17 Haziran 2017 Cumartesi

Emre Kaya / ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Lisesi / Ankara / Düşünyaz 4 Türkiye 7.sı




Düşünyaz 4 Final Yazısı
"Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir." Önce Söz Vardı- Denis Diderot
Denetim Sorunu

Aydınlanma düşünürlerinden olan Denis Diderot'un “Olayları düzenlemekten söz edenlere dikkat edin! Olayları düzenlemek her zaman başkalarını denetim altına almak anlamına gelir. ” sözü tarih boyunca birçok filozof tarafından başka biçimlerce söylenmiştir. Bu söz, en basit haliyle, insaların düzen uğruna özgürlüğünü kaybettiğini söyler. Öncelikle olayları düzenleme gereği mülkiyet anlayışıyıla birlikte insanın kafasına girmiştir. İlk yasalar özel mülkiyet sebebiyle konulmuştur ve bu andan itibaren insan özgürlüğünü kaybetmeye başlamıştır. Bu adaletsiz mülk anlayışı insanların denetim uğruna özgürlüğünü feda etmeye itmiştir. Jean-Jacques Rousseau da bunları savunur ve insanoğlunun özgür doğduğunu ancak her yerde zincire vurulmuştur der. Denetimi eleştiren bir başka düşünür de Nietzsche'dir. Alman filozofun çizdiği üst insan tablosunda, kişi kendini bu tip denetimler altına sokmaz. Özellikle de Hristiyan ahlakını eleştiren Nietzsche bu ahlakın köle ahlakı olduğunu söyler. Bu ahlak yasaları bizi erdemli olmaktan uzaklaştırmakla beraber kendi adına düşünen özgür bir insan olmamızı da engeller. Bu yüzden ne Nietzsche üst insanın kendi ahlak değerlerini yaratması gerektiğini ve sürü ahlakını yıkması gerektiği söyler. Her türlü kontrol mekanizmasına gelen en önemli eleştirilerden biri de anarşizm akımıdır. Anarşizm ahlak, din, iktidar gibi denetleme mekanizmalarının insanı zincire vurduğunu ve doğuştan iyi olan insanı yozlaştırdırdığını savunur. Çünkü bu tip mekanizmalar insanın düşünmesini engeller ve sürü ahlakını devam ettirir. Düzenin tamamen yıkılmasını ve ideal dünyanın bu şekilde yaratılabileceğini savunur anarşistler. Özellikle de sadece olayları düzenlemek için varolan iktidar bizi bu noktalara sürükler, yozlaştırır ve özgürlüğümüzü kısıtlar. İktidar demişken 20. yüzyıl düşünürlerinden Foucault'ya bir parantez açmak gerekir. Foucault iktidara konusuna farklı bir bakış açısı getirmiştir. İktidarın bütün bireyleri kurduğunu savunur. İktidarın bütün bireyleri kurması sebebiyle de günümüz dünyasında özne yoktur. Bu yüzden de “Herkesin aynı olduğu yerde kimse yoktur .” der Foucault. Panoptikonla da ilgilenmiştir Foucault. Bu gözetleme teorisinde (basit bir analoji üzerinden gitmek gerekirse) bir okul bahçesine tüm öğrencileri görebilcek şekilde bir gözetleme kulesi yerleştirilir. Öğrenciler bunun farkındadır ancak gözetleyenle asla iletişime geçmez ve gözetleyeni her zaman görmez. Sürekli gözetlendiğini düşünen veya farkında olan öğrenciler da kurallara uygun davranır. Bu sürekli gözetlenme hissi de kişiyi özgürlüğünden alıkoyar. Çünkü bu noktada kişi istediğini yapamaz ve içinde sürekli bir paranoya vardır. Olayları düzenleme iddiasıyla kurulan bir başka düzen (her düzende olduğu gibi) kişiyi zincirlere vurmuştur. Daha demin bahsedilen denetim mekanizmalarına başka bir eleştiri de akılcı olmasıdır. Akılcılığa dair ciddi bir eleştiri 20. yüzyıla kadar gelmemiştir. Ancak bu yüzyılda Frankfurt Okulu, özellikle Adorno ve Horkheimer ile salt akılcılığa karşı çıkmıştır. Aklımızın bu kadar güvenilecek bir şey olmadığını savunur. Horkheimer akılcılığı ve aydınlanmayı şu sözlere eleştirmiştir “Aydınlanma, en yaygın olarak düşüncede ilerleme olarak anlaşılır ve insanları korkudan kurtarmak, özgür kılmak ve onları efendi yapmak amacını taşır. Ancak tümüyle aydınlanmış dünya ezici ve yenilmez felaketlerle doludur .”. Akılcılığa başka bir eleştiri de Foucault'dan gelir. Daha önce bahsettiğim üzere iktidarın özneyi kurduğunu savunur Fransız filozof. İktidar tarafından kurulan öznenin aklına da güvenilemez. Tarih boyunca da görülmüştür ki akılcılık ile kurulan sistemler insanlığın özgürlüğünü kısıtlamaktan ve onu felakete sürüklemekten başka bir işe yaramamıştır. Aklımızın sadece iktidar tarafından değil de daha genel olarak çevremiz tarafından şekillendiğini savunan bir düşünür de Spinoza'dır. Determinizm görüşünü savunan Spinoza, kişiliğimizin çevresel faktörler tarafından belirlendiğini ve bir de fizik yasalarının kısıtlamasını işin içine sokunca özgür iradenin mümkün olmadığını söyler. Bu durumda da aklımıza güvenmek ve onun oluşturduğu kontrol mekanizmalarına teslim olmak insana hiçbir şekilde yaramaz.

Denetim mekanizmalarının özgürlüğümüzü kısıtladığı ve akıl tarafından oluşturulduğu sebebiyle güvenilmez olduğu dışında şöyle de bir durum vardır ki düzenlenmesi gereken bir şey olduğunu kabul etmek de sorunlu bir durumdur. Öncelikle olayları düzenleme iddiası ortada çözülmesi gereken bir problem olduğunu söylemektir ve bu düşünceye göre bahsi geçen problem de kötülükten başka bir şey olamaz. Oysa ki kötülük sıradan bir şeydir ve iyilik varolduğu sürece de varlığını sürdürecektir. Kötülüğün sıradan bir şey olduğunu söyler Hannah Aarendt. Günlük yaşamdan ayrı değildir, yüce veya korkulup yerin dibine sokulması gereken bir kavram değildir. Kötülük çözülmesi gereken veya çözülebilecek bir şey de değildir. İyiliği tamamlayan ve en önemlisi de hepimizin içinde bulunan bir şeydir. Freud özneyi id ve süperegonun çatışmasıyla kurar. İd hayvani yönümüzdür, süperego ise hayvani içgüdülerin tam tersidir, medeniyetin uç noktasıdır. Bu iki noktanın çatışmasıyla da ego yani birey ortaya çıkar. Kötülük olarak nitelendirilen davranışlar da genellikle id yönümüzden kaynaklandır. Ancak her insanda vardır ve yok edilemez. Benzer olarak Carl Jung iki kavramdan bahseder. Kolektif bilinç ve kolektif bilinçdışı. Kolektif bilinç toplumsallaşma ile oluşan bilinçtir, normlar buna örnek gösterilebilir. Kolektif bilinçdışı kavramını ise arka bahçemiz, gölgelerimiz gibi metaforlarla anlatır Jung. Hayvani içgüdülerimiz, kötülüklerimiz buradadır. Ancak kötülük olarak tanımladığımız bu içgüdü ve düşünceleri yok etmemizi söylemez Jung. Bunlar çözülcek bir problem değil başa çıkılması ve birlikte yaşanılması gerekilen şeylerdir. Tabii ki olumlu şeyler değildir bunlar, ancak varlığını inkar etmek kendini kandırmak olur. Tarih boyunca zaman zaman patlaklar veren ve verecek olan bu düşüncelerle başa çıkmayı öğrenmek bizi daha iyi bir düzene götürecektir. Sonuç olarak olayları düzenlemek adına denetlenmeyi kabul etmek de olayları denetleme çabası da insanlığı çamura saplar ve vazgeçilmesi gereken davranışlardır.

Dipnot: Horkheimer'dan alıntımda yaptığım kötü çeviri için özür diliyor, sözün aslını buraya bırakıyorum. “Enlightenment, understood in the widest sense as the advance of thought, has always aimed at liberating human beings from fear and installing them as masters. Yet the wholly enlightened earth is radiant with triumphant calamity”



 
Düşünyaz 4, 2.Adım yazısı

"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var. “  Zygmunt Bauman
Bauman'ın bu sözünü analiz etmeye başlamadan önce bir kültür tanımı yapmalıyız. Marx'a göre kültür insan eli değmiş her şeydir. Ancak bu alıntıda geçen kültür için fazla kapsamlı bir tanımdır, dolayısıyla bu yazıda Türk Dili Kurumu'nun yaptığı " Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü" tanımını kullanacağım.

Günümüzün postmodern dünyasında her şey iç içe geçmiştir ve sınırlar kalkmıştır. Sınırların kalkmasının yani küreselleşmenin etkili olamadığı yerlerde ise küyerelleşme, kültür emperyalizmini uygulama işini devralmış ve kapalı toplumların kültürleri bile yozlaştırılmıştır. Bu yozlaşma kültürün metalaşmasıdır. Kültür de artık alınıp satılan, manevi değerini yitirmiş bir şeydir. İşte Bauman "Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. " sözleriyle bunu anlatmıştır. Tüketime dayalı sistemi devam ettirmek adına yapılan bir şeydir bu. Bu sistemin toplumu da "tüketim toplumu"dur. Bu toplum sürekli, bir sarhoşluk halindedir. Bauman'ın sözünü ettiği baştan çıkarılmış müşterilerdir bu toplum. Rousseau'nun bir kitabında, kırdan kente göç eden Saint-Preux şu cümleleri kurar: "İnsanı içine çeken bu heyecanlı, çalkantılı hayat karşısında sarhoş olduğumu hissediyorum. Gözlerimin önünden geçip duran böylesine çok sayıda nesne başımı döndürüyor. Beni etkileyen tüm bu şeyler arasında yüreğimi saran bir tek şey bile yok. Yine de hepsi birden hislerimi sarıyor, öyle ki ne olduğumu, nereye ait olduğumu unutuyorum.". Modern tüketici anlatılır bu cümlelerle. Tükettiği şeyleri gerçekten arzulamıyordur ve bu tüketim onu tatmin etmiyordur. Ancak bu "rafları sürekli yenilenen reyonlardaki" ürünleri tüketmek kişiyi bir sarhoşluk haline sokmaktadır. Ve kişi gerçek mutluluktan çok uzak olan bu yapay sarhoşluğa bağımlı olur. Tüketmeyi bırakamaz. Zaten iktidar tarafından kurulan birey mevcut sisteme hizmet etmekten başka bir şey yapamaz. Örneğin çevreyi kirlettiği için araba kullanmayı reddeden hippiler için daha çevreci arabalar yapılmıştır. Bu sayede de hippiler petrol ve motorlu taşıt tüketimine devam etmiştir. Yani bu örnekte olduğu kişi her ne kadar sisteme karşı çıkmaya çalışsa da eninde sonunda ona hizmet eder. İnsanları tüketime iten bir başka büyük etken de korku kültürüdür. Günümüz toplumunda ister güvenlik korkusu, ister dışlanma korkusu olsun bir çok tüketimin altında korku yatmaktadır. Örneğin insanlar evlerine alarmlar, camlarına kilit, taktırıyor. Silahlar satın alıyor ve kapılarının üstüne demir kapılar örtüyor. Hepsinin sebebi güvenlik korkusu. Çünkü iktidar bize güvende olmadığımızı hissettiriyor, bunları yapmazsak zarar göreceğimizi söylüyor. Korku kültürünün etkin olduğu bir başka yer ise sosyal isteklere/ihtiyaçlara yönelik tüketim. Kişiye modaya uymazsa dışlanacağı, yüzündeki sivilceleri temizlemezse kimsenin onu sevmeyeceği, zayıf olmazsa kimsenin onla cinsel etkileşime girmeyeceği empoze ediliyor. Dolayısıyla kişi modaya uygun elbiseler, telefonlar alıyor, sivilcelerinden kurtulmak için onlarca krem alıyor. Korku kültürünün tüketime yararının en büyük örneklerinden biri de savaş. Bir düşman olduğu söylenip insanlardan vergi toplanıyor ve silahlar satılıyor. Ancak iktidar, o düşmanı yaratanın ta kendisi. Savaş, günümüzde ekonomide çok önemli bir yere sahiptir ve bu korku kültürünün sayesinde olmuştur. İşte bu dünyada kişi ne istediğini ve neden istediğini bilmeden tüketir.


 

Düşünyaz 4, 1.Adım yazısı
"Seçim ne yönde olursa olsun, bilinç, hastalıklı olmadığı sürece özgürdür; çünkü seçen, kararının karşıtındaki engellere ve güçlere rağmen, seçme olanağına her zaman sahiptir."Uluğ Nutku, Daha Güncel Felsefe (Bilmenin Sorumluluğunu Üstlenmek) s.74
ÖZGÜRLÜK VE ÖZGÜR İRADE DELÜZYONU

Uluğ Nutku'nun iddia ettiği özgür olduğumuz çünkü her zaman seçme olanağına sahip olduğumuz fikri varoluşçu filozoflar tarafından varoluşun özden önce gelmesi ve kişilerin özlerini kendi özgür seçimleri sonucu yarattığı düşüncesiyle desteklenmiştir. Mesela ünlü varoluşçu Jean-Paul Sartre doğduğumuz veya kendi deyişiyle "fırlatıldığımız" bu dünyada yaptığımız seçimlerin bizden başka kimse tarafından belirlenmediğini ve bu seçimlerimiz sonucu üstümüze, her şeye karşı bir sorumluluk yüklendiğini söyler. Bu sebeple de özgürlüğe mahkum olduğumuzu söyler. Hatta bu özgürlüğü reddedip içine düştüğümüz koşullar vs. tarafından seçimlerimizin belirlendiğini söyleyenlerin bir delüzyon içinde olduğunu ve bunu kişinin kendi sorumluluklarından kaçmak için oluşturduğunu söyler. Bu durumu da "mauvaise foi" yani (basit bir çeviri gerekirse) kötü kader şeklinde adlandırır. Bu denemede bu görüşü çürütmeyi amaçlamaktayım. Seçimlerimiz; normlar, dogmalar, din, , iktidar, ahlak vs. tarafından belirlenir. Zira içine doğduğumuz toplumun belli kuralları vardır. Bu kurallar doğru veya yanlış olsa bile bireylere empoze edilir. Bunlardan şaşan bireyler de sapkın olarak adlandırılır. Bu kurallara göre hareket ederiz. Çoğu insan bu normları ve ahlak kurallarını sorgulamadan kabul eder ve bunlara göre davranır. Bu bireylerin özgür bir iradeye sahip olmadıkları açıktır. Ancak sadece bu bireyler değildir özgür olmayanlar. Düşünen ve sorgulayan bireyler de özgür iradeye sahip değildir. Zira bu bireyler seçimlerini fazlasıyla güvendikleri akıllarıyla yapar. Ancak bu akıl iktidar ve çevremiz tarafından şekillenmiştir. Asıl delüzyon Sartre'nin seçimlerimizin çevremiz tarafından belirlendiği fikri değil, aklımızın bizim tarafından şekillendirildiğidir. Foucault'ın dediği gibi, bireyler iktidar ve onun güç politikaları tarafından şekillendirilir. İktidar özgür iradenin, günümüz insanında bulunduğuna inanmamızı ister. Lakin böyle bir şey yoktur, bireyler iktidar tarafından kurulur. Basit bir örnek vermek gerekirse normları gösterebiliriz. Foucault'un da dediği gibi "Normal insan kurgudur" ve biz bu kurguya uyarız. Normallik bir kavram olarak yaratılmış ve buna uymayanlar gerek deli gerek sapık olarak nitelendirilmiş ve dışlanmıştır. Bu normal kavramı yaşadığımız her saniye karşımızdadır ve buna uyarız. Zaten düşünerek yaratacağımız ve iyi olduğunu düşündüğümüz normlar bile iktidara dayanır. Her yerde varolan bu iktidar zihnimizi şekillendirmiştir ve dolayısıyla aklımızdan çıkan fikirler iktidara yarar. Hatta Foucault modern insanda öznenin de yok olduğunu söyler. Çünkü modern insan iktidarın bir kurgusudur ve aynıdır. Herkesin bu şekilde olduğu yerde de özne yoktur der Foucault.Özgür olduğumuz fikrine karşı gelen bir görüş de Determenizm'dir. Bu düşünceye göre verdiğimiz kararların, düşüncelerimizin ve eylemlerimiz belli ve net kurallar içindedir. Zorunlu bir nedensellik vardır. Tüm evren bir düzen içinde işler ve biz de bu düzenin parçasıyızdır. İnsanın seçimleri daima psikolojisine, bulunduğu topluma ekonomiye ve daha bir çok nedene bağlıdır. Bu bağlamda, görüşün ünlü temsilcisi Spinoza insanın özgür iradesi olmadığını savunur. Bunun bir çok nedeni vardır. Mesela katı ve değişmeyen fiziksel yasalar vardır. Bunlardan kurtuluş olmadığı için hareketlerimizi bu yasalar tarafından belirlenir der Spinoza. Bunlar ve daha bir çok sebeple de özgürlük ve özgür irade yoktur, en azından şimdiki koşullarda. Dolayısıyla "Seçim ne yönde olursa olsun, bilinç, hastalıklı olmadığı sürece özgürdür; çünkü seçen, kararının karşıtındaki engellere ve güçlere rağmen, seçme olanağına her zaman sahiptir." düşüncesi doğru değildir.

Hiç yorum yok: