17 Haziran 2017 Cumartesi

Arda Rutkay Var / Kırşehir YD BİLSEM/Prof.Dr İlhan Kılıçözlü Fen Lisesi / Kırşehir / Düşünyaz 4 Türkiye 10. su




Düşünyaz 4 Final Yazısı

"Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir."  Önce Söz Vardı- Denis Diderot

BİREY-DEVLET-TOPLUM ÜÇGENİNİN GEÇMİŞİ VE GELECEĞİ

İnsanlığın ilk gününden beri toplumla yaşamak hem hayatta kalmanın bir şartı hem de bireyin yapmak istediklerini yapabilmesinin en mümkün teminatı olmuştur. Ancak mağaralar da yaşayıp, Althamira mağarasında olduğu gibi (bulunan ilk mağara resimleri) mağara duvarlarına ilk resimleri yaptığımız günlerde birey ve toplum ilişkisinin ilk kıvılcımları yanmaya başlamıştı. Evrimsel açıdan olayları düzenlemek (veya düzenleyenlere itaat etmek), alfa erkek ve alfa dişilere uymak veya isyan etmek "Bilen ve bildiğinin farkında olan modern insan" (Homo sapiens sapiens: Modern İnsan) için birey olup bireyleri kontrol altına almak istemenin de ilk örnekleridirler.
Ve o günden beridir de süregelen bu kontrol altına alma durumu bireylerin topluma karşı haklarını, ve toplumun yöneticilerinin bireylere karşı sorumluluklarını doğurdu. Tarım devriminin ortalarına kadar bireyin sorumlulukları "ürün ya da et toplamak, bunları çekirdek kabile ile paylaşmak, yapabilecekler doğrultusunda kabileye hizmet ve soyun devamlılığı" olurken, bunları kontrol altında tutan üst sınıf için bu sorumluluk ve haklar bir karşılıklı faydacılık durumu oldu. Ancak nesillerin devamı ile bireyler arası ilişkiler evlilik, akrabalık, aile, çok eşlilik, ataerkillik veya anaerkillik (ataerkillik ya da anaerkilliğin toplumsal bazı etki-tepkileri olsa da birey bakımında faydacılık ilişkisi olarak incelemek doğru olacaktır.) gibi kalıplara girdi. Bu kalıplar da toplum içerisinde bireyin yerini farklılaştırdı ve birey toplum ilişkisini irdelememize sebep oldu.
Ancak insanlar için bireylerin ve toplumun beraberce yaşamasını sağlayan ve tüm düzenin anahtarı basit bir karşılık bekleme durumudur: Güven.
Şu an ki yaşadığımız ve şu ana kadar yaşanan tüm toplumların yapı taşı güven olmuştur. Köleler efendilerine ve efendiler kölelerine güvendi ve bu sayede zincir devam etti. Ezenler ve ezilenler ile üstte ve altta yer bulan bireyler birbirlerine karşılıksız bir güven beslediler ki bu güvenin yıkılması 18. Yüzyılda Fransız İhtilaline kadar sürebilecek olaylar zincirini tetikledi. Burjuva iş yaptırmak için proletaryaya güvenmezse, tüm kapitalist sistem yıkılacaktır. İnsanlar hiç tanımadıkları başka insanlara güvenirler ve düzen devam eder.
Yüzyıllar içinde bu güvenin kazanılması ve sürekliliği insan popülasyonunun büyümesi ile zorlaşmış, önce yönetici sınıfı kurumsallaşmış ve kurumsallık devletin temellerini atmıştır. Devletin evrimsel kökeni ve birey-devlet ilişkisinin temelleri ise olayları düzenleyen alfa bireylere ve kabile reislerine dayandığı için devlet (ve öncesinde feodalite, krallık ve boylar) insanların hayatlarını düzenleyen yegane araç olmuştur.
Peki ya insanların gerçekten devlete ihtiyacı var mıdır? Devletin yokluğu durumunda da aynı güven sağlanamaz mı? Biz devleti güven için var etmiş olsak dahi devleti söküp atmak bireyim daha özgür yapmaz mı?
Hobbes’a göre, insan doğa durumunda, devlet olmadan varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Ona göre “İnsan insanın kurdudur.*
Devletin gerekliliğini Hobbes perspektifinden incelediğimiz zaman Hobbes, devletin gerekli olmasını çünkü insanın kendi başına başka insanlara zarar vereceğini söyler. İnsanlar kendi başlarına toplumun yapı taşı olan güveni elde edemeyecektir çünkü başka insanlara zarar sağlamakla uğraşır. Hobbes'a göre insanlar eşit yaratılmıştır ama eşitlik güvensizlik doğurur. "Bu yetenek eşitliğinden, amaçlarımıza erişme umudunun eşitliği doğar. Bundan ötürü, iki kişi aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi arzu ederse, birbirlerine düşman olurlar ve esas olarak varlığını korumak ve bazen de sadece zevk almak olan amaçları uğruna, birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya çalışırlar. Bu mücadele sonunda güvensizlik bu güvensizlikten de savaş doğar."**
Karl Marx içinse devlet sınıf çatışmasından doğmuştur. Bu efendi-köle, senyör-serf çatışmalarını gideren bir devlet ihtiyacı bulunmaktadır. Bu çatışmalar güvenin kırılması ise Marx içinde devlet, güveni sağlayacak bir oluşumdur. Hobbes'un devleti bu güveni bireyler arasında sağlamaya çalışırken, Marx'ın devleti ise sınıflar arasında sağlamaya çalışır. Lakin Marx'ın devleti bir baskı aracına evrilir ve belli başlı bazı kesimleri korur.
Burda Marx'ın devleti ile Diderot'un sözü arasında bir benzerlik yakalıyoruz. Olayları düzenlemekten söz edenler çoğu zaman başkalarını denetim altına almışlardır. Marx'ın devleti de aynı amaç doğrultusunda oluşur ama bu amacı devam ettirmez. Bu benzerliği aynı zamanda Yeni Çağ Diktatörleri'nde de görüyoruz. Adolf Hitler bir asır önce "olayları düzenlemek ve Büyük Almanya Ütopyasını" yaratmak için başa geçmişken diğer insanları denetim altına aldı ve bu büyük acılara sebep oldu.
John Locke ise devletin "mülkiyetin korunmasından başka bir amacı olmayacağını" öne sürdü. "Locke’a göre, dünya esas olarak herkesin ortak mülküdür, ancak her birey, bu ortak mülkün bir kısmını alıp, onu mülk edinme hakkına sahiptir."*** Devlet Hobbes'da bireyler arasındaki güveni, Marx'da ise sınıflar arasındaki güveni ele alırken; Locke bu güveni mülkiyet ve birey arasında kurdu.
Bu durumda devlet insanları denetim altına alıyorsa o zaman devletin yokluğunu sorgulamak gerekmez mi? İyi olan devletin niteliğini değiştirmek midir yoksa devletin yokluğunu tartışmak mıdır?
Bu soruların cevabı için devleti reddeden en uç ideolojilerden anarşizmi ele alabiliriz. Devleti ve tüm devlet orijinli oluşumları reddeden anarşizm ideolojisinde devlet, sadece belli insanları veya sınıfları koruyan, insanın özgürlüklerini kısıtlayan ve özü itibariyle kötü bir kurumdur. Marx'ın devletine benzerlik gösterse de anarşistler yarattıkları düzenin sürekli olumluya doğru bir ilerleyeceğini kabul ederler.
Ancak Termodinamiğin 2. Kanunun bize söylediği gibi entropi (düzensizlik, bozunma) her zaman artacaktır. Marx'ın devleti, organik durumun bozulması, devletlerin yıkılması gibi tüm olaylar dağınıklığa koşmaktadır. Bu yüzden anarşizmin dediği gibi sürekli olumluya doğru yönelme çok da mantıklı değildir. Çünkü her şey eninde sonunda bozulacak ve çökecektir. Şu anda içinde bulunduğumuz tüm sistemler eninde sonunda değişime uğrayacaktır. Kapitalizmin sömürü aracının sürekli değişmesi, olayı o günün şartlarına göre değerlendirme zorunluluğumuz da entropiye örnek sayılabilir. Bu yüzdendir ki devletin var olması da şu ana göre değerlendirilmelidir çünkü bu anın şartlarına uygun devlet (veya başka her şey) en iyi bu zamanın şartlarında oluşur. Bunun asıl zorluğu ise bulunduğumuz anı karşılaştıracak gelecek bir referans noktası alamamamız ve yine eski zamanlara bakmak zorunda kalmamızdır.

*http://www.felsefenedir.com/siyaset-felsefesi/
** http://dusundurensozler.blogspot.com.tr/2011/01/bazi-filozoflarin-dusuncesinde-devlet_2563.html
***https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/36-sayi-214/302-lockeun-mulkiyet-teorisi-ve-marksist-elestirisi


 
Düşünyaz 4, 2. adım yazısı
"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var. “
Zygmunt Bauman


KAPİTALİZMİN TOPLUMU KÖLELİĞE İTMESİ

Biyolojideki ifadesiyle "akıllı insan"(homo sapiens), dünya üzerinde uygarlığı kurmuş ve uygarlığa bilinen tüm canlılardan daha fazla değişiklik yapabilen bir yaşam formudur. Kendi haricinde hiçbir bilinen yaşam formunun erişemediği bu zekaya ve karar verme yetisine sahip olarak insan, artık kendi yarattığı konfor ve arzular cenneti içinde diğer tüm nesillerden daha iyi yaşıyor. Ancak nesillerce geliştirilen ve değiştirilen bu cennet, artık toplumun efendi olduğu durumdan çıkıp "üst sınıfın" eline geçmiş bulunmakta.

Kapitali elinde tutan bu "üst sınıf" nesillerdir savaşları, parayı ve elindeki diğer tüm imkanları kullanarak daha fazla güç elde etme uğruna mücadele veriyor. Bu sınıf artık daha fazla güç için savaşları veya yasaları kullanmıyor. Artık toplumu köle haline getirmek güç kazanmak için yeterli.

Önceleri yıllarca yerleşmiş ve insanlıkla bütünleşmiş kültüre sahip olmak için artık hiç olmadığı kadar zor. Çağın gerisinde kalma kaygısı yüzünden her şeyi tekrar ve tekrar satın almak zorundayız. Hiç kimsenin böyle bir zorunluluğu olmamakla beraber "üst sınıf" bizi yeniye sahip olmanın mutlu yapacağına inandırmış değil, bizi yeniye para vermenin mutlu yapacağına inandırmış bulunmakta. Karl Marx bu durumu "insanın kendi doğasına yabancılaşması" şeklinde ifade etmiştir. Bu şekilde birey; kapitalizmin çarkları altında ezilir ve kendinden, toplumdan, verdiği emekten uzaklaşır. Marksizm, 'özü iyi' olan insanın sınıf savaşlarına kurban gittiğini ve bu savaşı bitirecek olan devrimin yüzyıllardır devam eden 'yabancılaşmayı' da bitireceğini ilan eder.

Bizi bireyden müşteriye, istatistiklere ve beğenilere dönüştüren ve uygarlığımızı bile satın almaya zorunlu kılan bu yapının varlığını ne kadar kabul etmeyebiliriz? Her ne kadar bu yapıya karşı olsak bile artık onsuz olamayacak duruma mı geldik?

"Kapitalistlerin bu duruma iki cevabı vardır: Birincisi, kapitalizm kapitalistler dışında kimsenin yönetemeyeceği bir dünya yaratmıştır. (...) İkinci cevap ise biraz daha sabırlı olmamız gerektiğidir, çünkü kapitalistlerin vaat ettiği cennete çok az kalmıştır." (Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, sayfa 328)

Bu yanıtlardan ilki kapitalizmi bizden ayrılmaz kabul ederken, ikincisi ise çift yönlü pragmatist bir yaklaşım içeriyor. Kapitalizmi devlet olarak kabul etmek, onu reddetmenin ise devleti yani üzerimizdeki tüm baskıyı ve kontrolü reddetmek anlamına geliyor. Çünkü artık devletler orta çağ ve ilk çağ devletleri gibi bireylerinin aynı şeye inandığı ve üzerinde yaşadığı kavramlar olmaktan çok, artık kapitalizmin hepsi birbirinden farklı mağazalarına döndü. Kimi devletler özgürlük, eğlence ve mutluluk satarken kimileri de savaş ve huzursuzluk satarak aynı "üst sınıfa" hizmet ediyor.

Anarşistlere göre devlet uyum içinde işleyen organik topluma birer dayatmadır. Her türlü devleti ve erki reddeden anarşistler için huzur ve barış kuralların olmadığı bir ütopyada var olabilir. Ancak Hobbes için organik durum korku hali ve başkasını yok ederek ayakta durma durumudur. "İnsan, insanın kurdudur." sözü ile ise Hobbes, organik durumun anarşi ve vahşetten var olduğunu belirtmektedir. Hobbes için devlet bu yüzden gereklidir. Çünkü organik durum insanı erdem bilmemektedir.

Rousseau ise Hobbes'un bu önermesine "erdem bilmeyen insanın kötülükte bilmeyeceğini" söyleyerek karşı çıkar. Locke'da ise doğal durum insanı para icat edilene kadar savaşçı değildi. Devlet bu yeni durumda can ve mülklerin korunması için gerekliydi.

Bu üç önermede devletin gerekli olduğunu farklı sebeplere dayandırırlar. Kapitalizmin sadece kapitalistlerin yönetebileceği bir dünya yaratmış olması cevabı bu noktada çok mantıklı gelse de peki kapitalizmin vaat ettiği cennete ulaşınca herkesin mutlu olacağı yanıtı ne anlam ifade etmektedir?

Kapitalizmin vaat ettiği cennet kimilerine göre içinde yaşadığımız dünya iken, kimileri için gelecekteki bir zaman dilimi veya hiç gerçekleşmeyecek olan ütopyadır. 2013 yılının İnsani Gelişme Endeksi, 2009 yılına göre bazı ülkeler bazında düşmüş olsa da tüm ülkeler bazında giderek yaşam kalitesinin arttığı görülmektedir. (Vikipedia: İnsani Gelişme İndeksi). Ayrıca 2013 yılının çocuk ölümleri değerleri 1903 yılına göre düşmüş, yaşam beklentisi ve kalori alımı gibi değerler de artış göstermiştir. İnsanlığın cennete doğru yol aldığını söyleyebilecek bazı sayısal veriler bulunmakla beraber bu oldukça iyimser bir bakış açısıdır.

Ancak kapitalizmin çarklarının hiç durmayıp şekil değiştireceğini de öngörmek olasıdır. Orta çağın sonlarına doğru başlayan kapitalizm o zamanlar ellerinde yeni kıtalar, köleler ve ucuz iş gücünü elinde barındırıyordu. Son yüz elli yıl içerisinde çıkan savaşlarla bu servet, silah fabrikalarının Dünya Savaşları'na sattığı silahlara kaymıştır. Son elli yılda ise servet yine şekil değiştirmiş, Dünya'ya hükmeden kapitalistlerin sahip oldukları servet paradan çıkıp parayı oyunlara, sosyalliğe ve kıyafetlere para veren insanlar topluluğu haline dönüşmüştür. Her ne kadar iyi veya kötü olsa bile kapitalizm, yakın gelecekte yok olacağa benzemiyor. Yahut yakın zamanda kapitalizmin elindekilerin ve servetinin niteliğinin değişmesi de oldukça olası.


 

Düşünyaz 4, 1. Adım yazısı

"Seçim ne yönde olursa olsun, bilinç, hastalıklı olmadığı sürece özgürdür; çünkü seçen, kararının karşıtındaki engellere ve güçlere rağmen, seçme olanağına her zaman sahiptir."Uluğ Nutku, Daha Güncel Felsefe"
(Bilmenin Sorumluluğunu Üstlenmek) s.74

BİLİNÇ HAKKINDA ÖNERMELER

Alıntıyı irdelemeden önce bazı kavramları irdeleyeceğim. Öncelikle bilincin ne olduğunun anlaşılması önemlidir. Bilinç "farkında olma durumu" olarak tanımlanabilir. Peki böyle bir durumda bilinçli bir "benlik" için kişinin sadece farkında olması mı gerekmektedir yoksa girdi olarak giren uyarıcılar hakkında somut veya soyut çıktılar olmalı mıdır?
Genel olarak böyle çıktılara "karar" diyebiliriz. Bu durumda bilinç bir "karar verme mekanizması" olacaktır. Yani kararımız bir bilgisayar programı gibi çalışan, girdileri işleyip devamında çıktı veren bir süreçtir.
Peki böyle bir mekanizma ne kadar özgürdür? Uluğ Nutku'nun da bu sözünde incelediği budur. Bu sözde gördüğümüz üzere "özgür bir bilinç" hastalıklı olmamalıdır. Böyle bir durumda hastalık Sigmund Freud'un öne sürdüğü id, ego, ve süperego'yu etkisi altına almış bir durumdur. Yani psikolojik olarak sorunsuz bir kişinin verdiği kararların hepsi özgürdür. Peki Uluğ Nutku'dan farklı olarak özgürlük "hastalıklı olmamaya mı" bağlıdır?
Bir psikopatın normal nitelendirilen bir insanı öldürmekle tehdit ettiğini, onu başka bir "normal ve suçsuz" insanı gereksiz yere öldürmeye zorladığını farz edelim. Bu durumda seçimimiz özgür müdür?
Böyle bir durumda kişinin zihnini etkisi altına alan bir durum bulunmaktadır. Bilincin biyolojik olarak ana isteği olan "hayatta kalma ve yeni bireyler üretme" isteği zor durumda bırakılmıştır. Yani böyle bir karar özgür değildir
Özgürlüğün irdelenmesi noktasında kişi, gerçek bir özgürlük olup olmadığı konusunda şüpheye düşebilir. Bizler insan olarak bir türüz ve şu an bu yazıyı benim yazabiliyor olmamın insanlığın ve benim karar mekanizmasının bir sonucudur. Ancak başka hayvanlarında karar verebileceğini düşünürsek -ki bu deneylerle ve gözlemlerle kanıtlanabilir bir durumdur- kararlarım fizyolojik ve kimyasal bir takım hormon ve elektriksel sinyallere bağlı değil midir?
1950'lerde yaşamış bir filozof bu konu için daha berrak fikirler geliştirebilirdi belki. Ancak günümüz dünyasında "canlı" olarak nitelenmeyen ama insandan ve diğer tüm canlılardan daha büyük işlem kapasitesine sahip bilinçlerimiz bulunmakta. Yani günümüz dünyasında bilinç insandışı bir hal almaktadır. Eğer kararlarımın bir takım kimyasallara bağlı olduğunu kabul etsem ya da etmesem dahi bilincin varlığını kabul etmek zorundayım.
Ancak bilincin yüzde yüz özgür ve baskısız olduğunu kabul etmek noktasında Nutku'dan biraz ayrılmakta ve Sartre'a yaklaşmaktayım: "Beni çevreleyen her durumun sonuçta anlamını ancak benim geleceğe ilişkin tasarılarımdan aldığını kabul edelim. Burada bir belirlenimci, tasarılarımın salt bir özgürlükten fışkırmadıkları, onların kendilerinin benim kendim, doğam tarafından belirlenmiş olduklarını söyleyerek bir itirazda bulunabilir.".
Sartre'ın bu sözünde incelediği ve Nutku'dan ayrıldığı nokta (benimde aynı zamanda ayrıldığım nokta) tasarıların "kendim ve doğam" (yaşadıklarımın etkileri ve kimyasal etkilerin yaşadıklarıma yansıdıkları) tarafından özgür olmayan bir sentezdir.
Yazımda buraya kadar bilincin özgürlüğünden çok özgürlüğün kendisini işlemiş bulunmakta ve bilincin özgürlüğünün anlaşılabilmesi için özgürlüğün irdelenmesi gerektiğini düşünmekteyim. Yazının devamında bilinci ele alacağım.
Şu ana dek özgürlüğün olmadığını ancak bir bilincin varlığını kabul etmiş olmaktayım. Bu durumda kişi "Böyle bir yaklaşımla 'özgür olmayan bilinç' hakkında bir durum mu söz konusudur?" diye sorabilir. Fikirlerim beni bu noktaya getirmiş olsa da bilinç üzerinde bir etkinin olmadığı yanlış bir durum değerlendirmesi olacaktır.
Peki bilinç üzerindeki bu etkim beni ne tür bir konumda tutacaktır? Etik felsefesinde böyle bir konumda olmak beni bir ahlaka sahip olmakla yükümlü kılar. Jon Nuttall'ın Ahlak Üzerinde Tartışmalar Etiğe Giriş kitabında "(...)ahlaki yargılarımızın statüsünü analiz eden etik, takındığımız ahlaki tutumlarımızı ardında yatan yargılarımızı ele alır." şeklinde bir ifade geçmektedir. Ahlaki tutumlarımızın kararlar çerçevesinde olduğunu düşünürsek bilincimiz çıktıları ile ahlakımızın da üstünde rol oynuyor. Bu durumun etkisi ahlakımız da kısmen özgür olmadığı manasına gelebilir. Ancak hemen denmemelidir ki ahlakımız üzerinde tamamen etkimiz yoksa kimse ahlakından sorumlu değildir.
Şu ana kadar geldiğim nokta bilincin -dolayısıyla ahlakın- kısmen de olsa özgür olmadığı noktasında hayat bulmaktadır. Peki bu noktada bilinç -bilinç nedeniyle ahlak, kararlarımız, yaşantımız- apriori (önsel) midir, aposteriori (kazanılmış) mıdır?
Ahlakın aposteriori olduğu kabulü insanlarda büyük bir huzursuzluk uyandırmaz. Çünkü çevremizdeki tüm durumlar hakkında birilerin sorumlu olduğunu düşünmek aynı zamanda hukukun, haklı bir şekilde edinilmiş mal varlığının da çıkış noktasıdır. "İnsanlık tarihi karşılıklı güvene dayanıyordu" (Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Yuval Noah Harari) Bu karşılıklı güvense, davranışların insanlardan sorumlu tutulmasıyla harekete geçiyordu.
Ancak ahlakın apriori olduğu önermesi bu karşılıklı güveni yıkacaktır, bu durum da davranışlarımızın sorumluluğun inkar edilmesine yol açar. Bu durum avukatların çok hoşuna gidebilir fakat ahlakın ve bilincin apriori olduğu önermesi bilincin özgür olmadığı önermesini de doğurur. Bir biyolog bu önermenin doğruluğunu bir filozoftan daha bilimsel olarak savunabilecek olsa da çevremizdeki tüm bilinçlerin apriori olduğuna inanmak hala zordur -ki öyle bir iddiam da yoktur-.
Eğer ahlakın apriori ve aposteriori olduğu ve bilincin özgür olup olmadığı önermelerinin de önüne geçersek önümüze hepsinden daha büyük bir engel çıkacaktır: Tüm bu önermelerle ne yapacağımız.
Bu önermeleri kullanarak ne yapacağımız durumu ise kişinin kendisine kalıyor. Kişi bu durumla daha yeni önermeler sunabilmekle beraber, bu önermelerin hepsinin yanlışlığını da öne sürebilir. Ancak yazımın ana noktası ise kişinin seçme olanağına sahip olması, dolayısıyla budur.

Hiç yorum yok: