17 Haziran 2017 Cumartesi

Orhun Kahveci / Mehmet Niyazi Altuğ Anadolu Lisesi / Istanbul / Düşünyaz 4 Türkiye 4.sü




Düşünyaz 4 Final Yazısı
Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir." Önce Söz Vardı- Denis Diderot
GİRİŞ

Yazıma başlarken bu sözü gördüğüm anda aklıma gelen ilk söz dizisinden bahsetmek istiyorum. ''Düzen Karşıtlığı'' Denis Diderot bu lafında bizi açık ve net ''Bu sorunlu mekanizmayı düzenleyecek ve sizi huzura kavuşturacağız'' diyen kişilere karşı uyarmaktadır. Bu sözü sorgularken bakmamız gereken ilk şey modern dünyadır. Toplumları, ülkeleri, milletleri yahut uluslararası kuruluşları gözünüzde canlandırın ve düşünün lütfen. Şu zamana kadar sorunlu bir işleyişten yakınıp ''olayları düzenleyerek'' bulunduğu yere huzur yahut refah getiren oldu mu? Günümüz çağının devlet adamlarına bakalım önce. Donald Trump başa ''Orta Doğu'ya barış getirme ve Rusya ile uzlaşma'' vaadiyle gelmişti. Evet, ortada bir sorun vardı. ABD uzun süredir Orta Doğu ile uğraşıyordu ve bu olay ''düzenlenmeyi'' gerektiriyordu. Peki sonuç ne oldu? Trump seçimi kazandıktan yalnızca birkaç ay sonra Esad yönetimini vurdu ve bölgedeki ipleri daha da gerdi. Yahut daha özgürlükçü gördüğümüz kişilere bakalım yakın zamanda başa geçen, Yunanistan'daki Syriza lideri Çipras. Halkına ekonomik krizden kurtulmanın yanı sıra gururundan da taviz vermeme sözü vermişti. Almanya'ya borçların ödenmesiyle ilgili yapılan halkoylamasında ''Oxi'' (Yunanca'da Hayır anlamına gelir.) çıktı ve Yunanlar gururlarından taviz vermediler, evet. Gururlarından vermedikleri taviz ise ekonomik olarak Yunanistan'ı daha da zor duruma soktu ve şu an Neofaşist Altın Şafak Partisi inanılmaz bir hızla yükselişte. Onlar da olayları yeniden düzenleyip halkı huzura kavuşturma vaadi veriyorlar. Aklınıza birileri geldi mi? 1933 yılında NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) lideri Adolf Hitler'in iktidarı ele almasının en büyük sebebi ekonomisi dibe batan ve Fransa-İngiltere ikilisi arasında harap olan Almanya'da bir umut ışığı olması ve tıpkı günümüzdeki siyasiler gibi ''sorunlu gidişatı düzenleyip değiştirme'' sözü vermiş olmasıydı. Orada sonuç daha vahimdi. Eşcinseller, Yahudiler, Çingeneler ve Solcular toplama kamplarına halkın seçtiği kişi tarafından yollandılar (Demokrasinin bu çıkmazından daha sonra bahsedeceğim) ve vahşice katledildiler. Burada ise yazıda bahsedilen ''başkalarını denetim altına alma'' durumunu görmekteyiz. Günümüz dünyasında belki bir Hitler yok ama emin olun eğer biz bu duruma engel olmazsak yeni bir Hitler eninde sonunda ortaya çıkacak. Rusya'da Putin, Çin Halk Cumhuriyeti'nde Xi Jinping, Kuzey Kore'de ise Kim Jong Un kendi diktalarını kurmuş durumdalar, halk tarafından göreve getirilen Putin halkın kendisine verdiği yetkilerle ''olayları düzenleyip'' yasa üstüne yasa çıkartıyor. Yasalar neye yarıyor peki? Putin'in tahtını daha da sağlama almasına. Kuzey Kore ve Çin'in durumu ise zaten ortada. Olayları düzenleme vaadi veren kişilerin bu kadar çığrından çıkması sizce tesadüf mü? Bana sorarsanız değil. Günümüz dünyasından bu kadar bahsetmişken şimdi değinmemiz gereken konu ise ''ahlak''.

ANARŞİST BAKIŞ AÇISI
Bu konuda sağlıklı tahlil ve tespitler yapabilmemiz için önce anarşizmi biraz açmamız gerek. Antik Yunanca'da ''-sız, -siz'' anlamına gelen ''an'' ve ''yönetici'' anlamına gelen ''archos'' kelimesinin birleşimi ile oluşan Anarşizm kelimesi aslına bakarsanız Yunancadaki anlamını karşılamakta. ''Yöneticisizlik''. Türkçeye Kargaşacılık olarak geçen bu kavram nedir? Anarşizm temeline mutlak özgürlüğünü oturtur. Anarşizm temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda birçok daha ayrılmışken bizim ele alacağımız ilk isim Max Stirner olacaktır. Kendisi ''bireyci anarşizm'' akımını ortaya çıkarmıştır. Max Stirner sosyal, kollektivist, sosyalist ve komünist akımlara karşı özel mülkiyetin bireylerin elinde olduğunu savunur. Stirner'e göre insanlar devlet, Tanrı, ahlak kuralları ve toplumu dikkate almadan yaşayan bir bireyin topluma karşı hiçbir sorunluluğu yoktur. Buna göre Max Stirner bana göre açık ve net egoisttir. Max Stirner'in Bireyci Anarşizmine göre bu sözü incelersek ne gibi sonuçlara varırız peki? Stirner'in görüşlerini baz aldığımızda bu sözün Bireyci Anarşizm ile uyduğunu düşünmekteyim. Sözümüzü incelediğimizde aslında ''yasa koyan'' otoritelere bir baş kaldırı niteliğinde bir söz olduğunu görürüz. Max Stirner'in de her türlü ''yasa koyucuya'' (Tanrı, devlet, ahlakını dayatan toplum) karşı çıktığını düşündüğümüzde Max Stirner'in fikirleri bu sözü desteklemektedir. Şimdi Anarşist felsefenin diğer dallarına biraz göz atalım.

İlk olarak Pyort Alexeyeviç Propotkin'in Çağdaş Bilim ve Anarşi kitabında söylediği şu cümleleri inceleyelim. "...Biz toplumu, geçmiş barbarlık ve zulüm düzenlerinin bize mirası olan yasalarla ya da ister seçilerek ister zorla başa geçmiş egemenlerle yönetilen bir yapı olarak değil, tıpkı âdetler, gelenek görenekler gibi özgürce oluşmuş karşılıklı anlaşma, rıza ilişkilerine dayalı canlı bir organizma olarak görüyoruz..." Max Stirner ile arasındaki fark çok net ortada değil mi? Max Stirner bireyci bir anarşist olarak topluma da karşı çıkıyor, hakların yalnızca insanların korkuları olduğunu, mülkiyetin hak yerine güçle alınan bir şey olduğunu ve bireyin topluma karşı hiçbir sorumluluğu bulunmadığını söylüyordu. Peki Propotkin? Propotkin'in sözlerinde ise biz toplumu savunan ama devleti yerden yere vuran bir düşünce yapısı görüyoruz. Propotkin'in fikirlerine göre devletin olmadığı bir toplum özgür, karşılıklı anlaşma ve rıza ilişkilerine dayalıyken, devlet insanlara zulmetmekte ve onları tıpkı sözde bahsedildiği gibi ''denetim altına'' almaktadır. Propotkin ve Max Stirner toplum konusunda kesin çizgilerle ayrılmışken Propotkin'in de tıpkı Max Stirner gibi devlete karşı olduğunu görüyoruz. Ancak burada işler biraz karışıyor. Evet, Propotkin devlete karşı ve devlet ''olayları düzenler''. Burada asıl sorun şu. Toplum da olayları düzenlemez mi? Bugün Türkiye'de örneklerini görebileceğimiz üzere Propotkin'in bahsettiği ''gelenek görenek'' mahalle baskısı adı altında insanları kısıtlamakta, pasifize etmekte, hatta ve hatta katletmektedir. Bu durumda biz cidden Propotkin'in dediği gibi bir özgürlükten söz edebilir miyiz? Her ne kadar Propotkin burada yanılmış gibi görünüyor olsa da bana sorarsanız Propotkin'e kesin bir şekilde yanıldı demeye hakkımız yoktur. Çünkü bu mahalle baskısını oluşturan, insanları pasifize eden ve özgür olmayan toplum DEVLET DENETİMİ altındadır. Propotkin'in açık bir düşmanlık beslediği devletin altındaki denetim altındaki toplum eğer özgür değilse, Propotkin bunun suçunu açık bir şekilde devlete yükleyebilir, ki alıntı yaptığım kısımda da yüklemiştir zaten. Toplumu pasifize etmekten bahsetmişken, şimdi biraz Nietzsche Nihilizminden bahsetmek istiyorum.

NİHİLİST (NIETZSCHE NİHİLİZMİ) BAKIŞ AÇISI

Önce başlıkta ve metinde neden Nietzsche Nihilizmi kavramını kullandığımı söylemek istiyorum. Açıkçası ben de bazı felsefe otoriteleri gibi Nietzsche'nin tam anlamıyla Nihilist olduğunu düşünmemekteyim. Bunun sebebi ise Nihilizm'in kelime anlamı olarak Hiççilik olması ve mantıken her türlü ahlakı yok saymasına rağmen Nietzsche'nin bir varolma mücadelesi ortaya koyması ve ''üstün insan'' kavramını yaratmasıdır. Eğer Nietzsche cidden Nihilist ise neden toplum ahlakı tarafından pasifize edilen güçsüz kişilerin iradesiyle kendini güçlendirerek ''üstün insan'' olmasını ve toplumun ahlakını kırıp topluma kendi ahlakını dayatmasını savunur? Eğer bireyler toplum ve toplum ahlakı tarafından pasifize ediliyor, yok ediliyor isek neden Nietzsche bizim ''üstün insan'' olmamızı söyler? Bana sorarsanız Nietzsche'nin hatası şuradadır. Evet, bireyler kendilerini toplum baskısına ve toplum ahlakına ezdirmemelidir ama ''üstün insan''a ulaşıp topluma kendi ahlakını dayatmak en az bireyin kendini pasifize ettirmesi kadar kötüdür. Çünkü Nietzsche şunu gözden kaçırmakta: Eğer topluma kendi ahlakımızı dayatarak üstün insan olabiliyorsak, o zaman Nietzsche'nin hayatını savaşmaya adadığı dinin sözcüleri, yani onun bulunduğu topluma göre düşündüğümüzde rahipler de üstün insandır. Çünkü kendi inandıkları ahlak yasasını topluma dayatmayı başarmışlardır ve başarmaya da devam etmedikler. Bu durumda Nietzsche üstün insanlarla mı savaşmaktadır? Bana sorarsanız eğer Nietzsche gibi düşünürsek toplumda yaşadığımız bu mücadelede birey toplumla değil, birey kendi ahlakını dayatan başka üstün insanlarla savaşmaktadır. Eğer Nietzsche cidden üstün insan olmak için iradeli olup kendi ahlakını dayatmayı şart koşuyorsa, kiliseyi elinde tutanları, din adamlarını ve devlet liderlerini de üstün insan saymalıdır. Şimdi sözümüze yeniden bakalım. Olayları düzenlemekten kastın yasa koymak olduğunu açıklamıştık, burada Nietzsche Nihilizmi ile alakalandırmamız gereken kısım ise ''denetim altına almak''. Devletler, dinler ve toplumlar yasa koyar demiştik, değil mi? Kısacası Denis Diderot'un ortaya attığı bu lafa göre devletler de dinler de toplumlar da bireyleri denetim altına alır, Nietzsche'nin fikirleriyle bağlantı kurduğumuzda ise pasifize eder. Bu durumda Nietzsche'nin de aynı şekilde bu sözü desteklediğini söyleyebiliriz. Zira Nietzsche'ye baktığımızda kendisi topluma, dine ve devlete karşı savaşarak hayatını geçirmiştir. Kilise eğitimi alan Nietzche bilhassa en büyük direnişini de yine dine karşı gösterir. Dinin devletlerden bile katı bir kural koyucu olduğunu görmek için ihtiyacımız olan tek şey ise sorgulayabilen bir akıl. Bu durumda Nietzsche Nihilizminin de tıpkı Anarşizm gibi bu lafı doğrulayacağını düşünüyorum.

SKOLASTİK ORTA ÇAĞ, RÖNESANS VE REFORM

Şimdi değinmemiz gereken nokta ise konu olarak ele aldığımız sözün sahibi olan Denis Diderot'un hayatı, etkilendiği faktörler ve yaşadığı dönem. Denis Diderot Aydınlanma Çağı olarak geçen dönemin en önemli aydınlarından biridir. Kendisi aynı zamanda büyük bir edebiyatçıdır ve toplumu eğitme amaçlı hazırlanan Encyclopédie'nin (Ansiklopedi) baş editörlerinden biridir. Kendisi materyalist, hümanist ve seküler biridir. Tıpkı biraz önce bahsettiğimiz gibi Kilise ve dine savaş açmıştır. Hatta öyle ki kendisi ''Felsefe'ye ilk adım inançsızlıktır.'' diyebilecek kadar bile ileri gitmiştir. Peki, sizce hangi olaylar Denis Diderot'u (Hatta Friedrich Nietzsche'yi) bu hale getirmiştir? Bunu anlayabilmek için önce Orta Çağ'a gitmemiz gerekiyor. Orta Çağ'a baktığımızda Kilise'nin her şeye hakim olduğunu görmekteyiz. Baskıcı düşünce her alana elini uzatmıştı. Halk açlıktan ölürken din adamları gününü gün ediyor, çatlayana kadar yiyordu. Bu durum Orta Çağ boyunca devam etti. Bilim, Kilise tarafından baskılandı, bilim adamları yakılmakla tehdit dahi edildi, halk sömürüldü ve Kilise kendi diktasını bireylerin üzerinde inşa etti. Fakat bir kıvılcım bütün bu düzeni yıkmaya yetecekti. 1453 yılında İstanbul'un düşmesiyle birlikte İtalya'ya kaçan Bizanslı bilim adamları ve düşünürler İtalya'da Rönesans'ı başlattı. ''Yeniden Doğuş'' anlamına gelen Rönesans yaptıklarıyla cidden anlamının hakkını vermiştir. Rönesans Hareketi kilisenin bireylere dayattığı düzeni parçalamış, bilimin özgürleşmesini sağlamış ve Avrupa'yı olabildiğince ileri taşımıştır. Kilisenin gücü Rönesans tarafından kırılırken daha sonrasında gelen Reform Hareketleri ise Katolik Kilisesi'nin soluğunu kesmiştir. Erasmus'un yazdığı ''Deliliğe Övgü'' ve ''Hristiyan Şövalyesinin El Kitabı'' adlı kitaplarından etkilenen Martin Luther, Kilise tarafından en çok ezilen bölgelerden biri olan Almanya'da reformun fitilini ateşledi. Reform Hareketleri adeta bir yangıncasına tüm Avrupa'yı sardı, bunun sonucunda ise Protestanlık, Kalvenizm, Anglikanizm ve Presbiteryenizm gibi mezhepler Katolik Kilisesi'nden kopup çok daha özgürlükçü yapılar halinde Avrupa'yı sardılar. Rönesans ve Reform'un ardından Avrupa'daki baskının çökmesi bilimin muazzam bir hızla gelişmesine yol açtı. Aydınlanma Çağı dediğimiz bu çağda yaşayan Denis Diderot'un materyalist, din düşmanı ve özgürlükçü olmasının sebebi bence oldukça açık. Orta Çağ'da toplumların yaşadığı travma ve ardından kazandıkları özgürlük onlarda dine karşı inanılmaz bir kin ve nefret duygusu uyandırmıştı. Bilimin yükseldiği bu dönemde halkın kazandığı özgürlük ve rahatlığı Orta Çağ ile kıyasladığımızda hem Diderot'taki hem de ondan bir yüzyıl sonra yaşamış Nietzsche'deki din karşıtlığını anlamak mümkün. Nietzsche de Avrupa toplumlarının geçirdiği o zorlu dönemleri ve sürdürdükleri özgürlük mücadelesini biliyordu, ayrıca kendisi de bilimden yanaydı. Yaptığı araştırmalar ve çocukken aldığı kilise eğitimi onun bireyi pasifize eden şeylerin başında kilise olduğunu düşünmesine sebep oldu, ki bu bence pek de hatalı bir düşünce değil. Diderot ise yazdığı din karşıtı bir kitap nedeniyle hapis bile yatmış, özgürlük mücadelesine birinci elden tanık olmuş biridir. Tüm bunların ışığında sözü bir daha incelediğimizde bu sözün aslında Tanrı'ya karşı edilmiş bir söz olduğunu bile düşünmek mümkün. Çünkü Tanrı da diğer tüm düzenler gibi ''olayları düzenler'' ve insanları denetim altına alır. Bu durumda bu sözü tabi olarak Diderot'un Tanrıtanımazlığı ile ilişkilendirebiliriz.

SOSYALİST BAKIŞ AÇISI

Marksist-Leninist bir bakış açısıyla bu sözü ele aldığımızda söz birden çok noktaya çekilebilir. Çünkü Diderot'un bu sözünün yansımaları Marksist-Leninist felsefeye göre çok farklı konumlara gelebilir. İlk olarak daha önce yaptığımız analizlerden faydalanarak sözü ele alalım. Anarşist, Nihilist bakış açısıyla sözü inceleyip, Orta Çağ-Rönesans-Reform üçgeninin tarihsel gelişimine baktığımızda sözün düzen karşıtı bir söz olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sosyalist bir bakış açısıyla bu duruma baktığımızda ise biraz garip sonuçlar elde ediyoruz. Önce Karl Marx'ın teorisini pratiğe geçiren ve Marksism-Leninizm akımını ortaya çıkartan Vladimir Lenin'den alıntılar yapmak istiyorum. Yapacağımız ilk alıntı Lenin'in ''Devlet ve Devrim'' kitabındandır. ''Devlet varsa özgürlük yoktur, özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır.'' Lenin'i sadece bu sözüyle ele alsaydık direkt olarak Denis Diderot'u desteklediğini söyleyebilirdik, değil mi? Evet, Lenin'in bu sözüne baktığımızda Denis Diderot'u destekliyormuş gibi görünebilir, ancak daha derine indiğimizde işler farklılaşmaya başlıyor. Lenin'in kast ettiği devlet, finans-kapitalin elinde bulunan ve hakim sınıf olan burjuvazinin yönetim aygıtı olarak kullandığı ve ezilen sınıfı sömürmesindeki en büyük araç olan devlettir. Aslına bakarsanız burada Lenin'in bu sözde bahsettiği tek devlet burjuva devleti değildir, özgürlüğün sağlanması için aynı zamanda sosyalist devletlerin de yok olması gerekir. Burada irdelememiz gereken konu şu. Komünist ideal düzene erişmek için devlet aygıtı ortadan kalkmalıdır, evet. Çünkü devlet aygıtı ortadan kalkmadığı sürece proleter-burjuvazi sınıfları ortadan kalksa bile yöneten ve yönetilen eşitsizliği asla ortadan kalkmayacaktır. Komünal bir düzene ulaşmak için sosyalist devletler de yok olmalıdır. Ancak bundan önce tüm dünyayı sosyalist devletler sarmalıdır ki devlet aygıtı yok olduğunda komünist bir topluma erişilebilsin. İşte Sosyalizm'in kısmen kendisiyle çeliştiği nokta burasıdır. Sosyalizm insanlara eşitlik vadederken bu eşitliği nihai olarak sağlamak için belki de yüzyıllar boyunca insanların özgürlüğünü muazzam derecede kısıtlamayı göze alır ve kısıtlar da. Sosyalistler kendilerinin Komünist düzenlerine erişene kadar devleti aşırı derecede baskıcı hale getirirler. Aynı şekilde 27 Mayıs 1922'de yaptığı konuşmasında söylediği ''Biz devlet dediğimizde, devlet biziz, o biziz, o proletarya, o işçi sınıfının öncü muhafızı.'' sözünde ise devletin Komünist dünyaya erişilene dek proleter sınıfın muhafızı olarak bireylerin özgürlüğünü istediği gibi kısıtlayabileceğini de savunmuş olur bana göre. Kaldı ki Marksizm-Leninizm'de yer alan ''Proleter diktatörlük'' kavramı bana sorarsanız bunu son derece doğrular. Proleter diktatörlük kavramına biraz değinmemiz gerekirse temelinde egemen sınıf olan burjuvaya karşı yaşanan sınıf savaşında proletaryanın egemen sınıfı alaşağı edip kendi egemen sınıf haline geçtikten sonra elde ettiği özgürlük ve eşitliği savunabilmek adına kendi diktasını devrim olan bölgenin üzerine inşa etmesidir. Bütün bundan daha da korkunç olabilecek başka bir durum ise Lenin'in söylediği öteki bir sözde gizlidir. ''Tarihin en büyük buluşu yapılmış, proleter tip bir devlet yaratılmıştır. Yeryüzünde hiçbir güç sovyet devletinin yaratılmış olduğu gerçeğini yok edemez. Bu tarihsel bir zaferdir. Yüzlerce yıldır devletler burjuva modele göre yaratıldı ve ilk kez burjuva olmayan bir devlet keşfedildi. Yönetim aygıtımız bozuk olabilir; ama icat edilen ilk buharlı makinenin de bozuk olduğu söyleniyor. Hatta hiç kimse bu buharlı makinenin çalışıp çalışmadığını bilmiyor; ama önemli olan bu değil; önemli olan buharlı makinenin bulunmuş olmasıdır. İlk buharlı makinenin hiçbir işe yaramadığını varsaysak bile somut gerçek, bugün artık buharlı makinelere sahip olduğumuz gerçeğidir. Yönetim aygıtımız çok bozuk olsa bile onun yaratılmış olduğu gerçeği değişmez.'' Bu sözden pek çok farklı anlam çıkartmamız mümkün ama benim dikkat çekmek istediğim nokta ise alıntının son kısmıdır. Lenin'in söylediğine göre sosyalist bir devletin var olması ilerici bir atılımdır, bunu kabul ettiğimizi varsayalım. Ama sonunda söylediği cümle işlerin çehresini değiştiriyor. ''Yönetim aygıtımız çok bozuk olsa bile onun yaratılmış olduğu gerçeği değişmez.'' Şimdi şu ana kadar Sosyalist Bakış Açısı başlığı altında söylediğim şeyleri toplayalım. Komünist dünya oluşana dek proleter diktatörlüğü amaçlayan Sosyalizm ve ''yönetim aygıtı çok bozuk bir devlet''. Bu iki şeyi birleştirirsek karşımıza çıkan manzara korkunçtur. Eşitlik adı altında insanları yok eden, tek tip insan modeli ortaya koyan bir katliam makinesi. Lenin'in bulunduğu döneme bu yakıştırmaları yapmayı pek uygun bulmasam bile sosyalist pratiğin bozuk bir yönetim aygıtıyla birleşince sebep olduğu çok feci sonuçlar var. Stalin dönemindeki baskı ve zulüm, Pol Pot'un Kamboçya'da katlettiği milyonlar ve döktüğü kan bunu kanıtlar nitelikte. Eşitlik adına kanlı bir diktatörlüğe bile varacak kadar aşırı ve sert olan Marksizm-Leninizm kanaatimce ilk bakışta olduğu gibi bu sözü desteklemez. Bunun en büyük sebebi ise Sosyalizmin kendi içinde yaşadığı çelişki ve sınıf savaşının sertliğidir. Marksist Leninistler de özgürlüğü kısıtlarken kendilerince haklılardır çünkü burjuvazinin de egemen kalmak için yumuşak davrandığı yoktur. Sonuç olarak Sosyalist bir bakış açısıyla incelediğimizde bu sözün ''tamamen'' doğru olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca her ne kadar tıpkı Marx, Engels ve Lenin gibi materyalist olsalar da Nietzsche ve Denis Diderot'un da sosyalizme zıt düşeceklerini düşünmekteyim. Bu durumda benzedikleri tek konu din düşmanlığı ve ateizmdir. Zira eğer Denis Diderot'un sözündeki olayları düzenleyen otoriteyi Tanrı yahut Kilise olarak düşünürsek bu Sosyalist bakış açısına oldukça uyar. Sosyalizmin pratiğe geçtiği ülkelerdeki din düşmanlığına örnek vermek gerekirse SSCB'deki militanlaşan Ateistler, yapılan din karşıtı propaganda, Arnavutluk'taki kilise ve camilerin havaya uçurulması, Mao'nun yaptığı Kültür Devrimi sonucu parçalanan Buda heykelleri ya da Kuzey Kore'de evinde İncil bulunanların idam edilmesi örnek gösterilebilir. Dini afyon olarak gören sosyalistler sömürü aracı olarak düşündükleri dini bulundukları coğrafyadan ve dünyadan kazımak için çok yoğun mücadeleler yürütmüşlerdir. Her ne kadar Sosyalistlerin din düşmanlığının sebebi Nietzsche ve Diderot'un özgürlük kavramı olmasa da bu noktada birbirlerine çok benzemektedirler. Proleter diktatörlük, özgürlük ve egemen sınıflardan bahsetmişken biraz da demokrasinin günümüzde geldiği durumdan ve yozlaşmasından bahsetme ihtiyacı hissediyorum.

DEMOKRASİ, ÇOĞUNLUKÇULUK, YOZLAŞMA, DEVLET VE 21. YÜZYIL İNSANI

Neredeyse dünyanın tamamının sahip olduğunu düşündüğümüz demokrasi acaba cidden tüm dünyayı sarmış halde mi? Yoksa sadece kendimizi uyutmak ve bu duruma karşı çıkmaya yeltenemeyen ya da cesaret edemeyen vicdanlarımızı rahatlatmak için sürekli her yerde lafını ettiğimiz bir masal mı? Bana sorarsanız dünyada ciddi anlamda demokrasinin uygulandığı hiçbir yer yok. Doğrudan demokrasinin uygulandığı İsviçre kantonlarında bile demokrasinin vadettiklerinin yerine getirildiğini düşünmüyorum. Zira demokrasi artık bozulmuş bir saatten farksız hale gelmiştir. Bazen doğruyu gösterir ve halkı, ülkeyi refaha ulaştırır ama günümüz dünyasına baktığımızda artık cidden kötü sonuçlara sebep olmakta. Demokrasi 21. yüzyılda insanları sadece sayıyor ve buna göre herhangi bir güruhu iktidar haline getiriyor, hatta baktığımızda artık sayma mekanizması bile hatalı. Çünkü seçimlerde hile yapmak oldukça kolay hale geldi. Demokrasinin temel ilkelerine baktığımızda orada ''Çoğulculuk'' ilkesini görürüz. Çoğulculuk şudur: Her görüşe, her anlayışa saygı gösterilir ve bu görüşler kendilerini özgürce ifade etme imkanı bulur. Kurduğum son cümleyi okuduğumda bana sadece gülünç geliyor. Çünkü bu bile günümüzdeki demokrasi kavramının ütopya olduğunu kanıtlar nitelikte bir cümle. Dürüst olalım, şu an dünyadaki kaç ülke demokratik? Kaçı çoğulcu? Günümüzün sözde demokratik ülkelerine baktığımızda çoğunluğa sahip olup iktidar pozisyonuna geçenler kendilerine karşıt görüşlü olan diğer azınlıkları ezmenin, yok etmenin, sindirmenin peşindelerdir. Sadece etrafınıza değil, tüm dünyaya bakın. Dünyanın tamamında durum kısmen yavaş kısmen hızlı bu hale geliyor. Demokrasinin aldığı son durum çoğunluğun diktasıdır ve çoğunluğu elinde tutan kişiler kötü niyetliyse (ki çoğunluktan güç alıp kendi diktalarını inşa eden insanların iyi niyetli olabileceğine en azından ben inanmıyorum.) demokrasi bu art niyetli ellerde korkunç bir silah haline gelir, öyle ki diktatörlükten bile daha güçlüdür bu tip demokrasiler. Neden? Çünkü diktalar açık ve nettir. Çünkü diktalar azınlıkları ve karşıt görüşlüleri yutarken bunu genelde açıktan yaparlar. Bu tip diktatörlüklerde halkın kendini kurtarmak için şansları vardır çünkü halkın nefs-i müdafaa hakkı vardır ve açıktan diktatör olanları toplumun büyük bir kısmı sevmez. Peki ya demokratik diktatörlüklerde? Bu tip ülkelerde sizin söz hakkınız elinizden gasp edilmiştir ve yapacağınız şeyler gücü elinde tutanların tahtını yıkmak namına pek de bir işe yaramaz. Çünkü demokrasinin hakim olduğu dünyada halkın seçtiği kişiler meşru liderlerdir ve bundan güç alırlar. Hitler bunun en iyi örneklerinden biridir, yazımın ilk kısımlarında da bahsettiğim gibi halkın seçtiği bu adam tüm dünyayı kanlı bir savaşa sokmuş, milyonları katletmiş ve Almanya'nın savaş sonunda yerle bir olmasına sebebiyet vermiştir. Hitler'in Friedrich Nietzsche'den çok fazla etkilenmiş olması ise oldukça ironik ve ilginç bir olaydır. Devletlere, düzenlere ve bireyi pasifize eden her şeye karşı olan Nietzsche, kendi diktasını kuran, tek tip insan yetiştirmeyi amaçlayan, aşırı militarist ve ileri derecede nasyonalist bir adamı haddinden fazla etkilemiştir. Üstün insan kavramını okuyan Hitler bundan esinlenerek üstün ırk kavramını ortaya atmıştır ve ırkçılığını felsefi bir temele oturtmaya çalışmıştır. Burada ise felsefenin yanlış anlaşıldığında ne kadar kötü sonuçlanabileceğini görmekteyiz. Konumuza dönmek gerekirse, defalarca söylediğim gibi demokrasi işlevini yitirmiş, diktatörlükler kadar baskıcı ve kısıtlayıcı hale gelmiştir. Burada yine konumuz olan söze dikkat çekmek istiyorum. Demokrasilerde ''olayı düzenleyen'' kişiler halkın kendi elleriyle seçtikleri iktidarlardır. Halka vadettikleri ile başa geçerler. Yasa üstüne yasa koyarlar ve sonuç olarak tıpkı sözde bahsedildiği gibi halk denetim altına alınır. Demokrasi bu kadar yozlaşmışken bir de Lenin'den bir alıntı daha yapmak istiyorum. ''Burjuva demokrasisi, sermayenin diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.'' Sosyalist Bakış Açısı başlığımın altında bahsettiğim üzere
proleter diktatörlüğü savunan Lenin proleter diktatörlüğü savunmasını bence tek cümleyle de açıklamıştır. Burjuvazinin hükmettiği ülkelerde demokrasi yalnızca para babalarının, patronların, toprak ağalarının diktasıdır. Bu iki başlığı birlikte değerlendirdiğimizde varmamız gereken sonuç ise hem kapitalizmin hem de sosyalizmin sanıldığı kadar mükemmel olmadığı, ikisinin de oldukça kötü yanlarının olduğudur.

Şimdi konumuzla bağlantılı olarak devlet aygıtını biraz incelemek istiyorum. Bu konuda Platon ve Jean-Jacques Rousseau'nun farklı görüşleri olsa bile ben kendimce daha mantıklı bulduğum Hobbes ve Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme'sini baz alarak devam etmek istiyorum. Toplumsal Sözleşmeye göre bireyler korunma, barınma ve çeşitli ihtiyaçlarının temini için kendi özgürlüklerinden bir derece feragat ederek devlet denilen aygıtı ortaya koymuşlardır. Şimdi burada oturup düşünmemiz gereken iki mesele var. İlk olarak özgürlükçü ve aydınlanmacı Denis Diderot'un bu nedenle yasa koyucu, olay düzenleyici devlet aygıtına karşı olduğunu söylemiştik ama Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme'sine baktığımızda ise devletlerin bireylerin özgür iradeleriyle anlaşması sonucu kurulduğunu görüyoruz. Bireyler özgürce bu kararı aldıysa denetlenmek affedilebilir mi? Yoksa her ne olursa olsun devlet aygıtı baskılayıcı olduğu için düşmanca mı yaklaşılmalıdır? Nihilistlerin ve Anarşistlerin düşmanca yaklaştığına şüphe yok ama Diderot bu konuda devlet aygıtını bana sorarsanız tamamen çöpe atmayabilir.

Bu başlığımızın altında en çok değindiğimiz konu dünya üzerindeki demokrasilerin yozlaşmışlığı ve aldıkları korkunç haldi. Peki bunun sorumlusu kim? İktidara sahip olanlar mı demokrasiyi yolundan saptırdı yoksa bunun sebebi başka mı? Açıkçası demokrasinin bu hali almasında sadece iktidar sahiplerini suçlamayı uygun görmüyorum. Eğer demokrasi bu kadar kötü bir hal aldıysa bana sorarsanız bunun en büyük sebebi günümüz insanıdır. Günümüz dünyasındaki insanların durumu oldukça karanlıktır. Modern insanların büyük bir kısmı sorgulamaz, karşı çıkmaz, tembeldir. Toplumsal olayları ateşleyecek dinamizm günümüz toplumlarının büyük çoğunluğunda bulunmamakta. Gençler haksızlıklara karşı direnseler de kitleye yayılamadıkları için şu anda demokrasinin yeniden biçimlendirilmesi mümkün değildir. Modern insanlar öylesine hantallaşmış ve uyutulmuşlardır ki artık alenen hileli olan durumlarda bile ayaklanamıyorlar. Geçtiğimiz günlerde Sırbistan'da yapılan seçimlerde halkın sadece 0'u oylamaya gitti ve U ile seçimi kazanan lider Vucic'in lehine kullanılmış tam 900.000 oy bulundu. Ki 900.000 oy neredeyse oylamaya katılanların yarısıdır. Gerçekler ortaya çıkınca gençler sokaklara döküldü, yüz binlerce üniversiteli meydanları doldurdu ama sonuç alınamadı. Neden? Çünkü halk hakları gasp edilmiş olmasına rağmen daha sokağa bile çıkamayacak kadar korkak ve tembeldi. Modern insan bu durumdayken ve her saniye daha da tembelleşirken ben demokrasinin geleceğini de aydınlık görmüyorum. Bu şekilde zaten sürünen demokrasi iyice dibe vuracaktır.

SONUÇ

Yazımda Denis Diderot'un bu sözünü Anarşist, Nihilist ve Sosyalist bakış açısıyla değerlendirdim. Modern dünyayla olan alakasından ve modern insanın geldiği içler acısı durumdan bahsederken modern insanın sebep olduğu yozlaşmış demokrasiye de geniş yer ayırdım. Tüm bu bakış açılarından değerlendirirken kendi yorumumu da kattım elbette. Sonuç olarak ben tüm bu analizlerle beraber Denis Diderot'a tam manasıyla katılamıyorum. Elbette yasa yapıcı, olay düzenleyici otoriteler (Tanrı, devlet, din, toplum) bireyleri baskılar ve denetler ama özgürlüğümüzün bir kısmını feda etmezsek daha yaşanılabilir bir dünyanın var olacağına da inanmıyorum. Eğer insanlar düzen olmadan daha iyi şekilde yaşıyor olsalardı ne düzenin ne de devlet aygıtının da ortaya çıkacağını düşünmüyorum. Evet, biz olay düzenlemekten bahsedenlere dikkat etmeliyiz. Dikkat etmeliyiz ki bizi yok edemesinler ama daha iyi bir dünya için başkalarının denetim altına alınmasına kısmen de olsa izin vermeliyiz. Çünkü ahlaki açıdan insanların egoist olduğunu düşünüyorum ve eğer düzen  ortadan kalkarsa dünyanın tamamen kaosa teslim olacağı fikrindeyim.
 

 

Düşünyaz 4, 2. Adım yazısı


"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var. “  Zygmunt Bauman
Bana sorarsanız yazı konusu olarak seçtiğim bu sözde her ne kadar kapitalizm ibaresi geçmiyor olsa da ağır bir kapitalizm ve onun bir getirisi olan popüler kültür eleştirisi yatmakta. Açıkçası, kendi fikrimi söylemem gerekirse bu söze sonuna kadar katılıyorum. Bahsedilen bu sözün doğruluğunun farkına varmak için pek de bir şey yapmamıza gerek yok aslında, her "düşünen" insanın yapabildiği gibi gözlerimizi açıp gördüğümüz şeyleri aklımızı kullanarak analiz etmeliyiz sadece. Felsefenin de temelinde bu yatmaz mı zaten, gözlemlemek ve sorgulamak. Ben günümüz dünyasını sorguladığımda sadece dünyaya benzeyen bir maket görüyorum, içinde insanlar varmış gibi gözükse de, gerçekmiş gibi dursa da içi boş. Lakin bence burada tartışmamız gereken konu dünyanın bugünkü konumundan ziyade (Dediğim gibi düşünebilen herkes günümüz dünyasının içler acısı halini görebilir çünkü.), dünyamızın bugünkü haline nasıl geldiği, yahut getirildiğidir.

KAPİTALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Bu meseleyi çözmemiz için insanı ve onun yarattığı kapitalizmi, kapitalizmin gelişim sürecini incelemeye ihtiyacımız var. Kapitalizmin tohumları ilk ne zaman ekildi ve insanlar ilk ne zaman benim deyimimle "boş" hale gelmeye başladı? Bunun için oldukça geriye gitmek durumundayız. İnsanlar zamanında avcı ve toplayıcılardı, mağarada yaşarlardı. Fakat tarihin akışıyla beraber insanlar tarımı keşfetti ve sonunda yerleşik hayata geçti, ve insanlar toprağa yerleşir yerleşmez kapitalizmin ilk tohumları da filizlenmiş oldu. "Burası benim toprağım" diyerek özel mülkiyet kavramını ortaya çıkartan ilk insan kim bilmiyoruz, ama herhalde günümüz dünyasının Liberal (her ne kadar artık pek de liberalliği kalmasa da) Kapitalizminin yarattığı bu ortamı görseydi, belki de yaptığı bu hareket için pişman olurdu. Yalnız, bütün bu suçu kapitalizme atmak da hata olacaktır kanaatimce. Çünkü her ne kadar bir sistem kötü yahut korkunç olsa dahi bu sistemi yaymak ya da engellemek her zaman insanların elindeydi. Yine de tıpkı sadece kapitalizmi suçlayamayacağımız gibi yalnızca insanları da suçlayamayız. Zira her ne kadar toprağa yerleştikten sonra varlığını koruyamasa da Marx'ın öne sürdüğü ilkel komünizm kavramı var elimizde. Eğer ilkel insanlar bile kapitalizmi içlerine sokmadılar ise, belki de suçlu insanlık değil, modern insanlardır. Her halükarda gerçek suçlunun kim olduğunu anlamak için kapitalizmin tarihsel gelişim sürecine bakmamız gerekir.

Kapitalizmin tarihsel gelişim sürecine baktığımızda 16. ve 19. yüzyıllarda kurumsallaştığını, ama ilk çağlarda kapitalizme benzer nitelikte olan şeylerin olduğunu görebiliyoruz. Karl Marx ve Friedrich Engels'in yazdığı Komünist Parti Manifestosu'nda da bundan bahsedildiğini görebiliriz. "Şimdiye kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, derebeyi ve serf, lonca üyesi usta ve kalfa, kısacası ezen ve ezilen, sürekli bir karşıtlık içinde bulundu ve kesintisiz bir biçimde bazen gizli, bazen açık ama her seferinde tüm toplumun devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların birlikte çöküşüyle sonuçlanan bir mücadele yürüttüler" (Komünist Manifesto, Sayfa 1) Baktığımızda her ne kadar modern olmasa kapitalizmin iki önemli unsuru olan emeği üreten emekçiler ve emekçiyi sömürerek üzerinden fayda sağlayan ezenlerin arasındaki mücadelenin ilk çağlardan beri var olduğunu görebiliyoruz. Peki modern kapitalizm nasıl ortaya çıktı? Feodalizm çöktükten sonra Batı Avrupa'ya, ardından tüm dünyaya yayılan kapitalizm özünde ne vaat ediyordu? Klasik Kapitalizm'e baktığımızda, kapitalizmin mimarı olarak görünen Adam Smith, Milletlerin Zenginliği kitabında geliştirdiği çeşitli kavramları açıklar ve bu kavramlar bugün de kapitalizmle ciddi anlamda ilişkilendirilmektedir. Bu kavramların başında da piyasanın görünmez el metaforu gelmektedir, kişisel çıkar isteğinin istemsiz olarak toplum için de en üst düzeyde ortak bir yarar sağlayacağını söylemektedir. Kendi zamanının tekellerini, gümrüklerini ve devletin getirdiği sınırlamaları eleştirmiştir ve piyasanın en adil ve etkili hakem olacağını söylemiştir. Bunu incelediğimizde Adam Smith'in kapitalizmini doğrudan doğruya geleneksel liberalizmle ilişkilendirebiliriz. Peki, günümüzde yaşanan ve dünyamızı konu olarak aldığımız sözdeki hale getiren kapitalizm, Adam Smith'in sözünü ettiği bu kapitalizme benziyor mu? Rekabetin en önemli unsur olduğu, özgür ve müdahale olmaksızın üretim ve ticaret ortamının bulunduğu bir ekonomik sistem söz konusu iken, ben günümüz dünyasına ve kapitalist rejimlerine baktığımda bahsettiğimiz kapitalizmle günümüz kapitalizmi arasında çok derin ve büyük bir uçurum görmekteyim. Günümüzdeki kapitalizmi (tıpkı daha önce belirttiğim gibi) liberalmiş gibi görünen ama halkı yine sömürebildiği kadar sömüren, küçük girişimcilerin büyük şirketler tarafından ezildiği, küçük burjuva olarak tanımlayabileceğimiz sınıfın eridiği, vahşi bir kapitalizmdir. Her ne kadar Hollanda gibi birkaç liberal ülke varsa da, bunların haricinde neredeyse her ülke günümüzde "müdahaleci kapitalizm" olarak tanımlanabilen bir ekonomik sistemi kullanmaktadır. Durum son derece net ve açıktır, Marx'ın dediği, tarihi oluşturan o "sınıf savaşında" burjuvazi şu anda dünyanın büyük çoğunluğunda açık ara üstündür ve hayatta kalmak için altında olan her şeyi ezmektedir.

KAPİTALİZMİN AHLAKİ AÇIDAN TAHLİLİ VE ÖZGÜRLÜK PROBLEMİ
"Sınıf savaşında iki tarafın da davranışı, zorunlu oldukları davranıştır. Kapitalist, kapitalist olarak kalabilmek için kar etmek zorunda olduğu gibi, işçi de yaşayabilmek için doğru dürüst bir ücret almaya çabalamak zorundadır. Taraflar ancak karşısındakinin zararı pahasına başarıya ulaşabilir." Leo Huberman'in "Sosyalizmin Alfabesi" kitabından yaptığım bu alıntıda ilk bakışta kapitalizm yahut kapitalistler "zorunda" oldukları için insanları sömürüyorlarmış gibi gözüküyor olabilirler lakin bana sorarsanız işin özü çok daha farklı bir boyuttadır. Evet, Leo Huberman'in de dediği gibi kapitalistlerin altlarında olan herkesi ezmeleri bir zorunluluktur, onları bu yaptıkları için suçlayamayız. Kapitalistlere yönelteceğimiz suçlama bu değildir, onlara yöneltmemiz gereken suçlama "Neden kapitalist oldunuz?" sorusudur. İşte burada biraz ahlak felsefesine giriş yapmamız gerekiyor. Kendi çıkarları ve rahatı için diğer insanları ezmek ne kadar etiktir? Bana sorarsanız evrensel ahlak yasasının varlığından söz eden filozoflara bakarsak, insanları kendi çıkarları için ezmenin pek de "iyi" olarak nitelendirileceğini düşünmüyorum. Ama evrensel bir ahlak yasasının olmadığını iddia eden felsefi akımlara baktığımızda ise işin rengi epey değişmekte. Egoist bir bakış açısıyla bu konuyu irdelediğimizde kapitalistlerin yaptıklarına "kötü" demek bana sorarsanız pek de mümkün değildir. Çünkü pekala bir kapitalist yarattıkları sömürü düzeninin egoizmin bahsettiği "kendini koruma" ve "kendini sevme" dürtüsünün bir tezahürü olarak ortaya çıktığını ve kendi yaptığı ahlaki eylemin "iyi" olduğunu iddia edebilir. Bir kapitalist aynı zamanda Hedonizmi ve Utilitarizmi de kullanarak kendi yaptığının ahlaki açıdan kötü olarak nitelendirilmeyeceğini de söyleyebilir, çünkü kapitalizm ezen sınıfa haz da getirebilir, fayda da sağlayabilir. Nietzsche'nin nihilist felsefesiyle kapitalizm arasındaki ilişkiyi ise yazının devamında açıklayacağım. Şimdi sormamız gereken soru, eğer kapitalistler ahlaki açıdan kötü bir şey yapıyorlarsa, (ki ben şahsen kapitalizmin kötü bir şey olduğu kanaatindeyim) bunu yaparlarken özgürler midir? Bu konudaysa ben indeterminist bir yaklaşım izlemenin doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü insanlar zorla kapitalist hale getirilmezler, kendileri bu yolu seçerler ve kapitalizmin yarattığı bu düzene destek olurlar. Baktığımızda bunun sebebi insanların aslında o kadar da "iyi" olmamalıdır. İnsanlar genel olarak hırslarına yenik düşen, bencil ve acımasız varlıklardır. İnsanların içten içe bu tarz duygular beslemeleri onları kapitalizme iter. Nitekim başlarda da söylediğim gibi, tüm suçu bir ekonomik sisteme yüklemek doğru değildir. Zira kapitalizmi yaratan, yaşatan, yayan ve bugünkü vahşi haline getiren insanlardır ve onları sömürmeye, daha çok kazanç için daha çok sömürmeye iten dürtüleridir.

MARKSİZMİN KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ VE GÜNÜMÜZ KAPİTALİZMİ İLE BAĞLANTISI
Karl Marx'ın kapitalizm eleştirisine göre kapitalizm, üretim araçlarını elinde tutan burjuva sınıfının çıkarlarına göre işleyen, burjuvazinin yaptıklarını meşru kılan bir sistemdir. Marx'a göre sermaye, yeni bir meta üretmek amacıyla satın alınan metanın yarattığı ekstra değişim değerinden oluşur. Emek gücünün kendisi kapitalizmde bir meta haline gelmiştir, emek gücünün değişimleri ise ücret olarak yansır, ama yansıyan ücret işçinin yarattığı emek gücünün ederinden daha azdır. Aradaki bu fark artı değeri oluşturur ve işveren bu artı değer üzerinden kar eder. Kapitalizmin kar etmeye dayalı bir ekonomik sistem olduğunu hesaba katarsak, kapitalizmin bir sömürü düzeni yaratması ve emekçileri fırsat bulduğu her an daha da fazla ezmesi gayet tabi değil midir? Sermaye sahibinin çıkarına çalışan bu döngü Marx'a göre sınıf savaşının temelini oluşturan şeydir. Lakin kapitalizm çağ değiştikçe kendisi de değişmektedir ve dönemden döneme farklılıklar göstermektedir. Bunu tespit eden ve Marksizm'i pratiğe dökerek Marksizm-Leninizm kavramının ortaya çıkmasına sebebiyet veren Vladimir İlyiç Lenin ise sosyalizmi modernize etmiştir. Şimdi Lenin'in "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" kitabından bir alıntıya yer verelim. "Sermaye ihracının da sömürgeler fethetmeyi desteklemekte çıkarı vardır; çünkü tekeller kurarak bir rakibi safdışı bırakmak, bir siparişi üstlenmek, gerekli "ilişkileri" kurmak, sömürge pazarında daha kolay olmaktadır (hatta böylesi durumları elde etmek yalnızca bu pazarda olanaklıdır). Lenin'e göre kapitalizm bu döngü çerçevesinde yeni metalar üretmek ve daha fazla kar elde etmek için sürekli yeni bir kaynak ve piyasa bulmak zorundadır, bu zorunluluk kapitalizmin tekelci kapitalizme, Lenin'in deyimiyle "Emperyalizm" haline evrilmesine sebep olur. Ona göre emperyalizm, kapitalizmin son ve en yüksek aşamasıydı. Evet, kapitalizm emperyalizm aşamasına geçti ve günümüzde hala hakimiyetini katı ve kesin bir şekilde sürdürmekte, peki Lenin'in bu kitabı yazdığı 1916 yılından 2017 yılına kadar neler değişti, Lenin'in sözleri hala geçerliliğini korumakta mı? Şimdi bunu inceleyeceğiz.

21. YÜZYILIN KAPİTALİZMİ, POPÜLER KÜLTÜR VE NIETZSCHE NİHİLİZMİ
Şimdi sözün bahsettiği günümüz kapitalizminden bahsetmeye geldi sıra. Gözlerinizi kapatın, kafanızdaki diğer düşünceleri atın ve şimdi soracağım soruya odaklanın. Kapitalizmin bugün pazarlayamayacağı ne var? Kendi fikrimi söylememi isterseniz, ne kadar da düşünürseniz düşünün cevap değişmeyecektir. Vereceğiniz cevap her halükarda "Pazarlayamayacağı bir şey bulamıyorum." olacaktır, en azından bence öyle olmalıdır. Çünkü kapitalizm 21. yüzyılda öyle bir hale gelmiştir ki, soyut şeyleri dahi somutlaştırarak meta haline getirip bunun üstünden kar elde edebilmektedir. İlk olarak insanların en hassas olduğu konulardan dini ele alalım. Kapitalizm bugün dini kendi çıkarlarına alet edip kar elde etmek için kullanmıyor mu sizce de? Bugün Orta Doğu'da çıkan mezhep savaşlarının sebebi sizce cidden mezhepler midir, yoksa kapitalizmin daha çok kar etmek için Orta Doğu petrollerine sahip olmak zorunda olması mıdır? (Burada Lenin'in sözlerinin hala geçerliliğini koruduğunu çıkarabiliriz. Zira sermaye ve burjuva hala daha fazla meta üretip kar elde edebilmek için kaynağa ihtiyaç duymaktadır, tek fark bugünün "global ve modern" dünyasında bunu kılıfına uydurarak yapmasıdır. Örneğin terörle mücadele yahut zalim bir diktatörü devirme.) Ya da Suudi Arabistan rejiminin insanların saf ve masum duygularla yerine getirmek istediği hac ziyaretini dahi bir kar elde etme aracına çevirmesi ve dini duygularını kullandığı insanları sömürmesi, Müslüman burjuvaları İslam'ın kutsal saydığı Kabe'nin dibinde ağırlaması kapitalizmin acı bir tezahürü değil midir? Marx'ın diyalektik materyalizmi ile ele alındığında her ne kadar dini reddeden Komünizme zıt görünmesine rağmen bulunduğu bölge ve döneme göre oldukça ilerici olan, hatta içinde "Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım." (Kasas Suresi, 5. ayet) diye bir ayet bulunan bir dinin bile kapitalizme bu denli alet olması kapitalizmin günümüzdeki yıkıcı gücünü ve insanları ne denli etkilediğini göstermiyor mu? Kapitalizm günümüzde öyle muazzam bir seviyeye erişmiştir ki, sözde bahsedildiği gibi kültür sadece dünya mağazasının sıradan bir reyonu haline geldi. Popüler kültürü ve tüketim çılgınlığını yaratan kapitalizm bugün bütün milletlerin milli benliğine ve kültürüne inanılmaz derecede büyük tahribat uygulamaktadır. Globalleşme ve multikültüralizm adı altında da bunu normalleştirmektedir. Bugün toplumların dilleri bile bu yayılmacılık yüzünden yavaş yavaş yok olmakta. İnsanlar kapitalizmin kendini özgür sanan modern köleleri haline gelmiş haldedirler. 2000 yıl önceki bir köleyle bugünün insanı arasındaki fark nedir? 2000 yıl önce köle olan bir insan köle olduğunu bilirdi, biz modern köleler ise sırf boynumuza bir zincir vurulmadığı için kendimizi özgür zannediyoruz. Nasıl 2000 yıl önceki bir köle karın tokluğuna köpek gibi çalıştırılıyorsa, biz bugün sadece bu kapital düzenin küçük bir çarkı olarak işleyip teknolojiye ve kapitalist sistemin yarattığı doyumsuzluk ve tüketim çılgınlığının bir kölesi olarak bize verilen parayı ihtiyaçlarımızı karşılamak için kullanıyoruz. Ayrıca konu olarak ele aldığımız sözde geçen "Akışkan modern dünyanın bir 'halkı' yok." ibaresi bence oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü gördüğümüz üzere kapitalizm insanları insanlıktan çıkartmış, onların düşünme yetilerini yok ederek "halk" yerine düşünmekten yoksun bir hayvan sürüsü haline getirmiştir. Lakin burada suçlanacak tek sistem kapitalizm değildir, çünkü baktığımızda Sosyalizm de kötü ellerde kullanıldığında düşünmekten ve konuşmaktan yoksun, özgürlüğü tamamen kısıtlanmış bir toplum yaratabilir. (1984 romanında böyle bir distopya son derece iyi bir şekilde yansıtılmıştır, Stalin dönemi SSCB ile çarpıcı benzerlikler taşır.) Sosyalizm ve Kapitalizmin bu konudaki tek farkı, birisi orantısız güç ve baskıyla düşünme yetisini yok ederken diğeri çaktırmadan ve sinsice bu işi yapmaktadır. Her halükarda kapitalizm bana sorarsanız çok daha başarılıdır, çünkü siz eğer bir kurbağayı direkt olarak kaynar suya sokarsanız büyük ihtimalle o kurbağa sıçrayacak ve ölümden kurtulacaktır. Ancak siz kurbağayı soğuk suya sokup yavaş yavaş ısıtırsanız kurbağa suyun ısındığını fark edemeyecek ve bilincinde olmadan ölecektir. İşte Kapitalizmin yaptığı da tam olarak budur. Teknolojinin bu kadar çılgınca bir hızla gelişmesinin tek sebebi de insanların teknolojinin o güne kadarki gelişmişlik seviyesini kullanıp mantıklarıyla yeni şeyler üretmeleri değildir, teknoloji günümüzde bu kadar hızla gelişiyorsa bunun asıl sebebi zaten teknolojiye bağımlı olan insanları teknolojiye daha da bağımlı hale getirip tüketim çılgınlığını kamçılayarak daha çok kazanmak ve daha fazla meta üretmektir. Kapitalistler günümüzde o kadar zeki ve şaşırtıcı ki, bugün bu yazıyı yazma sebebim olan felsefeyi dahi pazarlayacak hale geldiler. Tıpkı moda kavramını yaratan da kapitalizm olduğu gibi, kapitalizmin yarattığı bu teknolojik köleliğin insanların ruhunda, maneviyatında yarattığı boşluğu ve tahribatı onarıp ağızlarına bir parmak bal çalabilmek için bugün Mistisizmin bolca yeri olduğu Doğu felsefesini batıya taşıyıp sömürdüğü modern kölelere Feng Shui, Yoga vb. şekillerde sunmaktadır.Bütün bunların ışığında diyebiliriz ki, Lenin 100 yıl geçmesine rağmen cidden haklı çıkmıştır. Kapitalizm son evresinin en güçlü anındadır ve birkaç istisna harici (Kuzey Kore, Küba gibi birkaç ekstrem ülke. Baktığımızda Komünist Çin bile kurucusu Mao Zedong'un ölümünden sonra market sosyalizmi denilen sisteme geçip birkaç yıl içinde vahşi kapitalizme geçmiştir. Öyle ki Çin'deki vahşi kapitalizm dünyanın geri kalanından daha da acı verici ve yıkıcı boyuttadır. Yugoslavya ve SSCB ise kapitalizme karşı koyamayıp yıkılmışlardır ve şu an parçalanmış olan bu iki ülkenin yerinde ise finans kapitalin yönettiği ülkeler yer almaktadır.) her ülkeyi ele geçirip yayılabilmiştir.

Kapitalizmin ahlaki açıdan doğruluğundan bahsederken Nietzsche'nin Nihilizminin bakış açısından daha ileride değerlendireceğimi söylemiştim, çünkü söz konusu olan Nietzsche'nin Nihilizmi olunca işler biraz karışıyor. Nietzsche'nin felsefesine göre insanlar iki sınıfa ayrılır. İlk olarak sürü konumundaki ahlak ve din tarafından baskılanan ve pasifize edilen halk, ikinci sınıf ise seçkin sınıftır. Seçkin sınıf insan doğasına uygun olarak bencil, bireyci ve acımasız bir ahlaki anlayışı benimser. Nietzsche'nin felsefesine göre insanlar toplum normlarının, ahlakın ve dinin yarattığı bu baskı yüzünden pasifize edilirler. Ne zaman insan o baskıyı kırıp "üstün insan"a ulaşıp, kendi ahlakını diğer insanlara dayatırsa işte o zaman o insan güçlü olacaktır. Bana sorarsanız Nietzsche'nin Nihilizmi (kimi felsefi otoriteler Nietzsche'nin fikirlerinin kendi ahlakını dayatma meselesi yüzünden tam olarak Nihilizmi/Hiççiliği yansıtmadığını düşündükleri için bu kelime grubunu kullanıyorum.) kimi açıdan sosyalizme yaklaşırken kimi açıdansa kapitalizme oldukça yakındır. Dinin baskının kırılması bana sorarsanız Sosyalizmle özdeşleşebilir zira baktığımızda Sosyalistler dini reddeder, toplum tarafından şeytan olarak görülür ve dine karşı bilimi, eğitimi öne çıkartır. Buna örnek olarak başta SSCB, Mao dönemi Çin, Enver Hoca dönemi Arnavutluk'un (öyle ki Arnavutluk tarihin ilk ateist devleti olmuştur bu yüzden.) din karşıtı propagandaları ve din adamlarının halkı uyuttuğu yönündeki söylemleri gösterilebilir. Kaldı ki Karl Marx'ın yazdığı Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı. Giriş. kitabının başında kullandığı "Din halkın afyonudur." cümlesi bile Marksizm'in ne denli din düşmanı olduğunu kanıtlar. Öte yandan kapitalizmin sırf kendine daha çok kar elde etmek için özellikle de dine bağlılığın yoğun olduğu ülkelerde yobaz ve bağnaz örgütleri, kurumları desteklemesi de kapitalizmi bu yönden Nietzsche'nin Nihilizminden uzaklaştırır. Ancak ahlakın yerin dibine sokulması ve üstün insanların bireyci, bencil olması kapitalizme oldukça yakındır. Çünkü 21. yüzyılın kapitalizminin en büyük hedeflerinden biri de ahlaktır, toplumların ahlak kuralları olan normları ve milli benliklerini hedef alan kapitalizm toplumları popüler kültür ve medya aracılığı ile dejenere edip kültürlerini ve milletleri millet yapan asıl şeyleri tahrip etmektedir daha önce de dediğim üzere. Nietzsche'nin felsefesi üzerine söylemek istediğim bir şey ise bence Nietzsche'nin birkaç önemli noktayı gözden kaçırdığıdır. Nietzsche toplumun ahlak kurallarını yıkıp, pasifize olmaktan kurtularak kendi ahlakını dayatmanın "üstün insan" olmak olduğunu savunurken gözden kaçırdığı şey bu durumda diğer üstün insanların kendi ahlaklarını diğer insanlara dikta ederek toplum ahlakını şekillendirdiği ve toplumu pasifize eden asıl güçlerin üstün insanlar olduğu gerçeğidir. Nietzsche bireysel olarak güçlü olmak için "üstün insan" olmayı savunurken bence asıl yapılması gereken üstün insanların sıradan halka dayattığı ahlakı yok ederek bütün bu kavramları ortadan kaldırmaktır, benim kanaatimce yalnızca o zaman toplumdaki pasifizm ortadan kalkabilir.

SONUÇ
Sonuç olarak yazıyı incelediğimizde kapitalizmin tarihsel gelişimi, ahlaki açıdan ne kadar iyi olduğu, kapitalistlerin kapitalist olmayı seçmek konusunda özgür olup olmadıkları, kapitalizmin Marx ve Lenin tarafından eleştirilmesi ve Kapitalizme sosyalist bir bakış açısıyla yaklaşım, 21. yüzyılda kapitalizmin elde etmiş olduğu muazzam güç, toplumların ve insanların üzerinde yarattığı tahribat ve baskı, popüler kültürün ve medyanın bu gücün üzerindeki etkisi ve Nietzsche'nin Nihilizminin kapitalizmle olan ilişkisi gibi konuları ele aldım. Bütün bu tahlil ve tespitlerin analizini yaparsak söz son derece yerinde ve haklıdır, dünya insanların yarattığı bu sistem ve onun getirileriyle birlikte devasa bir markete dönüşmüştür, insanlar da düşünmeden tüketen ve kolayca cezbedilen müşteriler haline gelmiştir. Tüm bu yazdıklarımın üzerine son söyleyeceğim şey şudur ki, eğer insanlık bu düzeni yıkmak istiyorsa yapması gereken şey okumak, sorgulamak, düşünmek ve karşı koymak için çabalamaktır. Başarısız olsa bile, bu azgın nehre karşı yüzdüğü için hiç değilse kendisiyle gurur duymak için bir sebebi olacaktır.



Düşünyaz 4, 1. Adım yazısı
"Seçim ne yönde olursa olsun, bilinç, hastalıklı olmadığı sürece özgürdür; çünkü seçen, kararının karşıtındaki engellere ve güçlere rağmen, seçme olanağına her zaman sahiptir.
"Uluğ Nutku, Daha Güncel Felsefe (Bilmenin Sorumluluğunu Üstlenmek) s.74
Uluğ Nutku'nun bu lafını incelediğimizde insanın 'zehirlenmediği', kendi tabiriyle 'hastalıklı' olmadığı sürece özgür olduğunu düşündüğünü görebiliyoruz. İndeterminist bir yaklaşımla söylenen sözü değerlendirirken birçok akımdan istifade etmemiz gerektiği son derece açıktır. Özgürlük, kelime anlamına bakıldığında "bireyin kendi iradesiyle davranışlarını belirlemesi" olarak tanımlanır. Bu tanıma göre günümüz insanı ne kadar özgürdür? Özgür değilse bunun sebepleri nelerdir? İlk olarak bunları incelememiz gerekmektedir.

Devlet ve düzen dediğimiz yapılar insanın birçok özgürlüğünü kısıtlar. Bünyesinde bulundurduğu insanların özgürlüklerini kısıtlayabilen devleti ne oluşturmuştur? Bu konuda Thomas Hobbes ve Jean-Jacques Rousseau'nun görüşleri önemli bir yer tutar. Hobbes ve Rousseau'ya göre insanlar uzlaşarak bir "toplumsal sözleşme" yapmışlardır. Bu düşünceye göre insanlar bazı kurallara uymak üzere anlaşıp, birbirlerini şiddet, sahtekarlık ve dikkatsizlikten koruma amacıyla birleşmişlerdir. Eğer bu teori doğruysa insanlar birtakım şeyler için özgürlüklerinden kısmen feragat etmişlerdir. Bu teorinin Uluğ Nutku'yu kısmen de olsa desteklediği kanaatindeyim. Her ne kadar insanlar kendi özgürlüklerini kısıtlayacak bir yapı oluşturmuş olsalar da, buna kendi özgür iradeleriyle karar vermişlerdir. Devlet konusunda bir diğer görüş ise Sokrates ve onun öğrencisi Platon'un görüşleridir. Platon'un yazdığı, içeriğindeyse Sokrates'in konuşmalarının yer aldığı "Devlet" kitabı incelendiğinde, insanların üç sınıfa ayrıldığını görüyoruz. Çalışanlar, bekçiler ve yöneticiler. Platon'un ideal devlet tanımında her sınıfın bir erdemi vardır, Eğer bu sınıflar uyum içerisinde erdemlerini sürdürerek yaşamayı başarırsa, ideal düzen kurulmuş olacaktır. Bu konuyu biraz daha irdelediğimizde, üç sınıfın da birbirine ihtiyaç duyduğunu görmekteyiz. Bekçi sınıfı nasıl yönetilmeye ve kendisi için çalışacak insanlara muhtaçsa, çalışan sınıf da korunmaya ve yönetilmeye, yöneticiler de korunmaya ve kendisi için çalışacak insanlara muhtaçtır. Buradan insanların ihtiyaçtan dolayı devleti oluşturduğunu ve parçaların birbirine muhtaç olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Bu teori ele aldığımız söze karşı bir görüştür, zira bu teoriye göre insan kendi özgürlüğünü kısıtlayacak devleti bile oluştururken özgür iradesiyle bir karar almamıştır.

Anarşist bir bakış açısıyla konuyu ele aldığımızda insanların özgürlükten tamamen uzakta olduğunu görmekteyiz. Anarşizme göre ideal düzen diye bir şey yoktur çünkü düzenler gereksizdir ve insanları kötü kişiler haline getirirler. Düzen ve baskı, özünde iyi olan insanı suça teşvik eder. Anarşizme göre insanlar düzenden, baskılardan, ahlaktan ve aidiyet duydukları diğer şeylerden kurtuldukları zaman, mutlak özgürlüğe erişeceklerdir. Bu akıma göre insanların mağarada yaşadıklar, avcı-toplayıcı oldukları karanlık çağdan toprağa yerleşip özel mülkiyet kavramını ortaya çıkardıkları döneme geçtikleri zamandan beri özgür olmadıklarını görmekteyiz. Özellikle de günümüz insanı, hiçbir şekilde özgür değildir. Günümüz dünyasında insan geçmişte aidiyet duydukları şeylerin yanında aynı zamanda teknolojinin ve teknolojinin getirdiği birçok şeyin de kölesi haline gelmiş haldedir. Bu nedenle şöyle söyleyebiliriz ki, Anarşist fikir akımına göre bilinç uzun süredir özgür değildir ve aidiyet kavramını söküp atmadığı sürece asla mutlak özgürlüğe ulaşamayacaktır.

Özgürlük deyince bahsetmemiz gereken bir diğer akım ise Liberalizm'dir. Özgürlüğün olduğu düzenin ideal düzen olduğunu öngören bu bu akıma göre insanlar ekonomik, dini, siyasi, fikirsel açıdan özgür oldukları zaman, ideal düzen sağlanmıştır. En önemli temsilcilerin John Locke, Stuart Mill ve Adam Smith olan bu akımın özünde iyi olduğunu ve Liberal toplumlarda insanın özgür olduğu kabul edilirse ele aldığımız sözü desteklediği görülebilir. Lakin günümüzde Liberalizm'in geldiği hale bakarsak durumun içler acısı olduğunu görmekteyiz. Kapitalizm insanları modern köleler haline getirmiş, tıpkı Max Weber'in dediği gibi kapitalizm insan özgürlüğünü bir "demir kafes" içerisine sıkıştırmıştır. Weber her ne kadar kapitalizmin insanlık tarihinin en karmaşık ve en gelişmiş ekonomik sistem olduğunu söylese de kapitalizmin kültürel değerler ve kurumlar için potansiyel olduğunu da ekler. Günümüz dünyasına baktığımızda Weber'in dediğinin gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz. Kapitalizm kar elde edebileceği her şeyi sonuna kadar kullanmaktadır. Popüler kültürü oluşturan ve kültürel değerlere en büyük darbeyi vuran etmen yine Kapitalizm'dir. Kapitalizmin emek gücünü metalaştırdığını ve işçi sınıfını sömürdüğünü söyleyen Marksist teoriyi pratiğe döken kişi olarak adını tarihe yazdıran Vladimir Lenin'e göre ise Kapitalizm artık ekonomik anlamda bile özgürlük sağlamamaktadır. Lenin'in Marksist bakış açısını yenilediği "Emperyalizm, Kapitalizm'in En Yüksek Aşaması" adlı kitabında kapitalizm yeni kaynaklar ve piyasalar bulup daha çok sömürebilmek adına tekelleşen kapitalizme, yani Lenin'in deyimiyle emperyalizme dönüşmektedir ve bu Kapitalizm'in zirve yaptığı yerdir. Lenin'in eseri kaleme aldığı tarihin üzerinden tamı tamına 100 yıl geçtiğini düşünürsek, Lenin haklı çıkmıştır. Günümüze sürekli gördüğümüz şirket evlilikleri ve zincirleme halinde kendinden daha küçük şirketleri yutan büyük şirketler bunu doğrulamaktadır.

Liberalizm'e değinmişken Liberteryenizm'e göre de insan özgür olmalıdır. Liberteryenlere göre politik özgürlük, gönüllü işbirliği ve bireysel karar esastır. Onlara göre devlet olabildiğince minimize edilmeli ya da ortadan kaldırılmalıdır. Popüler olarak devletin minimize edilmesini karşılığı olarak kullanılsa da bu tanımı asıl karşılayacak şey Minarşizm'dir. Nitekim Ayn Rand da her ne kadar Liberteryenizm'i oldukça etkilemiş olsa da Liberteryen etiketini reddedip onlara "sağcı hippiler" demiştir. Liberteryenizm'in de bu sözü desteklediğini görmekteyiz ama modern dünyaya baktığımızda Liberteryenizm de tıpkı Liberalizm gibi çok büyük bir yozlaşma içerisindedir. Bu konuda görebileceğimiz en iyi distopya örneği Aldous Huxley'nin "Cesur Yeni Dünya" eseridir. Eseri incelediğimizde yozlaşmış ve tam anlamıyla hakimiyet sağlamış Liberteryenizm'in ne kadar tehlikeli olabileceğini ortaya koymaktadır. Hastalıklı bir şekilde hakimiyet sağlayan Liberteryenizm eserde rastgele cinsel ilişkiye girmeyi son derece sıradan göstermekte, aile kavramını tamamen çöpe atmakta, bebekleri laboratuvar ortamında yetiştirip anneliği ve evliliği müstehcen olarak göstermektedir. Bütün bunlar olurken insanlar özgür olduklarını düşünürler ama farkında olmadan beyinleri tamamen yıkanmıştır. Böyle bir durumda özgür bir bilinçten söz edilebilir mi? Ek olarak bu Goethe'nin bir sözü bu duruma çok uygundur. "Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse esir olamaz." Aynı şekilde kitapta geçen "Ben keyif aramıyorum... Gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum" ifadesi ise durumu çok iyi bir şekilde özetler. Günümüz Liberalliğinin ve Liberteryenliğinin geldiği nokta budur. Kendini özgür sanan, lakin içten içe köleleşmiş bireyler.

Liberteryenliğin yozlaşmasından bahsederken tamamıyla zıttı olan Otoriteryanizm'e değinmemek olmaz. Otoriter sistemlerde otorite ve bu otoritenin idaresine yönelik bir itaat söz konusudur. Bireysel özgürlüğe katı bir biçimde karşıdır ve mutlak itaate dayanır. Otoriter bir düzende özgür bir bilinç olamayacağı kanaatindeyim. Ele aldığımız sözde "seçme olanağına her zaman sahiptir" derken Otoriter düzen insanlara seçme olanağı bile tanımaz. Bu konuda verebileceğimiz en iyi örnek ise belki de görüp görebileceğimiz en korkunç distopyalardan biri olan George Orwell'ın "1984" eseridir. Romanda tüm dünya birkaç büyük devlet tarafından bölüşülmüş haldeyken bahsi geçen tüm devletler romanın geçtiği Okyanusya gibi otoriterdir. Romanda baskı ve otorite o kadar güçlüdür ki insanların her davranışı izlenmekte, düşünmek tamamen yasaklanmakta, bilinçli olan insanlar ise susturulmakta, yok edilmektedir. Kitapta dikkat çeken bir diğer şey ise düzenin insan bedenini değil fikirlerini hedef almasıdır. Örneğin baş karakter Winston yakalanıp işkenceye tabi tutulduğunda asıl amaç onu öldürmek ya da ona acı çektirmek değil, onun fikirlerini değiştirip bilinçsiz bir et yığınına çevirmektir. Böyle bir sistemde ne çeşit bir özgürlükten bahsedilebilir ki? Her ne kadar sol görüşlere karşı yöneltilen bir eleştiri olduğu düşünülse de şahsıma göre bu kitap bir sosyalizm eleştirisinden daha çok bir otoriter sosyalizm eleştirisidir. Zira Orwell'ın İspanyol İç Savaşı'nda Uluslararası Tugaylar'ın safında savaşmış olması ve bir diğer romanı olan Hayvan Çiftliği'nde Karl Marx'ı Koca Reis olarak bize aktarıp Sosyalizm'in özünde iyi bir şey olduğunu vurgulaması da bunu doğrular.

Korkutucu distopyalardan bu kadar çok bahsetmişken başka bir şaşırtıcı görüş ise yine Aldous Huxley'den gelmiştir. "Ütopyalar gerçekleşebilir şeylerdir. Belki de yeni bir çağın başındayız; öyle bir çağ ki, aydınları ve olgun kişileri ütopyaların nasıl önlenmesi gerektiğini ve ütopik olmayan daha az 'mükemmel', ama daha çok özgür bir topluma nasıl dönülebileceğini düşünmeye başlayacaklardır." Yazı boyunca yozlaşmış ideal düzenlerin ne kadar korkutucu olduğundan bahsetmişken, Huxley yozlaşmamış olsa dahi ütopyaların gerçekleşmesi sonucu insanların özgürlüğünü yok edebileceğini söylemektedir. Marx'ın Komünist ütopyası, Liberal ütopya, Demokratik ideal düzen ve hatta Anarşist ütopya bile bunlara örnek olarak verilebilir. Çünkü ütopyalar kusursuzdur. Mutlak özgürlük olarak tanımlayabileceğimiz Anarşist ütopya bile düşünüldüğü gibi kusursuz olursa insanların kötülük yapma özgürlüğü ellerinden alınmış olur. Ütopyaların dahi üzerine konuştuğumuz sözde bahsedilen "seçme olanağına her zaman sahip olma" kavramını yok edebileceğini görmekteyiz.

Aldous Huxley ütopyaların gerçekleşip insanların özgürlüğünü kısıtlayacağını düşünmekteyken, daha da korkunç olan şey günümüz dünyasının gün geçtikçe distopya olma yolunda emin adımlarla yürümesidir. Fikrimce dünya artık öyle bir yol ayrımına girmiştir ki; ya Otoriter rejimler dünyayı tam anlamıyla sarıp dünyaya "1984" cehennemini yaşatacaktır, ya da yozlaşan Liberalizm ve Liberteryenlik insanlığın bütün değerlerini, ahlak yapılarını ve normlarını mahvederek dünyayı "Cesur Yeni Dünya" haline getirecektir. Bana sorarsanız bugünün şartlarına göre dünya "Cesur Yeni Dünya" distopyasına daha yakın bir konumda. İnsanlar özgür olduğunu düşünüyorken özellikle sanal dünya ve diğer teknolojik araçlar insanın elini kolunu bağlamış haldedir. Dünya değişirken insanlar dünyadan daha da hızlı bir şekilde değişmektedir ve işin en kötü yanı ise insanların bu durumun farkında olmamasıdır. Eski çağlarda köleler köle olduğunun bilincindeydi, ama günümüz insanı modern köleler haline gelmişken kendisinin hür bir birey olduğunu düşünmekte. Bunu görünmez parmaklıkların olduğu bir hücrede bulunan bir kişinin kendisinin özgür olduğunu düşünmesine benzetebiliriz.

Sonuç olarak, saygıdeğer Uluğ Nutku İndeterminist bir yaklaşımla bu sözü söylemiştir. Ben, yaptığım tüm bu tespit ve tahlillerin ışığında günümüz dünyasında özgür bir bilinç olabileceğini düşünmemekteyim. Zira insanlar artık bilinçlerini yitirmiş, sorgulayamayan, köleleşmiş birer et yığınları haline getirilmişlerdir. Her ne kadar tarihin büyük bir çoğunluğunda Oto Determinist bakış açısını benimsemek mantıklı olsa da, günümüz dünyasına bakarken Determinist bir bakış açısını benimsemenin mantıklı olabileceğini düşünüyorum.

Hiç yorum yok: