17 Haziran 2017 Cumartesi

Meliha Türköz / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / Istanbul / Düşünyaz 4 Türkiye 7.si




Düşünyaz 4 Final Yazısı


"Toplumsal adlı kördüğüm, her şeyi sünger gibi emen bir gönderene dönüşerek, ne olduğu hem bilinen hem de bilinmeyen kitlelerin etrafında durmadan dönmektedir.’’(Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu- Jean Baudrillard)


‘’ Düşünce değerli bir şeydi, sonuçlar veren bir şeydi.’’(Sineklerin Tanrısı) Fakat günümüz insanlarının en büyük eksikliği düşünememeleridir. Deha artık bir pazar yeri haline gelmiştir. Düşünmeden, sorgulamadan yaşamakta ve bazı güçlerin altında özgürce yaşadıklarını zannetmektedirler. "Sorgulanmadan yaşam yaşamaya değmez"(Sokrates, Sokrates'in Savunması) diyen Sokrates cogitonun öneminden bahseder. Eğer bizler düşünemez isek bizim yerimize düşünecek ve bizi kendi emelleri için kullanacak güçler çıkacaktır. Amaç olan insan böylece araca dönüşecek ve subjenin objeye yönelmesiyle yabancılaşma kaçınılmaz olacaktır. Hiyerarşi sistem sizden bunu istemektedir. Düşünme, sorgulama, itaat et. Sırf bu yüzden mesai denilen şey ortaya çıkmıştır. İnsanlar boş zamanlarında düşünmemeleri için koydukları üstüne bir de para verdikleri kurdukları düzeni bozmamayı sağladıkları bir maniple yöntemi. Bir tiyatro sahnesinde kolların ve bacakların iplerle bağlanmış sen ve senin gibi bir sürü kukla insancıklar sahnede oynatılmaktasınız. Büyük sandığın o sahne senin özgürlük alanın. O sınırlar içinde özgürsün. Karşına bir seyirci seni izlemekte ve alkışlamakta. Bu durumdan hiç rahatsız olmuyorsun aksine mutluluk duyuyorsun. Nerede ilkel akıl orada mutluluk tabi. Üstelik bunu yapanlar düzeni sağladıklarını iddia ediyorlar. Kuklalar üzerinde otorite sağlamak hiç de zor olmasa gerek.
Toplum artık güdümlenmiş ve oynatılması gereken birer kukla haline gelmiştir. Jean Baudrillard'ın bahsettiği gibi kitleler artık koca sessiz bir yığına dönmüştür. Anlam bu kitlelerin üstünden akıp geçmiştir. Geriye ise koca bir boşluk kalmıştır. Çünkü kitleler artık toplumu yansıtmamakta ve görevini yerine getirememektedir. Baudrillard Sessiz yığınların gölgesinde toplumsalın sonu adlı kitabında bu durumdan şöyle bahseder.
‘’Kitleler’’ toplumsalın aynası mıdırlar?Hayır, kitleler toplumsala ait olmadıkları gibi toplumsalı yansıtabilmekten acizdirler.-kitlelerin üstüne çarparak kırılan şey ise toplumsal adlı bu aynadır. Kitleler için anlam önemli değildir. Onlar gösterişi severler. Çünkü onlar olanları umursamazlar.Yadsıdıkları şey anlamın diyalektiğidir. Bu yığınlara vurdumduymazlık iktidar tarafından bahşedilmiştir. Televizyondaki bir savaş haberi ile bir çocuk bezi reklamını aynı hassasiyetle dinlerler. Kitlelerin varlığı bu düzeni bozmadıkları sürece devam eder. Onların varoluşları bu sistemin kölesi olmalarına bağlıdır. Günümüzün vahşi kapitalist dünyası basın ve medya aracılığı ile kitleleri uyutmakta ve duyularına tecavüz etmektedir. "Ben İspanya'yı 3F ile yönettim.' diyen Franco bahsettiği bu 3F formülü ile iktidarını uzun yıllar koruduğunu söyler. Klaus Croissant adlı avukatın Fransa'dan sınır dışı edildiği gece; Fransa'nın dünya kupasına katılmak için oynadığı eleme maçını naklen yayınlayan televizyon örneğini ele alalım. Sante hapishanesi önünde gösteri yapan birkaç kişi ve gece yarısı koşuşan bir avukat ve geceyi ekran başında geçiren yirmi milyon küsür insan. Fransa maçı kazandığında atılan sevinç çığlıkları. Aydın beyinlerin bu aptallaştırıcı vurdumduymazlık karşısında utanç ve şaşkınlık. Le Monde gazetesi: ' Saat 21:00 Alman avukat, Sante Hapishanesi'nden alındı. Birkaç dakika sonra Fransa ilk golü atacak.' bu utanç melodramı tek nedeni kitleler adeta güdümlenmiş baba gibi futbolla uyutulmuş. Kitleler duygularını futbolla boşaltmış. Bir başka deyişle bu sesiz yığının kendiliğinden vurdumduymazlığından ziyade bu vurdumduymazlık kendisine ancak iktidar tarafından verilebilir. Bu vurdumduymazlık ve ön yargılar sıcaktır. Kitlelere yapılan her çağrı yanıtsız kalmıştır. Çünkü hiçbiri bu kitleler üzerinde hiçbir iz bırakmadan uçup gitmektedir.
1984 kitabında görülen bir totaliter rejim vardır ve bu rejimi sürdürebilmek adına parti sürekli düşmanlar göstermekte. İki dakikalık nefret adını verdikleri etkinliklerle insanlar iki dakika boyunca rejimin düşmanlarını izliyor ve yuhlanıyor ve bu etkinlik onları nefretle birleştiriyor. Zaten faşizm de budur. Faşizm gelenekçi, modernizm ve din karşıtı, entelektüel ve eleştiriden haz etmeyen farklı olana duyulan doğal korkudan kullanan baskıcı, ırkçı barışı sevmeyen, hirayerşik yapısından dolayı altakini hor görmeye dayalı, eylemi kutsayan ölümle taçlandıran kahramanlık, kadını küçümseyen çarpıtılmış bir ulusçuluğa dayana baskı düzeni kurmayı amaçlayan bir ideolajidir. Kitle iletişim araçları ülkenin siyasal yaşamını kamuoyu oluşturarak etkileyebilir.
Medya yığınlaşmış kitleler oluşturmak için bir araçtır. Bir toplumun sorgulama yeteneğini alıp karizmatik bir lidere biat etmelerini sağlamak istiyorsanız onları magazin haberleri veya Sibelcan'ın kiloları gibi haberlerle besleyebilirsiniz. Bu yüzden entelektüeller baskı altındadır. Çünkü onlar olanı sorgularlar bu anlamda entelektüellere büyük görevler düşmektedir . Entelektüel olmak hakikate eleştirel bakmaktır. Hakikat'ı eleştirel yolla ortaya çıkarmak hakikatın farkına varmaktır.İşte bir yazar söyleşi yapar kendi reklamını yapabilmek için her durumda okur yanıltılmış olur reklam eleştirel yargının önüne geçmiş ve yerini almıştır. Kitle iletişim araçları dünyaya açılan bir pencere olmak yerine bir aynaya dönüşmektedir. TV ve internet üzerinden açıkça gösterilmeyen yüzüne dikkat etmeliyiz. Çok az gramerli basit kelimeli orwell tarzında dil kullanan faşistler doğacak fırsattan yararlanıp bilinen giysileri giymeyi hazır şekilde beklemektedir. Faşizm medya ile bağlantısına şu son zamanlardaki gazeteci tutuklanmaları en iyi örnektir. ve ABD Trump karşıtı yayın yapan kuruluşların beyaz saraya almaması örnektir. Entelekteüelin görevi hakikatları doğru yansıtmak ama yanı zamanda bunları bri düşünce süzgecinden ger.irmesi gerekmektedir.Mesela türkiyede yoksulluk var demek entellektüelin görebi ama bunu demeyebilir o halde ahlaki bir yükün altına girer rahatı mı gerçekleri mi Faşit rejimler bu yüzden bu görevi yapan entelekielleri sevmezler çünkü faşizt rejimlerde hakikat işine gelendir nesnel sonuçlar onlar için anlam ifade ermez. Kuzey koreliler olimpiyatlarda en fazla altın madalya alan ülke olduklarını sanıyorlar ama aslına hiç almadılar.
Diyalektik Marx'a göre tarihin ilerleme biçimidir. tarihsel materyalizm diye bir şey var ve buna göre tarih aşamalar halinde ilerler tarihin ilerletici gücü de sınıflardır feodal toplumda burjuva kapitalizm geçişte feodal aristokrasi tez burjuva antitez ise sentez bir devrimdir. Tarih zaten Marx'a göre sınıfların çatışmasıdır ve mutlaka tarihin ilerleyişi gereği burjuva ile proleterya karşı karşıya gelecek. Fakat kitleler toplumsalın içinde kaybolduğu koca bir deliktir. Kitleler mıknatıslanabilir, kitleler tepkisizliktir,tepkisizliğin nötr olanın gücüdür kitlelerin ne geçmişte ne de gelecekte yazabilcekleri bir tarihi yoktur.(Sesiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu)
İktidarı demokratik yoldan değil de zorla ele geçirdiğini çok iyi bilen lider gücünün kitlelerin zayıflığından kaynaklandığını da bilir.Liderler halkına istediği gibi egemen olur. Lideri büyütme neredeyse onu tanrısallaştırma özelliği gösterir. Bir de amaçladıkları toplum düzenine giden yolda her türlü muhalefeti ezmelerine en iyi örnek olarak Hitler Almanya'nın komünistleri toplama kampına göndermemiştir. Çünkü onlar bu düzene karşı tehdittir. işte burada Hegel'in bahsettiği efendi köle diyalektiğini görürüz. Günümüzde de her efendi bir köle her köle bir efendidir, efendiliği kabul ettiğimiz sürece köleliği de kabul etmiş oluyoruz. Hiyerarşik sistem beni seni köle yapmayacağız efendiliğe yükselteceğim evin olacak araban olacak ama sen sen olamayacaksın kendin olamayacaksın demektedir. İlk defa Hegel tarafından kullanılan yabancılaşma kavramı aslında efendi köle içinde asıl öteki kendisidir. Değer aslına amaçtır ama sistem amacı araç haline getirmektedir. Bundan dolayıdır ki günümüzde insanlık koca bir hiç haline geldi çünkü birileri kendi efendi gördü. Dünyada bir şey olmak aslında farkına varmaktır. Bu anlamda bir şey olup farkına varabilmek zordur. Hegel'in bahsettiği gibi gerçekliğe kendime mesafe alarak kendime baktığımdadır yani gerçeklik sentezdir. Bu anlamda kendimle olumsuzlaşmayı yaşıyorum. Kendisi için varlık olmayı başarıyorum böylece ne kadar eksik olduğumun farkına varıyorum. Bundan dolayıdır ki Karl Jaspers "Felsefe yolda olmaktır." Sokrates: "Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir." demiştir. Eğer deney gözleme dayalı hareket etmez isek David Hume bahsettiği gibi alışkanlıklarımız olur. Alışkanlıklardan kopmaz zordur. Düşünmeyen insanların alışkanlıkları vardır.
Baudrillard'ın en ünlü açıklaması Körfez Savaşı'nın gerçekten yaşanmadığı ile ilgiliydi. Orta doğunun ekrandaki temsili düşmanını iblisleştirmek için kullandı. Görüntüleme araçlarıyla güdümlü füzeler fırlatıldı ve hedefler vuruldu. CNN izleyicileri daha savaş gerçekleşirken bir medya olayı olarak o rahat koltuklarından izlemeye koyuldular. Savaşın yeri ve bölgesi bir sınır içermiyordu. Bu savaş yayılarak Batıda televizyon ekranlarına taşınmıştı. Füze bombardımanı ile imge bombardımanı arasındaki ayrımın yapılamayacağı noktaya kadar. Baudrillard işte böyle bir dünyada eleştiri gücünü tamamen yitirdiğimizi söyler. Kitle böyle bir durumda simülasyonun hem öznesi hem de nesnesi gibi büyük bir işi başarmıştır. Her iki tarafta da aynı silahlar çarpışmıştır. Bugün savaşı kimin kazandığını söylemek imkansızdır. İktidarın kitleler üstündeki simülasyon gücü mü yoksa kitlelerin iktidarı çökerttikleri ters simülasyon mu?
“Geçen yüzyıllarda savaşın amacı neydi? Düşmanı yenilgiye uğratmak için yapılan savaşın iki amacı vardı: Düşmanın yenilgisinden yarar sağlamak ve niyetlerimizi (belirli bir sonucu elde etmek üzere belirli bir şekilde davranma) düşmanın niyetlerini gerçekleştiremeyeceği bir taktik veya strateji çerçevesinde gerçekleştirmek. Bu amaçla elde bulunan bütün güçlerin seferber edilmesi gerekiyordu. Sonuçta, oyun bizimle düşman arasında oynanıyordu. Başkalarının yansızlığı, savaşımızın onları rahatsız etmemesi (ve belirli bir ölçüde yarar sağlamalarına olanak sağlaması), manevra özgürlüğümüz açısından gerekli koşuldu.” Eco işte savaşlara bu şeklide bakar. Eskiden seri bağlı savaşlarda düşmanın kim olduğu, ne kadar kayıp olduğu belliydi. Kadın ve çocuklar katledilmezdi. Oysa günümüzdeki paralel bağlı savaşlarda kim dost kim düşman belli değil. Üstelik kadın, çocuk herkes katledilmekte ve savaşı özgürlük götürüyoruz adı altında yapmaktalar. Evet gerçekten de özgülüğü alıp götürmekteler ve hatta yok etmekteler. Özgürlük hiçbir zaman götürülmez özgürlük alınır. ‘’Eğer bir şeyi sorgulamadan bilinçsizce yararınıza olduğuna inanıyorsanız asla özgür olamazsınız.’’(Bir Sapığın İdeolojik Rehber)
Çölde susuz kalmış bir insan kola içmesi veya Starbucks'a gittiğiniz bir fincan kahve aldığınızda aslında ideoloji satın almamız gibi. İdeoloji bir çöplüktür ve pis kokar. Bizler artık bu simülasyondan kurtulmak gerçeği görmek için Sokrates gibi at sineği olarak ayakta uyuyan bu atları uyandırmamız gerekir. Paranın üstünde bana itaat et, reklamlarda altında sus, evlen ve çoğal mesajlarını görebilmemiz için bize gerçeği göstermesi için bir gözlüğün bize gelmesini mi beklemeliyiz. Etrafımızdaki insanların çoğu aslında tetiği çekmeden uzun zaman önce ölmüş. Neye inanacağınızı, kimin ne olduğunu farkındalığınızı unutmuş yaşıyorsunuz. Belirli bir uzaklıktan bakılınca anlam kazanan şeylere, gerçeğe biz haddinden fazla yakınlaştırılmaktayız. Sapare Aude! (Kant Aydınlanma Makalesi aklını kendin kullanma cesaretini göster) sözü asıl özgürlüğün, varoluşçuluğun parolası olmaktadır.





Düşünyaz 4, 2. Adım yazısı

"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var. “  Zygmunt Bauman

İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.
KARL MARX

Kapitalizm insanları sadece tüketici ve bu tüketilen malların üretimi için bir emek gücü kaynağı olarak görmeye başladı. Günümüzün vahşi kapitalist dünyasında ne özgün kültürlerden ne de insani değerlerden tam anlamıyla söz etmek mümkün. Kapitalizm medya ve popüler kültür aracığı ile herkesi tektipleştirmekte. Aile, aşk, sevgi, güven gibi kavramları alışıldık çizgisinden çıkarmakta.
Popüler kültürün hızla değişmesi de sistemin yani kapitalizmin kendi kedini sürdürebilmesi için bir taktik. Talep yaratarak bu geminin batmamasını sağlıyorlar. 20. yy bunu savaş ekonomisi, emperyalist pazar arayışları ile sağladılar ama bu yöntem daha medeni, kansız bir soykırım, asimilasyon. Zaten yaşasın kapitalizm! Artık her şey çok hızlı değişiyor ve insanlar bu değişime uyum sağlamaya programlanmış birer robota dönüştürülüyor.
“Teknolojiyi ve bilimi ele geçiren sanayi toplumu, kaynaklarından her zaman daha etkili biçimde
yararlanabilmek için insana ve doğaya her zaman daha etkili bir biçimde egemen olmak üzere düzenlendi.”
Herbert Marcuse
Kültür kuramı eleştirel teorinin en etkili olduğu alanlardan biridir. Okul ise bu alandaki kavramsallaştırmasını kitle kültürü ve kültür endüstrisi tanımlamaları ile ortaya koymaktadır. Peki onları bu noktaya yönelten temel etmen nedir? İşte kapitalizmin geç dönemlerinde ortaya çıkan ve toplumun temel özelliği olan hegemonya ve ikna süreçlerinin kültürel boyutu onları bu konu üzerine yoğunlaşmaya sevk etmiştir. Geliştirilen “kültür endüstrisi” kuramının temel çıkış noktasında 1930’lı yıllarda faşizmin hızlı bir gelişim trendi içinde olmasının katkısı büyük olmakla birlikte, sosyalist hareketlerin de dikkate değer bir gerileme içinde olduğu gerçeği de bulunmaktadır. Mesela Nazilerin 1933’de iktidara gelmesi yahut 1934’de Avusturya işçi hareketinin dağılması hatta İspanya İç Savaşı’nda Franko’nun zaferleri bu dalganın bazı örneklerini oluşturmaktadır.
Sosyoloji literatüründe kültür kavramı ya da olgusu, her toplumun kendi iç dinamikleri tarafından üretilen örf, adet, estetik, sanat, edebiyat, hukuk, din, ahlak gibi değerler manzumesini içeren dinamik bir sürece işaret eder. Kültür ise bu haliyle üretildiği toplumun diğerinden ayıran ve farklı kılan bir özelliğe sahiptir. Fakat günümüzde kültür olgusu çağımız üretim gereklerine uygun bir sanayi kültürüdür. Sanayinin kurallarına baktığımızda ise kültürün özü ile çelişmektedir. Sanayinin kuralları yaratıcılığı duvarların arkasında siyah bir kutuya saklamış ve verimsizleştirmiştir. Böylelikle özgünlük yok olmaya mahkumdur.
Max Horkheimer’ın Akıl Tutulması’nda vurguladığı gibi kitle kültürü’nün sunduğu bütün araç ve kolaylıkların, bireysellik üzerindeki toplumsal baskıları güçlendirmekte olduğunu ve bireyin direnme imkanını, modern toplumun atomize edici işleyişi içinde kendini koruma imkanını elinden aldığını ifade etmektedir. Horkheimer, Löwenthal’a yazdığı bir mektupta 'Tüketim, yaşadığımız şu günlerde, ortadan çekilmiş gibi, görünmez kılmış bulunuyor kendisini. Ya da, şöyle söyleyelim; yemek, içmek, bakmak, seyretmek, sevmek,
uyumak , birer “tüketim”e dönüşmüştür. Tüketim, artık, insanın işliklerin içinde iken de dışında iken de bir makineye dönüştürmüş bulunuyor.'
Marcuse’ün tüketicilik konusundaki ana görüşü “gerçek ve sahte ihtiyaçlar” ayrımına dayanmaktadır. O’na göre hem gerçek hem de sahte ihtiyaçları birbirinden ayırabiliriz. Sahte olanlar, cendere altına alınan bireye belli sosyal çıkarlar tarafından yukarıdan dayatılır: Aşırı çalışma, saldırganlık, sefalet ve adaletsizliği sürdürecek ihtiyaçlar gibi. Bunların tatmini bireyi doyuma ulaştırabilir; fakat bireyin mutluluğu, eğer bütünü kapsayan hastalığı teşhis etme becerisini ve bunu iyileştirmesini sağlayacak fırsatı ele geçirmesine yarayacaksa,sürdürülmesi gereken bir koşul değildir. Sonuç olarak ortaya çıkan, mutsuzluktaki mutluluktur. Dinlenme ihtiyacı, eğlenme, reklamlara uygun olarak davranmak ve tüketme, diğerlerinin sevdiği şeyleri
sevmek ve sevmediklerini sevmemek, bu sahte ihtiyaçlar kategorisine girer. Yani birey derin bir manipülasyon aracılığıyla bu tür ihtiyaçlara sürekli yaklaştırılan bir kitle toplumu tarafından çepeçevre kuşatılmıştır. Böylesi ihtiyaçların bir içeriği ve işlevi vardır ve bunlar, bireyin denetimi dışındaki harici güçler tarafından belirlenir; bu ihtiyaçların gelişimi ve karşılanması çok yönlüdür. Bu tür ihtiyaçlar bir bireye neye mal olmuş olursa olsun, bu birey kendini bunlarla ne kadar özdeşleştirirse özdeşleştirsin ve tatmin olduğunu düşünsün, durum
değişmeyecektir; bunlar başlangıçta oldukları gibi olmayı sürdürecek ve esas amaçları olan insanların baskı altına alınmasını gerektiren bir toplumun ürünleri olarak kalacaktır.
Batıdaki sanayileşme ve modernleşmeyle kentin kültürü ortaya çıkmış ve böylece insanlara sorunlarını unutturan “gündelik hayatın kültürü” olarak popüler kültürü kabul ettirmişler. Bunu yaparken de özellikle kitle iletişim araçlarını üretip yaygınlaştırmayı da ihmal etmemişler tabi. Kitle iletişim araçları ve haberle hızlanan süreç en üst yaygınlaşma düzeyine ulaşmaktadır. Kitle eletişim araçları, bütün kitle iletişim araçları, haber, bütün haberler iki yönde gidip gelmektedir. Görünüşte daha çok toplumsal üretilirken, toplumsal ilişkilerde toplumsalın kendisini derinlemesine nötralize etmektedir. Toplumsalı üretenler aynı zamanda onu yıkmakta ve ürettiği
kitleler tarafından emilmektedir. Sonuç işte anlamsız bir tanıma dönüşmektedir. Evrensel bir kandrımaca hiçbir şeyi çözümlemeyen ve belirtmeyen bir terimdir. Televizyonlarda birçok olay ve olguyu popülerleştirilmekte ve magazinleştirilmektedir. izleyiciye gerçek değerinin dışında algılattırılmaktadır. Popüler kültür kavramıyla birlikte insanlar, haberleri de popüler unsurlarla algılamakta, sadece verilen haberleri tüketerek “kitle insanı”na dönüşmektedirler. Kitleler ve kitle iletişim araçları. Sosyal medyada durmadan homurdanıyor. Fakat homuradanının hiçbir praxis yok.
Kitlelerdeki istek tüketmeye zorlamakta. Toplumsalın emilmesi... Bu da seni sen olmaktan çıkarıyor. Antik Yunan'daki kamusal alan olan agoraların yerini günümüzde ise avmler almakta. Vitrinlerdeki sessiz haykırışlar. Tüket!
İspanya'daki Faşizm lideri olan Franko; 3F ile kitleleri derin bir uykuya hapsetmiştir. FUTBOL, FİESTA ve FİLEMANKA. Klaus Croissant adlı avukatın Fransa'dan sınır dışı edildiği gece; Fransa'nın dünya kupasına katılmak için oynadığı eleme maçını naklen yayınlayan televizyon örneğini ele alalım. Sante hapishanesi önünde gösteri yapan birkaç kişi ve gece yarısı koşuşan bir avukat ve geceyi ekran başında geçiren yirmi milyon küsür insan. Fransa maçı kazandığında atılan sevinç çığlıkları. Aydın beyinlerin bu aptallaştırıcı vurdumduymazlık karşısında utanç ve şaşkınlık. Le Monde gazetesi: ' Saat 21:00 Alman avukat, Sante Hapishanesi'nden alındı. Birkaç dakika sonra Fransa ilk golü atacak.' bu utanç melodramı tek nedeni kitleler adeta güdümlenmiş baba gibi futbolla uyutulmuş. Kitleler duygularını futbolla boşaltmış. Bir başka deyişle bu sesiz yığının kendiliğinden vurdumduymazlığından ziyade bu vurdumduymazlık kendisine ancak iktidar tarafından verilebilir.
Kitlelere yapılan her çağrı yanıtsız kalmıştır. Çünkü hiçbiri bu kitleler üzerinde hiçbir iz bırakmadan uçup gitmektedir. Kitleler kendilerine yapılan bu çağrıları birer ışık demetine dönüştürüp dalga dalga yaymaya kalkmazlar. Aksine Devlet, Tarih, Kültür ve Anlamın çerçevesinde oluşturulmuş ışık demetlerini bir sünger gibi emerek ortadan kaldırırlar.
ZİZEK, İdeolojinin insanları çöplüğe dönüştürdüğünü söyler. Böylece kitle halinde olan toplum yığına kayar ve yabancılaşma bir hastalık haline ulaşır. Bundan dolayı da yabancılaşma bir lüxtür.
İdeoloji sorunu, günümüzde, çoğu kez, belirli bir toplumsal, düzeni yasallığa kavuşturan ve yanlış-bilinç üreten hegemonik idealardan oluşan homojen ve oldukça rijit bir yapı olarak düşünülmektedir. Bunların ise tipik örneği, Frankfurt Okulundan Althuser'e kadar uzanan ve her biri çok farklı yerlerden yola çıkan yazarlardır.
Bazılarına göre, ideoloji, yeni bir toplumsal yapı kurmaya yönelen siyasal hareketlerin görüşlerini dile getiren; yeni toplumun nasıl bir toplum olacağını anlatan bir "ism"dir. Buna örnek Alvin Gouldner'ın çalışmalarıdır. Bazılarına da, ideolojiyi başat idea'lar olarak görmekte; ideolojiyi belirli bir toplumsal formasyon içinde insanın
dış gerçekliğini kurması için gerekli işlevleri yerine getiren başat ideaların topluluğu olarak tanımlamaktadır.
popüler' kültür yaşamını bilmek, popüler kültürün yapısını ve işleyişini inceleyip öğrenmek, "toplumun gelişmesi" olgusu ile, "insanın özgürleşmesi" ya da insanın "kişi" olmaktan çıkarak "birey" durumuna gelebilmesi arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracak yeni bir tarih dönemine geçebilmek için önemli yararlar sağlayacaktır. Bunların başında ise, söz konusu geçiş'in, hegemonik ideolojinin karşısında bile, kendi kültür yaşamlarında da olsa, özgürleşim beklentilerini canlı tutmaya çalışan geniş kesimlerin de katılacağı özgür bir iletişim ortamının oluşturulması ile iç içe gerçekleştirilmesi için gerekli olan kültürel ve politik etkileşimlerin daha kolay sağlanabilecek oluşudur.




Düşünyaz 4. 1. Adım yazısı
"Düşüncenin doğasında iletilmek vardır; yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever; melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür." Ursula K. Le Guin, Mülksüzler s. 67

DÜŞÜNDÜĞÜN VE DÜŞÜNDÜREBİLDİĞİN KADAR VARSIN

MÖ 4. yüzyılda Aristoteles düşünce dahil herhangi bir eylem gerçekleştirdiğimizde bunu gerçekleştirdiğimizin farkında olduğumuzu ve böylece var olduğumuzun bilincinde olduğumuzu öne sürer. Ms 420'de var olduğunun kesin olduğunu, çünkü eğer yanılıyorsa bunun da var oluşunu kanıtladığını 'Yanılmak için önce var olmak gerekir.' diyen St. Augustinus ise Tanrı Devleti'nde bahseder. Daha sonra bilimde çok hızlı gelişmelerin olduğu ve Bilim Devrim Çağı olarak bilinen 17. yüzyılın başlarında yaşamış Ren'e Descartes 'Cagito ergu sun' diyerek var olmayı düşünmeye ve düşünerek sorgulayan bir bireyin kendisinin farkında olmasıyla bilinçli olduğunu söylemektedir. Aksi takdirde düşünmeyen, sorgulamayan insanların alışkanlıkları vardır. İnsan düşünen bir hayvansa sizler neden düşünmüyorsunuz?
Platon fikirlerin göklerde yıldızların yanı başında dolanıp durduğunu söyler. Oysa fikirler o kadar da uzak değildir. Zihnimizde birbiri içine geçmiş, dolanmış renkli yumaklar halindedir. O yumakları çözmeli ve onları kullanılabilir hale getirmeliyiz. İşte çözümlenmesi gereken varlıklar olarak bizler idealarımızı zihinde kavramlar haline getirerek paylaşmalıyız. Bunu yazarak,çizerek, konuşarak ya da eylemlerimizle gerçekleştiririz. Düşünmek insan varlığının dünyaya yansımasıdır. Var olmasının bir göstergesidir. Zihin ile bedenin bir ayrımıdır. Bu da akıllara Descartes tarafından teori haline gelmiş 'Kendimiz hakkında görebildiğimiz tek şey bedenlerimiz olduğuna göre bir robotun bilinçli olmadığını nasıl kanıtlarız?' sorusunu aklımıza getiriyor.
Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever; melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür. Helene Cıxous'un dediği gibi düşünce ayrılıklardan beslenir Farklılıklar, zıtlıklar düşüncenin yanlışlığı veya doğruluğunu göstermez. Aksine onun varlığının ispatıdır. Çimen sadece ışıktan ve havadan beslenmez. Altındaki topraktan da beslenir. Öncesinde çürümüş olan canlıların bıraktıklarından. Bunlar toprağı zenginleştirir ve çimeni besler. Düşüncede öncesindeki fikirlerden ve başkalarının düşüncelerinden etkilenir ve şekillenir. Bu yüzden filozoflar birbirini sorgulamaya ve insanları sorgulatmaya çalışmışlardır. Düşünce anne karnındaki bir çocuk gibidir. Bir önce doğmak, insanlar arasına çıkıp öğrenmek ister.Öğrenmesi ve düşünmesi için öncelikle çocuğun konuşmayı öğrenmesi gerekir. Vygotsky göre ise konuşmanın amacı, bebeklikten itibaren iletişim kurmak olduğundan, çocuktan ilkin otistik düşünce ve konuşma kabiliyeti yoktur.Çünkü düşünce varlığını dil ile ortaya koyar ve anlamlandırır. Bunu da tek ve mükemmel olan kavramlar ile ifade eder. Dil yalnızca düşünce gerçekleştiren bir araç değildir, düşünebilme yetisinin de ön koşuludur. Dile hakim olduğumuz ölçüde düşünce üretiriz ve her düşünce de benliğimizin bir eseridir. Dil ve düşünce aslında bir bütündür ve bir aforizmanın iki ürünüdür. Dünyayı dil aracılığı ile kavramayı Herakleitos 'Gerçeği, söz haline gelmeden, başka bir deyişle dile dökmeden insanlar anlamadılar' derken dilin düşüncedeki yerini göstermiştir. Nasıl ki matematiğin elbisesi sayılar ise düşüncelerin elbisesi da dildir.
Dil ve düşünce arasında bu kadar sıkı bir ilişki bulunurken dil bilmeyen bir insan düşünemez diyebilir miyiz? Acaba düşüncemiz dilimizin yapısınca mı şekillenir? Dil mi öncedir, yoksa düşünce mi öncedir? İnsan konuştuğu için mi düşünür, düşündüğü için mi konuşur? Platon 'Düşünme sessiz bir konuşmadır' derken dile öncelik veriyordu. Ama sağır ve dilsiz insanlarda düşünce oluşumunda zihin etkinliğinin rolü vardır.
Düşüncelerimizi her ne kadar dille ifade etsek de Cassier' Dünyayı simgeleştirme' , Wittgestein ' Dünyayı resimlemeden' söz eder. Düşüncenin en iyi ve doğru iletimi ancak tek ve mükemmel olan kavramlarla yani dille mümkündür.
Fikirlerimiz eleştirip yargılansa dahi her fikre sonuna kadar sadık kalmak, her koşulda gereğini yapmak gerekir. Öyle bir vuruşta yok olup gitmemeli. Zaten öyle olsa fikir çok basit ve anlamsız olurdu. Düşünceler çarpıştıkça idealistler kapışır. Her düşünce kendisinden sonraki bir düşünceyi doğurur. Bir tohum gibi hangi toprağa düştüyse, orada çimlenir ve gelişir.
Siz değil, içinizdeki gerçek 'sizi' 'ben' diyen şeyi görmek istiyor ve bunu ortaya çıkarııp iletmek istiyorsanız yalıtılmış insanlar olmaktan vazgeçin. Kendisi için varlık olmanın yolu düşünmeye ve bilinçli olmaya bağlıdır. Var olan ama düşünemeyen bir sandalyeden farklı olarak düşündüğümüz yerde var olmalıyız. Biri 'Düşünüyorum öyleyse varım' dediğinde zihninin basit bir sezgiyle apaçık bir gerçek olduğunun farkındadır.'

Hiç yorum yok: