbirinden iki farklı ucu temsil eden kapitalist devletlerde de komünist devletlerde de işçilerin örgütlenme ve sendikalanma, diğer bir deyişle denetim dışında öz-örgütlülüklerini sağlayabilme imkanları kısıtlanmıştır(Bkz. Peter Arşinov - "Mahnovşçina" ve Voline - "Rus Devrimleri"). Öyleyse halkın özgürlüğü açısından, komünist devlet modeliyle kapitalist devlet modeli arasında gerçekten bir fark var mıdır?
Bu örnek bizi kritik bir saptama yapmaya itiyor: Devlet (veya başka iktidar çeşitleri), ideolojisi her nasıl olursa olsun, baskıcıdır, ve özü bu baskıya dayanır. Halkın kendi yönetimlerini herhangi bir devlet hiyerarşisine danışmadan veya içine girmeden kurdukları bir devlet örneği verebilir misiniz? Hayır; her devlette bu tür kuruluşlar (dernek, örgüt, vb.) devlet onayına tâbidir. Eğer bu onay alınmayacak olursa bu toplumsal yapılanma (yöntemleri burada tartışmaya açmayacağım) yasadışı ilan edilir, çünkü devletin dışında varolabilecek her türlü yaşam biçimi, onu tehdit eder niteliktedir ve devletin en temel argümanını olumsuzlar: "Devlet olmadan, toplum kaosa sürüklenir".
Oysa durum bunun tersidir: Devlet, toplumsal çatışmaları ve uyuşmazlıkları bastırır, evet. Ancak bu bastırma sorunların çözümünü sağlamaz. Taraflar arasında diyalog kurulmamış, mutabakata varılmamıştır. Onun yerine bu mutabakatı devlet, üçüncü kişi ve tek taraflı olarak, kendi sağlamıştır. Dolayısıyla devletin bastırdığı bu uyuşmazlıklar büyür ve toplum kutuplaşır. Söylememize gerek yok, bu kutuplaşma da devlet tarafından kullanılır; her türlü kutuplaşma yeni bir tehdit unsuru ve kendisine doğan yeni bir ihtiyaç demektir, ve "iktidarlar halkın korkularından beslenirler" (Baruch Spinoza). Bu durumu Anselme Bellegarigue (tek bir kitabı olsa ve bir çok yönüyle eleştirilmesi gerekse de) "iktidar düzensizliktir" sözüyle çok iyi şekilde açıklamıştır.

Peki, bir çoklarının dediği gibi, devlet her toplumda (veya "gelişimini tamamlamış" her toplumda) var mıdır? Gerçekten de Jean Jacques Rousseau'nun ve takipçilerinin söylediği gibi toplumdan "karşılıklı bir sözleşme sonucunda" mı doğmuştur? Ve devletten öncesi yine Rousseau'nun belirttiği gibi "herkesin herkese karşı yürüttüğü sürekli savaştan" mı ibarettir? Eğer durum gerçekten böyleyse bu çıkarımlarımız bizi bir Diyojen olmaya, toplumla olan bağlarımızın çoğunu kesmeye itiyor demektir. Ancak insan toplumsal bir canlı olduğundan, özgürlüğünün de toplumdan ayrı düşünülemeyeceği kanısındayım. Nihayetinde insan her zaman çevresinde yaşananlara tâbidir ve özgürlük, bu yaşananlar üzerinde söz ve eyleme geçme hakkıdır. Öyleyse bize durumun böyle olmadığını söyleyen kaynaklara bakalım.
Kropotkin "Devlet ve Tarihsel Rolü" adlı eserinin ilk sayfalarını Alman Marksist ve Fransız ekolünün devleti toplumla karıştırmasını aydınlatmaya adamıştır. Aslında bu çıkarım hemen her ekolde geçerlidir. Bu tür bir düşünceye göre, uyum içinde yaşayan bir toplum her zaman için hiyerarşik bir devlet yapılanması kurmak zorundadır. Yok eğer kurmadıysa, uyumsuzdur, denetimsizdir, ve dolayısıyla, "gelişimini tamamlamamıştır". Bu tür bir düşünceye en çok etnosantrizmden muzdarip antropolojide rastlıyoruz; ilkel demek devletsiz demektir, bu bir noktada doğrudur, ancak ilkel toplumların toplum oluşturmadığını söylemek çok büyük bir hatadır ve gerçekliği yoktur. Bu noktada Pierre Clastres'ın "Devlete karşı Toplum" adlı eserinden sıklıkla yararlanmak mümkündür, zira bu eserde yazar Güney Amerika ilkel toplumları üzerine bize çok detaylı bir bilgi öbeği sunmuş, ve toplumların toplumsal örgütlenmeden yoksun olmadıklarını, aksine toplumsal örgütlenmelerinin hayli kuvvetli olduğunu kanıtlamıştır. Bu toplumların neden toplumsal olduğunu tekrar kanıtlamaya çalışmayacağız (bu konuyla ayrıca ilgili olanlar Pierre Clastres'ın Devlete Karşı Toplum isimli derleme eserine göz atabilirler), ancak bu toplumsallığın nasıl iktidardan ayrı olarak muhafaza edildiği meselesine değinmemizde fayda var.
Bu toplumlarda "şef", bir yönetici değil, öneri sunan bilge ve savaş komutanı olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir deyişle şefi şef yapan onun otoritesi değil onun teknik yeteneği. Bu teknik yeteneğin otoriteye dönüşmesi toplumun denetleme mekanizmalarıyla engelleniyor. Örneğin, şef saygınlığını korumak ve şef kalmak istiyorsa, toplumu istenmeyen bir savaş yönlendirmeye yelteniyor. Ancak toplum bu çağrılara kulak asmıyor, ve şef savaşta yalnız bırakılıyor. Bu ve benzer şekillerde, şefin toplumun ötesinde var olması ve toplumu kişisel çıkarları için kullanması önleniyor.
Bu durum yalnızca bu kabilelerde değil, dünyanın başka her yerindeki kabilelerde de mevcut. Örneğin, Kropotkin'in başka bir antropologtan aktardığı (ne yazık ki ismini hatırlamıyorum) verilere bakarak, günümüz Cezayir bölgesinde yaşayan Kabiliye toplumlarında hiç bir yönetici olmadığı ve politik meselelerin halk meclisleriyle çözüldüğü görülüyor. Bu tip örnekler çoğaltılabilir, ancak düşünme ve çıkarımda bulunma kısmına geri dönmek istiyorum.
Bu örneklerden görüldüğü üzere devlet, yalnızca belirli toplumlarda ve belirli tarihlerde ortaya çıkmış bir denetim mekanizmasıdır ve toplumu karşılamaz. Herhangi bir Türk vatandaşı, devletinin yaptıklarından sorumlu tutulabilir mi? Cevabımız kesinlikle hayırdır, çünkü bizim için devletin devletin toplumun ötesinde ve üzerinde varolduğu kesin bir gerçektir. Ancak parlementer demokrasi işleri değerlendirilmesi ve anlaşılması daha da zor hale getirmektedir...

Ancak bu değerlendirilmesi ve anlaşılması zor durum içinden çıkılmaz değildir; konuyu aydınlatmak için temsiliyet meselesini incelememiz gereklidir. Yazımızın bu son bölümünde de önce temsiliyeti inceleyecek, mevcut demokrasilerin eleştirisini yapacak, ve güncel ve alternatif bir model ortaya atacağız.
Temsiliyet, birinin kendisini ve kendisinden başkalarını karşılaması, onların sözlerini dile getirmesidir. Tabi ki birilerinin sözünü dile getirmek kolay bir iş değildir, ve herkesin kendi sözünü kendisinin dile getirmesi, büyük ölçeklerde zorlaşmaktadır, dolayısıyla bazı durumlarda gerekli olduğu bile söylenebilir. Ancak bu temsiliyet bir otoriteye yol açtığı anda temsiliyetten çıkar; artık temsil ettiğini söylediği insanların sözlerini aktarmaz, kendi sözlerini onların lehine olduğunu söyleyerek aktarır. Tabi ki bu durum açıkça görülür olduğu takdirde onu bu otorite pozisyonunda tutanların desteğini kaybeder, ve dolayısıyla otoritesini de kaybeder. Nihayetinde otorite halka karşı da olsa ondan onay almak zorundadır.
Ancak bu, Malatesta'nın da gösterdiği gibi, bir döngü oluşturur: Temsilî demokrasilerde temsilci otorite kazanır, otoritesi halkın istek ve çıkarlarıyla kaçınılmaz olarak çelişir ve demokrasinin içinden bir tiranlık doğar, sonrasındaysa bu tiranlık aslında onu doğurmuş olan temsilî demokrasiye özlemi doğurur ve toplum bu temsilî demokrasi için mücadele etmeye başlar. Bu döngüye ve parlementer demokrasinin tiranlığın sebebi, tiranlığınsa parlementer demokrasinin sebebi olmasına rağmen, parlementer demokrasi elbette tiranlığa tercih edilmelidir; parlementer demokraside yasa koyucuların (yani temsilci - yöneticilerin) elleri belirli ölçüde halkın istekleri üzerine konulmuş yasalarla bağlanmıştır. Bu durum düşünsel aktiviteyi ve düzene muhalefet etmeyi kolaylaştırır. Ancak tiranlıkta bunun tam tersi söz konusudur ve en küçük özgürlükçü düşünceler bile bastırılır. Ancak bu "kötünün iyisini seçme" durumu, toplumun özgürlüğü yolunda izlenebilecek bir stratejidir sadece.
Peki, bu döngüden kurtulunduğu takdirde yerine ne gelebilir? Bir çokları anarşizmi yalnızca yıkmakla ve yıktıklarının yerine bir şey koymamakla itham ederler... Görünen o ki devlet yalnızca toplumla değil, varlıkla da karıştırılıyor! Anarşizmin gayesi toplumu yıkmak değil, onu gerçek rolüne ulaştırmaktır. Bu tabi ki farklı bir toplumsal örgütlenme biçimiyle mümkündür, ve bu örgütlenme biçimini oluştururken daha önce sözünü ettiğimiz ilkel toplumları örnek alabiliriz, ancak onların yöntemlerini aynen uygulamak imkansız ve yersiz olacaktır. Belki de Colin Ward'un şu sözünü hatırlamalıyız: "Ütopya imkansız değildir, yalnızca hayatlarımızda ikincilleştirilmiştir." Gerçekten de, kendinizi düşünün; siz etrafınızdaki "denginiz" (hiyerarşik anlamda) insanlarla otoriter bir ilişki biçimini mi takip ediyorsunuz? Burada sözü günlük kullanım alanından çıkartıyor ve başka türlü soruyorum; Birbirinizi yönetiyor musunuz?
Tabi ki hayır. Bilgi aktarımlarını, deneyim paylaşımlarını, istekleri yönetim olarak algılamadığımız sürece böyle bir şey yapmadığınız aşikardır. Bir konuda biri daha bilgili ve deneyimliyse tabi ki ondan daha az deneyimli olan biri onun söylediği şeyleri yapacaktır, ancak bu bir otorite değil, çok doğal bir etkileşimdir. Başkasının bir ricasını yerine getirirken de yönetilmek söz konusu değildir, yardımlaşma söz konusudur. Günümüzde tüm bu sosyal etkileşimler (mevcut hiyerarşiyi kabul ettirmek ve mantıklı göstermek için) yönetim çerçevesi içinde ele alınıyor, ancak bu büyük bir yanlışlıktır.
Öyleyse mevcut toplumsal ilişkilerimizi yaygınlaştırarak başkasının yönetiminden ve ona ihtiyaç duymaktan kurtulmak işten bile değildir. Bu ikincilleştirilmiş ilişki modelini neden farkında olarak yapmayalım? Bu farkında olarak yapma hali bu düşünceyi yayacak, oturtacak, ve nihayetinde insaniyete, yardımlaşmaya, paylaşmaya ve empatiye dayalı yeni bir toplumsal örgütlenme ortaya çıkartacaktır. Hayatımızın hemen her yanı, tıpkı ilkel toplumlarda olduğu -ve daha sıklıkla görüldüğü- gibi, anarşiktir, yani yardımlaşmadan doğan özgürlüğe ve öz-örgütlülüğe, mutabakatla varılan çözümlere dayalıdır. Onu "anarşistleştirmek" bunun farkına varmakla, eylemlerimizin niteliğini görmek ve değerini farketmekle mümkündür.
Bahsettiğimiz örgütlenme imkansız gibi görünebilir, ancak ben burada bu yazıyı yazarken ve siz de bu yazıyı okurken dünyanın çeşitli yerlerinde deneyimlenmektedir. Ve aslında bu örgütlenme modelinin bir adı da vardır: Konfederalizm. Bu terimi günümüzde en çok Murray Bookchin kullanır ve Bookchin'in başka fikirlerinin eleştirilebilecek yanları olsa da, bir konuda çok haklıdır: İnsanlığın ve Doğa'nın kurtuluşu, sömürünün bitmesine bağlıdır, ve bu sömürü ancak sermayenin ve el ele verdiği devletin ortadan kalkıp yerine gerçek bir toplum yönetimi getirilmesiyle son bulabilir.


Yazımızı bitirmeden önce Türkçe'nin bulunduğu coğrafyanın avantajıyla sağlanan bir zenginlikten bahsetmek istiyorum: Türkçe'de aynı şeyi karşılamak için kullanılan iki kelime vardır; siyaset ve politika. Oysa bu iki kelime bambaşka anlamlar barındırırlar: Siyaset Arap-Fars kökenli olup, "seyislik" anlamına gelir. İçinde doğrudan olarak bir yönetme anlamı taşır. Oysa Murray Bookchin'in Geleceğin Devrimi isimli derleme eserinde değindiği gibi, politika Yunanca kökenlidir, ve şehri (ve halkını) ilgilendiren işler bütünü anlamına gelmektedir.
Olayları düzenleyeceğini hiçkimse söyleyemez; bu düzenleme ancak toplumun kendisi ve tamamı tarafından yapılabilir. Aksi takdirde sonuçları ne kadar iyi olursa olsun, her türlü düzenleme bir despotluktur, batı anarşizminin gelişiminde büyük etkisi olan Fransız düşünür Diderot da "Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir." sözünde bunu kastetmiştir. Devlet karşıtlığı düzen karşıtlığı demek değil, tersine, gerçek eşitlik ve özgürlük düzenine ve barışa duyulan özlem demektir.
Tüm bunlara rağmen, otorite ve yönetimle çevrilmiş hayatlarımızda siyasetin yerine politikayı koymak hayli zor görülmektedir, ve Gustav Landauer'in önerisini takip ederek "içimizdeki devleti" nasıl yenebileceğimiz, üzerine daha hayli düşünülmesi gereken bir meseledir.


 


 

Düşünyaz 4, 2.Adım yazısı
"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var. “  Zygmunt Bauman
Rekabetin Kültürüne Yergi

"Gelişen" dünyamızda, ihtiyaç ve lüksün, hâtta gereksizin birbirine karıştığına tanık olmaktayız. Ekonomistler "insan doğası" gibi sürüyle uydurma tanım öne süredursun, kendilerinin yönlendirdiği bu sistem insanlığı açıklanması hayli zor bir noktaya götürüyor.

Ve bu açıklanması zor nokta, müşterileşmiş insanlığın hayatını etkileyen her noktada göze çarpıyor; ekonomide, ekonomiye bağlı olarak politikada, her ikisine bağlı olarak eşitlik ve özgürlüğe dair çözüm arayışlarında, ve nihayetinde hepsini doğrudan etkileyen bir sektör olarak kültürde. Ben her ne kadar sonuncusuyla ilgili fikir beyanında bulunacak olsam da diğerlerine de az da olsa değinmeden edemeyeceğim, çünkü her şeyin metalaştığı bu "cesur yeni dünyamızda" sanat ve düşünsel öğelerden oluşan kültür de aynı dönüşüme maruz kalıyor, ve diğer her alanı etkiliyor.

Öcelikle, varolan bu yeni dünyayı totaliter olmakla itham ediyorum. Eskisinden çok daha farklı düzeyde ve anlayışta bir totaliterlik bu. İnsanların kendini yönetmesi ve kendi karar alma süreçlerinin engellenmesinin ötesinde, bunları yapmak istemeyecek, istese de yapmayı başaramayacak bir noktaya getirilmesi düzeyinde bir totaliterlik. Bunu yaratan algı yönetiminin aracı ise kültürdür. İnsanlara yaşanan bu cehennemin normal olduğu, kişisel gelişim kitaplarıyla anlatılır; insanlar bu normalleştirilmiş cehennemin zebanilerine yine bu kitaplarla dönüştürülür.

Bir dönem herkesin elinde gördüğümüz F*ck It isimli kitabın kapağında tırnak içinde yazılmış o sözü hatırlayalım; "Hiçbir şey senden önemli değil."

Şarkıları dinleyelim; para aşkını, sadece kendi için yaşamayı, cinsel dürtülerin en bencilinin güzelliğini anlatan, zannedilenin aksine sadece kadını değil, her iki cinsiyeti, hâtta bir bütün olarak cinselliği satışa çıkartan şarkıları.

Daha "entellektüel" kesime hitap eden kitaplara, meselâ son zamanlarda bestseller ünvanı kazanan bir kitabı, Sapiens'i hatırlayalım. Kitaba göz gezdirmiş herkes, insanın hâli hazırdaki durumunun yine, üstelik bu sefer temelsiz aforizmalarla değil, kısıtlı ve yönlendirilmiş bilimsel bulgulara dayandırılarak, insan doğasına indirgendiğini görmüştür. Kimimiz bunu kabul etti, kimimiz etmedi. Kabul edenler çoğunluktaydı.

Anlatmak istediğim, verdiğim bu örneklerle anlaşılmış olmalıdır. Bunlara çok daha fazlası da eklenebilir. Burada Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü adlı eserinden yaptığım bir alıntıya başvuruyorum:

"Basılmış roman, kaydedilmiş müzik, çoğaltılmış sanat eserleri...Bunların hepsi, bize dikte edilmiş
standartların örnekleridir. (...) Sanatçı, herkese yetişip herkesin üstüne çıkma gayretiyle, hem kendisine hem bizlere
totaliter bir düzen empoze etmektedir."

Ben ise bu sözü şu şekilde genişletiyor ve değiştiriyorum; "İster sanatsal, ister düşünsel olsun, günümüzün metalaşmış her türlü kültür öğesi, bize dikte edilmiş standartların örnekleridir. Bu kültür öğelerini üretenler, herkese yetişip herkesin üstüne çıkma gayretiyle, farkında olarak veya olmayarak, bize rekabetin totaliterliğini empoze etmektedir."

Peki, niçin bu kadar önemli kültürel öğelerin bize bunu empoze etmesi? Neden bu sorunun üzerine hummalı düşüncelere dalıyor, kültürün yozlaşmasını lanetliyor ve alternatif sanat ve kültür akımlarını, sahafların tozlu raflarında bulunan veya adı sanı duyulmamış ve duyulmasını da istemeyen yazarları ve sanatçıları kutsuyoruz? Sahiden, biz ayrılık otları, biz neyi amaçlıyoruz?

Yazımızın başından beri sürekli olarak tekrarladığımız bir sözcük vardı; rekabet. Nihayetinde kapitalizme yeni bir isim taktık, ona "rekabetin totaliterliği" dedik. (Burada şahsi görüşümü belirtmem gereklidir; serbest sermaye kapitalizmiyle devlet tekelindeki kapitalizm arasında benim için hiçbir fark yoktur. İkisi de içinde, biri açıktan açığa, diğeriyse el altından, rekabet barındırır ve eşitliği lekeler.)

Rekabet karşımıza pek çok biçimde çıkar; yönetme - yönetilme ilişkilerinden tutun, elindeki ekmeği paylaşmamaya kadar her türlü "kötü" diye adlandırabileceğimiz olgu, içinde rekabet barındırır ve ondan beslenir. Bu olguların var olduğu toplumlardan kurtulmak, tek seferde olmaz. Gustav Landauer'in dediği gibi, "Devlet bir devrimle yıkılabilecek bir şey değil, bir koşul, insanlar arasında belli bir ilişki, bir insan davranışı tarzıdır. Onu başka türlü ilişkiler kurarak yıkabiliriz."

Burada bahsi geçen devlet kelimesi yerine "rekabetin her türlü formu" diyebiliriz. Kapitalizm bir ilişki biçimidir, devlet bir ilişki biçimidir, otorite bir ilişki biçimidir. Ve hepsi de özünde rekabet barındırır, buradan doğarlar. Ve aynı özden doğdukları için, hepsi bir noktada aynı şeye tekabül eder; insanın insan üstündeki egemenliği. Yahut, özgürlüğün ve eşitliğin -ki bu ikisi asla birbirinden ayrıksı olarak ele alınamaz- önünde muazzam bir engel.

Özlemini duyduğumuz eşit ve özgür dünya, "bir ütopya değildir; yaşamlarımızda ikincilleştirilmiştir" (Colin Ward). Onu öne çıkartma kapasitemizi her zaman elimizde tutarız, her zaman daha güzel bir dünya yaratma şansına sahibizdir. Ancak, kültür öğeleriyle sağlanan algı yönetimleri, bunu yapmamızı engellemekte, bizi varolan bu dünyaya ekonomik kanunlardan, sözümona ideolojik dogmalardan daha yoğun ve güçlü bir şekilde bağlamaktadır. Eğer farklı şekilde davranabilmek istiyorsak, önce bizi saran metalaşmış kültüre şüpheyle yaklaşmalıyız.


 


Düşünyaz 4, 1. Adım yazısı

"Seçim ne yönde olursa olsun, bilinç, hastalıklı olmadığı sürece özgürdür; çünkü seçen, kararının karşıtındaki engellere ve güçlere rağmen, seçme olanağına her zaman sahiptir."
Uluğ Nutku, Daha Güncel Felsefe (Bilmenin Sorumluluğunu Üstlenmek) s.74
Zorunluluğa Bağlı Zamansal Devinim ve Seçim Özgürlüğü Yanılgısı

Bir çok kişi, insan bilincinin dokunulmaz olduğunu söylemekten hoşlanır. Tabi ki bunu söyledikten hemen sonra gelecek olan söz, seçimlerimizde özgür olduğumuzdur. Bunun bu şekilde düşünülmesi hayatın pratiğinde ne kadar kolaylaştırıcı, ve belki de doğru olsa da, felsefe için böyle değildir. İnsan bilincinin dokunulmazlığını ve seçimlerimizdeki özgürlüğü kabul eden, bilincin nesnel dünyadan tamamiyle bağımsız olduğunu da kabul etmek zorundadır.

Peki gerçekte bu böyle olabilir mi?

Bir noktayı açıklığa kavuşturmamız gereklidir: Bilinç ve ruh aynı şeyin iki farklı terminolojideki ifadesidir. Bilinç içinde metafizik bir anlam barındırmak zorunda değilken, ruh metafizik bir anlam taşır. Buna rağmen her ikisi de insandaki usa tekabül eder. Dolayısıyla yazım boyunca bu iki kelimeyi birbirini karşılayacak biçimde kullanıyor olacağım.

Bundan bir kaç yüzyıl önce Descartes ruhun ve bedenin ayrı birer töz olduğunu savunmuştu. Bu ayrım eğer doğruyduysa, ideayla nesne arasında da net bir ayrım mevcut olmalıydı, aynı kavramın nesnesi ve ideası iki ayrı töz olarak kabul görmeliydi. Sonradan Spinoza, Ethica adlı eserinde bunun saçma olduğunu öne sürdü. Töz, tanımı gereği, başka bir şey tarafından etkilenemeyen, değiştirilemeyen ve başka bir sebebe ihtiyaç duymaksızın var olabilen şeydiyse, ruhun ve bedenin birbirini değiştirmesi mümkün olamazdı. Ancak gerçekte bedenimizi etkileyen şey ruhumuzu da etkiler. Canımızın acıması tamamiyle fiziksel bir olayken bizde kızgınlık veya korku gibi duygular uyandırabilir. Ve hatta köpek korkusu, gök gürültüsünden korkmak, güneşin doğuşunun insanı mutlu etmesi gibi bilince etki eden her türlü olay, nesnelerden kaynaklanmakta ve algılarımız yoluyla bilince ulaşmaktadır. Spinoza bunu farketmiş ve Descartes'ın düalist anlayışını reddetmiştir. Beden ve ruh, yani idea ve madde, bir ve tektir: Aynı tözü oluştururlar. İnsan da bu tözün içinde bulunan ve onunla aynı özellikleri gösteren bir özdür.

Öyleyse bilincimizin tam anlamıyla bağımsız olduğunu söylemek hayli yersiz olacaktır. Bununla birlikte seçimlerimizde yine de özgür olduğumuz savunulabilir. Denebilir ki "Bilincin verdiği kararlar yine kendisini etkileyen nesnel dünyaya aittir, dolayısıyla bilincimiz nesnel dünyanın el verdiği ölçüde, diğer bir deyişle seçenek sayımız ölçütünde, özgürdür." Bu böyle değildir, ve olsaydı bile buna Gündüz Vassaf'ın bir sözüyle cevap verirdim: "Seçenek sayısı sonsuz olmadıkça hiç kimse özgür değildir." (Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü)

Durum böyle olmadığından, bu cevabı vermek yerine, neden böyle olmadığının açıklamasını yapacağım. Evrendeki her şey, başlangıcı itibariyle birbirine bağlıdır. Her gezegen, her canlı, her kaya parçası, her atom, tek bir temel yapı taşından oluşmakta: Kuark. Bu kuarkların birbirleriyle kurduğu farklı hacimlerdeki veya biçimlerdeki bağlantılar farklı atomları ve bu farklı atomlar da farklı nesneleri oluşturuyor. Bu atomların oluşmasıysa evrenin oluşumuna tarihleniyor. Ve o zamandan beri, bu atomlar ve onların oluşturduğu tüm nesneler, zorunluluğa bağlı zamansal devinimi sağlıyor. Fiziksel anlamda herhangi bir atomun veya partikülün gitmiş olduğundan başka bir yöne gitmesi mümkün değildi. Şu atom bu atomla birleşti, çünkü gerçekte başka bir olasılık yoktu; şu atom bu atomdan uzaklaştı, çünkü fiziksel anlamda mümkün olan tek şey buydu.

Hal böyleyken, bu şekilde başlayan ve aynı prensiple devam eden zamansal süreç içinde oluşmuş herhangi bir maddenin bu zaruretin dışında olduğu nasıl söylenebilir? Yazımızın başında idea ve maddenin tek bir töz oluşturduğunu kanıtlamıştık. İnsan da bu tözün bir parçası olan özlerden biriyse, bu tözün tamamından bağımsız olamaz ve seçimlerinin hepsi gerçekte zarurettendir. Doğru ama zor olanı da seçse, kolay ama yanlış olanı da seçse, bir bardak çay içmeyi ya da içmemeyi de seçse, insanın seçimlerini kesin olarak belirleyen temel bir faktör vardır: Söz konusu seçimden önce evrende meydana gelmiş olan tüm hareketler.

Burada küçük bir açıklama yapmamız gerekli kaçmaktadır: Bir seçimi etkileyen faktörlerin her biri seçim anında yansımasını bulur. Seçimi yapan kişi veya canlının kararını etkileyen nihai şey beyni duygularıdır. Bununla birlikte, hangi duygunun hangi bilgiden yola çıkarak nasıl bir şekil alacağını tam anlamıyla kestiremeyeceğimizden, kararı da kestirmek mümkün olmayacaktır. Birbiriyle aynı durumda bulunan iki kişi farklı kararlar verebilirler, ama bu bireyin özgür iradesinden çok, her bireyi farklı biçimde etkileyen bir evrensel, genetik ve en nihayetinde bireysel bir geçmişe işaret etmektedir.

Tüm bu söylediklerimiz evreni ve zamansal devinimini anlamak için çok önemli olsa da hayatta karşılıklarını bulamazlar. Bilgimiz ve algımız seçimlerin her birini eksiksiz biçimde analiz etmeye yetecek düzeyde değildir. Bu anlayış insanı bir karamsarlığa ve değersiz hissetmeye de itmemelidir; sonuçta değerli olmak için koca evrenin gidişatının dışında bulunarak ona etki etmek gerekli değildir.



Hiç yorum yok: