17 Haziran 2017 Cumartesi

Ongun Kılıç / Özel Sezin Okulları / Istanbul / Düşünyaz 4 Türkiye 9.su




Düşünyaz 4 Final Yazısı

Gerçek şu ki felsefede ve hatta başka alanlarda asıl sözkonusu olan problemi çözmekten çok onu bulmak ve sonuç olarak onu ortaya koymaktır. Çünkü spekülatif bir problem doğru ortaya koyar koymaz çözülür. (Bergsonculuk-Gilles Deleuze
GİRİŞ
Bahsi açılan kısım spekülatif bir ahvalde olduğundan kaynaklı, felsefe ile uzak düşmesi sözkonusu bile olamaz. Pratiğin, çok isabetli bir yaklaşım olmasa da, ikinci plana düştüğü felsefede sorunlar spekülatif olarak sonuç doğurmaya gebedir. Deleuze'ün deyimi bu bakımdan ele alındığında felsefeye muntazam bir dokundurma yapar. Her durumda teorik kaygılar taşımayan felsefe; spekülatif sorunlar sözkonusu olunca, bizi Hegelyan bir noktaya taşır. Hegel'in felsefesinin belki de en can alıcı kısmı olan diyalektik yaklaşım, Deleuze'ün deyimini açmamıza yardımcı bir konumda oturmaktadır. Çünkü spekülatif sorunların çözümünü, sorunun kendisinde arayan bir yaklaşım diyalektikten su götürmez bir biçimde çok da uzak düşen bir konumda değildir.

'AUFHEBEN'
Diyalektik ve dolayısıyla Hegelyan yöntemin kilit noktasında oturan bir sözcük olarak karşımızda durur 'aufheben'. Almanca bir sözcük olan aufheben, Hegel'in dilin içerisindeki diyalektiği açığa çıkartmak için kullandığı bir gereçtir. Aufheben 'yıkmak, yok etmek, feshetmek' gibi anlamların yanı sıra aynı vakitte 'korumak, muhafaza etmek, biriktirmek' gibi anlamlara da gelir. Bu Hegel için göz ardı edilemeycek derecede mühim bir husustur. Dilin içerisindeki bu isabetli diyalektik oluşum, tabii bir biçimde Hegel'in de dikkatinden kaçmamıştır. İşte tam da bu noktada Deleuze'ün deyimine geri dönmek doğru olacaktır. Deleuze şu sözleriyle, 'asıl sözkonusu olan problemi çözmekten çok onu bulmak ve sonuç olarak onu ortaya koymaktır.', bizi sorunun kendi içerisindeki çatışımdan yola çıkarak bir sonuca götürdüğünü gösterir. Bir sorun, dilbilimsel olarak çözümü aranan yapıdır ve çözüm, sorunun ortadan kalkması için elzemdir. Deleuze metininde bu dil sınırını kırmış ve 'sorunu' bir 'aufheben'a evriltmiştir. Artık çözümü açığa çıkartmanın yolu, sorunun kendi içerisindeki çatışımını sağlamak ve 'Bergsonculuk' metninde de söylediği gibi onu ortaya sermektir. Sorun ortaya serildiğinde, herhangi bir anlam ıstırabı olmadan ortaya konulduğunda çözümü otomatik bir mahiyette açığa çıkacaktır. Deleuze'in düşünsel sisteminde sorun hem çözümü doğuran hem de çözümü zorlayan bir konumdadır. 'Sorun' bu perspektiften ele alındığında, Deleuze'ün 'aufheben'ı gibi davranır.

DELEUZE'ÜN DEYİMİ, TEZ-ANTİTEZ-SENTEZ
'Bergsonculuk' metninde Deleuze kayda değer sorunların yalnızca çözümleri açığa çıktıktan sonra bildirildiklerini ifade eder. Ve bu bir önceki paragrafta kurduğumuz Deleuze'ün deyimi ile diyalektik yöntemin arasındaki bağı daha da güçlendirir konumdadır. Yine 'Bergsonculuk' metninde Deleuze'ün sorunları ele alış biçimi diyalektik bir yönteme atıf yapar. Metinde Deleuze bir önceki paragrafta bahsetmiş olduğum sorunu açığa çıkartmanın enine boyuna bir yapısını çıkartmıştır. Bu yapıda üç ana aktör rol oynar: 1- Sorunun icadı, 2-Sorunun keşfi 3-Çözüm. Ve diyalektik yönteme geri dönmek gerekirse eğer, bu üç ana aktör Hegelyan yapıda bir tez-antitez-senteze işarettir. Sentez kısmı ne kadar açık ve seçik olarak 'çözüm' olarak hesaba katılsada 'sorunun icadı' ve 'sorunun keşfi' irdelenmesi gereken iki husustur.

SORUNUN İCADI
Deleuze'ün; metninde bir 'icat' (invention) olarak sözüne ettiği sorunun bildirilmesi ya da sorunun ortaya çıkarılması, yazımın bel kemiği konumunda duran Hegelyan diyalektiğin 'tez' kısmına tekabül eder. Deleuze metninde bu süreci, sorunun doğrulduğu süreç olarak algılar. Deleuze'ün deyimine dönmeyi tam da şu anda uygun buluyorum. 'Felsefede ve hatta başka alanlarda' derken Deleuze bize felsefi sorunların değil diğer alanlarda ortaya çıkan sorunların da nasıl doğrulduğunu söyler. Ve yine aynı sebepten kaynaklı olarak 'Bergsonculuk' metninin farklı bir kısmında tüm sorunlara işaret edecek bir biçimde yazımı doğru bulduğundan dolayı 'halihazırda matematikte ve metafizikte sorunun icadı sorunun doğurtulmasına eşdeğerdir.' der. Sorunun icadı, Deleuze'ün 'Bergsonculuk' metninde, var olmayana yahut olmamışa ya da bu kavramı daha serbest bir alana çekmek istersek olasılıklar dahilinde olana tekabül eder. Var olmayan yahut olasılıklar dahilinde olan her düşünsel sistemin içinde bulunduğu kaygı hali ise sorunun doğması için gerekli ortamı sağlar. Bir sefer daha söylediğim gibi Hegelyan yöntemde bu yapı (invention) bize 'tez'i anlatacaktır.

SORUNUN KEŞFİ
Hegelyan disiplinde 'antitez' ksımına işaret edecek olan keşif (decouverte) kısmı bize Deleuze'ün metnindeki diyalektiği daha da güçlendirme fırsatını tanıyacaktır. Sorunun keşfi olarak ele aldığı kısım ise bir önceki paragrafta açmış olduğum icat (invention) kısmının tam karşısında durur halihazırda. Keşif kısmı; olana, olmuşa ve bilinene işaret eder. Halihazırda olasılıklar dahilinde olma durumunun kaygısını taşıyan sorun, keşif kısmı ile kendi gerginliğini azaltır ve aslında bunu kendisiyle çatışarak sağlar. Sorunun kendisi, Deleuze'ün metninde bu sorunun icadı kısmının bir sonucudur, kendi gerginliğini sorunun keşfi ile azaltır ve çözüme ulaşmaya uygun bir ortam yaratmayı ancak ve ancak o vakit sağlar. Aslına bakıldığında sorunun bildirimi ve onu anlamsal bir çıkmaza sürmeden açığa serecek olan keşfi birbiriyle çatışarak ortak paydada sahip oldukları gerginliği süreç içerisinde düşürerek çözüme varacaktır. Ve yine görüldüğü üzere Deleuze farkında olmadan ya da olarak çok sıkı bir diyalektik yöntemin uygulayıcısı konumundadır bu tanımında.

ÇÖZÜM
Bu bölümde 'aufheben' terimine geri dönmeyi gerek buluyorum. Deleuze'ün deyiminde de bize söylendiği üzere aslolan çözüm değil; sorunun içerisinde, irdeleyen insan konumundaki bireyin, sorunu yaratan ve sorunun aslını gözler önüne seren aygıtların çatıştırılmasıdır. Bu çatışma sonucunda varılan yapı ise 'çözüm' olarak ad alır. Çözüm, bu iki aygıtın çatışması sonucu doğan bir hedef ve aynı zamanda bu iki aygıtın çatışmasına alan sağlayan değersiz bir sebeptir. Görüldüğü üzere çözüm Deleuze tarafından bir ucube ve aynı zamanda ustaca inşa edilmiş bir yapı olarak karşımıza çıkar. Çözüm Deleuze'ün bakışından, Deleuze'ün daha önceden de yapmış olduğunun tespitine vardığımız, ikinci bir 'aufheben' konumuna ulaşmıştır. Bu açıklığa kavuştuktan sonra önceki iki paragrafı 'ÇÖZÜM' paragrafına yedirmek çok daha basit olacaktır diye düşünmekteyim.

SONUÇ
Bu yazıda Deleuze'ün, daha önceden de söylediğim gibi farkında olarak veya olmadan, spekülatif sorunlara önerdiği çözüm şeklinin sıkı bir diyalektik disiplinle kurulduğunu ortaya koymak istedim. Hegel'in mühim anahtar gereçlerinden biri olan 'aufheben'ı hem çözüm hem de sonuç yapılarıyla özdeşleştirmemi, diyalektik yapının kullanımını alt metni dolu bir biçimde verme çabasıyla açıklıyorum. Deleuze'ün 'Bergsonculuk' metninde, tez-antitez-sentez üçlemesine atıfta bulunurcasına yaratmış olduğu icat (invention), keşif (decouverte) ve çözüm kısımları ise yazımın temellerini sağlamlaştırmada ve onu tutarlı kılmada mühim destekçilerim oldu. Bir alıntının içerisinde adeta çapraz bir şekilde kurulmuş (çözüm ve 'aufheben' özdeşleştirmesi, sonuç ve 'aufheben' özdeşleştirmesi) diyalektik sistemin varlığını açığa sermek ve bunu alt metni kuvvetli bir yazı biçimi ile yazmak, metnimdeki en mühim hedefti.


 

Düşünyaz 4 / 2. Adım yazısı
Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var. “  Zygmunt Bauman
GİRİŞ

Marx, manifestosunun girişinde bir 'komünizm hayaletinden' bahseder. Kurduğu düşünce sistemini bir öcüye benzetmesinin, kendi fikrimce iki nedeni vardır: 1.'si, yapıtının önsözünde de açık ve seçik bir biçimde bahsettiği, komünizm fikri karşısında titreyen bir burjuva sınıfı ve 2.'si, gittikçe hızla ve keskin bir şekilde globalleşen dünya karşısında oluşturulan ve henüz ayakları yere basamayan muhalif bir tavır.

1.Bölüm: Asimilasyon

Uluslararası bir biçemde şirketleşmiş yapıların, kendi çıkarlarını sağlatacak biçimde hareket etmesi için bazı serbest alanlara ihtiyaç duydukları su götürmez bir gerçektir. Pekala bu 'serbest alan' tam olarak neye tekabül eder ? Günümüzde, yığınların diline pelesenk olmuş ' ah o eski bayramlar' söz bütünü aslına bakıldığında değersel - ve çoğunlukla ahlaksal- bir çözülmeye edilen sitemdir. Bu değersel çözülme, sözünü ettiğim 'serbest alan'ın tartışmasız ve vazgeçilmez olarak bir koşuludur. Kültürel asimilasyon, çıkarları rahat bir şekilde sağlatacak olan 'serbest alan'ı erklerin eline kolayca verir ve vermektedir. Lakin, kültürüne sadık kalan bir toplum, bu takım erklerin göz boyama çabalarını dertop edecek ve kendilerini katiyen bu çarkın içerisine atmayacaktır. Bu yüzden kapitalist bir ivmenin içine kapılmanın ön koşulu; kültürü, örfü, adeti ve geleneği öğrenmekteki beceriksizlik ve korumadaki yetersizliktir.

1.2: İlerleme

Kültürü ve geleneği korurken düşülecek büyük bir yanlış ise, ilerlemenin ve çağdaş hayata ayak uydurabilmenin pabucunu dama atmaya bakar. Lakin, dışarda kapitalizmin büyüsü ile normalden çok daha yüksek bir hızla ilerleyen uluslar varken, ilericiliğin geride bırakılması ve yeniliğe kapalı, gelenekçi bir toplum oluşturmak bazı senaryolarda kısa sürelerde gerçekleşmese de, eninde sonunda bir yıkıma yol açacaktır. Bu yüzden kültürü öğrenmek ve aynı vakitte kültürü, bilimin ve çağdaş gereçlerin kullanımı ile ileri atılması sağlanmalıdır. Bu oldukça önemli bir husustur.

2.Bölüm: Erkler

İlk bölümün son satırlarında bahsettiğim erklere bazı örnekler vermek, yazıyı daha sağlam temellere oturtacaktır. Yıllardan beri başarısı gözler önünde olan Amerikan film sektörü, dünya halklarına sanat değil bir rüya pompalamaktadır. Bu rüyayı müthiş bir inandırıcılıkla süsler ve kültürünü öğrenmemiş dünya halklarına sunar, sonuç ise gözler önündedir. Aynı vakitte, zincirleşmenin temellerinin atıldığı bu ulus, bahsettiğim asimilasyon konusunda gerçek bir ustadır. Öyle kuvvetli bir güçtür ki bu, Doğu Bloğunda yaşayan insanları anında hareketlendirmiş ve seneler içerisinde gerçek bir duvarı yerle bir ettirmiştir. Onca sistemli sosyalist bir propaganda düsturuna sahip olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği insanını bile kendi çıkarına hizmet edecek biçimde evriltmiştir.

2.2 Muhalefetin Çözülmesi

Şirketleşmiş yapıların yanı sıra şirketleşmiş devletler ve ulusların da olabileceğine, 2. bölümün ilk pasajında yeterince dikkat çektiğimi düşünüyorum. Bu yüzden bunun olasılığı üzerine daha fazla konuşmayacağım.
Bir tezin, en keskin anti-tezi ve bunu savunanlar pop-kültürde 'muhalefet' adı altında birleşir, hayat bulur. Ve aynı vakitte kötüye doğru sapan bir gidişin önündeki en büyük köstek şüphesiz ki muhalefet olarak adledilen karşıt görüştür. 2.Bölümün ilk pasajında bahsine vardığım ulus, bu mühim kurumu da kendi gereçleriyle sıvılaştırmanın bir yolunu bulmuş ve bunu hiç beklenmeyen bir şekilde yapmıştır. 'V for Vendetta' filmi ile 'magnum opus'unu vermiş olan bu çark, yine müthiş bir kurnazlıkla yoluna devam etmektedir. Kendi kurdukları kademeli sisteme sertçe karşı duran 'V' karakterini kendileri yaratmış ve izleyenlerin arasında bu çarka muhalif duranlara suni bir zeytin dalı uzatarak sisteme karşı besledikleri anti-tez'i çözmüştür. Bu çarkın içerisinde büyük bir paya sahip olan Warner Bros., bu gidişin pek de iyi olmadığının farkına varmış kimselerin motivasyonunu, onların huyuna giderek kırmıştır. Bu eylemlilik gerçekten dahicedir. Lakin, bu karakterin maskeleri yıllar yılı piyasalarda satılmaktadır. Artık dünya ve üzerine kurulduğu düzen; yalnızca ürün değil, karşıt-aktivizm de satmaktadır. Gelinen nokta gerçekten şaşırtıcıdır.

3. Bölüm: Berlin Duvarı

Yıllardan beri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini yeren yığınlar, insanların refah içerisinde yaşamadıklarını işaret ederek konuşurlar. Bu, yüzeysel bir açıdan bakıldığında hakikaten doğrudur. Ulusun içerisinde yaşayan insanlarla yapılan sayısız konuşma, içerdeki hayatın epey renksiz olduğu konusunda bize kanıt sağlar gibi gözükür. Fakat işin aslı bu mudur ?
Joseph Stalin'in ölümünden sonra Marksist teoride fireler vermeye başlayan Kruşçev ve iktidarı, destalinizasyon hareketleriyle bu süreci iyice hızlandırmış ve S.S.C.B. dışı komünist rejimi benimseyen ülkelerce 'revizyonist' damgası yemiştir. Joseph Stalin'in iktidar olduğu dönemde S.S.C.B., Soğuk Savaş döneminde değerlerini bilen ve aynı zamanda önemine damga vurduğum ilerlemeyi de göz ardı etmeyerek ABD'ye yıllar yılı kafa tutabilmiştir. Bunun nedeni destekli bir eğitim ve tavizsiz uygulanan teoridir. Kruşçev ve iktidarı ile gelen tavizler, ülkeyi Batı Bloğu ile kaynaştırma hareketleri bahsine vardığım şirketleşmiş ulusların ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir. Verilen tavizler, yılllar yılı müthiş bir kültürlenme ile gelen bir halkı Batı Bloğunun bel kemiği olan kültürel asimilasyonun kucağına bırakmıştır. Ve yine bahsine vardığım, eninde sonunda gelen yıkım, bu epey sağlam kültürlenme programlarına tabi tutulmuş halkı eline almış, gözlerini bürümüş ve Batı Bloğunun 'özgür ve renkli' yaşamına açık etmiştir.


 


Düşünyaz 4 / 1. Adım yazısı
Seçim ne yönde olursa olsun, bilinç, hastalıklı olmadığı sürece özgürdür; çünkü seçen, kararının karşıtındaki engellere ve güçlere rağmen, seçme olanağına her zaman sahiptir.
"Uluğ Nutku, Daha Güncel Felsefe (Bilmenin Sorumluluğunu Üstlenmek) s.74

GİRİŞ

Özgür olmak, hepimizi şoke edici derecede tatmin eden bir duyumdur. Birisi kalkıp da bize özgür olduğumuzu söyler ise, o kişiyi yüceltir, adeta baş tacı ederiz. Pekala, gerçek hakikaten özgür olduğumuz mudur ? Ademoğulları yüzyıllardan beri süre gelen hurafelere yaşlı gözlerle bakakalmamışlar mıdır ? O halde, özgürlüğümüze ve özgür olduğumuzun sanrısına bu derecede sıkı sıkıya sarılmak, çağımızın gereklerine paralel midir ? Çağımızın gereklerinden köşe taşı niteliğinde maddelenebilecek bir unsur olan 'şüphe' neden şimdi kullanılmasın ?

Uluğ Nutku, sözleriyle bize bir özgürlük alanı sağlamış bulunmaktadır. İnsanın, determinist bir boyutta varolmadığını, seçimlerini kendi başına, dış etkenlerden bağımsız bir hal içerisinde gerçekleştirebileceğini savunmaktadır. Ancak bunlar tarafımca epey isabetsiz olarak nitelendirilir. İnsanlar, yapacak onca işleri, peşinden koşacak onca davaları ve ardından sıçrayacak onca haz olanakları varken yararlarına tepetaklak zıt olan bir şekilde, yararsızca ve gereksizce yakınlarının ölümlerine yas tutarlar. İnsanlar, potansiyel bir eş bulduklarında olmayan ve son derece suni olan bağımsızlıklarını bir kenara atar ve tekrardan işe yaramaz bir biçimde benliklerini silerek hayatlarına devam ederler. Bu örneklemleri vermemin sebebi bu varış noktasıdır: insanlar, kendi kararlarını veremeyecek kadar zayıftır. Zayıflığın ötesinde ise -yine zayıflığın getirdiği- dış etmenlere bağışıksızlık vardır. Bu toplamın sonucu, ademoğullarının yüzyıllardan beri süregelen özgür irade kutsalının, klişeleşmiş bir şekilde ve her kutsal gibi, peri tozundan ibaret olmasıdır.

İnsan doğar, izler, anlar, uygular ve gafil avlandığını bilemeden ölür. Onu gafil avlayan yegane kavram bir 'birey' oluşudur. Bu has be has bir illüzyondur. Pekala, bu nedendir ?

CİNSEL İTKİ
Ele alacağım insanoğluna vurulmuş iki ana prangadan, içerisinde gözardı edilemez olan güç istencini de barındıran, ilki.
İnsan, ilk cinsel uyarıcıları ergenlik çağında almaya başlar. Süzülür, serpilir, cinsel organları gelişir, kızlar kadın, oğlanlar erkek olur.
Oğlanlar, hemcinslerine karşı beynin alt kısmı tarafından -sürüngen beyni- üstünlük sağlamakla görevlendirilirler. Bundandır ki erkek çocukları ilk kavgalarına bu yaşlarda girer. Kendilerine yakıştırdıkları partnerlere sahip olmak için ellerinden geleni içgüdüsel bir biçemde gerçekleştirirler.
Kızlarda, hormonların harekete geçmesi ile belin incelmesi ve göğüslerin olgunlaşması üzerine, anaçlık itkisi baş gösterir. Kadın, yine insan beyninin alt kısmı tarafından kendine bir damızlık seçmesi ve onunla birlikte soyunun devamını sağlamasıyla görevlendirilir. Kızları, bu yaşlarda, kadın-erkek ilişkilerinde hakim konuma koyan yegane sebep budur.
Bir kadınla veya bir erkekle bir gece geçirmek tamamıyla özgür iradenin egemenliği altında gibi görünse de, durum pek de öyle değildir. Cinsel isteklerimiz, fetişlerimiz, çekici ve itici gelen karşı-cins özeliklerine göre partnerlerimizi seçeriz. Fetişlerimiz, korkularımızdan ve bilinçaltımızdan beslenir. Hoş bulduğumuz fiziksel durum, Schopenhauer'in 'ausgewogene kinder' (dengeli çocuk) fikriyle isabetlenmiştir. Cinselliğin genel gerçekleştiği boyut ise, güce dayanmaktadır. Karşı tarafı küçük düşürmeye, ezmeye ve zapt etmeye dayalı bir itkidir. Bundandır ki partnerler birbirlerine aşağılayıcı kelimeler söylerken büyük bir rehavete kapılırlar.
Bunca meşguliyet veren itki arasında insanın özgür olması söz konusu dahi olamaz. Bunun kanıtı ise, çoğu insanın nedenini bilmeden bir fetiş sahibi olmasıdır. Özgür irade bunun neresindedir ? İradenin dinamosu mantık değil midir ?

TOPLUM / BİREY BAĞLAMI
İnsanın özgürlüğünü kesintisiz bir biçimde olumsuzlayan ikinci etken ise budur.
Toplumun dayattığı ahlaki kurallar vardır (ki bunlar da yalnızca peri tozudur). Bu kurallar birey tarafından görülür, fark edilir, yorumlanır ve belli ölçüde -ve mutlaka- uygulanır.
Sigmund Freud'un bizlere kazandırdığı ego, süperego ve id üçlemesinden yaralanacağımı şimdiden söylemek isterim.
Toplumsal kuralları isabetsiz ve gereksiz bulan bir birey, id'ine yarar sağlayacak şeyler yapmaya göz diker. Ancak bunu çoğu zaman yapamaz. Bunun iki nedeni vardır: korku ve yalnızlık kaygısı. İçinde bulunulan toplum muhafazakar kodlara sahipse, bireyin can güvenliği her an tehlikededir. Açık görüşlü bir toplumda ise id'in yararı doğrultusunda yapılacak davranışların etkisi farklı olacak; toplum, bireyi dışlayacaktır.
Toplumsal kuralları yerinde ve düzenleyici bulan birey, süperegosuna itaat etmeye göz diker, fakat karşısında kendi istencini silikleşirken görür, ve id'i başka boyutlarda ortaya çıkar. Örneğin iş hayatında gayet sabırlı, görgülü ve kendi çıkarını gözetmeyen bir kimse, yakınlarıyla geçirdiği vakitte süperego'sunu tamamen yerde bırakarak hoyrat birine evrilebilir.
Bu üç unsur, seçimlerimizde etkendir. Bunları değiştirmek mümkündür fakat bu bir özgürlüğe işaret etmez. İnsanı kukla gibi düşünürsek, kuklaya ilintilenmiş ipler Freud'un üçlemesi ve hayalbaz ise toplam itkilerimizdir. Hayalbaz kuklaya değil, kukla hayalbazın eline bakmaktadır ve bu böyle süregelecektir.

Hiç yorum yok: