17 Haziran 2017 Cumartesi

Sıla Erçin / Ebru Nayim Fen Lisesi / Tekirdağ / Düşünyaz 4 Türkiye 5.si




Düşünyaz 4 Final Yazısı

"Gerçek şu ki felsefede ve hatta başka alanlarda asıl sözkonusu olan problemi çözmekten çok onu bulmak ve sonuç olarak onu ortaya koymaktır. Çünkü spekülatif bir problem doğru ortaya koyar koymaz çözülür." Bergsonculuk- Gilles Deleuze

TELOSUN DİRİMSELLİĞİ

Deleuze için felsefe, kavram oluşturma, birleştirme ve düzenlemeye dayanan bir 'kavram pratiğidir'. Guattari ile giriştiği bu çaba, felsefede önemli bir yer edinmesine sebep olmuş, Fransız post-yapısalcılığının gelişiminde önemli rol oynamışlardır. Deleuze ile Guattari, bilime kıyasla felsefenin temel görevinin kavram yaratmak olduğunu, felsefenin birincil ödevinin varlıklar ile şeylerden olayları söküp alarak bir "içkinlik düzlemi" oluşturmak olduğunu düşünmektedirler. Deleuze ve Guattari bu açıdan felsefeye bambaşka bir yön verir ve minör-oluş kapısını aralarlar.
Bilgi nedir? Todd May, Deleuze'ü incelediği 'Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?' adlı kitabında bu soruyu ele alır. Deleuze felsefesine göre bilgi değil, düşünce önemlidir. Çünkü bilgi, düşünceleri sınırlandırır ve beraberinde getirdiği 'doğru' ve 'yanlış' kalıplarıyla düşüncenin oluşumunu en başından köreltir. Düşünce, özgür olmalıdır. Deleuze felsefenin temel gereklerinden olan 'varolanı yıkma' kavramını düşünceler üzerinden yorumlamıştır ve düşüncenin beraberinde getirdiği diğer düşüncelerin eskisinden bağımsız, yeniye odaklı olması gerektiğini vurgulamıştır. Bunu bir tür düşünce devrimi olarak yorumlayabiliriz.
Todd May Bir Birey Nasıl Yaşayabilir adlı kitabında şu soruyu da yöneltir: 'Peki her şeyi bilgiye dönüştürmek yerine dünyayı tecrübe etmenin farklı yollarını bulamaz mıyız?' Eleştirdiği 'bilgi' kavramı felsefeyi sınırlar. Ortaya konan görüşlerin kuramsallaştırılması, beraberinde gelen diğer düşünümlerin ise daha önceden oluşturulmuş kuramlara göre şekillenmesi felsefenin doğasına aykırıdır. Çünkü felsefe bir başkaldırıdır. Kelimelerin ve kavramların yerinden oynamasıdır. Ulus Baker Deleuze'ün felsefesini 'kavramlar imalatı, belki de zanaatçılığı' şeklinde anlatır. Deleuze düşüncelerden kavramlar kurar, yeni düşünceleri besler ama asla düşüncelerinini 'bilgi' ye dönüştürüp kelepçelemez.
Felsefede düşünce bir arayıştır. Lakin asla bir çözüm arayışı değil. Bu noktada Deleuze'ün "göçebe düşünce" kavramını açmak gerekir. Deleuze bu tabiriyle düşüncenin beraberinde sunduğu 'oluş süreci' ni vurgular. Felsefenin aradığı doğru, bilgi ya da kuram değildir. Felsefenin bilgilerle işi yoktur. Onun ele aldığı düşünceler ve beraberinde gelen sorulardır. Felsefe, problemlerden, sorunlardan doğan bir alan değildir. Felsefe, düşünceler üzerinden kurulur ve düşünceler beraberinde sorular, sorunları, problemleri getirerek ardalanır. Çok eski çağlardan beri filozofların asıl odaklandıkları mesele, hiçbir zaman akıllarında beliren soruları çözmeye yönelik olmamıştır. Üzerinde durdukları bir çözüm arayışından çok, soruların devamında beliren sorulardır. Filozof bu arayışta asla hedefe odaklanmaz. Kafasında beliren soruları metastaza uğratır ve bunda direnir. Kontrolsüzce çoğalan bu sorular filozofun aklında şekillenir, değişir ve çeşitlenir. Bu çeşitlilik felsefeyi zinde tutar. Deleuze de bu oluş süreci hakkında konuda yazının amacını 'yeni yaşam imkȃnlarının inşa sürecine katılmak' şeklinde savlayarak, genel olarak felsefenin amacının problem çözme arayışıyla bağıntısı olmadığını açıklar.
Düşüncelerin özünde doğru ya da yanlış kavramları yatmaz. Lakin bu tabii düşüncenin sorgulanabilirliğini ya da eleştirilebilirliğini etkilemez. Deleuze ona ya da yazdıklarına doğrultulan bir eleştiriye karşın 'Tamam o halde bir diğer yazıma geçelim.' tutumu içerisindedir. Eleştiride bir neden aramayışını tabii ki eleştiriye açık olmamasından ileri gelmez. O yalnızca kişide doğan, şekillenen ve çeşitlenen düşüncelerin, bir başka kişi için aynı anlamı ifade edemeyeceğini ve asla tam olarak yansıtılamayacağının bilincindedir. İşte bu 'yansıma' konusunda dilin düşünce üzerindeki etkisinden de bahsetmek gerekir. Wittgenstein'ın dil üzerine düşünceleri anlam üzerinde yoğunlaşmıştır. Kelimeler üzerinden şekillenen Wittgenstein kuramı, sözcüğü anlamlı kılan nedir sorusunu aramıştır. Wittgenstein felsefesi dünyanın özünü açığa çıkarma felsefesidir. Dünyanın özünü bulmak için de başvurduğu yegane şey dildir. Peki dilin, düşüncelerimizi yansıtma işlevi nedir? Wittgenstein bu konuda şöyle der: ''Tümce gerçekliğin bir tasarımıdır, tümce gerçekliğin biz onu nasıl düşünüyorsak, öyle bir taslağıdır.'' Dil kuramlarından Semantik Dışsalcılığa bakacak olursak da bu yaklaşım, anlamın işaretlere bağlı olduğunu, sözcüklerin anlamlarının yalnızca o sözcükleri kullananların kafasında olup bitenlerle değil dış dünyada yaşananlarla da ilgili olduğunu anlatır. Eleştirel bakıldığında kullandığımız sözcüklerin anlamı tam olarak karşıya geçiremeyeceği anlaşılır. Dil sınırlayıcıdır. Ve tam da bu noktada analitik felsefecileri eleştirmek gerekir. Düşüncelerin akışkanlığına bu derece set çeken 'dil' olgusuna karşın düşünceleri iyice kalıplaştırır ve monotonlaştırır analitik felsefe. Oysa dilin sınırlandırıcılığına karşın bizler, farklı şekilde düşünmeli, farklı şekilde konuşmalı, farklı şekilde yazmalı ve oyunu farklı şekilde oynamalıyız. Dili aşkınlığın egemenliğinden ve içkinliğin sınırlarından (“Kavramlar yükselen ve inen birçok dalga gibidir, ama içkinlik planı hepsini kavrayan ve yuvarlayan tek bir dalgadır.“) minörleştirmeliyiz.
Peki düşüncede saf bir doğru kavramı var mıdır? Mutlak bir doğruluktan, hakikatten söz edilebilir mi? Deleuze 'Spekülatif bir problem doğru ortaya koyar koymaz çözülür.' derken neyden bahsetmek istemiştir? Doğruluk gerçeğe uygun olmaktır. Bununla birlikte: mantık, bilim, kuram gibi doğruluk biçimleri de vardır. Genellikle insan düşüncesinin gerçekle uyuşması, sözlerin olaylara uygun olması kast edilir. Güncel anlamda, kısaca gerçeğe uygun anlamındadır. Bu noktada ise aklımızda beliren herkesçe kabul edilen bir doğru kavramını beraberinde getiren gerçeğin olup olmayışıdır. Doğru her bir aklın kendi algıları etrafında düşünceye verdiği değerdir. Genellikle, doğrunun kişisel bir anlama sahip olduğunu biliriz. Doğru sözcüğün bir gerçeklikten ziyade, bir desteği belirttiğinin farkındayızdır. Bir şeyi doğru olarak nitelemek, onun gerçekliğini değil, öznenin taraftarlığını belirtir. Bir düşüncenin doğru olması, öneren öznenin tarafına bağlıdır. Ancak bazen mutlak doğrular söz konusu olmaktadır. Belki de Deleuze bunlardan bahsetmektedir. Lakin böyle doğrular var mıdır? Genel doğru nasıl olabilir? Yukarıda bahsettiğim dilin işlevi ve yapısı aslında doğruluğun göreliliğini de beraberinde getirir. Mutlak doğru doğruluktan büyük ölçüde söz edilemez ancak ortak doğrular bulunabilir. Mutlak doğruların peşinden gitmek yerine, herkesin ortak bir paydada buluşabildiği göreli doğruluklardan söz edebiliriz. Deleuze de 'doğru' kavramıyla, bundan söz etmektedir.
Düşüncede mutlak doğru kavramından söz edemiyorsak, aynı şekilde düşünceden doğan sorunlarda, problemlerde de 'doğru' ve 'yanlış' kavramlarından bahsedemeyiz. Bu noktada 'problemi çözme' tabiri de çok yanlış olacaktır. Çünkü felsefede çözülmesi için oluşturulmuş hiçbir problemin olmayışı gibi, oluşan problemin çözülmesi de pek tabii mümkün olmayacaktır. Bu nedenle problemin 'oluş' süreci, çözüm arayışı sürecinden çok daha önce gelmektedir. Deleuze ve Guattari de bu oluş kavramından bahsederken ‘Moby Dick’e değinirler. Bunu 'Kaptan Ahap kendisini Moby Dick’ten ayıramayacağını, balinayı vurursa aslında kendini vurmuş olacağı gibi bir hisse kapıldığında, bir ayırt edilemezlik bölgesine girer ve bu bir oluş halidir.' şeklinde bir alıntıyla anlatırlar. Oluş, modelin dışına çıkmaktır. Yani ontolojikleşmeyen bir harekettir. Oluş, herhangi iki çokluk arasında her zaman bulunan iki çokluğun birbirinden farklılaşmasını gerektiren bir bölgeyi, bir ayırt edilemezlik bölgesini ifade eder.
Son olarak felsefesini kavramlar üzerinden temellendiren Deleuze'ü anlamak için, doğruluk, hakikat, bilgi, gerçek ve düşünce gibi kavramların üzerinde durmamız gereklidir. Ve bu unsurların aslında birbirlerinden bağımsızlıkları, saf tekillikleri, birbirlerinden bağımsız ereklilikleri, herhangi bir bütünlük sunmayan ve birbirine gerçek ayrımlarla iliştirilip, yapıştırılmış, saf ve dağınık bir bağımsız bütünlük oluşturmaları ve her birinin oluşturduğu kavramsal paradigmalar göz ardı edilmemelidir.
Genel anlam ve önemini belirtmek isterim ki; ''...ve belki bir gün bu yüzyıl Deleuze'cü bir yüzyıl olarak bilinecek.'' (Michel Foucault)

KAYNAKÇA:
https://okumanotlarim.wordpress.com/2013/07/02/deleuzeguattari-uzerine-bir-inceleme-ronald-bogue/
http://www.anadoluaydinlanma.org/okumalar/hakikat.pdf
http://www.dunyaninyerlileri.com/post-anarsizmin-sirt-cantasindaki-deleuze-ramazan-kaya/
http://yildizliarif.blogspot.com.tr/2015/01/wittgensteinin-dil-anlayisi.html
http://www.dmy.info/dil-felsefesi-nedir/
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,176,0,0,1,0
http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/deleuze-uzerine-disaridan-dusunmekte-ferahlamak,14520
http://dusunbil.com/spinoza-neden-hala-onemli/


 

Düşünyaz 4, 2.Adım yazısı
"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var."  Zygmunt Bauman

TÜKETİMİN OYUNCULLUĞU

Dünyanın dengesini belirsizliğe doğru kaydıran şey düşünce midir, yoksa tam tersi mi? "Dünyanın belirsizliği, ne hakikatle ne de gerçeklikle takas edilebilmesindendir." der Baudrillard. Belirsizlik ve bilinmezlik, etki alanına giren her olguyu soğurur ve onu kendi tözüne dönüştürür ancak bundan pay alıp ona anlam kazandıracak üstün bir gerçekliğe dönüşemez ya da kendini bu gerçekliğe yansıtamaz.
Aynada bir yansıması, üzerine düşen güneşte bir gölgesi olmayan dünya aslında temel bir yanılsamadan ibarettir. İçerisinde insanlığın beraberinde getirdiği savruluşları, varoluşları, var edişleri, ereklilikleri, sebep ve sonuçları, değerleri barındırır. Karşıtlıklardan güç bulur, tüm kararlılığını ve diyalektik hareketini güvence altına alır. Fakat mutlaklık alanında dünya hiç olmuş mudur? Yani yapay olarak sınırlandırılmamış ilkeleri, imgesel bir yönelimi ve tutarlı anlamları barındıran bir değerler bütünü olmuş mudur hiç? Hayır. Gerçek ortadan kaybolmuş, yerini simülasyona bırakmıştır ve hep nesnenin ötesine geçmeye, düzenin dışına çıkmaya programlandırılmıştır. Dünya, evren, düzen, yasa yalnızca belirsizlikler uçurumundaki istisnalardır. Sahte görüngülerdir. Dünyayı anlamlandırmaya yönelik ortaya atılan her görüş, en iyi hesap edilmiş girişimler bile eninde sonunda bir 'Takas Duvarı' ile çarpışır. Ve hiçbir şeyle takas edilemeyen şeyler de yoldan çıkar, savrulur, çoğalır, gereksizlik çemberine girer. İşte tam da bu yüzden dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına dönmüştür. Gerçek yitirildiğinde düzene saldırmak kaçınılmazdır. Sanalın sonsuza dek serbest kalması, gerçeği satılma durumundan hiçbir zaman kurtaramayacaktır. Radikal belirsizliğin etki altında kalan tüm alanlar ise maddesel dünya ile sınırlı kalacak, yanılsamaların ve belirlenimsizliklerin devamlılığında, mevcut bulunmayışını sürdürecektir.
Maddesel ve sürekli dünyayı kavrayabilmek için ele alabileceğimiz tek alan hiçlik ve onun beraberinde getirdiği düşünme yetisidir. 'Ex nihilo in nihilum' hiçliğin tanımıdır bu. Aynı zamanda bitimi olan bir dünya görüşüne karşı olan süreklilik düşüncesine karşı oluşturulmuş bir süreksizlik düşüncesi. Temel olan ve aslolan süreksizlik yargısıdır. Dünyanın her yeri, her reyonu ve her rafı sürekliliğin mutlak modelidir. Bu sürekliliği oluşturan kavramların, olayların ve durumların ardalanmasını sağlayan düşünme yetisidir. Yani sürekli bir devinim içeren rafları doldurmaya yarayan düşüncenin kendisidir.
Modern dünyada önümüze raflarda sunulan sosyal, kültürel ve manevi değerler bizi dibi olmayan bir tüketim toplumu bataklığına itmektedir.Tüketim, insani ilişkilerin yerini giderek nesnelerle ilişkiye bıraktığı ve kitle iletişiminin tüm bu süreci yönlendirdiği çağımızda sorgulamamayı ve 'tüketim nesnesi'ne dönüşmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Bu tüketim algısı nedeniyle ihtiyaç ve hazların olumsal dünyasının, doğal ve aslolan düzenin yerini, sınıflandırmalar düzeni almıştır. İhtiyaçlar ve gereklilikler yerini metalaşmış olgulara bırakır.
Raflara kusursuzca yerleştirilen ve sonu gelmeyen değerler tüketim mallarına dönüşmüş, ve bunları edinmek bir ayrıcalık haline gelmiştir. Bu noktada toplumsal farklılaşma ve düzensizlik mantığı boy gösterir. Örneğin günümüzde Sartre'ın çok satmasının sebebi insanlığın kültür düzeyinin arttığının bir göstergesi değildir. Çok satması büyük bir ihtimalle o dönem reklamının yapılmasına ya da yayınevinin yaptığı bir anlaşmaya bağlıdır. Satın alınan eserlerin çoğu kenarda köşede kalmış, popülaritesi yeniden oluşunca da konulduğu raftan tekrar çıkarılacak ve üzerinden prim yapılacak olan bir övgü öznesi haline dönüşecektir.
Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği isimli kitabında “Kültür Endüstrisi” ve “Kitle Kültürü” kavramlarını kullanarak, bu bağlamda tüketicilerle nesneler arasında “metalaşma”, “şeyleşme” ve “fetişleşme” kavramlarının ortaya çıktığından bahsetmiştir.
Bu kavramlarla beraber toplumsal hiyerarşi yok olur ve bu sebeple bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimleri ortadan kalkar.
Kültür, ahlak, etik gibi değer yargıların konuldukları raflarda çürümeye mahkum bırakıldığı bu belirsiz tüketim dünyasında ruhun yerini beden almış, hisler dışlanmıştır. Kültür, yerini kitle kültürüne ve popüler kültüre bırakmıştır. Düşünceleri, duyguları yatırım nesnesine dönüştüren bu tutum özneyi soyutlamış, yani kelimenin doğru anlamıyla yabancılaştırmıştır.Tüketimin oyunculluğu içinde bireysel kimliğin trajikliği yok olmuştur.
Artık imkansızlığı içinde özne, özgürlüğü uğruna savaşacak bir anlam bulamamaktadır, dünyaya aitliğini yitirmiştir. Kulağımızda Sartre'ın sözleri son bir kez insan yanımızı dürter: “Modern çağın insanı! Gerçi çok şey kazandın ama her şeyi yitirmek tehlikesi içindesin. Bütün evreni ele geçirme sevinci içindesin ama kendini yitirmek üzeresin. Gerçi dev tekniğin içinde kendine verimli bir güçlendirme aracı elde ettin ama kendini güçlendiremedin. Gerçi atom sırlarını çözdün ama kendi kendine yabancı oldun."


 

Düşünyaz 4, 1. Adım yazısı

"Düşüncenin doğasında iletilmek vardır; yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever; melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür."Ursula K. Le Guin, Mülksüzler s. 67

TOCCATA AND FUGUE

Düşünme her şeyden evvel yaşantımızdaki bu hezeyanların ve savruluşların ortasında kendine özgür duyuşa, bulunuşa, tine sahip olmayı gerekli kılar. Düşünme hürce sorgulamayı, özden gelen büyük bir açlıkla kendisini zorlayan soruları sormayı gerekli kılar. Bu ise kaçışı, sessizliği, anlam arayışı içinde bulunmayı, düşünceyi besleyip büyütecek düşünürlerin düşünceleriyle bağ kurmayı, insanı ve hayatı anlamlandırma çabalarını; sonra dinlemeyi, ve beklemeyi…
Asıl düşünme, bilimler gibi bilgi üretmez. “Bilim düşünmez.” der Heidegger. Heidegger’in bu sözünün yer aldığı kitabının çevirisini yapan Glenn Gray ise bu sözün okuyucular tarafından zor anlaşılacağı düşüncesindedir. Asıl düşünce, hayat için kullanışlı, yararlılık ve fayda gözeten kolaylıklar sunmaz. Hayatı kolaylaştırırken bizden büyük değerleri söküp alan kestirmelerin karanlığında harekete geçmek için gerekli olan kör kararlılığı beslemez.
“Grimm Kardeşler’in Tavşan ve Kirpi masalından Heidegger, bilinen anlamıyla insanın daha gerisine giderek orada olmasına rağmen kendisine dokunulması zor olan bir Kirpi gibi olan varoluşu betimlemeye uzanan daha geniş bir araştırmanın parçası olarak modern insanın düşünmeyle ilişkisine dikkat çekmek için kullanır.”(Metafiziğin Onto-teo-lojik İnşası yazısından) Burada Tavşan düşünmeyi düşünme yapan temel meseleyi yani varlık ve varolan arasındaki ayrımı unutmuş olanı temsil eder. Düşünen, düşünme ahlakının varlığının farkında olan ise Kirpi’dir. Düşünmekten yoksun olan Tavşan, aslında düşünmüyor olduğunun da bilincinde değildir. Somutlukların karanlık benliklerine sıkışıp kalmış insanların yansımasıdır Tavşan. Ona göre düşünce sadece doğuracağı sonuçlara, yolunu açacağı düşünüş tarzlarına veya kalıplara göre değerlendirilir. Bir düşünceyle karşı karşıya kaldığında yapacağı ilk şey, somut arayışı olacaktır. Kolaycılığın kural tanımazlığa, onun da ilkesizliğe evrilmesinde ve sonunda sahteliğin ve sahteciliğin her şeyi böylesine esir alacak bir yaygınlığa ulaşmasında bu algılar göz önünde bulundurulacak olursa, şaşılacak bir taraf olmasa gerektir.
Toccato And Fugue… Bach’ın bir eseri. Düşüncenin insandaki devinimini aktarıyor bana. Fugue; Eski Yunancada “kaçış” anlamına geliyor. Kimi çağrılarda kişinin gerçek kimliği dışında bir kimliğe bürünerek, alışık olduğu çevreden uzaklaşması. Toccata ise İtalyanca’da dokunuş demek. Yani dokunuş ve kaçış… Karşılaştığımız bir düşünce sonrası yaşadığımız zihin ve duygu alegorisi. Bazen bu dokunuşun etkisiyle kaçarız, Bach’ın bahsettiği gibi. Ama bazen de üzerine gideriz. Ruhuna yükleniriz. Belki de bu Ursula K. Le Guin’in de dediği gibi bu onu daha çok büyütür.
İnsanın düşünceye karşı tutumu bu şekildeyken, düşüncenin insana karşı tutumu ne şekildedir? Yani insan suje olarak değil de obje olarak değerlendirildiğinde nasıl bir durum ortaya çıkar? Heidegger, en çok düşünce uyandıran şeyin, henüz düşünmediğimiz olduğunu söyler. “Şu düşündürücü çağımızda, daha da düşündürücü olan, bizim hala düşünmüyor olduğumuzdur.” Bunu da düşüncenin geri çekilişiyle açıklar. İnsan henüz düşünmüyor, ve bunun nedeni düşünülecek olanın insana yüz çevirmesidir şeklinde yansıtır düşüncesini. Öte taraftan Ursula K. Le Guin “Düşünce insana ulaşmak ister.” der. Düşüncenin ışığı aradığından bahseder. Peki ya ışığı arayan düşünceyse, insanın aradığı nedir? Düşünce bize sırtını dönsün ya da dönmesin, hikmeti gaye edinen insanın arayışı düşünce üzerine kurulu değil midir? O halde büyük bir paradigma çıkıyor ortaya. İnsanı içine çeken düşüncenin etkisine kapılan insan bir işaretçidir. Hayır. Geri çekilene doğru çekildiğinde, ona doğru gidip böylelikle geri çekilmeye işaret ettiğinde insan ilk kez insandır. Onun özü böyle bir işaretçi olmada yatar. Geri çekilene doğru yöneldiği için insan bir işarettir. Fakat bu işaret, çekilip uzaklaşanı gösterdiğinden çekilmeye olduğu kadar çekilip uzalaşana işaret etmez. İşaret yorumsuz kalır.
Binlerce olgunun tepesinde bulunan düşünce öğrenilir mi? Düşünme belki de bir heykel yapmak gibidir. Bir sanattır, “el sanatı”dır. El burada somut bir uzuv olarak değerlendirilmemelidir. Maymunların da kavrayabilen, kas ve kemik dokulardan oluşan uzuvları vardır. Fakat onların elleri yoktur. El bütün kavrayabilen uzuvlardan; pençe, pati, ağız..dan keskin bir öz uçurumuyla farklıdır. El sadece kavrayıp yakalamaz. El uzanır ve açılır, karşılar ve sunar. El işaret eder. Muhtemelen insan bir işaretçi olduğu için. Elin bütün işleri düşünmede kökleşir. Bu nedenle düşünmenin kendisi insanın en basit ve bu sebepten ötürü en zor el sanatıdır.
Düşünmeye çağıran şey, düşüncenin çağrısıdır. Bu çağrı zorunlu olarak bir talebi ve elbette buyurmayı ima etmez.; daha çok, bizim çağrımızla çağırılana erişmemizi sağlayan şeye uzanıcı bir el uzatmayı ima eder. Bizi düşünmeye çağıran –muhtemelen düşüncenin kendisi- düşünmeye/düşünülmeye gereksinim duyar.Çünkü bizi düşünmeye çağıran kendisinin kendi özüne uygun olarak düşünülmesini istemektedir. Düşünce, asli varlığımızı düşünmenin gözetimine getirir. İşte bu yüzden düşünce kalabalıkları sever.
Schopenhauer, “Okumak, kişinin kendi kafası yerine başka birinin kafasıyla düşünmektir.” der. Çok okumanın zihni esneklikten yoksun bırakacağını düşünür.Pope’un şu dizesinde söylediği gibi: “For ever reading, never to be read.” Okumayı düşüncelerinin dizginini bir başkasının eline vermek olarak nitelendirme görüşünü alegorik olarak incelemek istiyorum. Tarkovsky’nin Zerkalo’sundan yararlanacağım. Yönetmen, filmde izleyicilerinin eline bir ayna verir. Çatlak, ve tozlu bir ayna. Seyirci aynayı masadan kaldırdığında, tozlar bir anda uçuverir. Fakat bu sefer cam buğulanır. Kişi aynanın çatlaklarına aldırmadan o buğuyu silme cüretini gösterdiği an, aynanın çatlamış olan her çerçevesinden onlarca silüet görür. Onlarca göz, onlarca bakış. Hepsine bakar seyirci. Her bakışta arar ruhunu. Ve sonra birinde yakalar. Birini içkinleştirir. İşte okumak da böyledir. Etrafta olan görüş, ruh ve düşünüş silsilesi içinde kaybolmayı göze alarak, sayfaları çevirmektir. Kendi gözlerine değene dek, ve tabii değdikten sonra. Nietzsche şöyle der bir kitabında: “…okurken düşünmeyi unutmamıştır, satır aralarını okumak sırrını(…) bilir, hatta öylesine cömert yaratılıştadır ki okuyup bitirdiği şey üzerine bile düşünür. Hem de eleştiri ya da bir kitap yazmak için değil. Öylesine düşünceye dalmak için!” Çünkü düşüncenin doğasında iletilmek vardır. Yazılmak, okunmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek.
“Düşünmekten yoksun bir çağda bulunuyor olmak “insan” denilen şeyi de temelden bir dönüşüme uğratmış olmalıdır, çünkü insan diğer canlılar arasında varolma özelliği ile ayırt ediliyordu. Oysa şimdi insan olmanın doğasını tanımlayan en temel şey olan düşünmeden yoksun isek, insan olma bakımından da daha yetersiz bir konuma çekilmiş olmalıyız.Düşünme hakkında düşünmek insanın kendisine ilişkin kökenlere geri dönmek ve yeni bir başlangıç aramak olacaktır. Düşünmek her şey adına bir başlangıçtır.Düşünmüyor olmak da aynı zamanda, neye ilişkin olursa olsun nereden başladığını,bir şeylerin varolmasının varlığını geride bırakmak ve ondan uzaklaşmış olmak olacaktır.Düşünmeyi başarabilmek, öncelikle, varolanın varolmasının kendi varlığı için saydam olduğu başlangıca dönmekle mümkündür.” (Metin Bal- Varoluşçuluk adlı kitabından)
Genel anlam ve önemini belirtmek isterim ki;
"Cotigo, ergo sum.: Düşünüyorum, o halde varım." Descartes

Hiç yorum yok: