29 Haziran 2019 Cumartesi

Su Doğa Karaca / Robert Kolej / İstanbul / Düşünyaz 6 Türkiye 4.sü




Düşünyaz 6, Final Yazısı
"Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır." John Stuart Mill
Doğal Hiyerarşileşme ve Az Sayıdaki Çoğunluğun Yönetim Sömürüsü

John Stuart Mill’in "Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır." çıkarımı üzerine düşünmeye başlamadan önce, bu çıkarıma dolaylı yollardan temel oluşturmuş olan bazı tarihsel etkenlere değinmek Mill’in kullandığı kavramlar üzerindeki çağrışımları hafifletecektir. Mill bu çıkarımı yaparken topluluk haline yaşama durumuna ve bu durum sebebiyle ortaya çıkan güç (ve dolayısıyla bu gücün yanlış ya da doğru kullanımına) değinmiştir. Çoğunluğun bu durumda gücü eline alan grup olarak bahsedilmesi ise bahsedilen toplum yaşamında oluşmuş olan azınlık ve çoğunluk dualizminin (dualizmin burada kavram olarak kullanımı azınlık ve çoğunluğun kendi içerisindeki dallanmaları göz ardı edildiğinde ortada kalan ‘çoğul’ ve ‘kalanlar’ çerçevesindedir) kabulüdür. Bu ikilileşmenin içinde bulunduğu kökenleri değerlendirdiğimizde, karşımıza devlet yapısından kaynaklanan doğal bir hiyerarşinin çıktığını görmekteyiz. Bu hiyerarşi gerek sosyo-ekonomik farklılıklardan gerekse toplum içi sınıflandırmalardan kaynaklanıyor olsun temelde tekrar Mill’in de değinmiş olduğu “güç” ve paylaşımına dayanır.

Tarihin en başından beri insan ırkının toplumsallaşma ve çoğulcu bir yaşama geçiş isteği dikkat çekmektedir. Bireysel kalmanın seçilim yoluyla elenme ya da dışlanmaya varması bu dürtünün günümüze kadar devamını sağlamaktadır. Toplumsallaşma dürtüsünü Hobbs, insanın varlıksal değerler kazanması ile bu değerlerin korunması için kişisel özgürlüğün feda edilmesine dayandırmıştır. Kişisel özgürlüğün korunma ve düzen çıkarları uğruna bir başka bireye ya da gruba devrini insanın bencil yaratılışına bağlayan Hobbs, özgürlüğün beklentilere dayanan devri sonucunda güç varlığına sunulan hakimiyet iznine “toplumsal sözleşme” demektedir. Toplumsal sözleşmenin doğal bir varışı olarak da hiyerarşisel bir toplum bütününün karşımıza çıkması yüksek bir olasılık dahilindedir. Güç varlığı tarafından kazanılan bu mutlak gücün Montesquieu tarafından “güçler ayrılığı” önermesi ile karşılaşması ise daha sonradan yasama, yürütme, yargı (ve günümüzde eklenebilecek olan medya) gibi güç dağılımlarına ve gücün tek bir monarktansa gruplar arası bölüşümüne sebep olmuştur.

Gücün çoğul iradesi 18.yüzyıl sınırlarına ulaşana kadar olumsuz bir çağrışım içermekteydi. Antikçağ düşünürlerine ev sahipliği yapmış Atina Şehir Devletleri’nde beş yüzer kişilik çoğul demokrasi sağlandığı bilinmektedir. Bu her ne kadar physis’in bireysel özgürcülüğünden nomos’un geleneksel yönetimine geçişte Atina halkının özgürlükçü gelenekleri gereği çok da savunmayacağı bir yol açmış olsa da uygulaması “eşitlik” çerçevesinde (ki burada eşitlik ve adaletin birbirine karıştırılması hatası gün yüzüne çıkar) kabul gören bir sistemdi. Ancak Plato ve yandaşlarının (Sokrates’in meclis tarafından infazı bir sebep midir bilinmez) demokrasi -ki çoğulun yönetimi de denebilir-, içerisinde bulunan kişilerin rejim yönetimine sağlayabilecekleri politik faydalar sorgulandığı sürece tabiatı gereği kusurludur düşüncesini savunduğu bilinir (Kraut). 18.yüzyıla kadar da bu gibi düşüncelerin utilitaryan çelişkiler sebebi ile hakim olduğu görülür. Çoğunluk genel olarak eğitimsiz ve hükmedilen alt tabakadan oluşmaktaydı. Bu gerekçeler göz önüne alındığında Platon gibi -ya da daha sonrasında gelecek düşünürler gibi- düşünür elitizmi yapan bireylerce çoğulculuğun kınanması mantıksal bir çerçevede görülebilir. Onlara göre tanık oldukları çoğul daha sonradan Dewey’in isimlendirdiği üzere “amme menfaati” üzerine düşünmek konusunda radikal ve rasyonel gerekliliklere sahip olamayacaktır. Rousseau da bu noktada yönetimsel olarak demokratik sistemlerde sayıca çoğul kabul edilen bir grubun nasıl geride kalan azınlık grubun hükmünü tam empati ile sağlayabileceği konusundaki çelişkilerini dile getirir. Bu yaklaşım, daha sonradan feodal ekonomi ile belirli aile ve zümrelerin (aslında aristokrat bir azınlığın) yönetime geçmeye başlaması ile sarsılır. Machiavelli’nin “Prens” kitabında bahsetmiş olduğu Borgia ailesinin, yönetimi toplum menfaatindense devletin ve bağıl olarak hazinesinin bekası üzerine kurması örneği bu durumda verilebilir. Bu yönetim anlayışı ise yaşayan bireylerin acımasız yönetimi ile sonuçlanmıştır. Bu, sonradan monarklaşmış “azınlık” kesimlerin de “çoğunluk” yönetiminde korkulduğu gibi tiranlaşabileceği görüldüğünde politik zümrede günümüzde de devam etmekte olan yönetim sorunsalı başlamıştır.

Mill’in tiranlığa değinmesi bu kavramın da incelenmesini gerektirmektedir. Eğer tiranlığın -her koşulda olumsuz olmayacağı göz önüne alınırsa- kamusal menfaatleri karşılamak doğrultusunda Kant’ın ödev ahlakının ihlal edildiği her durumda karşılaşılma riskine sahip bir etken olduğu düşünülürse, gücün yönetimi ele geçirmesi denebilmektedir. Tiranlık, tüm kişisel menfaatler ve hissiyatlardan arındırılıp sadece göreve olan bilinç ile yerine getirilen bir güç kullanımı dışına çıkmaktır. Çoğulcu ve anlaşmacı yönetim arasında, hem azınlık hem de çoğulun potansiyel bir tehdit olarak algılanabileceği bu durum, Avrupa seçkin kültürünün doğuşu ile “halk” isimli kesimin yönetim kadrosundan farklılaştırılması ile sık sık tarih sayfalarında patlak vermektedir. Feodal sistemde monark ve lord arasındaki güç tartışmasında halk kesimini elinde tutmak için her iki gücün de baskıcı sınırlandırmalara gitmesi, daha sonrasında tekabül eden rönesans ve reformasyonlar ile özgür birey düşüncesinin ticari kesimin (orta sınıf-burjuvazi) ortaya çıkışı ve tüm bu karışıklığın bütünsellik yerine despotizm ile çözümlenmesi Amerikan Devrimi ile başlayan ve Fransız İhtilali ile devam eden bir yönetimde hiyerarşik sınıflar arasında el değişimine yol açmıştır. Tam bu noktada tarih sayfalarında “halk” ayaklanması diye anılan bu durumun burjuvazi kesiminin kışkırtması ve yine sonucunda burjuvazi kesiminin İngiliz, Fransız ve Amerikan parlamentolarında “çoğulun adına” yer almaya başladığı görülür. Ancak çoğulun burjuvazi patriciler değil, üreten pleb kesim olduğu unutulmuş, aristokratik üstün yönetim (çoğulculuğun olumsuz çağrışımlarından biri) tekrar başlamıştır. Umberto Eco’nun deyimiyle “Seçkincilik her gerici ideolojinin tipik yönlerinden biridir, çünkü temel olarak aristokratik bir tutumdur. Tarih boyunca, bütün aristokratik ve militarist seçkincilikler zayıfların hor görülmesi anlamına gelmiştir.” denilebilir. Mill gibi Eco’nun da tirani ve azınlık/çoğunluk ayrımı yapması ve bunun yine olmusuz bir çağrışımla yorumlanması dikkate değerdir.

Aristokrasi ve yönetim safhasına gelindiğinde, sağ ve sol Hegelcilerin görüşleri politik felsefeye bir başka bakış sunacaktır. Sağ Hegelcilerin devlet adı altında (yine üstün bir kesim) çoğu düşünür tarafından faşizme çekilmiş düşüncesi çoğul yönetim anlayışının despot ve boyun eğmeye teşvik yönlerine tespit sunmaktadır. Ancak Marx çevresinde genişleyen Sol Hegelciler, çoğunluğun tiranlığı kapsamında burjuvazi sınıfınca ezilen proletaryan kesime yukarıda bahsedilen seçkinlik bünyesinde devam sağlayacaktır. Hobbs’tan bu zamana kadar çektiğimiz doğal devlet hiyerarşisi, ekonomik sistemler üzerinden finansal üstünlüğü elde tutan burjuvazi kesimine günümüz şartlarında bir güç hakimiyeti kazandırmıştır. Önceki güç hakimiyeti gruplarının aksine yönetimde bulunan “devlet” kurumsallaşmasının ve yama anayasaların dışında bir sistem üzerinde hakimiyete kazanan bu grup, yine önceki grupların aksine despotizm, baskı ya da devlet yapılanması çerçevesinde değil daha çok Weber’in bahsetmiş olduğu protestan ahlakı ve bunun hor görünümü anlamında tiranlık kurmuştur. Protestan ahlak düzeninde kendinden ulvi bir amaç uğruna emek harcayan proletaryan grubun emeğinin sömürülmesi, aslında toplumsal sözleşme gereği yönetilen kesime çıkar sağlaması gerekirken birey bazında toplumsal bir yabancılaşmaya sebep olmaktadır.

Sonuç olarak Mill’in bahsetmiş olduğu çoğunluğun iradesinin tarih boyunca gerek demokrasi bağlamında gerek monark bir grubun yönetiminde gerekse çağın değişen şartları ile ekonomik ve siyasi sınıflandırmalar boyutunda karşımıza çıktığı görülmektedir. Ancak bu çoğunluk iradesinin önceden olduğu üzere olumsuz imalara sebebiyet verecek şekilde baskı kuracağı düşüncesinin yanlış ve önyargısal bir düzlemde değerlendirildiği azınlık denebilecek kesimlerin de yönetimde gerçekleştirebildiği tiranlıklar kapsamında görülür. Bu sebeple, aslında çoğunluk iradesi derken toplumda sayısal olarak üstünlüğü sağlayan grup dışında, toplumun kesimlerinin temsilini sağlayan parçalar ya da bireysel despotizmler haricinde sınıfsal üstünlük sağlayabilen kurumlarca gerçekleştirilen bir iradeden bahsedildiği anlaşılır. Toplumsal sözleşme sınırlarında toplumu oluşturan bireylerce verilen güç yetkisinin devralan irade tarafından sözleşmenin ihlaline (bireysel fayda sağlanamaması durumuna) sebep olacak şekilde kullanılması ise kötüye kullanımı doğurmaktadır. Kötüye kullanım yönetilen sistemin bekasının sağlanamaması ile sonuçlandığında -ki bu genelde ne insanlığın çıkarı için ne de toplum devamlılığı için, kısaca bireysel fayda için yönetimden kaynaklanır- topluluk olarak dürtüsel bir birleşme yaşayan grubun (devlet de denebilir) dağılması ya da himaye altına girmesi demektir. Ancak kötüye kullanım devlet bekası sağlar ancak yaşayan gruba vaadedilen çıkarları sağlamazsa bu tiranlık olur. Toplum açısından finansal, değersel, varlıksal çöküşler yaşatarak yoksulluk ve insanî yaşam harici makineleşmiş bir yaşama sebep olabileceği için de bu yönetim birleşmiş topluluk adına kitlesel yıkım demektir. “Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır."
Kaynakça
Kraut, Richard. “Plato against Democracy.” A Defense - Oxford Scholarship, Oxford University Press, 13 Aug. 2018, www.oxfordscholarship.com/view/10.1093/oso/9780198817277.001.0001/oso-9780198817277-chapter-5.
Lewis, Sian. “Tyranny.” Encyclopædia Britannica, Encyclopædia Britannica, Inc., 23 Sept. 2014, www.britannica.com/topic/tyranny.



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazıları

“Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır.” J. J. Rousseau

J.J. Rousseau'nun bu sözüne bakıldığında insanın kendisi ve çevresi sürekli bir değişim içerisinde olduğu için mutluluğun sürekliliğine ulaşamayacağı yargısına varılabilir. Ancak bu çıkarımı yapmadan önce Rousseau'nun bahsettiği "mutluluk" ve "değişim" kavramlarının ele alınması sözün bütünlüğünün anlaşılması bakımından daha doğru olacaktır. "Mutluluk" her ne kadar modern yaşamın köleleştirdiği dünya altında ezilen ve Marx'ın deyişi ile "yabancılaşan" bireyler arasında toz tutmaya başlamış bir kıvanç duyma durumu (TDK) olsa da ilkçağ filozoflarınca "nasıl yaşanmalı?" sorusuna verilen temel cevap ve yaşamın ana amacı olarak kabul edilmiştir. Aristotales, oğlu Nikhomakhos'a adadığı "Nikhomakhos'a Etik" eserinde "Bir bulutla kış olmaz, bir çiçekle yaz gelmez." diyerek nasıl bir mevsimin geldiğini habercisi olan tek bir küçük hadise ile algılayamıyorsak, hakiki mutluluğa ulaştığımızı da haz duyduğumuz ve gündelik yaşamımıza dağılmış olan küçük anı parçalarından anlayamayız demektedir. Burada aslında kendisinden çağlar sonra gelecek olan Rousseau'nun da değindiği mutluluğun sürekliliği durumundan bahsetmektedir. Mutluluk, Aristotales'in düşüncesine göre "eudaimonia" adı verilen ve bir insanın yaşamında onu etkileyebilecek bağımlı ya da bağımsız her türlü faktöre dayanan, erdem ve altın orta ile geliştirilebilecek bir "süreç" olarak ele alınmıştır.
Antikçağ filozoflarından biraz daha uzaklaşıldığında ise Epikür tarafından ele alındığı üzere mutluluk, manevi bir süreç olmanın yanı sıra dünyevi bakış açısına da dayanmaktaydı. Ona göre mutlu bir yaşam sürmek için sade, azla yetinen bir yaşama, iyi davranışlara ve dostalardan oluşan bir çevreye sahip olmak yetmekteydi. İnsanın arzularını basit tutması gerektiğini, böylece tatmin olma hissine -ve dolayısıyla mutluluğa- daha kısa süreçlerde ulaşacağına değinmektedir. Ona göre hazlar keyiflidir, evet, ancak hazların verdiği keyif anılarda uzun süreçli olduğu için yararlıdır. Yoksa bireyin azla yetinmeyen ve sürekli artan -ki Rousseau çerçevesinde sürekli "değişen"- arzuları ona sürekli bir mutsuzluk da getirebilirdi. Epikür'ün önerdiği bu mutluluk sistemi aslında insan ömrünün sürekliliğine yayılan bir yaşayış tarzı benimsemektir. Ve sürekli değişen arzuların sürekli bir mutluluk getiremeyeceği vurgulanır. Çağımız filozoflarından Slavoj Zizek ise yine Rousseau'nun sürekli değişen insan felsefesine uyacak şekilde mutluluğun kişisel görüşlere göre şekillendiğini ve asla net bir biçime sahip olmadığından bahseder. Zizek'e göre mutluluk, sürekli bir tüketim ve sürekli bir memnuniyetsizlik oluşturan kapitalizmin sürekli değişen vaatlerine dayanmaktadır.

Mutluluk tanımından bahsedilirken kullanılan "süreklilik" ve "değişim" kavramları ise daha çok yaşam ve insan karakteri üzerinden yönetilmiş bir tartışma konusudur. Terim anlamları bakımından sürekliliğin olduğu noktada değişimin olmayacağı tezi birçok kez öne sürülmüştür. Antikçağ filozoflarından Herakleitos'un dünyada sürekli bir akış ve değişim olduğunu öne sürmesi bu tartışmaların ilk örneklerinden birini oluşturmaktadır. "Sürekli değişim" kavramı kendi içerisinde bilinçsiz bir oksimoron barındırmaktadır. Ancak bu tezatlığı Herakleitos, "Değişmeyen tek şey değişimdir." diyerek, sadece içerisinde bulunduğumuz kozmosun "değişim" halinin belirli bir süreklilik içerisinde olduğunu belirterek açıklamıştır. Kendisinden önce gelen düşünürler gibi Herakleitos da mikrokozmos (küçük evren) denilen insanı ve makrokozmos (büyük evren) denilen zaman-mekan oluşumunu birbirleri ile bütünlük ve birlik içerisinde tutmuştur. Ona göre insan da ruhu ve bedeni ile içerisinde yaşadığı doğa gibi sürekli bir değişim içerisindedir. Oluş kavramından dolayı var olan insan bir varlığa yok olsa dahi onun yerine geçecek, bir değişimin devamlılığını sağlayacak diğer varlıklara ihtiyaç duymaktadır. Kısacası, çevresi ile durmaksızın etkileşimdedir insan. Bu çıkarım, Rousseau'nun da belirttiği üzere insana istemsiz bir şekilde değişen benliği ve çevresine göre yeni bir "oluş" hali alması gerekliliğini doğurur.

İnsanın "sürekliliği" ve "değişimini" ele alan bir başka düşünür ise empirist filozof John Locke'tur. Zaman geçtikçe bir kişinin aynı kalıp kalmadığı sorunsalı üzerinde duran Locke "tabula rasa" denilen boş levha gibi temiz bir zihin ile doğan insan modelini öne sürmüştür. Bu modele göre insan deneyimleri ve kazandığı anılar ile kişilik kazanmakta, kendisi olmaktaydı. Locke insanı bir tür olarak ele almış ve aynı insan olmak ile aynı kişi olmanın aslında çok farklı durumlar olduğunu söylemiştir. Bireyi aynı insan yapan durumun bedensel sürekliliği olduğunu söylerken, aynı kişi olması için de kişisel bir özdeşlik sağlaması gerektiğini savunur Locke. Kişisel özdeşlik de ancak psikolojik devamlılık ile sağlanmaktadır. Bunun için Locke bir prens ve ayakkabı tamircisi alegorisini kullanmıştır. Birbirleri ile zihinleri değiştirilen bu iki insanın anıları değişmiş olacağı için düşünce deneyi sonunda prens bedeninde bir tamirci kişisi ve tamirci bedeninde de bir prens kişisi yaşayacağını söyler. Bu çıkarımına göre de bireyi aynı kişi yapan sürecin anılarının devamlılığı olduğunu savunur. Bu düşünce ile bakılacak olursa sürekli değişen anılara sahip olan bir bireyin bebekliği, gençliği ve yaşlılığının bedensel süreklilik oluşturduğu ancak kişisel bir özdeşlik oluşturmadığı söylenebilir.
Rousseau'nun verilen sözü kapsamında "mutluluk" ve "değişim" kavramlarına felsefe dünyasından tarihsel yaklaşımlar ele alınmıştır. Bahsi geçen yaklaşımlar çerçevesinde Rousseau'nun sözü kesitler halinde daha keskin hatlarla incelenebilmektedir. "Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur." der Rousseau başlangıçta. Filozofların mutluluğun tanımını yaparken kullandıkları hayat boyu devam eden, yaşam tarzında değişiklik isteyen süreklilik göstergeleri ve insanın değişmeye mahkum edilmiş doğası ışığında ele alındığında, süreklilik gerektiren bir mutluluğun sürekli bir değişim durumu içerisinde olan insan ile tezat içerisinde olduğu ve Rousseau'nun söylemiyle "benzemediği" görülür. Devamında gelen "Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz." görüşü ise Herakleitos'un değişim kuramı ve Locke'un özdeşlik kuramı ile tahkik edildiğinde, sürekli değişen bir doğada bulunan insanın ne içerisinde bulunduğu durum ve çevre gibi dış etkenlerce ne de kendi benliğinde barındırdığı kişiliğince bir sürekliliğe maruz kalabileceği önerilir. Aynı sebeplerden ötürü insan, mutluluk için arzuladığı şeylerde de bir süreklilikten bahsedemez. Çünkü ne kendisi aynı şeyleri arz edebilecek aynı kişiliğe sahiptir ne de çevresi beklenen arza aynı talebi verebilecektir. Rousseau bu zincirleme kurama noktayı "Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır." çözümlemesi ile koyar. İnsan mutluluk için her ne kadar çok tasarı koyuyor olsa da ortaya, bu tasarıların mutluluk sonucuna ulaşamayacağı bilinir. Bu noktada iki taraflı bir döngüye sıkışmış "sürekli mutluluk" çelişkisine ulaşılır: İnsan sonrasında değişmiş olacağı için önceden belirlediği tasarıları onu mutlu etmeyecektir. Sonrasında onu mutlu edecek tasarılar ise öncesindeki tasarım aşamasında kişiyi mutluluğa ulaştıracak bir araç olarak görülmez.
Özetle Rousseau bir bireyin değişen doğanın sürekli değişen bir parçası olduğunu ve mutluluk kavramının ise bu değişime bağlanamayacak daha uzun soluklu bir süreç olduğundan bahseder. Rousseau'nun olumsuz olarak yaklaştığı kişi mutluluğu için ya mutluluk kavramının bir süreç yerine kısa süreli hazlar kavramınca tanımlanması ya da insanın değişim içerisinde olan doğasının bir sürekliliğe bağlanması gerekmektedir. Yoksa bireyin "hayat için kurduğu tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalacaktır."

(John Locke alegorisi Nigel Warburton'un "Felsefenin Kısa Tarihi" eserinden alınmıştır.)


 Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Modern insan, dışarısı tarafından sağır edildiği için dinginliği ister."Gilles Deleuze

Gilles Deleuze'nin bu sözüne bakıldığında, modern insanın dinginliğe ulaşma arzusu çıkarımından önce daha belirgin ve dinginlik arzusu sonucuna neden oluşturacak bir başka çıkarım öne çıkar: modern insan ve dışarısı ötekileştirmesi. Deleuze'nin bu farkılaştırmasında "insan" ve "dışarısı" olarak bahsedilen kavramların aslında modern dünyanın vazgeçilmez diyalektiğini yaratan iki temel karaktere, "birey" ve "topluma" hitap ettiği söylenebilir. Nitekim modernleşme ahlâkının tarihsel gelişimi içerisinde, tarih öncesi çağlarda insan dahi sayılamayan neandertallerin yaşamından günümüz dünyasına kadar gözlemlenebilen topluluk halinde yaşama dürtüsünün kaçınılmaz sonucu olan birey-toplum çatışmasının insan hayatına etkisine değinilmektedir. Dışarının, bahsedildiği üzere toplumun, birey üzerinde âdeta sağır edici olumsuzluğunun bireyi dinginliğe sürüklediği söylenir. Ancak burada bireyin kendi isteği ile dingin, sakin bir yaşama ulaşmasından, olumlu bir yönelmeden bahsedilmemektedir. Aksine dinginlikten kasıt olarak toplumun yönlendirmesine maruz kalan bireyin itildiği durgun, mecalsiz, sessizlik durumu anlaşılmaktadır. "Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık," (TDK) olan birey, modern toplum ile karşılaştığı zaman niteliklerini kaybetmeyi dahi seçmeyerek niteliklerini terk etme ihtiyacına hapsolur.

İnsanı en başından beri topluluk halinde yaşamaya iten sebep ahlak ve politika felsefesi yapan Thomas Hobbes'un da bahsettiği üzere insan doğasının bencil yapısı ve bu durumun ittiği korkaklıktır. Kendini tanıyan insan, onun gibi düşünebilen kendi türünden korkmakta ve tehlikede olduğunu en doğal içgüdüleri ile hissetmektedir. Ancak buna rağmen birlikte olma ve çoğulculuk güdülerinden vazgeçemez. Bu sebeple kendini koruyacak, kuralları koyacak bir güç ister. Kendisine ait olan, birey olarak sahip olduğu özgürlükten feda ederek kısıtlandırılmış bir özgürlük ideolojisinin sınırlarına bırakır kendisini. Korunma ve güvenlik ihtiyaçları için özgürlük bütünlüğünden vazgeçer. Ve devlet yapısını doğuran toplum momdeli ortaya çıkar. Meşru bir sistem olmasa da, can ve mal varlığını korumak için güvenlik ve adalet kavramlarını savunan bir sistem olarak kişisel faydadan daha fazlasına olanak sağlayabileceği için ortaya çıkar. İnsanlar mülkiyetleri ile bencilleşmiştir; daha büyük bir bütüne karşı aidiyet hissi uyandırılması ile bu bencilliğin oluşturabileceği korkusuz ve ahlaksız ortam düşüncesi sözde bastırılmıştır.

İlerleyen süreçlerde bütüne ve topluma bağlı yaşamayı savunan devlet sisteminin içine doğan bireylerin, birlikte yaşayan topluluğun ahlak anlayışından oluşmuş hukuk yasalarının yanı sıra kişisel yasalarının baskınlığı da ortaya çıkmaya başlar. Toplumların yama yasaları, düşünmeye ve "modernleşmeye" başlayan bireyin ahlak dili ve hukukun dili arasında farklar doğurur. Bireyin canı ve malı güvende olsun diye özgürlüğünü teslim ettiği güç, Machiavelli'nin "Prens" kitabında Borgia ailesinin sert yönetimini örnek alarak bahsettiği üzere, devlet çıkarları için kişiden önce sistemin çıkarlarını düşünmeye başlamıştır. Yöneten güç, daha fazla güç ve devletin sürdürülebilirliği için daha fazla özgürlüğü kısıtlayabilmeye başlamıştır. Bireyden önce devletin bakiliği önem kazanmıştır. Hobbes'un "Leviathan" kitabında bahsettiği sosyal kontrakt bozulmuştur, devlet "şeytan"ın kendisi olmuştur. Devletten önceki korkulan acımasız süreçten kaçınan birey kendisini kendi elleriyle başka sorunlara teslim etmiştir.

Bireyden önce devletin önemliliğinin olduğu sürece Atina İmparatorluğu'nda da rastlanır. Yunan kentlerinin özgürlükçü ideolojisine ambargo koyan Atina devleti, öncesinde İyon Entelektüel Devrimi ile antik çağ felsefesine yol açan bağımsız düşünme ortamını sınırlamıştır. Ani bir şekilde "physis"in insanın doğal gücünü savunan fikrinden "nomos"un geleneksel yönetim anlayışına geçen birey, devlet baskısı altında önemini kaybetmiştir. Yönetici güç zümresinin altında ayakta kalabilmek için kendi bireyselliklerini arama anlamında Epikürcülük ve Stoacılık gibi kişinin kendi benliğine dönüşünü öğütleyen felsefelere sarınmışlardır. Epikür'ün sade ve az insandan oluşan huzurlu hayat düşüncesi ve Stoacı ideal'in savunduğu "insanlardan uzakta keşiş gibi yaşamak" fikri (Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi) birey kitlelerini içine çekmeye başlamıştır. "Birey"in değer kaybına uğraması insanlara varlıklarını hatırlama ve huzura kavuşma isteği uyandırmıştır.
Benzer bir örneğe Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra artan Budizm ve Taoculuk gibi Uzak Doğu felsefelerinde de rastlanır. Yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük savaş sonrası zedelenen maddşyatçı düşünce ve savaşların getirmiş olduğu buhran halinden kurtulmak isteyen Avrupa gençliğinde "wu wei" (eylemsizlik) fikrini savunan Taoculuk ve hayatın acılarından kurtulmak için arzulardan vazgeçmeyi öneren Budizm gibi kendi dinlerinden vazgeçme zorunluğu taşımayan Doğu felsefelerinin "yol"larına sapışa rastlanır. Bu, "hippi" olarak tanımlanan, bireysel huzura kavuşmak için toplumdan ve maddiyattan uzaklaşan gençlerin başlattığı akımı doğurur.

Devletin, topluluk halinde yaşamın, bireyin kendi isteklerini bastırmaya zorlaması ve bunu normalleştirme ve kontrol çabası ile yapması birey-toplum çatışmalarını doğurmuştur. Sahip olduğu şeyleri yitime korkusuna bürümüştür. Tarihten verilen örneklerde görüldüğü üzere modern insan da böyle bir sorunla karşı karşıyadır. Modern çağ insanı hem dinin hem de toplumun yasaları altında ezilmektedir. Aslında modern hayatın köleliği altında ezilmektedir. Weber'in "Protestan Ahlak ve ve Kapitalizmin Ruhu" eserinde bahsettiği gibi hem din hem de toplum yasaları altında kendisi ile aynı seviyede görülen ancak ona yaşamı için gerekli olan geliri sağlıyor diye boyun eğdiği başka bireylerin köleliği altında ezilmektedir. Değersiz, güçsüz hissetmektedir. Tam bu noktada Karl Marx'ın "El Yazmaları"'nda bahsetmiş olduğu "yabancılaşma" -modern insanın Epikürcülüğü, Budizmi, Taoculuğu- devreye girer. Bu yabancılaşma Marx'a göre kapitalist düzenin sınıf ayrımının birey üzerindeki etkisidir. Marx'ın sosyolojik görüşlerinde, insanın içinde bulunduğu doğa -toplum- içerisinde kendine ait başka bir doğa yaratması ile "doğadan kopuşu" ve kendisi dahil olmak üzere doğasına ve emeğine uzaklaşması ile yabancılaşma süreci başlamaktadır. El emeği olarak bireyin ürettiği ancak asla kendinin kullanma gücüne ulaşamayacağı kapitalist düzende birey, varlığı ve emeği arasında çelişkiye düşmektedir. Çok çalışmanın, çok emeğin güç kazandırdığı bu düzen, yalnızlaşmayı doğurmaktadır. Bu sebeptendir ki daha bağımsız düşüncelerle büyüyen Y neslindense teknolojik bir yalnızlığa bürünmüş, çabuk tüketen kapitalizm nesli Z kuşağı daha yabancıdır kendine Marx'ın deyimi ile.

Önceden bahsettiğim üzere üst bir güç adına çok çalışma ahlakı (Weber'in protestan ahlakı dediği kavram) bireyi çok çalışmaya ve bütünün yarattığı sisteme uymaya iter. Siyasal düzenin anlayışı için modern insan toplumda sözü geçenin -ve sürü olarak toplum tarafından takip edilenin- egemenliğinin baskısına maruz kalır. Bu size de Atina devletinin baskısını hatırlatmadı mı? Epikürcülükte olduğu gibi modern insan kabuğuna çekilmekte ve durumu kabullenmeye itilmektedir. Güvensizlik ve aşağılık hissetme, sistemin onu sürekli asla ulaşamayacağı "Amerikan rüyası" gibi hayaller peşinde çabalaması için zorlaması bireyi hayattan ve problemlerinden kaçmaya itmektedir. Sosyal zorlamalara tabi olmamak için toplumdan, isteklerinden ve hatta zihninden ve düşüncelerinden kaçmaktadır. Gilles Deleuze, "Modern insan, dışarısı tarafından sağır edildiği için dinginliği istemektedir." demektedir âdeta tarih tekerrürden ibarettir demek ister gibi.


Hiç yorum yok: