17 Haziran 2017 Cumartesi

Dora Tütüncü / ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Lisesi / Ankara / Düşünyaz 4 Türkiye 6.sı




Düşünya 4 Final Yazısı
"Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir." Önce Söz Vardı- Denis Diderot
GEREKLİ BİR KÖTÜ

"Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir" diye bir ifadede bulunur Diderot. Olayları düzenlemekten söz edildikçe, aslında bunun "insan" kavramına ne kadar da bağlı olduğu, düzenin olup olmamasının tamamen insan üzerinden işlenmesinin gerektiği çıkarılır, çünkü düzenleyen de, düzenlenen de insandır. Peki, insanlık neden düzene ihtiyaç duyar? Bu sorunun cevabı sanırım doğa yasalarında gizlidir, daha spesifik olmak gerekirse, insanın doğasıyla. "İnsan, özgür olmaya mahkumdur" der Sartre, çünkü ona göre insan kendisini ne yaparsa odur yalnızca, yani insan sürekli kendi seçimlerini yapmak zorundadır. Böylelikle de insanın düzen konusuyla ilgili olan en önemli olan yapısını çıkartabiliriz, özgür olması.. Gerçekten de öyledir ki, insanın her şeyi yapma özgürlüğü vardır, hatta yapmak zorundadır ve bu onun doğasında olduğu için bu olgu bir doğa yasası olarak da geçerlidir. Eğer doğaya bu kadar bağımlı olan biz, bu özelliklere de sahip isek, doğa yasaları çerçevesinde her şeye hakka sahibizdir çünkü her şeyi seçme özgürlüğünü içimizde bulunuduryoruz. Ancak insan için sıkıntı şudur ki, bu hak ve özgürlük tüm insanoğluna tanınmştır, ve bu yüzden de bir insanın diğeri insan üstünde hakkı oluşmuştur. "Homo hominis lupus", yani bir insan diğerinin kurdudur, durumuna getiriyor bu özgürlük de bizi. İşte böylece insan, başka bir insanın onun sahip olduğu hakları elinden alacağını düşündüğü için kavga etmeye başlar, ve savaşı ortaya çıkarır. Savaşı bu durumda doğa yasalarının çıkardığı bir kargaşa olarak alabiliriz. Öyle ki, insan bu kargaşadan da olumsuz etkileniyor ve tüm bu sorunları düzenlemek istiyor. Böylece tüm insanlar kendi haklarından vaz geçip kendi aralarında bir söz ya da antlaşma yapıyorlar ve bizim anlayabileceğimiz devlet olgusunu, ya da başka bir deyişle üstün bir varlık olan Leviathan için bazı özgürlükten kaynaklı haklarından vaz geçiyor. İlk defa Hobbes tarafından ortaya atılan bu Leviathan olgusu, üstün varlığın düzeni vaat etmesdir. Bu düzeni sağlaması açısından da insanlar özgürce özgürlüklerinden vazgeçiyor ve bu antlaşmaya dahil oluyor, böylece de kısıtlanıyorlar. Bu çerçevede Hobbes'un düşünceleri Diderot un sözüyle uyuşuyor, çünkü düzen demek denetim demektir. Sartre ve Hobbes'un düşüncelerinden sonra da şöyle bir soru ortaya çıkıyor; "İnsan iyi midir, kötü müdür ki düzene ihtiyaç duysun?" Bu soruyu cevaplamak gerçekten çok zor, çünkü “iyi” ve “kötü” kavramları ahlaksal yasalar çerçevesinde belirlenir. Evrensel bir ahlakta da doğru, tıpkı politik sistemler gibi mutluluğu, erdemi, yani bir bakımdan düzeni söz verir çünkü insan eğer mutlu ve erdemli olabilirse zaten kaos çıkamaz, çünkü çıkması için bir neden de olmaz. Ancak ahlaksal olarak iyi ve kötü, belirli ahlaksal kurallara, ahlaksal düzene göre belli olur ve Diderot’un sözüyle ters bir durum oluşur çünkü düzen denetlemekten geçer ve denetlenen bir insan özgür olamaz. Eğer özgür değil ise de zaten iradeden bahsedemeyiz, ve ahlaksal davranış da en kritik nokta bu irade özgürlüğüdür. Evrensel bir ahlak var ise de o zaman bu Hobbes örneğindeki gibi seçim yaparak feda ettiğimiz olgu olamaz, çünkü evrensel ise insandan bağımsız olmalıdır, dolayısıyla evrensel ahlak yoktur. Evrensel bir ahlakın olmaması da zaten insanın özgür doğası ile örtüşür, çünkü insan özgür düşüncesiyle kendine göre iyi veya kötüyü belirler. Tekrar Hobbes örneğini düşünecek olursak, insan kendisine fayda eden şeyleri iyi olarak bulurken çıkarına ters düşen şeyi kötü olarak görür, ki bu da başka bir insanındır. Bu pragmatist bir görüşe benzese de aslında tamamen insan egosuna ve sahip olduğu özgürlüğe bağlıdır, yani hem egoist hem de özgür düşünce onun doğrusudur. Dolayısyla insana ters düşen şey başka bir insanın hakkı olduğu için tüm insanlar hem kötü hem iyidir. Bu belirsizlik de bizi insanın ahlaksal bir çerçevede doğmadığının kanıtıdır. Ancak insan kendi iyisini düşündüğü için ve kendisine bir olgunu ters düşmemesini istediği için belki de iyiyi tercih eder ve antlaşmalar yapar, iyiyi ve böylelikle düzeni tercih eder. Ancak yine öyle ki, Diderot’a göre bir düzen denetimden geçer. İnsan da doğal özgürlüğünü aradığı için, bu antlaşmayı, düzeni, Leviathan'ı kendi çıkarına düzenlemeyi bulmuştur. Bunu da kapitalizm ile gerçekleştirmiştir. Para ve materyali insan, bir ölçü haline getirmiş, parayı güç haline getirmiştir. Hatta öyle ki, insan bu çıkar düşüncesiyle başka devletler ile savaşa girmiş, masum insanları öldürmüş, doğayı tahrip etmiş ve yıkımı getirmiştir. İnsanların kültür olgusunu pazarlama ve özel sektör ile yok etmiş, hatta Marx'a göre “Katı olan her şeyi buharlaştırmıştır.” Baudrillard'a da göre bu para durumu insanlara özel olduğu ilüzyonunu göstererek onlara istediklerini sattırmak, bu pazar ve para çerçevesinde postmodern toplum onları bir şekilde kullanmaya çalışmıştır ve bir sürü yasa koyarak insana gerçek özgürlüklerini unutturmuştur. Bu hal, Nietzsche nin aslında deve, aslan, çocuk insanı alegorisinden farklı değildir. Bu alegoriye göre devlet, aslan insanların koyduğu kurallar ve olgular tarafından yönetiliyor, ve düzen içinde denetime sokulan deve insanlar aslanlar tarafından verilen kuralları sırtlarında yük olarak taşıyorlar, Baudrillard'ın dediği gibi ve bu sırada aslanlar da kurallardan muaf. Aslında bu noktaya kadar Diderot'un dedikleri Nietzche'nin dedikleriyle örtüşüyor. Aslan insan, develere düzeni vaat ediyor, ama bu süreçte onları içinden çıkılmaz yasalar ve olaylar ile onu denetime sokuyor, Baudrillard'ın dediği gibi onu tüketiciye döndürecek fikirler empoze ediyor, ve onları kendi çıkarı için kullanıyor. Ancak çocuk insan, bunların farkında olan, ve bu kurallardan bağımsızlığını ilan edebilen insan gerçek insandır. Herhangi bir siyasi veya ahlaki yasadan bağımsız olduğu için aklını kullanabilmekte, mantık çerçevesinde ilerleyebilmekte ve kednini bu biçimde düzenleyebilmektedir. Bu, çocuk insanı birnevi üst insan yapar, çünkü denetimden bağımsız olarak düzene ulaşabilmektedir. Ancak çocuk insan, hem özgürlüğün, hem de düzenin, ya da başka bir deyişle adil bir toplumu öncüsü olabiliyor. Bu noktada da mükemmel, kuraldan bağımsız mükemmel düzenin oluşulabileceği hakkında bir fikir konuyor, o da Anarşizm. Anarşist düşünürlere göre bize sistem içinde dayatılan kurallar, hem adaleti hem de özgürlüğümüzü elimizden aldığı için bizi kötü yapıyor, Dolayısyla insanı kısıtlıyan her şey ortadan kaldırlmalı ki insan iyi özüne ulaşsın. Pierre-Joseph Proudhon, modern anarşizm'in kurucularından, ifade etmektedir ki ideal düzen, vergi, polis gibi kuvvetlerin minimuma indirildiği, spontene gelişen ve merkezi yönetimi olmayan bir devlet düzenidir. Ayrıca Proudhon'a göre "Asıl hırsızlık mülkiyettir," yani insanın haklarını, adaletini elinden alan şey mülk kaygısıdır ve bu olgunun olmaması Hobbes'un bahsettiği kavga durumunu ortadan kardırılacaktır, herşey paylaşılacaktır. İnsanoğlunun yaşadıkları trajedileri göz önünde bulundurduğumuzda makul bir ideal devlet olan spontane devletin, aslında anarşist olduğunu görebiliyoruz çünkü insan yasa çerçevesinden minmum şekilde etkilenmektedir ve liberal bir özgürlük içinde yaşayabilirken insanlara eşit çerçevelerde davranıldığı ve para değil paylaşım baz alındığı için adildir. Yine de Proudhon'un anarşist devletinde Diderot'un sözü geçerlidir, çünkü bu düzende de aslında denetime alınıyoruz, herşeyin fazlasına sahip olamıyoruz, ancak yine de herşeye hakkımız oluyor, ve neye sahiplenebileceğimiz miktar olarak denetlense de seçebiliyoruz. Sanırım anarşist bile olsa bir devlet, herhangi bir düzen insanı kısıtlar, ancak bu kısıtlama adalet çerçevesi olduğunda büyük bir sıkıntı oluşturmaz, sadece bu minimal denetim Goodwin'in dediği gibi "gerekli bir kötü" haline gelir. Belki de ateşi ateşle savaşmak gerekebilir, çünkü insan ne kadar iyiye yönelmeye çalışsa da o iyiyi içinde kötü olduğu sürece kendisi tarafından algılanabilir. Ayrıca Jean-Jacques Rousseau'nun belirttiği gibi, eğer insan kendisini bir düzen içinde bulundurmak istiyorsa, o zaman insan, toplum olarak yönetmelidir, yani demokratik bir ortamda yaşamalıdır; insan başkalarını yerine kendisini denetlemeli, ve bunu da toplumu düşünerek yapmalıdır. Ayrıca insanın egosu da burada anahtar bir noktadır, çünkü insan mutlaka kendine yararlı olanı tercih edecektir. Ancak nasıl ego toplumsal bir ortamda yaşanan bir olguysa, bireysel çıkar da toplumun çıkarına paraleldir. Bu yüzden toplumun vereceği kararlar kendisi için de rasyonel olmalıdır, ve ilk seferinde olmasa bile olma yönünde ilerlemek zorundadır. İşte toplum bir arada yaşadığında, bir arada paylaştığında ve öğrendiğinde, o zaman düzenin içindeki Diderot'un sözünde bahsettiği o denetim, sadece farkedilmeyecek kadar küçük ama gerekli bir kötüden ibaret olacaktır. Bunu sağladığımız vakit, George Orwell'in 1984'te ki big brother'ın gözünden kaynaklı korku düzeninden ve Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sının bize haklarımızı, aklımızı unutturan bir düzenin gelecekte oluşundan kurtuluruz.


 

Düşünyaz 4, 2. Adım yazısı

"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var. “  Zygmunt Bauman
KATIYI ERİTMEK, ATEŞİ SÖNDÜRMEK

"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var." diye bir ifadede bulunur Zygmunt Bauman. Gerçekten de artık günümüz dünyası geliştikçe, ülkeler büyüdükçe, ve daha güçlü haline geldikçe, insan dediğimiz gerçekten onun, yani devletin, içinde anlamsız kalıyor, bir "müşteri" oluyor. Alvin Toffler dünyanın ilerleyişini bize üç dalga şeklinde ifade etmiştir; Tarım, Sanayi ve Bilgi Toplumu. İlk dalgada toplum tümüyle tarıma, ayni insanın ihtiyaçları doğrultusunda oluşmuş bir olguya dayalıdır. Tarım, hangi toplumun daha güçlü olduğunu, ya da ne kadar zengin olduğunu belirler. Dolaysıyla toplum, bu toprağın düzenlenmesi için belirli sistemleri izler. İkinci dalgada, Sanayi toplumunda, tarıma benzer bir şekilde bir yönetim söz konusudur, ancak bu toplumda tarım yerine hammadde ve üretim ön plandadır. Bir makro yönetim felsefesi söz konusudur, ve insanın makineleşmesi ön plandadır. Son dalga olan bilgi toplumu ise, 1. ve 2. dalgalara büyük ölçüde bağlıdır, hatta bu ikisinin bir sentezi olduğu söylenebilir. Bu toplumda, önceki iki dönemden gelen bilgiler analiz ile edilen yeni kriterler ile birey ve toplum analojileri yapıldıktan sonra kalite ve verimlilik ile ulusal bir üstünlüğün oluşur. Alvin Toffler'ın bu düşüncelerini göze alarak rahatça söyleyebilirim ki bu ilk iki dalga, kültürü oluşturur, ya da kültürün oluşumuna bir nedendir. Marx, kabaca kültürü insanın doğayla mücadelesi ve insan eline değmiş her şeyi kültür olarak tanımlar. Yani aslında günümüze insanoğlunun yaptığı her şey kültürü oluşturmuş, onu etkilemiştir. Bir ülke kendi kültürünü oluşturabilir ya da bilebilir, ancak bir devlet dünyada tek başına, ya da izole değildir. Bu durumda şöyle bir soru oluşur; Toffler'ın bahsettiği bu ulusal üstünlük gerçekten nasıl sağlanacaktır? Şöyle ki, ilk durum daha çok modernizmi yaratırken, sorulan bu soru postmodernizm i ortaya çıkarır. "Nasıl ortak değerler yaratılabilir? Nasıl dünyada bir üstünlük sağlanabilir?" soruları postmodernizm düşüncüsüne dayanır. Postmodernizm'in tanımını yapmak gerçekten çok zor, ancak kabaca modernizimin sonrasıdır, dolayısyla ortak kültürün ortaklaşması ve insanın bireyleşmesidir. Ancak bu bireyleşme sadece bir yanılgıdır. Böyle gösterilmek istenir çünkü böylece insan o ortak kültürün bir parçası olarak o kültürün içinde bir kalıba, sisteme girecek ve bireysel arzuları ve ilkel duygularının sürekli tatmini yüzünden bunun farkında olmayacaktır. Bu durumu genel durumu Baudrillard çok başarılı bir şekilde tanımlamıştır. Baudrillard, bu postmodernist oluşumu genel olarak bir "Tüketim Toplumuna" bağlar. Bu toplumda insan sadece ihtiyaçlarını karşılamak için tüketmez, genel olarak bir global gösterge olduğu için tüketmektedir. Yani aslında fordizm, ya da 2. dalga tarafından oluşmuş olan "üretici kitlenin" denetimini ve sömürüsünü tamamlamak için global bir "tüketici kitle" sömürüsünün, yani postfordizm’in oluşmasıdır. Ancak bu global tüketici grubunun oluşması kültüre dayalıdır, ve kültür de postmodernizm sayesinde ortaklaşır. Bu dönüşümü sağlayacak en büyük iki etmen ise reklam ve televizyondur. Reklam normalde bir ürünün tanıtımıdır, ancak reklam bu tanım kadar basit değildir. Öncelikle o tanıtılan ürün, belirli bir ihtiyaç doğrultusundadır. Ancak o ürüne olan ihtiyaç ile yine o ürün üzerinden insan şekillenebilir, yani bahsettiğimiz ortak kültür oluşturulabilir. Ancak reklam kalıcı değildir. Belirli bir zaman sonra unutulur, ürünüyle birlikte belki de. Baudrillard'ın söyle bir sözü vardır; "Peki ya tüm reklamlar bir ürünün değil de reklamın kendisine bir övgüsüyse?" Baudrillard bu sözü ile çok önemli bir noktaya değinir aslında; reklamın sürekliliğine. Bugün gördüğümüz tüm o reklamlar, aslında doğrudan "reklam" kavramının önemini vurgular. "Reklam olmadan bilemezsiniz" gibi mesela. Bu sürekliliği sağlayan en büyük etmen de televizyondur. Büyük kitlelere zorla ulaşabilecek bir "aptal kutusudur" televizyon. Bize evde oturup izlediğimiz programlar üstünden, o programların araları üstünden reklam bir şekilde hayatımıza giriyor, ve dolayısıyla onu biçimlendiriyor. Hatta son zamanlarda "reklam dizisi" kavramını görüyoruz. Bu, tamamen reklamın devamlılığını sağlayacak, reklam kavramını yüceleştirecek ve sonunda da diğer tüm reklamlar gibi, insanları devletlerin istediği o "tüketici toplumu" kıvamı haline getirecektir. Reklam kavramı dolaysıyla bir kültür platformu oluşturmayı çabalar, ve bunu önceden gelen kültür platformu üstünden tamamlar. Bu "kültürü kullanma" olgusunun ilk başladığı yer, Frankfurt Okulu'nda, Kültür Endüstrisi başlığında oluşmuştur. Bu başlık, ya da daha doğrusu düşünce biçimi, kültürün kendisinin bir endüstri olduğunu savunur. Bu düşünce ile birlikte sanat gibi bütünsel bir kavram reddedilerek etki ön plana çıkarılır. İnsana sıkıcı hayattan bir kaçış yolu sunacak, ya da monotonluğu renklendirecek olguları var ederek, insanın genel anlayışını, boş zamanını yönlendirerek, kendini tanımlıyormuş gibi göstererek aslında daha çok üretim ve tüketim döngüsünün içine girmesini sağlar. Boş zamanı yok ederek, aslında o boş zamanda yapılan felsefe, düşünme olguları kaldırılır, ve popüler kültür oluşur, yani bu reklamlar, ürünler tarafından bize sunulmuş olan kültür. Genel olarak da aslında Bauman sözünde bunu eleştirir; yeme içmeden estetik tatminiyet ve kaçış isteğine kadar tüm ihtiyaçların popüler kültür, reklamlar, ürünler tarafından sunulması, ve böylelikle insanları üretim ve tüketim döngüsüne, yani "müşterilere" dönüştürmek hedefindedir postmodern kültür. Bu büyük, genel oluşturulmuş kültür de globalleşmeyi sağlar. Böylelikle devletler, yeni oluşmuş kültürü kullanarak, başka ülkelere de etki ederek kendini artık uluslar arası bir siyasi üstünlük sağlamış olacak. Bu, özellikle Batı ülkeleri üzerinden görülebilir çünkü artık "McDonald's" ya da "Starbucks" gibi küresel markaların oluşumu ve dünyadaki tüm hammadde ya da egzotik, lüks kaynakların ele geçirilmesi ve global bir ekonomik sermaye oluşur. Bu globalleşme, belki de global insan diyebileceğimiz insanı oluşturur; "tüketici" insanı. Ve bu gittikçe dünyaya yayıldıkça şunu görürüz ki, birey gerçekten de bu sistemin içinde yok olmaya başlıyor, devletlerin aracı oluyor. Daha iyi ifade etmek gerekirse Sözlüğe ekle "Bir yerde herkes birbirine benziyorsa orda kimse yoktur" meselesinden bahsedilebilir. Yani Foucault'un bu ifadesi aslında "tüketici toplumun" tanımını verebilir, yani ortak popüler kültür, bilgiye sahip olan, aynı makyajı yapan kadın veya aynı oyunu oynayan erkek gibi artık bireyin boş zamanını kültür endüstrisi ile düşünmeyi unutması, bir birey olmaktan çıkıp "müşteri" haline gelmesi ve sadece bir araçtan başka bir şey olmaması durumu vardır. Genel olarak söyleyebilirim ki, Tofflerin kurduğu dalga analojisinde son dalga, yani bilgi dalgası, aslında gerçek bilginin devletler tarafından oynanması, ve bilgi, ya da algıladığımız kavramları, değerleri değiştirmesi tek kalıba sokması noktasından post moderndir. "Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar." Marx'ın komünist manifestosundaki bu söz, aslında tüm bu durumu bize açıklar gibi. İnsan, bir yandan toplum gibi olmaya, modern, havada uçuk kültüre dayanmaya çalışırken kendiyle çelişiyor, birey olan, düşünen kendisi, yani katı olanla. Dolaysıyla insan özgür gelişmek istiyor başta, ancak kapital düzendeki postmodernism onu olmayan, var olmayan popüler kültür ile sömürüyor, ve onu yavaş yavaş bir insandan çıkarıyor, ve tüketiciye dönüştürüyor. Genel olarak ifade etmek gerekirse, Bauman'ın söylediği söz aslında bizim, sıvılaşan kültür tarafından aklımızın, "Promete'nin bize getirdiği ateşin" söndürülmesi ve devletlerin üstünlük için vermiş olduğu bu yarışta bir "müşteri" olarak insan olarak bizim yok olmamızı bizim gözümüzün önüne serer. Sanırım bu durumda biz felsefecilere düşen görev, sistemin tüm bu oyunlarına rağmen düşünmeye devam etmektir.


 

Düşünyaz 4, 1. Adım yazısı
Düşüncenin doğasında iletilmek vardır; yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever; melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür."Ursula K. Le Guin, Mülksüzler s. 67
DÜŞÜNCENİN DOĞASI

"Düşünüyorum öyleyse varım" der Renee Descartes. İnsan gerçekten de var olmalıdır, çünkü aklı vardır, ve akıl düşünür. Bir rasyonalist olan Descartes, insanın varlık gerekçesinin akıl olduğunu düşünür, ve doğru bilginin akıl aracılığıyla ulaşılacağını savunur. Ancak, aklın var olması insana dayandırılamaz, çünkü Descartes'in sahip olduğu rasyonalist düşünce akımına göre insanın var olma gerekçesi akıldır. Peki, akılın varlığı nasıl bilinebilir? Düşünce ile. Şu an insanoğlunun bu dünya içinde ürettiği birçok şey düşünce ile sağlanmıştır; örneğin felsefe, matematik, sosyoloji. Hatta düşünce, akıl'ın varlığının bir ölçüsü olarak bile çıkarılabilir. Comte'un ileri koyduğu Pozitivist düşünce akımında belirtilir ki akıl'ın varlığını ölçülebilir yapan şey insanın düşünceleridir. Düşünce, akılı kanıtlar, ve akılın var olması düşüncenin de gerçek olduğunu gösterir.
Peki düşüncenin doğası nedir? Düşünceyi, aslında yine düşünce ile ifade etmekte bulunuyoruz. Öncelikle bilimsel yaklaşıp biyolojik açıdan bu konuyu değerlendirmek istiyorum. Biyolojik olarak düşünceyi tanımlamak zor, ancak beyinin farklı işlevlerine sahip olan bölgelerindeki elektriksel iletilerin değişmesi, başka iletiler açığa çıkartması denilebilir. Ancak insan, fizyolojik olarak bu "düşünceyi" ifade etme gereği duyar. Bu yüzden aslında insan sosyal bir varlık denilebilir, çünkü düşüncenin ifade ancak başkaları tarafından anlam bulunur. Düşüncenin doğası üstüne değinmeye başlamadan önce ortaya konulmuş olan bu "düşüncenin anlamına" değinmek istiyorum.
İnsanın akla sahip olması, önceden bahsedildiği gibi düşünceyi ortaya koyar. Ancak düşünceyi anlamlı kılabilen tek şey yine insanlardır. Tek başına bir düşünce anlamsızdır, çünkü hiçbir şekilde ifade edilemez, ifade edilse bile anlamlı olması için başka insanların varlığını gerektirir çünkü o ifadeyi algılayabilen düşünce yine insandır. Bu nedenle de düşüncenin bir toplumun arasında iletildiğinden bahsedilebilir ve Ursula K. Le Guin'in söylediği sözdeki "düşüncenin doğasında iletilmek vardır" ifadesi gerçekten de doğrudur ve düşüncenin doğasında vardır.
Düşüncenin, aslında sosyal bir yapıya dayandığını söyledikten sonra düşüncenin nasıl insanlar arası ifade edildiğinden bahsetmek istiyorum. Düşüncenin ifadesi, toplumsal iletişim araçları ile ifade edilebildiğini söyleyebiliriz, çünkü düşünce ifade edilince anlam bulur ve bu anlam insanlar arasıdır. Bu araçlar genel olarak konuşma, yazma, resim yapma olarak tanımlanabilir. Bu tür araçlar, insanlar arasında iletişimi sağladığı için, düşünce de bu yollarla ifade edilir, tıpkı benim şu an bir yazı yazmam ve düşüncenin doğası hakkında fikirlerimi ortaya koymam gibi. Akıl, insanın sahip olduğu özelliklerden biridir çerçevesinde ilerleyerek akılın bir diğer özelliğinin algı olduğunu söyleyebiliriz. Akıl, bir özne (suje) olarak hareket eder, ve nesne (obje) yi belirli duyu organlarıyla veya başka bir şekilde (yani apriorik olarak) algılayarak düşünceyi oluşturur. Objenin bu dünya için gerçek olup olmadığı tartışmaya açıktır. Aynı zamanda aposteriori ve apriori düşünceleri de yani gerçek bilginin hep akılda olduğu düşüncesi veya gerçek bilginin duyumlarla sonradan elde edildiği düşüncesi bulunmaktadır ancak bu düşüncelerin ikisi de bir şekilde gerçek bilginin olduğunu bu dünya ya da idea dünyası üzerinden bir şekilde savunur, dolayısıyla insanın duyumlarının ve algılarının gerçek bir bilgiye dayandığını savunacağım, aksi takdirde düşüncelerim çelişebilir. Nasıl ki dünyada olan cisimleri, olguları akıl bir objeye dönüştürüyor, aynı şey düşünce için de geçerlidir çünkü akıl düşüncenin ürettiği bir olgudur ve akıl'a paralel olduğu için yine akıl tarafından algılanabilir bir düzeydedir. Dolaysıyla düşüncenin doğası, sosyal bir yapıya dayanır ve insanlar arasında iletilebilir bir doğaya sahiptir.
Düşünce, ancak iletildikçe anlam kazanabilir. Peki neden iletilemeyince düşünce anlamsız kalır? Neden düşünce böyle bir doğaya sahiptir? Bu soruların arkasında yatan en büyük açıklama düşüncenin diyalektik bir doğayı göstermesidir. Düşünce, tez ve anti-tez olarak var olursa bir sonuç doğurur veya bir anlam kazanır. Bu nedenle iletişim, düşünce için bir şarttır ve düşünce insanlar arasında iletilmediği sürece düşünce bir şey üretemez ve anlamsız kalır. İnsan, kendi başına tez ve anti-tez üretemez çünkü ikisi zıt düşüncelere karşılık gelir ve bir insan birbirine ters olan iki düşünceyi benimseyemez, ve bu onun doğası gereğince böyledir. Bundan dolayı düşünce diyalektik yapı gösterir ve düşünce paylaşıldıkça, zıt düşüncelerle birlikte tartıldıkça bir anlama sahip olur; Ursula K. Le Guin'in tabiriyle, "Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever, melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür."
Son olarak düşüncenin sebep olduğu sentez hakkında da konuşmak istiyorum. Düşünce, ya da bir tez, anti-tez ile birleştiği zaman bir anlam sentezler. Bu anlam, insan doğası için önemli bir parçadır, çünkü bu düşüncelerin anlam kazanması, insanın akla sahip olduğunu, ve dolaysıyla var olduğunu ona gösterir. Felsefe, matematik, sosyoloji, fizik, kimya, biyoloji, psikoloji hepsi insanın bir toplum olarak düşünebildiğini ve anlamlandırabildiğini gösterir. Yani düşünce bir sentez çerçevesindedir ve "gerçekleştirilmek ister" Le Guin'e göre.
Metinimi son olarak Sokrates'den yaptığım bir alıntıyla

Hiç yorum yok: