17 Haziran 2017 Cumartesi

Asım Kaya / Ankara Atatürk Anadolu Lisesi / Ankara / Düşünyaz 4 Türkiye 2.si




Düşünyaz 4 Final Yazısı

"Gerçek şu ki felsefede ve hatta başka alanlarda asıl sözkonusu olan problemi çözmekten çok onu bulmak ve sonuç olarak onu ortaya koymaktır. Çünkü spekülatif bir problem doğru ortaya koyar koymaz çözülür. " Bergsonculuk - Gilles Deleuze
META-FELSEFE SORUŞTURMALARI
Felsefe üzerine konuşmak, felsefenin ilginç mevzularından biridir. Rorty'nin meta-felsefe olarak adlandırdığı bu durumun içinde aslında matematiksel, daha doğrusu mantıksal bir probleme takılmak muhtemeldir. Bu problem en bariz örneklerini Russell Paradoksu'nda gördüğümüz kendine referans verme durumudur. Russell'ın berber paradoksunu bilirsiniz. Yalnızca tek bir berberin olduğu bir köyde kendini tıraş edemeyen herkesi bu berber tıraş etmektedir. İşte tam burada can alıcı soru sorulur: Berber kendini tıraş eder mi etmez mi? Eğer ederse bu, kurala aykırıdır, çünkü kendini tıraş edebilenleri berber tıraş etmemektedir. Bu durum çelişkidir. Tamam, o zaman berber kendisini tıraş edemez diyelim, bu sefer de kendini tıraş edemediğinden ötürü kurala göre kendini tıraş etmelidir. Her iki durumda da çelişki ile karşılaşırız. Bu paradokstan çıkmanın tek yolu böyle bir köy olmadığını ve olamayacağını söylemektir. Öte yandan ben bunun üzerine biraz düşününce şunu farkettim: Russell'ın oluşturduğu bu sistemin yalnızca iki sonucu vardır: Totoloji ya da çelişki. Bu iki şıktan başka çözüm yoktur. Bu durumun nasıl olduğunu göstermek için Russell'ın diğer paradoksu olan Yamyam Paradoksu'nu ele alalım. Bu paradoksta yamyamlar köylerine yolu düşen bir mantıkçıyı esir ederler. Yamyamlar mantıkçıya şöyle derler: "Biz her yakaladığımız yabancıyı yeriz. Kimini haşlayıp, kimini kızartıp yeriz. Avımıza bir soru sorarız. Avımız soruyu doğru yanıtlarsa haşlarız, yanlış yanıtlarsa kızartırız."
Dedikleri gibi de yaparlar. Mantıkçıya şu soruyu sorarlar: "Seni haşlayıp da mı yiyeceğiz, yoksa kızartıp da mı yiyeceğiz?" Mantıkçı bir süre düşündükten sonra soruyu çok akıllıca cevaplar: "Kızartacaksınız!" İşte yamyamları çaresiz bırakan paradoks ortaya çıkmıştır, ve bu yanıtı sayesinde mantıkçı ne kızartılır ne de haşlanır.

Bir an için mantıkçının kızartılacağını varsayalım. O zaman verdiği yanıt doğru olur. Ama yanıt doğru olduğu için -yamyamların kendi kurallarına göre- mantıkçının haşlanması gerekmektedir. Demek mantıkçı kızartılamaz. Şimdi de mantıkçının haşlanacağını varsayalım. O zaman mantıkçının yanıtı yanlış olacak. Yanıt yanlış olduğundan da kızartılması gerekmektedir. Demek mantıkçı haşlanamaz da. Yamyamlar tam bir kısır döngüye girmişlerdir. Kızartsalar haşlamaları gerekecek, haşlasalar kızartmaları! Sonuç olarak adamımız kurtulur.1

Bu paradoksta da yine çelişki vardır. Yani çıkan sonuç her türlü yanlıştır. Ama bu, mantıkçının verdiği cevap sebebiyle böyledir. Mantıkçı, Russell'ın onu hapsettiği iki seçenekten kendini kurtaracak olanı seçmiştir. Çelişki onu kurtardı, fakat diğer seçeneği seçseydi karşılaşacağı totolojinin mutlak ölümcüllüğüydü. Çünkü eğer onu haşlayacaklarını söyleseydi, bu her durumda doğru olurdu ve mutlak olarak yamyamlara et olurdu. Eğer yamyamlar onu haşlayacak olsalardı doğru bildiği için haşlanacaktı. Diğer türlü, kızartılacak idiyse de yine yanlış söylediği için kızartılacaktı. İşte bu, Russell'ın kısır mantık dünyasının hayattan kopmasıdır. Ve bu durumda Russell paradokslarındaki kahramanlarını hiç hayatla alakası olmayan bir şekilde, yalnızca iki seçeneğe tıkayarak sıkıcı ve kısır bir hikaye uydurdu. Belki de Wittgenstein'ın içine kısıldığı şişeden çıkmayı başaramayan filozof tipine bu paradokslarla en çok Russell uyardı.

Peki felsefenin böyle bir kendine referans verme durumu, yani meta-felsefe bir çelişki doğurur mu? İşte burada yapacağımız şey budur: Bu soruyu kendimize sormak ve tartışmak. Felsefe ile mantık bu noktada benzerlik gösterir mi? Yani kendine referans verme bağlamında düşündüğümüzde felsefe ile mantık bu noktada bize aynı sonucu mu verir? Burada Kant gibi çok iyi düzenlenmiş ve sistematikleşmiş bir metin yazmayacağım, daha çok Nietzsche gibi heyacanlı, dalgalı, kendini sürekli eleştiren ve sürekli yapısökümünü yapan bir metin olacak.Çünkü metin dediğimiz şey oynaktır, kaypaktır, dinamiktir. Farklı anlam bağlamlarından geçer ve sürekli dönüşür. Yani bizim işimiz tüm felsefeyi çözdüğünü iddia eden bir 'Tractatus' yazmak değildir, bizim işimiz, kendini sürekli sorgulayan 'Felsefi Soruşturmalar' yazmaktır.

Öncelikle şu bağlantıyı kurabileceğimizi iddia edebiliriz: Mantıkta olduğu gibi felsefede de böyle bir kendine referans durumu sorun oluşturacaktır, yani bizi Russell'ın olduğu gibi bir paradoksa düşürecektir. Böyle bir iddiaya karşı derim ki: Felsefe, mantık gibi değildir, her ne kadar felsefenin de soyut bir uğraşı olduğu kabul edilse de felsefe hayata çok daha yakın bir etkinliktir. Bu yüzden felsefede mantıkta karşılaştığımız gibi yalnızca iki şıkka hapsolunmuş bir paradoks içinde değilizdir. Çok daha özgür bir alandır ve bir iddiayı birbirinden çok farklı metodolojilerle çürütme şansınız vardır.

Öte yandan Deleuze'e katılmıyorum bu yorumunda, çünkü burada resmen klasik bir analitikçi gibi düşünmüş. Nasıl yani derseniz, sanki felsefe bir matematik problemi ve tek bir çözümü varmış gibi konuşmuş. Demek istiyor ki felsefenin problemleri dalları birbirine dolanmış bir sarmaşık gibidir ve problemleri çözmek için bu sarmaşığın dallarının birbirine nasıl dolandığını görmek yeterlidir. Hayır Deleuze, hayır! Sen, bunu yapamazsın. Sen, Russell'ın düştüğü yanılgıya düşmemelisin. Felsefe bundan ibaret değil. Zamanında Wittgenstein da böyle senin gibi bir yanılgıya düşmüştü. Tractatus'u yazınca felsefenin tüm sorunlarını çözdüm zannetmişti. Ama yanılıyordu işte, felsefenin sorunları onun zannettiği kadar basit değildi. Sahi, ya felsefenin sorunları diye bir şey yoksa? Ya, felsefe ancak bu sorunlarıyla felsefe olabiliyor ve insanlara katkı sağlayabiliyorsa? O zaman da bu sorunları çözmeye uğraşır mıydınız? Belki de her şey, bütün bu felsefenin sorunlarını çözme amacı, insanın kendini tatmin etme isteğinden geliyor. Çünkü, mantıklı ve tutarlı teoriler bulmak insanı tatmin eder. Fakat sırf bu tatmin olma isteğinizden dolayı kendinizi felsefenin tüm sorunlarını çözmüş bir dahi ilan etmeye hakkınız yoktur! Wittgenstein da bunu farketti ve kendini Tractatus'un ötesine yani 'Felsefi Soruşturmalar' yapmaya itti. Belki de bunu, felsefeye şöyle dışarıdan bir bakış atarak yaptı ve bu dışarıdan bakış onun için yaklaşık on yıl devam eden bir süreçti.

Hiç kimsenin hakikat tekelciliği yapmaya hakkı yoktur. Çünkü hiç kimse tüm hakikati, tüm gerçekliği kucaklayabilecek, onu katedebilecek bir zekaya sahip değildir. Ancak kendi göstergelerinizle kendi hakikatinizi inşa edersiniz ve her yapıda olduğu gibi bunu da yapısöküme uğratmak filozofun en temel hakkıdır. Ne kadar iyi bir yapı kurarsanız kurun, bu yapının depremlerle sarsıntılara uğrama ve hatta yıkılma şansı vardır. Bu yapının yıkılamaz olduğunu iddia etmek ancak kendinizi kandırmaktır. Bu iddia ancak binasının olduğu yerde asla deprem olmayacağını iddia eden birinin iddiası kadar komiktir. Lakin, yapınız daha uzun bir süre dayanabilir, hatta çok uzun süreler dayanabilir. Bunun yolu ise yapınızı değişmez bir dogma haline getirmek değil ona dinamik bir nitelik kazandırmaktan geçer. Çünkü her düşünce gibi felsefi düşünceler de tarihi bağlamlarda ortaya çıkarlar. Hiç bir düşünce değişmeden, birebir olarak çağ atlamaz. Çağ atlıyorsa o düşüncede evrensel bir şeyler ifade eden yorumlar vardır demektir. Ancak ileriki çağların kabul etmeyecekleri, işi biten yorumlar diğer yorumlarla birlikte dogmalaştırıldığında o yapı çatırdamaya başlar.

Öte yandan tamamıyla felsefenin sorunlarını çözmeyecek -hatta amacı da bu olmayan- ama filozoflara kurdukları yapının çatırdamış veya çatırdamak üzere olan yerlerini gösterebilecek bir yöntem olarak semiyotiği kullanmayı öneriyorum. Çünkü istisnasız her filozof dil üzerinden (söz veya yazı) konuşur ve dil bize bir göstergeler uzamı sunar. Burada Deleuze'ün dediğine benzer bir olay döner, fakat aynı şey değildir. Deleuze dalları karışmış bütün ve tek bir sarmaşığın olduğunu kabul ederek bu sonuca varmış. Fakat dil çok daha karmaşıktır ve her dalı dil oyunlarına göre oluşan milyarlarca sarmaşığın bulunduğu bir bahçeye benzer. Milyarlarca sarmaşığın olması, milyarlarca insanın olması sebebiyledir. Çünkü hiç bir insan bir diğeriyle tıpatıp aynı bir dile ve kimliğe sahip değildir. Sarmaşıklar arasında yapıları birbirine çok benzeyen örneklerin olması mümkündür fakat aralarında küçük de olsa farklar vardır. Peki filozofun sarmaşığı bu milyarlarca sarmaşık içinde nerededir? Filozof burada kendi dallanmalarını daha çok sorgulamış ve diğer sarmaşıklara yüksekten bakan biridir. Fakat boyu yükseldikçe alt tarafta sorun oluşturmaya tekrar başlayan dallanmaların varlığını unutarak daha yukarı uzamaya çalışır. Alt tarafta tekrar başlayan çürümeler veya yapı örneğinde düşünürsek alt katlarda başlayan çatırdamalar dikkate alınmadığı sürece filozofun makus talihi bellidir: Yıkılmaya mahkum bir yapı, yani çürümeye mahkum bir sarmaşık. Filozofu bu makus talihinden kurtarmak içinse benim önerim felsefeye dıştan bir bakış olarak semiyotik ile bakmaktır. Bu sayede filozof çürümelerin ve çatırdamaların farkına varabilecektir.

Dipnotlar
1.http://www.abecem.net/bilim/yamyam-paradoksu.html


 


Düşünyaz 4. 2. Adım yazısı
“ Ütopya neye yarar? Anlam yapmaya. Şimdiki zaman, kendi şimdiki zamanım karşısında, ütopya göstergenin tetiğine basmamı sağlayan bir ikinci terimdir: gerçek üzerine söylem olanaklı olur, bende, benim olan bu dünyada yürümeyen her şey yüzünden gömüldüğüm söz yitiminden kurtulurum. “  Roland Barthes


Aşkın Anlam ve Ütopya

Felsefenin en büyük sorunu dildir. Evet, ben bunu rahatlıkla iddia edebilirim. Dil üstüne düşünmeyen bir filozof yalnızca çeşitli göstergelerin arasında debelenip durur. Tıpkı Wittgenstein'ın dediği gibi mesele, filozofu içine sıkıştığı şişenin dışına çıkarabilmektir. Fakat Wittgenstein bunu söylemekle tüm sorunları çözememistir, bunu bizzat kendi yaşamından biliyoruz. Tractatus'u yazdıktan sonra felsefe ile uğraşmayı bırakmıştı, ama baktı ki felsefenin sorunları onun tahmin ettiği kadar kolay bir şekilde çözülememişti. Evet, filozofu şişeden çıkardı Wittgenstein, fakat bundan sonra ne olacağına yani sineğin dışarıda hangi yolu izleyecegine dair yeni oluşan bir problemi çözemedi. Ve bu problemi post-yapısalcilar ,özellikle de Derrida, devraldı. Ortaya attığı kavramlar(yapısöküm, fark/differánce) analitik felsefe ile kıta felsefesi arasında yeni bir bağ kurdu ve postmodern felsefenin alet çantası oldu adeta.
Derrida'da anlam göstergelerin bir oyunudur. Yani sürekli ertelenen bir fenomen olarak göstergeler zincirinin sonunda bizi bekler anlam. Bunun böyle olmasının sebebi göstergelerin kendinde mevcut/present bir anlamı olmamasıdır. Barthes, tam da burada Derrida'nın ortaya çıkan bu anlam sorununa ve differance'a çözüm olarak ütopyayı işaret ediyor. Göstergelerin baş döndürücü oyunu ütopyanın mükemmelliğinde sona ermiş gibi görünüyor Barthes'te. İşte tam burada dinamiti yerleştirmek gerekir. Dinamit ise: Ütopya'nın yapısökümü.
Ütopya'nın yapısökümü için önce ütopyanın tanımı lazım. En basit şekilde tanımlarsak mükemmel bir toplum düzenidir ütopya. Üç gösterge karşımıza çıkar ütopyada: mükemmel, toplum ve düzen. Daha burada bile Barthes'in düşüncesindeki yanlışı görmüş oluyoruz. Barthes'in göstergelerden kaçınılabilecek bir sığınak olarak gördüğü ütopya, daha tanımlarken bile karşımıza 3 gösterge çıkarıyor.
Birincisi, mükemmel. Mükemmel, büyülü bir sözcük gibi gözüküyor. Fakat bu onun sadece bir kelime olmasından daha öte bir şey olmasına sebep değil. Mükemmel göstergesi ile gösterdiğimiz varlık alanı herhangi bir göstergeye bağlı olamayacak kadar 'mükemmel' olmalıdır. Mükemmel; kusursuz demektir. Hiç bir kusur ile itham edilemeyendir. Kusursuz ise kaçınılmaz olarak bir 'iyi' göstergesine dayanır. İyinin ve kötünün ötesinde olan biri için, sözgelimi Nietzsche gibi biri için, mükemmel ne ifade eder? Bir hiç! İşte bunun için "Tanrı öldü." diyebilmiştir Nietzsche. Mükemmel sizin için bir şey ifade etmiyorsa artık, mükemmel bir varlık da bir şey ifade etmez.
İkincisi, toplum. Bir sözleşmede, bir ahitte bulunmuştur toplum, Rousseau'nun dediği gibi. Daha doğrusu toplum, değil tek tek bireylerdir sözleşmede hazır bulunan. Sözleşme ise bireyle birlikte olduğu zaman bir "toplum" haline dönüşür. Fakat en nihayetinde üstünde tam anlamiyla uzlasilamayan kafa karıştırıcı bir göstergeden başka bir şey değildir o da. Bu, toplumun paradoksunu da gösterir aslında: Toplum üzerinde uzlaşılamayan bir uzlaşıdır. Yani şundan bahsediyorum: Toplum üzerinde uzlaşılmış bir ortak yaşam iddiasındadır, fakat kendi üzerinde uzlaşılamamış bir göstergedir. Buna kanıt ararsaniz hala devam eden siyaset felsefesi tartışmalarına ve dünya üzerindeki apayrı toplum yapılarına bakın.
Üçüncü ve son olarak düzen. Düzen; bir kural, bir örüntü, bir çözümdür. Birbiri ile uyuşmayan düzenler ve hatta birbirine zıt kurallardan bahsetmek mümkündür pekâlâ. Düzen de bir göstergenin yapısını aşamayacak kadar zayıftır.

Ütopya üzerine yapılmış daha geniş bir tanımı ele almamız pekâlâ mümkündü. Fakat bu basit tanımda bile göstergelerden kaçamadıysak daha uzun bir tanımda neler olacağını varın siz hesap edin. Barthes, aşkın bir anlamın peşinde koşmaya çalışıyor fakat hiçbir anlatı yok ki aşkın olabilecek. Anlatının, sözün ve de yazının göstergelere bulaşmamış bir hali yoktur. Ki bence aşkın da tüm göstergelerin ötesinde olarak kendi göstergesine bile yeterince yakın değildir. Göstergeler ancak aşkın anlama belirli bir ölçüde yaklaştıran bir merdiven görevi görebilir. Ütopya da göstergelerden oluştuğunda aşkın bir anlama yakınlaştıran bir merdiven olabilir ancak, aşkın anlamın kendisi değil.


 
 
Düşünyaz 4, 1. Adım yazısı
"Seçim ne yönde olursa olsun, bilinç, hastalıklı olmadığı sürece özgürdür; çünkü seçen, kararının karşıtındaki engellere ve güçlere rağmen, seçme olanağına her zaman sahiptir."Uluğ Nutku, Daha Güncel Felsefe (Bilmenin Sorumluluğunu Üstlenmek) s.74
Öznenin Seçim Mekanizmasında Özgürlüğü

İnsanlar, hayatlarında çeşitli seçimler yaparlar, elbette ki bu seçimleri kendi kimlik unsurlarınca şekillenen düşünce mekanizmalarının sayesinde yapabilirler. Peki bu olayda bilinç nerede yer alır? Tıpkı diğer fenomenler gibi bilinç de özne tarafından oluşturulmuş bir fenomendir ve ilginç olanı bilinç hem filozoflar hem de nörologlar tarafından araştırılmaktadır. Ama bilincin hastalıklı olması ne demektir? Anlamı oluşturan öznedir ve pek tabii olarak farklı kimlik oluşturucularına sahip insanlar fenomenlere farklı anlamlar yüklerler. Yani özneden bağımsız bir nitelendirme olamaz. Bu da fenomenlerin kendinde bir anlamı olmaması demektir. Hastalıklı bir bilinç dediğimizde de bu böyledir. Neyin hastalık olarak nitelendirilebileceği öznenin bunu olumlayıp olumlamadığına bağlıdır. Ki hastalık da tekil bir kavram değildir, dolayısıyla hastalıklı olarak nitelediğimiz bir bilincin özgür olamayacağını da söylememiz mümkün değildir.
Bilincin farklı farklı tanımları mevcuttur. Kimilerine göre bilinç, fenomenlerin farkında olma eylemi iken, başkaları daha özneci bir tanımla kişinin kendisini anlama, kavrama etkinliği olduğunu öne sürer. David Chalmers gibi bazı bilimsel materyalistler bilince ait olan 'kolay' ve 'zor' olarak nitelendirdikleri iki problemin olduğundan bahsederler. Kolay olarak niteledikleri ve kısmen çözmüş oldukları problem, bilinç fenomenini kullanmadan sinirsel olayların nasıl gerçekleşebildiğiydi. Bilimsel olarak bilginin depolanması (bellek) ve dikkat esnasında devreye giren mekanizmaların ne olduğu gibi sorular çözüme kavuşturuldu. Fakat bu zaten yapılması mümkün olandı. Zor problemleri ise ­­sinirsel olayların bilince nasıl dönüştüğüydü. Bu noktada bilimsel bir yöntemle cevap bulmaları mümkün gözükmüyor çünkü bahsettikleri kavram -bilinç- fiziksel bir kavram değil. Tanımı bile kişiden kişiye bu kadar fark ediyorken bilimsel bir metotla bu fenomeni açıklamaları ancak beyhude bir çaba olarak kalacak gibi gözüküyor. Bu noktada Daniel Dennet ile benzer bir noktaya varıyoruz. Ortada tek bir tanım yoktur ve "Belki de bir tanım bulmaya çalışmamalıyız." Peki bu meseleyi nasıl değerlendirebiliriz? Bilinci nasıl tanımlarsak tanımlayalım bu fenomen öznenin düşünce mekanizmasının bir parçasıdır ve ben de burada bilinç yerine 'düşünce mekanizması'nı kullanmayı tercih ediyorum.
Burada yapmamız gereken seçim yapma sürecinin nasıl gerçekleştiğini incelemektir. Seçim, öznenin kimlik unsurlarına bağlı olarak verdiği kararlardır. Bu karar verilirken iki farklı mekanizma kullanılır. Bunların ilki yukarıda bahsettiğimiz düşünce mekanizması iken ikincisi de duygu mekanizmasıdır. Duygu mekanizmasının bir derecede düşünce mekanizmasına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte kimi zaman karar verilirken duygu mekanizması daha ağır basar ve karar da buna göre biçimlenir. Örneğin etik yargıları düşünce mekanizmamızla algılarız. Fakat bunların pratiğinde devreye giren duygu mekanizmasıdır ve düşünce mekanizmasına ağır basıp kararı buna göre vermemize etki eder. Bir kararı verirken özgür olup olmadığımız da bu seçim mekanizmalarının nasıl bir engel veya güç ile karşılaştığı ile bağlantılıdır. Ama bundan önce özgürlüğün tanımını yapmamız gerekiyor. Özgürlük öznenin fenomenleri yorumlarken hem düşünce hem de duygu mekanizmalarının baskı ve engel olarak nitelendirilebilecek her türlü eyleme karşın istediği seçimi yapabilme yeteneğidir. Özgürlük sadece var veya yok kategorisinde değerlendirilmek zorunda değildir. Öznenin olası seçeneklerden veya kişilerden ne kadarına ulaşabilme imkanı olduğuna bağlı olarak özgürlüğün az veya fazla olduğundan bahsedilebilir. Örneğin Kuzey Kore'de yaşayan bir insanı düşünün. İnternet gibi bir haber kaynağına sahip değildir, hükümet lehinde yayın yapan kanallardan başka bir kanal izleyememektedir hatta yurtdışına bile çıkamamaktadır. Bununla birlikte önünde az da olsa seçenekler vardır. Kuzey Kore'de de seçimler yapılır. Her ne kadar seçimde tek parti olsa da bir vatandaş buna rağmen iki seçeneğe sahiptir: Hükümet partisine oy vermek veya boş oy atmak. Burada özgürlüğün çok kısıtlı olduğundan bahsedilebilir, ama bu onun olmaması demek değildir. Avrupa'da yaşayan bir vatandaş ile karşılaştırıldığında çok büyük bir fark olmasına rağmen bu, özgürlüğün bir ülkede olup diğer ülkede olmadığı anlamına gelmez.
Bu yazının sonuna doğru ilerlerken şu sonuca varıyoruz: Kişinin özgürlüğünü, özgür olma veya olmama şeklinde iki kategoride incelemektense, özgürlük standartlarına göre ne kadar özgür olduğu şeklinde bir karşılaştırma yaparak değerlendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğimiz özgürlük standardı ise öznenin kendi kimlik unsurlarından farklı kimlik unsurlarına sahip olan diğer bireylere ve farklı fikirlere ulaşımının ne derece mümkün olduğu ile saptanabilir.

Hiç yorum yok: