29 Haziran 2019 Cumartesi

Arda Rutkay Var / Kırşehir Yusuf Demir Bilim ve Sanat Merkezi / Kırşehir / Düşünyaz 6 Türkiye 2.si


Düşünyaz 6, Final Yazısı
"Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır." John Stuart Mill

İnsan tarih boyunca gruplar halinde yaşamış, bu gruplarda zaman içerisinde doğal liderler doğmuştur. Bu doğal liderler sosyal becerileri ve grup içi koordinasyon yetkinlikleri ile ipleri eline almışlardır. İnsanlığın gelişme sürecinde insanın doğal durumdan çıkışı, tarım devrimi ve daha büyük gruplar kurabiliyor olmamız sebebiyle doğal liderlik kurumsallaşmıştır. Bu noktadan sonra yapay bir liderlik haline gelen ipleri elinde tutma yetkisi gücü elinde toplamış, bu gücü çeşitli şekillerde kullanmıştır. Bu süreçte güce isyanlar olmuş, gücün nitelikleri değişmiş ve günümüzde de değişmeye devam eder hale gelmiştir. Tarihte bu şekilde liderlik ve güç oluşumu devam ettiği sürece de güç hakkında fikirler doğmuştur.

Bu yazıda Spinoza'nın Güç Felsefesi ve Foucault'un Güç-İktidar fikirlerine değindikten sonra Mill'in sözünü ettiği "çoğunluk iradesine" geçiş yaparak bu alıntıyı farklı perspektiflerde değerlendirmeye açacağız. Gücün ne olduğunu ve doğasını inceledikten sonra gücü elinde tutan kurumları ve güce direnen kurumların yapısını analiz edeceğiz. Mill’in işaret ettiği ‘toplumu buna karşı korumaya’ bir bakış atacağız.

Türk Dil Kurumu ‘güç’ kelimesini "Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet" olarak tanımlıyor. Bu açıdan baktığımızda gücü özellikle etki yapabilme yeteneği olarak değerlendirmeliyiz. Tarih sahnesinde bir şeylere etki eden, onları değiştiren gücün ise halkın genelinden çok; bir kişinin, grubun ya da kurumun elinde toplandığını görürüz. Bu kurumlar güçlerini her daim kullanmaktan çekinmemişlerdir. Spinoza felsefesinde bu durumun tüm netliği ile ortada durduğunu görürüz. Spinoza'ya baktığımızda Spinoza, güç kavramının bu manada her zaman güçsüze doğru etki anlamında evrileceğini dile getirir. Güç sabit ve statik değildir, akışkan ve değişkendir. Spinoza için bu durum gayet olağan ve gücün yapısı gereği böyledir. Olağan olmayan şey gücün sabit durması veya devredilmesidir. Yani toplumda güce sahip olanlar her zaman güçlerini kendi amaçları doğrultusunda kullanacaklardır. Bu etki Spinoza için baskıcı yönde olmaktadır.

Bu açıdan Mill'in sözünün ilk kısmını açıklığa kavuşturmuş oluyoruz. Mill diğer insanlar üstünde baskı yapabilmekten bahsederken "yapabilir" diyerek açık kapı bırakmıştı. Spinoza açısından baktığımızda bu doğru ama eksik bir ifade oluyor. Yapabilir demekten ziyade "bir an gelecektir ki yapacaktır" ifadesinin daha doğru olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda özellikle toplumları yöneten güce “harekete geçmez” şeklinde davranmaya hakkımız olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda gücü ve güçle alakalı diğer şeyler üzerinde düşünmeme gibi bir seçeceğimiz olmuyor. Yazının devamında gücü her zaman baskıya doğru evrilecek olarak en kötümser haliyle alacağız.

Alıntıdan devam ettiğimizde Mill bu etkinin 'kötüye' kullanmasının önlenmesi gerektiğini söylüyor. Önlemeye çalışmak bir direniştir ve Foucault için iktidar ve güç kavramları her zaman karşısında direnme olgusuyla beraber gelmiştir. Gücü elinde bulunduran kurumlar olduğu gibi, güce direniş gösteren kurumlar da olacaktır. Gücün bu ikilik ile beraber olması gücü kötüye kullanmanın önlenilmesini kolaylaştıran bir etken olarak karşımıza çıkar.

Direniş kurumlarının kurumsal yapısına baktığımızda ise bu kurumların tarih içerisinde çok farklı şekillerde tezahür ettiğini görürüz. Roma İmparatorluğunda senatonun kimi durumlarda imparatora karşı tavır aldığını, günümüz Amerika'sında Supreme Court gibi devlet çatısı altında çalışan kurumların güce karşı yetkilerinin olduğunu görürüz. Bu kurumlar devletlerdeki en yüksek güç odaklarına karşı tavır alabilirler. Bu kurumların en büyük özelliği ise devlet çatısı altında olmalarıdır. Gücün çatısı altında olan bir kurumun ona ne kadar direnebileceği tartışmalıdır.

Devlet çatısı altında olmadan gücü yıkıcı amaçlar güden organizasyonların -güce karşı olan organizasyonlara yıkıcı demek gücün niteliği hakkında bir fikir verir- direniş göstermesinin daha kolay olabileceğini öne sürebiliriz. Ancak böyle bir organizasyon güçle çok daha kolay çatışır ve direnişi kaosa sürükleyebilir. Montaigne gibi bazı filozoflar direnişe ve yeniliğe karşı değillerdir ancak kaosa karşıdırlar. Bu noktada direniş kurumları kaosa meydan vermeyecek şekilde olmalıdır. Geçmişte bu tür kurumlar kaosa neden olmuşlardır ancak bir kötülüğü engellemek için başka birisine neden olmak istenen bir durum olmayacaktır.

İncelediğimiz bu iki tür kurumsal yapıda da ana iki temel farklılık -güç çatısı altında veya değil- hariç hiyeraşik yapı, büyüklük, amaca yönelik kullanılan araçlar gibi daha fazla farklılık bulabiliyor olsak da bunlar sadece amaçlara yönelik değişken unsurlar olmakla kalıyor. Bu kurumlar hakkında elimizdeki soru işaretlerini var ve bunları gidermek için incelememize devam edelim.

İncelememize devam ettiğimizde direnişin "gücün kötüye kullanılmasını engellemeye yönelik mi" yoksa "gücü elde etmeye yönelik mi" olduğuna dair ikiliğe düşüyoruz. Tarihteki direnişlerden en büyüklerinden bazıları ikinci gibi bir amaç güttüler. Fransız İhtilali ve komünizm düşüncesi altında şekillenen Ekim Devrimi gücün devrini sağlamaya çalışırken güce sahip hale geldiler ve amaçlarına ulaştılar. Marx ve Engels, Komünist Manifesto'da işçi devrimi kurgularken gücün kademeli olarak sermayenin elinden alınacağı konusuna özellikle dikkat çekti. Mill ise bu kurumların amacının kötüye kullanmasının önlenmesi gerektiğini söylüyordu, gücün devredilmesi değil. Yani direniş kurumlarının kurgusunu yazının ilerleyen noktalarında bu şekilde yapacağız.

Bu noktada akıllara birkaç soru geliyor. Gücün devri ve kötüye kullanmanın engellenmesi bir ipin iki ucunun birbirlerinden en ayrı noktalar olarak gözükmesine karşın ipte en kolay birleştirilen yerler olması gibi aslında aynı kapıya çıkan kavramlar mı? Direnen kurumlar belki de "iyi bir güce karşı" direniyorlardır, direnmeleri gereksiz ve boşunadır? Gücün iyisi ve kötüsüne nasıl karar kılmalıyız?

Bu soruları aydınlatmak için alıntıdaki ikinci cümleye geçiş yapalım. Bu cümlede "çoğunluğun tiranlığı" ve kötülük kavramları ile karşılaşıyoruz. Çoğunluğun tiranlığı demokrasilerde kararların çoğunluğa göre alınması ele alınırken kullanılan bir kavram. Demokrasilerde kamuoyu doğrudan ve dolaylı olarak yönetime katılır ve verilen kararlarda rol alabilirler, demokrasi yanlıları da bu kararın çoğunluğun kararı olduğu için bunun en iyisi olduğunu savunabilirler. Fakat bu Mill tarafından kötü olan olarak tanımlandığı için iyi ve kötü hakkında bir karar verme ihtiyacı ortaya çıkıyor. İyi bir karar verme sistemi çoğunluğun en aktif olarak karar verme aşamasında bulunduğu sistem olabilir. Fakat geçmişte bu kararların uzun vadede istenmeyen sonuçlara yol açtığı durumlar olmuştur. Antik Yunan'da demokrasi yanlılarının Sokrates'in idamına kararı, Platon'da demokrasi ve onun yanlılarına karşı bir nefret oluşmasına yol açmıştı. Halkın bu idamın ardından huzursuzlanması güç odakları için istenmeyen bir sonuç olmuş, çoğunluğun verdiği kararın "kötü" olduğu ortaya çıkmıştı.

Böyle bir durumda demokrasi biçiminin inşa edicileri egemenliğin belirli aralıklarla devrini uygun bir yol olarak görebilirler. İleriyi halkın genelinden daha iyi görebilen, daha iyi eğitim almış ve yönetmeye daha uygun "milletvekilleri" halkın yerine karar verebilir. Rousseau ise bu duruma şiddetle karşı çıkar. Rousseau Toplum Sözleşmesi kitabında egemenliğin her zaman halkın elinde olması gerektiğini savundu. Çünkü onun için toplumdaki kimselerin özellikle kendi istekleri doğrultusunda yasama etkinliğine katılması, milletvekilerinin yasama etkinliğine katılmasından çok daha olması gerekendi. Milletvekilleri kendilerine verilen egemenlik hakkının niteliklerini unutup, ona ihanet ederek halk karşıtı kararlar verebilirlerdi. Tekrar Spinoza'ya döndüğümüzde Rousseau'nun bu tespitindeki haklılık payını görebiliyoruz. Gücü elinde bulunduran kimseler gene güç için, kendileri için kararlar verebilirler. Bunun önüne geçmek için ‘milletvekilliği’ kurumunu kaldırmamız gerekir.

Bu durumda en iyi rejimin demokrasi olup olmadığını tartışmaya açabiliriz. Tarih boyunca demokrasi ve benzeri sistemler farklı şekillerde ortaya çıktılar. Demokrasinin hümanizmin en öngördüğü şekliyle ortaya çıkması ise Fransız Devrimini buldu. Dünyada o zamandan beri kapitalizm ile içiçe geçerek modern olarak tanımlanan ülkelerin yönetim biçimi haline geldi. Kalori alımı, doğum sonrası yenidoğan ölümleri ve genel refahı gibi gelişmişlik ölçütlerini arttıran sistem haline geldi. Kamuoyu oluşumu sayesinde azınlık hakları ve savaşlar gibi daha hassas konulara eğilme imkanı bulduk. Bunun nedeni demokrasilerin en iyi sistem olması değil, ifade özgürlüğü ve fikirlere karşı olan kısıtlayıcılığın inhibesinin en başarılı gerçekleştiği sistem olmasıdır. İnsanlığın daha ileri gitmesi gerekirken daha da dibe battığı feodal Orta Çağ Döneminin, daha demokrat ve fikirlere açık Antik Yunan’ın fikirlerinden beslenmesi de demokrasi ve özgürlük hakkında önemli fikirler verir.

Mill de halkın üstünlüğüne ve çoğunluğun yönetiminde uzlaşır ancak onun karşı çıktığı bunun yönetimdeki temel ölçüt olmasıdır. Çoğunluğun tiranlığı dediğimiz şey, aşındırıcı enzimlerini salarak kendini öldüren bir hücre gibi demokrasinin de aynı dertten muzdarip olmasıdır. Alıntıda da olduğu gibi Mill; demokrasiye karşı çıkmaz, onun bu yöne evrilmesine karşı çıkar. Rousseau Toplum Sözleşmesinde demokrasiyi küçük toplumlar için uygun görmüştü, böylece toplumdaki bireyler başta yerel olmak üzere yönetime katılmada en iyi şansı elde edebileceklerdi. Fakat Rousseau aynı zamanda büyük toplumlar için monarşiyi de uygun görmüştü. 21. Yy. toplumunda bu durumun gerçekleşmesi pek de mümkün olmadığından demokrasiyi her toplum için kabul edeceğiz. Mill’in karşı çıktığı durumu da demokrasiyi kaldırarak çözmemiz pek mümkün değil.

Yazının başından beri tartıştığımız alıntıda genel olarak ulaştığımız noktalar demokrasi ve demokrasi peteğinden beslenen özgürlük arılarının insanlık içine hümanizm dahilinde iyi bir sistem olduğudur. Bu noktada güç de direniş kurumları da halkın kendisi olurlar. Foucault’un bahsettiği direniş olgusu “muhalefet” olarak karşımıza çıkar. Mill’in tüm bunda karşı çıktığı nokta gücün çoğunluğun elinde toplanıp kamuoyunun yanlılaşmasıdır. Mill de özgürlüklerle uyumlu olarak demokrasiyi görür ama sistemdeki noksanlıkların aşılması gerektiğine işaret eder.

Egemenliği elinde tutan kesimin halkın kendisi olması gerektiğinden bahsetmiştik. Bu noktada direniş kurumları elinde tutan kurumun da halk olması gerektiği açıktır. Eğer toplum “çoğunluğun tiranlığına” karşı korunacaksa bunu yapacak kesim başka bir millet veya özel bir kurum olamaz. Çünkü böyle bir durumda güç sadece devredilmiş olur ki bu sefer de o kurumun üstünde bir kurum olması gerekir ki bu sınırlı sayıda insanla sınırsız sayıda kurum oluşturma gayretinden başka bir şey değildir. Bunun için yasama, yürütme ve yargı organlarının belli kurallara bağlı olması gerekir. Kuralların iyi organize olduğu bir sistemde aksaklıklara daha az rastlanır.

Koyulacak kanunlarsa artık bir güç olacağından dikkatli ve özenli bir şekilde seçilmeleri gerekir. Thomas Moore Ütopya adlı ideal toplumunda bu kanunların azlığından, neredeyse hiç değiştirilmemelerinden ve tabiat yasalarına uygun olarak konulmalarından bahseder. Montaigne de Denemelerinin birisinde kanunların fazla olmasının sadece onlar hakkında bulunacak kestirme yolları ve kanunları atlatmayı kolaylaştıracağına parmak basar, az sayıda ve tabiatla uyumlu kanunlardan bahseder. Biz de gücü, tabiata uyumlu kanunlara -biraz da Stoa esintisi ile- devrediyoruz. Moore Ütopya’yı nispeten daha yavaş gelişen bir dünyada yazdı. Modern dünya ise çok daha hızlı gelişir ve bu kanunların sık sık -belki de istenenden daha sık- değiştirilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkar. Böylece güç ve egemenlik doğrudan insanlara verilmez, dolaylı olarak kanun yapıcılara verilir. Direniş kurumları ise “çoğunluğun tiranlığını” sadece kanun yapıcıları engelleyerek birer kanun yapıcı haline gelerek yaparlar. Ayrıca milletvekillerine devretmediğimiz gücün vereceği kararların kötü olmasının da önüne geçmiş oluruz.

Dikkat edilirse demokraside partilerin yapısı, oylamaların periyodu gibi hiçbir kural koymamış bulunduk. Russell “demokrasi İngilizce konuşan halkların ülkesidir” diyerek aslında rejimlerin ne kadar insana bağlı olduğunu ortaya koyar. Bu nedenledir ki tabiata dikkat ederek koyulmuş ve yürütülen kanunlar o tabiattaki toplum için en iyisi ve en uygunudur. Bu kanunların koyulması ve gene bu kanunlara direnme noktasında ise ifade özgürlüğü, eğitsel pedagoji, toplumun genel manadaki düşünebilme kapasitesi gibi kavramların önemi ortaya çıkar. Serbestçe düşünebilen ve taassup batağına saplanmayan toplumlar gücü, direnişi, gücün topluma yapacağı kötülüğü engellemeyi en iyi şekilde organize eden toplumlar olacaklardır.


Düşünyaz 6, İkinci adım Yazısı

"Bu dünyada bir arada yaşamak özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde oturmakta olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)

YAŞAM ALANLARIMIZIN VARLIĞI VE GELECEKTE SÜRDÜRÜLMESİ

Canlılar sınıfındaki en kolektif toplumun insanlık olduğu açıktır. Doğal durumda ve sonrasında da insanlık kabile hayatı sürmeye devam etti. Aristo'ya göre toplu halde yaşamak insanın doğasından gelen bir özellikti. Bu durumu "İnsan sosyal bir hayvandır" sözüyle ifade etmiştir. Aynı zamanda ilk biyolog olarak kabul ettiğimiz Aristo'nun bu görüşü, biyoloji tarafından da desteklenmektedir. Gene insanlık özellikle tarım devriminden sonra yaşayışını kolektif bir biçimde organize etmiştir. Bunun canlılık açısından en büyük avantajı insanın var kalma çabasına (Spinoza bu durumu "conatus" olarak da ifade eder) tehdit doğal unsurlara daha kolay adapte olma ve direnme başarısıydı. Ancak bu organizasyonun kurulması özel yaşam alanları, kamu, haklar ve sorumluluklar gibi yeni kavramları doğurdu ve bunların üzerinde düşünmeyi zorunlu kıldı.
Bu yazıda öncelikle Arendt'in kamusal-özel alan kavramlarına olan görüşlerine göz atacağız. Mahremiyet, özel yaşamın gizliliği hakkı ve toplum dinamiklerine bir bakış attıktan sonra da geçmiş ve günümüz toplumunu bu kavramlar üzerinden değerlendirecek ve gelecekte neler olacağı ile ilgili bir sentez yapacağız.
Arendt için kamu terimi birbiri ile ilgili ama aynı olmayan fenomene işaret eder: Bu fenomenlerden birincisinde, kamuda gözüken her şey herkes tarafından görülebilir ve duyulabilirdir. Bu ifadenin toplumsal bir alan olduğu açıktır. Bu alanda insanlar arasında bir etkileşim olduğu açıktır çünkü insanlar birbirlerinin gördüklerini görür ve duyduklarını duyarlar. Aynı etkileşim "güven" duygusunu yaratmıştır. Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens tarafında insanlığın bu denli gelişmesinin önünü açan şeylerden birinin güven olduğunu belirtir. Başta ekonomi olmak üzere kurum ve kuruluşların da işlemesi bu güvene bağlıdır. Spinoza güveni "geçmişteki ya da gelecekteki bir şeyin kuşkuya yol açan nedeninin ortadan kalkması fikrinden doğan sevinç" olarak tanımlar. İnsanların kendilerine hiçbir biyolojik faydası olmayan elementlere ve kağıtlara değer vermelerinin sebebi de güvendir. Bu güven durumunu Spinoza'nın tanımı ile yorumladığımız da bu olguların insanlar için bazı kuşkuları ortadan kaldırdığını görürüz.
İkinci fenomense "özel olarak bize ait olandan ayrı, hepimiz için ortak olan bir dünya" fenomenidir. Arendt'in bahsettiği masa bu ortak dünyadır. Masayı fenomolojik olarak incelediğimizde bu nesnenin onu kullanan bireyler arasında bir köprü olduğunu görürüz. Onu kullanan bireylerin hiçbiri masa üzerinde tam olarak hak iddiasında bulunamaz, ancak masadan da kopamazlar. Masa ortak bir kullanım alanı olmuştur. Bu durumların hepsi Arendt'in işaret etmiş olduğu 'ortak dünya' için de geçerli olmaktadır. Kamu teriminin bu iki fenomeninin de birbirine benzediği açıktır. Birinci kamusal alan gerçekliği işaret eder. Ancak ikincisi insanı yapıyla daha çok ilgili olmaktadır.
Masa metaforundaki bir diğer nokta ise ortak dünyanın bizi birbirimize bağladığı kadar aynı zamanda birbirimiz üzerine yıkılmamızı da engellemesidir. Bundan hareketle söyleyebiliriz ki özel alanımız gücünü ortak alanımızdan alır. Mıknatısın zıt iki kutbunda yer alsalar gibi gözüken bu iki kavram ikiye böldüğümüz bir mıknatısta nası kutupları yok edemiyorsak bu alanları da birbirinden ayıramayız. Çoğunluk ile paylaştığımız dünyanın yanında azınlık ile de kendi isteğimizle paylaştığımız bu alanların grup dinamikleri, ailevi bağlar ve arkadaşlığın oluşmasını sağlayan etken olduğu da açıktır.
Peki bu durumda özel alanımızın başladığı ve kamusallığın bittiği yer neresidir? Bu sınır kesin mi yoksa muğlak mıdır?
Bu soruyu geçmişte daha kolay cevaplayabilirdik. Özel alanımız ile kamusal alanımızın nerede ayrıldığı geçmişte günümüze nazaran daha belirgindi. Haberleşme imkanlarının ve seyahat olanaklarının bu kadar gelişmediği dönemlerde yaşam alanımızı diğer insanlardan kolaylıkla izole edebiliyorduk ve en önemlisi savunabiliyorduk.
Günümüzde ise halen birbirimizden izole olsak da bu sınırların muğlaklaştığı, hatta sosyal medya aracılığı ile yok olmaya doğru sürüklendiğini görmekteyiz. Bunun nedeni yazının başında tanımlarını yaptığımız ortak alanımızın ve özel alanımızın iç içe geçmesi oluyor. Devletler, ve sömürgenin tarihinden beri devletlerle bir arada hareket etmiş şirketlerin –sermaye, kapital- bu duruma karşı olmadıklarını, aksine destekleme durumunda olduğunu görmekteyiz. Günümüzde bu ayrımı yapmak zorlaşmışken bu ayrıma yakından bakarak bu çizgiyi çekmeye çalışalım.
En büyük özgürlük devrimlerinden biri olarak da sayabileceğimiz Fransız Devrimine ilham vermiş olan düşünürlerden John Locke yaşadığı dönemde insanın üç temel hakkı olduğunu belirtti: hayat, özgürlük ve mülkiyet. Biz Türkçede mülkiyet kelimesini ‘sahiplik’ anlamında kullanmaktayız. John Locke ise mülkiyet kavramı için iki farklı kelime kullandı. ‘Estate’ kavramını bildiğimiz anlamda mülkiyet (TDK: Sahiplik) anlamında kullanırken ‘property’ sözcüğünü yaşam ve özgürlüğü de içine alacak şekilde kullandığını görmekteyiz. Locke için devletler kişilerin sivil çıkarlarını tedarik, korumak ve geliştirmek içindi.
Mülkiyet kavramını ifade ettikten sonra özgürlüğün ne olduğunu biraz daha belirginleştirelim. Varoluşçu filozoflardan Jean Paul Sartre insanın “özgürlüğe mahkum” olduğunu söyler. Bu dünyada yaptıklarımız bizim sorumluluğumuzdur. Sartre’ın bu tanımından yola çıktığımızda özgürlüğü ‘yapabilme ve yaptıklarından sorumlu olma’ şeklinde ifade edebiliyoruz.
Bir düşünürün burada soracağı sorulardan belki de en önemlisi bu yapabilme sınırının nerede bittiğidir. Felsefe tarihi bu konuya farklı yorumlar getirmiştir. Ben bu yorumlardan yazıda devletler ve şirketleri ele aldığımız dönemde ve yazının devamında günümüz ve gelecek toplumlarını değerlendireceğimiz kısımda yapacağımız senteze en uygun olacağını düşündüğüm için Spinoza’nın güç felsefesine dönmek istiyorum. Spinoza gücün sabit kalmayacağını ve güçlünün bu gücü bir şekilde kullanacağını söyledi. Spinoza aynı zamanda kederi de “kişinin güçten yoksun olması” şeklinde tanımlamıştır ki tarihi olaylara baktığımızda bunun her zaman böyle işlediğini görmekteyiz. İnsanlar güçlünün gücünü kullanacağı düşüncesine ahlak perspektifinde ve “Peki ya güçsüzler ne olacak?” şeklindeki yorumlarla bakmakta ve bu yorumu kabullenmekte zorlanmaktadırlar. Tarihin dinamiklerinin bu şekilde işlediğini düşündüğümüzde bunu yadırgamaktan çok kabul edelim ve yazının sonlarındaki sentezimizde en büyük dayanaklarımızdan biri olarak kullanalım.
Spinoza’nın güç felsefesini ve Sartre’dan yola çıkıp yaptığımız tanımı birleştirdiğinde yeni bir ifadeye ulaşıyoruz. “Yapabileceklerimiz kadar, gücümüz doğrultusunda, özgürüz.” Devletler ve kapitale geri dönersek gördüğümüz şey olguların insanların ortak dünya ve özel alan sınırlarını eskisinden çok daha az önemsedikleri gerçeği. Bu duruma en şiddetli şekilde karşı çıkması gereken insanlar ise karşı çıkmak bir yana, ironik bir şekilde kişise verilerini ve özel hayatlarını altın tepside sunmakta. Bu neye yol açar, senelerdir şirketler ve devletler bizi biliyorlar diyenler için Jean Jaques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesinde yazmış olduğu ‘Gücün Haklılığı’ bölümünden bir alıntı yapalım: “Güçlü olan, bu gücünü hakka, boyun eğmeyi göreve dönüştürmediği sürece, efendiliğini süreklileştiremez.”
Tüm bunlara baktığımızda ‘Güçlünün’ gücünü sürdürmek için masayı ortadan kaldırdığını, herkesin gördüğü ve duyduğu kamusal alanı da himayesi altına aldığını görüyoruz. Geçmişte insanların başkaldırmasının önüne geçmeye çalışılırdı. Artık bunun insanların başkaldıramayacakları, istese de yapamayacakları bir duruma geldiklerini görüyoruz.
2018 yapımı Bird Box filminde gözlerini bağlamak zorunda kalan ve şiddetli akan bir nehirde kendilerini doğanın insafına bırakarak bir yere ulaşmaya çalışan bir aile anlatılıyordu. Şu anda toplum gözü kapalı bir şekilde, kendi kontrolü olmadan nereye gittiğini bilmez bir şekilde sürükleniyor. Film daha başka metaforik anlatılar içerse filmi izlememiş okuyucular için bu kadarı yeterli oluyor. Filmi izlememiş olanlar filmi izleyerek daha başka yorumlar yapabilirler.
Hannah Arendt “ Şeyler sadece tek bir yanıyla görülmeye başlandığında, kendisini sadece bir tek perspektiften sunmasına izin verildiğinde, ortak dünyanın sonu gelmiş demektir.” demişti. Yazının son bölümünde bu bakış açılarının kaybolmaması, ortak dünyamızın ve özel alanlarımızın varlığı için topluluğun ne yapması gerektiğine bir bakış atalım.
Yazımızda güçlünün gücünü kullanacağını öğrenmiştik. Bu duruma karşı koymak istiyorsak güç kazanmamız gerektiği gayet net bir şekilde önümüze çıkıyor. Gücü kazanmamızın yolu ise düşünmekten ve felsefeden geçiyor. Özgür düşüncenin filizlendiği devletlerin tarih sahnesinde etkin rol oynadıklarını biliyoruz. Arendt için kötülüğün kaynağı 'düşünce yoksunluğu', eş deyişiyle 'fikirsizliktir'. Eğer insanlık yaşayışını tekdüzelikten kurtarmak ve özel alanlarını korumak istiyorsa düşünmeye ve felsefe yapmaya devam etmelidir.



Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme

Spinoza’nın İdeal İnsanı

Spinoza'nın alıntısını incelediğimizde karşımıza üç kavram çıktığını görüyoruz: Zihin, Bilgi ve İrade. Felsefe tarihi boyunca çok tartışılmış bu üç kavram arasındaki bağı Spinoza'nın kendi 'geometrik olarak kanıtlama' tarzıyla zincirleme bir reaksiyon üzerinden anlattığını görmekteyiz. Eğer alıntıyı kavramak ve geliştirmek istiyorsak bahsettiği bu üç kavramı da açmamız gerekir.
Öncelikle bilgi nedir? Aklımızın rehberliğinde yaşamamız için bilmek gerekiyorsa bu bilgiye nereden sahip olacağız? Baruch Spinoza bilgi kuramında üç tür bilgi olduğunu belirtiyor. Bunlar duyusal, bilimsel ve Tanrısal bilgidir. Bunlar aynı zamanda sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü tür olarak da ifade edilmektedirler.
Bu kavramları kısaca açalım. Spinoza birinci tür yani duyusal bilgi duyu deneyiminden, açık ve net olmayan bulanık kavramlarını elde ederiz. Bu bilgi doğadaki ve doğasındaki zorunluluğun bilgisine ulaşamaz.
İkinci tür yani bilimsel bilgi ise matematik, fizik gibi bilimlerin temelini oluşturur. Spinoza bu tür bilgilerin zorunlu olarak doğru olduğunu ve birinci tür bilgiden daha önemli olduğunu da ifade eder. Doğa ve akıl birbirlerini tamamlayıcı şekilde çalışır. Doğa düzeni ve aklın kavrayış düzeni aynıdır. Aklın alamayacağı şeyler doğada olmaz.
Üçüncü tür yani sezgisel bilgi ise Tanrıya vakıf olmak için bize gereken bilgidir. Bu anlamda diğerlerini tamamlayıcı özellik gösterir. Bu bilgiye hayatın akışı içerisinde çoğumuz ulaşamayız. Ancak bu bilgiyi kavramayı gerçekleştirdiğmiz anda büyük resim bir anlam kazanacaktır.
Zihinle devam edelim. Sözlük karşılığı anlayış, kavrayış olan zihin sözcüğü insanın anlamlandırma kapasitesini ifade etmesi açısından önemlidir. Alıntıda da görüldüğü üzere zihin doğanın düzenini anlamayı amaçlamıştır. Spinoza zihnin amacını ise şu sözleriyle ortaya koyuyor. Zihnin en büyük çabası ve erdemi şeyleri sezgisel bilgiyle anlamaktır. Yani zihin Tanrısal olanı anlamaya, büyük resmi görmeyi amaçlar. Bu bağlamda aklımızın rehberliğinde yaşamamız gerektiğini anlıyoruz.
Aklın rehberliğinde yaşamaktan ne anlıyoruz? Spinoza’nın bu alıntıda boş işlerden kastettiği şeyler ne? İrade kavramını da irdeledikten sonra alıntıda Spinoza’nun kurduğu ideale yaklaşalım.
İradeyi ele almak içinse şu ünlü paradoks üzerinden ilerleyelim. Buridanus'un Eşeği isimli bir paradoksta hem aç hem de susuz durumda olan bir eşek kendisinden eşit uzaklıkta bir yere konulmuş olan su ve saman balyası arasında bir türlü karar veremeyip hem açlıktan hem de susuzluktan ölür. Paradoksa adını veren Buridanus'a göre her karar iki uç durum arasında verilmektedir. Her iki uca karşı eşit bir ilgisizlik durumunda karar vermenin de bir anlamı kalmayacaktır. Bu durumda karar verirken iki uçtan birine ilgi duymamız gerektiği açıktır. Peki neye ilgi duyacağız? Belki de sorgulamamız gereken şey neye ilgi duymak zorunda olduğumuzdur.
İşte burada conatus kavramı ile tanışıyoruz. Spinoza bu kavramı şöyle ifade ediyor. "Tek tek her şey varolduğu sürece kendi varlığını sürdürmeye çabalar.” Bu açıklamayı daha iyi anlamak için Çetin Balanuye'nin Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor kitabında verdiği şu örneklere bakabiliriz. "... dev bir çınarın gövdesinde sertliği ile zamana direnen bir granit parçasında, düştüğü toprak zeminde dağılmaya direnen bir su damlasında ve başke her şeyde bu çabayı görürüz."
Spinoza güç felsefesinde conatusla ve güçle barışmamız gerektiğini ifade eder. Güçle barıştığımız ölçüde ortada fenalıklar olduğunu düşünmekten çok, Doğa/Tanrı’daki her varlığın belirlendiği bir şekilde eyleme geçmekte olduğunu idrak ederiz.
İşte burada Doğa düzenini kavramış oluyoruz. Modusların yani varlıkların bilgiye ulaştıkları takdirde kendilerini kılavuz edeceklerini, yani Tanrısal olana yaklaşacağını anlamış bulunuyoruz. Doğa ve Tanrıyı zaman zaman aynı anlamda kullanan Spinoza için bu sözü söylerken kastının; aklınızı kullanınız, bilgiye erişiniz, güçle barışınız ve kendinizi boş işlerden alıkoyunuz olduğunu anlamış bulunduk. 

Peki bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Spinoza’yı Felsefecilerin Prensi olarak gören Deleuze için cevap basit: Felsefe yapmak. Deleuze felsefeyi insanı aptallıktan kurtaran bir araç olarak görmüş ve yüceltmişti. Bu anlamda Spinoza’nın bize aşılamaya çalıştığı bu öğretide felsefe yapmamızı istemesi düşüncesi hiç de yabancı gelen bir düşünce değildir.
Son olarak canlılar açlığa susuzluktan daha dayanıklıdırlar. Eğer Buridanus'un eşeği bunu bilseydi önce suyu içmesi gerektiğini anlayacak, su içtikten sonra karnını doyuracaktı. Doğanın düzenini daha iyi anlayan bu eşek conatusunu gerçekleştirecekti. Bu anlamda ikinci bilgiyle edilinmiş bir bilgi eşeği kurtaracaktı. Bilim ve felsefeyle ilgilenen bireyler, Deleuze’un deyişiyle aptallıktan kurtulacak, Spinoza’nın deyişiyle ise de kendisini boş işlerden kurtaracaktı. Böylece belki biraz Sokrates’çi olarak söylediklernin anlamına insanın kendi aklını kullanarak varmasını isteyen ve bir paragrafa bile derin anlamlar gömen Spinoza’nın felsefesinin derinliğine bir adım daha yaklaşıyoruz.

Hiç yorum yok: