29 Haziran 2019 Cumartesi

Melissa Bhupal / Özel Arı Okulları / Ankara / Düşünyaz 6, Türkiye 8.si


Düşünyaz 6, Final Yazısı


"Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır." John Stuart Mill

Demokrasi kavramı uzun bir geçmişe sahiptir. Tarih boyunca bu tek kavram önemli düşünürler, sosyologlar ve siyaset bilimcileri arasında büyük fikir ayrılıklarına ve şiddetli tartışmalara neden olmuştur. Fakat, demokrasinin tüm toplum yararını gözetip gözetmediği tartışmasından önce odaklanmamız gereken daha temel nokta ‘Demokrasi nedir?’ sorusudur. Demokrasi sözcüğünün etimolojik kökeni olarak ‘demos’ (halk)ve ‘kratos’ (egemenlik) kelimelerine dayanmaktadır. Bu bilgilerden çıkartılabilecek sonuç demokrasinin halkın doğrudan yönetime katıldığı bir yönetim sistemi olduğudur. Fakat, demokrasi rejimi sadece bu tanımla sınırlı kalmamaktadır. Çoğulcu ve çoğunlukçu demokrasi sistemlerinin varlığı demokrasi kavramının temelinde yatan farklı anlayışları göstermektedir. Bu yazı çalışmasında ilk olarak çoğunlukçu demokrasi anlayışı incelenecek, daha sonra çoğulcu demokrasi anlayışı ile çoğunluklu demokrasi anlayışı karşılaştırılacaktır. Çoğunlukçu demokrasi anlayışı çoğunluğun ortak iradesinin daima iyi olanı ve toplumun ortak yararını savunacağını aksiyom olarak kabullenmektedir. Bundan yola çıkılarak denilebilir ki, çoğunlukçu demokrasi anlayışının temelinde çoğunluğun iradesi ve çoğunluğa verilen eşit haklar yatmaktadır.

Bu konu üzerindeki ilk çalışmaları yapan antik çağ filozofları Platon ve Aristoteles'dir. Platon demokrasiyi, "çok hoş bir siyasal düzendir, anarşik ve rengarenktir, eşit olanlara ve olmayanlara aynı şekilde, ayrım yapmaksızın, bir tür eşitlik atfeder" olarak tanımlar. Buradan da anlaşılabilir ki demokrasi tüm insanlara bir tür eşitlik atfetmektedir: özgür irade. Toplumda, Platon'nun deyimiyle eşit olan ve olmayan herkese verilen bu özgür irade (kendi kendini yönetebilme hakkı) ‘anarşik ve rengarenktir’. Fakat, Platon demokrasinin kendi amacından (herkesin eşit haklara sahip olması gerektiği aksiyomundan) kolayca sapabilen kimliğini de unutmamaktadır. Platon demokrasinin bu kimliğini şu şekilde açıklamıştır: "Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar." demiştir. Bu alıntı, gelecek nesiller için, demokrasinin kolayca tüm insanlara eşit haklar verme temelinden saparak bu hakların kısıtlandığı baskıcı bir yönetim biçimine dönüşebileceği hakkında bir uyarı niteliği taşımaktadır. Platon'a göre eğitim demokrasinin ön kabullerinden biri olmalıdır, çünkü eğitimsiz kitlelerin yönetime katılmasıyla toplumda bu cahillik ortamını kendi yararına kullanabilecek kişiler türeyebilecektir. Eğitimsiz kişiler, eğitimli kişilere oranla, dini, siyasi ve sosyal alanlarda manipülasyona ve aldatmaya daha açık bir konumdadırlar. İnsanlık tarihi bize bu durum karşısında pek çok örnek sunmaktadır. Tarih boyunca savaşın zor ekonomik ve sosyal koşullarından yılmış ve otoritenin propogandalarla duyurduğu daha iyi bir ekonomi vaatlerine inanmış olan eğitimsiz kesimlerin faşizmi desteklediği pek çok örnek vardır. 1. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan siyasi iktidarsızlık ortamında Nazi Almanya'sında Adolf Hitler'in, Faşist İtalya'da ise Benito Mussolini'nin yükselişi yine çoğunlukçu demokrasi sistemi ile bağdaştırılabilir. 21. yüzyıl tarihçilerinden Yuval Noah Harari toplumlarda faşizmin yükselişini şu sözleriyle anlatmıştır: "Faşizm, insanların sorunları görmezden gelme ve hayatı kendileri için kolaylaştırma eğilimlerinden doğar. Milli kimlik dışındaki bütün tanımları reddeder. Her şey ülke adına feda edilebilir ve her şey yapılabilir." İnsanların kendi sorumluluklarını bir otoriteye yıkma anlayışı ise onların eğitim yoksunlukları ile bağdaştırılabilir. Eğitimsiz kişi eğitim ile birlikte gelen ruhsal aydınlamayı (ruhu yüceltmek) yaşayamamıştır ve hayatında erdemli olanı seçmeyi görev olarak benimseyememiştir. Bunun sonucunda, herkesin özgür iradesiyle seçim yapabilme ortamı diktatörlerin varlığı ile kısıtlanmış olacaktır.

Aristoteles de çalışmalarında demokrasinin olumsuz yanları üzerinde durulmuştur. Ona göre demokrasi sadece çoğunluğun iradesine göre yönetilen bir toplum düzenidir. Bu toplum düzeninde azınlıklar yönetimde söz sahibi değildirler ve çoğunluğun baskısı ile demokrasi toplum yararını sağlamak yerine çoğunluğun ihtiyaçlarını karşılar.

John Stuart Mill de 'çoğunluğun tiranlığı' ifadesini kullanırken çoğunluğun iktidara geçmesiyle yükselecek olan diktatörlük rejimine işaret etmektedir. Böylece, herkese verilen eşit haklar ve herkesin özgür iradesi ile başlayan siyasal düzen bu hakların ve özgür iradenin kısıtlandığı bir tiranlığa dönebilir. Yukarıda verilen alıntıyı daha iyi incelemek için John Stuart Mill’in devlet anlayışına daha yakından bakmamız gerekmektedir. 19. yüzyıl filozofu John Stuart Mill, felsefe anlayışını faydacılık prensibi üzerine kurmuştur. Mill’e göre insanın hayatını etrafında yaşaması gereken fayda ilkesi (en iyi kavram) ’mutluluk’ dur. Devlet de bu fayda ilkesi üzerine kurulmuştur ve insanların mutlu olma ihtiyacından ve bu temel hakkından doğmuş suni bir oluşumdur. Bu bilgilerden ilerleyerek Mill’in devlet modelinde devletin üç görevi olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, devlet bünyesinde yaşayan bireylerin mutluluk arayışını desteklemelidir. İkincisi, bireyin özgürlüğünü yasalar çerçevesinde korumaktır. Ancak, devlet bireyin özgürlüğünü, diğer bireylerin hak ve özgürlüklerine müdahale etmeye başladığında, kısıtlayıcı önlemler almalıdır. Üçüncü görev ise devlet tüm toplumun yararına olacak etkinliklerin devamını sağlamalıdır. Kurum ve kuruluşların oluşturup sosyal alanlarda hizmetlerin verilmesi bu etkinliklere bir örnek teşkil etmektedir. Bütün bu bilgiler bize Mill’in olası bir devlet rejimi seçiminde demokrasiyi tercih edeceğini göstermektedir.

Platon ve Aristoteles gibi John Stuart Mill de demokrasinin yanında getirdiği faydaları kendi felsefe anlayışlarında benimsemişlerdir, fakat demokrasi rejimi nedeniyle doğan temel problemler onların demokrasi karşısında bi tutum takınmalarına neden olmuştur. John Stuart Mill’e göre demokrasi rejimindeki temel problem bu yönetim şeklinin kolayca bir ‘tiran’ ın türeyebilmesine olanak sağlamasından kaynaklanmaktadır. Toplumdaki ‘bireylerin kendi kendilerini yönetmesi’ ilkesi bireylerin demokrasi yönetiminde kendi isteklerini ön plana koyabilmelerine olanak vermektedir. Mill’e göre demokrasinin amacı toplumun ve bireyin, tüm bireyler tarafından birlikte yönetilmesidir. Bu nedenden dolayı da birey doğrudan yönetime etki ederken kendi ilkeleri ve kendi çıkarları doğrultusunda bir harekette bulunmamalıdır ve bunun yerine tüm toplumun yararını gözetmelidir. Demokrasi’nin yozlaşmaya açık bir sistem olması da, daha önce de denildiği gibi, bireylerin ‘kendi ilkelerini’ ‘toplumun ilkleri’ ne dönüştürebilme ihtimalini içinde taşımaktadır . Bu bilgiler doğrultusunda yukarıda verilen alıntı şu şekilde yeniden yorumlanmaya açıktır: “Bireyin kendi ilkelerinin toplum ilkeleri haline dönüşmesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün baskıcı bir lider tarafından tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluk üzerinde baskı oluşturan tiranlar topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır."

Çoğunlukçu demokrasinin modern dünyamıza olan etkilerini incelemek için Türkiye Felsefe Kurumu başkanı İoanna Kuçuradi’nin düşünceleri de bu yazı çalışması kapsamında değerlendirilebilir. Kuçuradi daha önce değinilen filozoflara benzer şekilde demokrasiyi bireyin toplum yararına değil kendi yararına kararlar almasına olanak veren bir sistem olarak tanımlamaktadır. İoanna Kuçuradi son zamanlarda demokrasi anlayışında bir sapma olduğunu belirterek despotizm ve demokrasi kavramları arasında bir paralellik kurmaktadır. Bu paralelliğin temelinde günümüzde demokrasinin çok partililikle eşleştirilmesi yatmaktadır. Kuçuradi'ye göre bu eşleşme yanlıştır, çünkü çok partili sistem azınlıkların yönetimde temsiline yetmemektedir. Tüm toplumun yönetime doğrudan katılmasına rağmen, günümüz devletlerinde tek bir iktidar parti yönetimi devralmaktadır. Tek bir partinin (tek bir düşünce şeklinin) yönetime geçmesi de elbet ki iktidarı desteklemeyen azınlığın düşüncelerinin önemsenmemesine neden olur.

Sonuç olarak, çoğulcu demokrasi sistemi ile çoğunlukçu demokrasi sistemini karşılaştırabiliriz. Çoğulcu demokrasi sistemi çoğunluklu demokrasi sisteminden doğan temel problemleri çözmeye oldukça yakındır, çünkü çoğulcu demokrasi sisteminde iktidara oy vermeyen azınlığın da seçimlerde temsil edilmesi sağlanır. Çoğunluklu demokrasi sistemiyle oluşan çoğunluğun iktidarı, çoğulcu demokrasi sisteminde çok partili yönetim biçimiyle, sendikalar ve dernekler gibi başka kuruluşlarla meclislerde farklı fikirlerin temsilini garanti altına almaktadır. Bu nedenden dolayı da çoğunlukçu demokrasi sistemi ile oluşmuş ‘tiran’ lar çoğulcu sistemde yok olmaya mecbur kalmaktadırlar.
Kaynakça:
Platon’un sözleri: http://ozelsozler.com/platon-sozleri/,
www.edebiyatdergisi.hacettepe.edu.tr/index.php/EFD/article/download/254/160
Yuval Noah Harari’nin sözü: https://www.dunyahalleri.com/fasizmde-bu-kadar-cazip-olan-nedir/




Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı
"Bu dünyada bir arada yaşamak özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde oturmakta olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)
Hannah Arendt, siyasetin toplum içerisindeki rolünü tartıştığı eserleriyle ön plana çıkmış bir siyaset bilimci ve bir felsefecidir. Arendt, 1906 yılında Almanya'da seküler bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve Almanya’da bu devirde, faşizm gibi totaliter rejimlerin yükselişine şahitlik etmiştir. Arendt, 20. yüzyılda güç kazanarak genişleyen antisemitizm akımı ile doğrudan karşı karşıya gelmesi açısından bu konularda yakın incelemeler yapabilmiş ve otoritenin kaynağı hakkındaki kanılarıyla felsefe dünyasına oldukça büyük katkılar sağlamıştır. Hannah Arendt’ın felsefi çalışmalarının odaklandığı temel nokta ise insanlar arası eşitlik ve özgürlük, toplumsal adalet, otoritenin kaynağı ve gücünü aldığı durumlar, ideal toplum düzeni ve siyasetin bu toplum içerisindeki yeridir.

Hannah Arendt'ın toplumsal eşitsizlik, cinsiyet ve özel mülkiyet hakkındaki düşüncelerini topladığı belki de en önemli eseri İnsanlık Durumu'dur. Yukarıda verilen alıntıda da aslında Arendt'ın "insanlık durumu" hakkındaki görüşlerini yansıtmaktadır. Alıntıyı inceleyecek olursak, "şey" kavramının sık kullanımı bize materyalist bir görüşü temel almaya yönlendirecektir. Bu durumda "şey"lerden oluşan bir dünya da fiziksel maddeden oluşan bir var oluşa işaret etmektedir. Alıntıda, altı çizilen bir başka durum ise "sahiplenme" kavramı ve "sahiplenmenin" insan ilişkilerindeki yerine dairdir. Dünya ortak bir çaba ile sahiplenilmeye çalışılan bir mülkiyete dönüşmüştür ve egemen olma arzusu insan olmanın temeline o denli yerleşmiştir ki insanlar arası ilişkiler bu isteğe uygun olarak şekillenmiştir. Bu anlayış, insanlık tarihinde özel mülkiyetin ilk ortaya çıkışı ile bağdaştırılabilir: bir zamanlar ortak ve kimseye ait olmayan araziler ilk defa bir çitle çevrilmeye başlandığı gün gerçek anlamda dünya sahiplenilmeye başlanmıştır. Alıntının devam eden kısımları okuyucuyu egemen olma anlayışının insanlar arası ilişkileri ne yönde etkilediğine ve bu ilişkilerdeki önemine dikkat çekmektedir. Her fiziksel madde, elde edilebilecek bir varlık gibi insanları birbirlerine ya bağlı kılmakta ya da onları ayırmaktadır. Örneğin, bu durumda 13. yüzyılda feodal bir düzen içerisinde hayatlarını sürdüren bir çiftçi ile bir derebeyin ilişkisi göz önünde bulundurulabilir. Derebeyin (egemen olanın), çitleri ile çevirdiği arazisi onu güçlü bir pozisyona getirmekte ve bu arazi, bir çiftçinin onun için ve onun istekleri doğrultusunda çalışmasını sağlayabilecek gücü derebeyine bahşetmektedir. Buradan çıkarılabilecek sonuç şudur ki; arazi, para ve mülkiyet gibi elde edilebilecek fiziksel maddeler gücü ve otoriteyi beraberinde getirmekte ve insan ilişkilerinde egemen bir kesimin oluşmasına ortam hazırlamaktadır. Arendt, egemen olma anlayışının insan ilişkileri içerisindeki yerleşmiş yerini, “Emirler vermekten ve insanları yönetmekten daha tatmin edici bir şey olmadığı doğru olsaydı reis asla haneyi terk etmezdi.” sözleriyle açıklığa kavuşturmuştur.

Bu durumda, bireysel çıkar üzerinde çalışmalar yapmış bir başka filozof olan Rousseau’nun özel mülkiyet üzerindeki düşüncelerini incelemek mantıklı olacaktır. Rousseau’ya göre insan iyi bir öze sahiptir ve doğal koşullarda düşüncelerini ve davranışlarını bu iyi anlayışına göre şekillendirecektir. Fakat, tek bir insan ile başlayan bireysel çıkar problemi ve özel mülkiyet anlayışı, doğal ortamdaki olumlu akışı sekteye uğratmıştır. Ona göre, herhangi bir bireyin bu durum karşısında edeceği tek bir itiraz, insanlığı en sonunda kapitalizme sürükleyecek olan bu yoldan alıkoyabilirdi. Böylece, arazileri çevrelemeye başlayan çitler kaybolur ve sosyal farklılaşma engellenebilirdi. Fakat, toplumsal düzeyde bir sınıf ayrımının oluşması ile insanlar doğa durumlarından sosyal düzenin ve bir otoritenin bulunduğu bir ortama adapte olma durumunda kalmışlar ve sonuç olarak bir “Toplum Sözleşmesi”ni oluşturmuşlardır. Buna rağmen, toplum sözleşmesi her durumda varlığını koruyamamış ve bazı durumlarda totaliter bir sistemin doğuşuna ortam hazırlamıştır. Rousseau’ya göre, “Bir kalabalığa boyun eğdirmekle bir toplumu yönetmek arasında her zaman büyük bir fark olacaktır. Sayısı ne olursa olsun, dağınık yaşayan insanların birbiri ardınca tek bir kişiye boyun eğdikleri zaman, ben burada bir baş ve halkını değil bir efendi ve kölelerini görüyorum, yani bir bakıma bir birleşme değil bir yığındır bu.”

Benzer şekilde, Arendt de bir “Toplum Sözleşmesi”nin varlığını kabul etmekte ve bu sözleşmenin (ve bu sözleşmenin getirdiği ideal düzen anlayışı ile toplumsal eşitlik ve adaletin) devlet tarafından ihlal edildiğini düşünmektedir. Kendi hayatında tanıklık ettiği komünizm ve faşizm gibi totaliter rejimler de onun bu görüşünü güçlendirmektedir. Arendt, totaliter rejimlerin kaynağı hakkında iki düşünceye sahiptir, bunlar: antisemitizm ve sömürgeciliktir. Arendt’e göre, antisemitizm, Yahudi dinine mensup olan insan topluluğunu haksız bir şekilde cezalandırmakta ve onların özgürlüklerini sınırlandırmakladır. Sömürgecilikte ise özel mülkiyet kavramı daha ön plana çıkmaktadır. Özel mülkiyet ile bağdaştırılan güç, devletleri güçlenme uğruna sömürmeye itmektedir. Bu durum Hannah Arendt’in alıntısında, “...arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır...” kısmına işaret etmektedir. Kısacası, totalitarizm bir toplumun gelişmesini, bir birlik olarak hareket etmesini, toplumun özgürlüğünü ve özgüllüğünü tehlikeye düşürmektedir.

Yukarıda verilen alıntıyı daha detaylı bir biçimde analiz etmek amacıyla Arendt’in “İnsan İlişkileri” eserini doğrudan incelemek gerekmektedir. Arendt, eserinde insan etkinliklerini üç parçaya ayırmıştır, bunlar: eylem, emek ve iştir. Bu yazı çalışmasında sadece emek ve iş kavramları incelenecektir. Eylem hiyerarşik bir sıralamada en alt sırada yer alan ve insanın yaşamını devam ettirmesi için zorunlu olan etkinlikler bütünüdür. Bu bölüm insan ve doğa ilişkisi olarak da ele alınabilir, çünkü emek bir bakıma itaatsiz doğa üzerinde bir egemenlik kurma ve ürün elde etme çabasını içermektedir. Bu bağlamda, otorite ile emeğin ilişkisi büyük önem taşımaktadır. Emek, her canlı için zorunlu bir harekettir, fakat otorite bir insan grubunu kendine bağlayarak onları emek gücü için kullanabilme gücüne sahiptir. Bu alıntının, “...bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar...” bölümüne işaret etmektedir.
İş, bu durumda emek verilerek elde edilen ürünün işlenerek fiziksel maddelerin üretim aşamasını içermektedir. İş, insanları doğanın gücünden koruyabilecek kalıcı ve sağlam araçların yapımında insanlığa yardımcı olmaktadır, fakat modern zamanlarda kapitalizm anlayışının da doğmasına öncülük etmiştir.
İdeal toplum düzeni ve toplum içerisinde otorite görüldüğü gibi pek çok ilkçağlardan modern dönemlere kadar pek çok filozofun ilgisini çekmiştir.

Kaynakça: Hannah Arendt ve Rousseau'ya ait alıntılar düşünbil.com adresinden alınmıştır.



 Düşünyaz 6, Birinci adım Yazısı
"Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme
Yukarıda verilen alıntının ana düşüncesini anlamak için Spinoza'nın felsefesinin temelini oluşturan din ve mantık kavramları ve 17. yüzyılın çağ özelliklerinin göz önünde bulundurulması büyük önem taşımaktadır. Alıntıdan bireyin kendi zihni ile dünyayı anlayabileceği ve bu bilgi doğrultusunda Tanrı'nın varlığından yoksun bir dünyada kendi kendine hakim olabileceği fikri ilk başta göze çarpmaktadır. Fakat, bu doğrultuda bir çıkarım yapmak Spinoza'nın panteist ve monist Tanrı-doğa ilişkisini gözardı etmek anlamına gelmektedir. Bu biçimdeki yanılgılara düşmemek için Spinoza'nın felsefi yaşantışını şu şekilde özetleyebiliriz: Benedictus de Spinoza, 17. yüzyıl felsefesinin rasyonalizm akımını savunan en önde gelen filozoflardan bir olarak kabul görmektedir. Fakat, onun rasyonalist bir düşünce şekline sahip olması onun din karşıtı bir tutum beslediğine karşı bir kanıt olarak sunulmamalıdır. Yahudilik ile yaptığı çalışmalardan uzaklaşarak felsefeye yönelmiş olsa dahi Tanrı sevgisi Spinoza'nın anlatılarının temelini oluşturmaktadır. Felsefesi ise Giordano Bruno’nun mistisizm anlayışından ve Rene' Descartes'in rasyonalizm görüşlerinin bir sentezidir.

Benedictus de Spinoza'nın felsefi görüşleri Tanrı merkeziyetçiliği düşüncesi altında incelenmelidir. Bir başlangıç ve bir sona eriş noktası olan Tanrı, Spinoza'nın eserlerinde tabiat kelimesi yerine kullanılmıştır. Ona göre, Tanrı'nın yoksunluğu durumunda hiçbir şey var olamaz ve kavranamaz. Spinoza'nın eserlerinde Tanrı'nın varlığı için elde edinilen ontolojik veriler (bilgi), doğanın kendisinden yani Tanrı'nın varlığından kaynaklanmaktadır. Bu sayede, var olmak için kendinden başka bir varlığa ihtiyaç duymayan ve kendi kendinin nedeni olan Tanrı bilginin ve gerçekliğin (Tanrı evrendeki her şeye içkindir görüşü doğrultusunda gerçeklik; doğa ve Tanrı kelimesi yerine kullanılabilmektedir) nedeni olmuştur. Bu yaklaşımları geliştiren önemli bir başka unsur ise rasyonalizmdir. Spinoza'nın eserlerinde bireylerin akıl ve mantık yolu ile doğadaki düzeni kavrama düşüncesi üzerinde durulmuştur. Bu noktada, nedensellik ile gerçekliği (doğayı) kişilerin kendi şahsi kavrayışları ile açıklama yoluna girişilmiştir. Düşüncenin gerçekliğe geçişinin sağlanmaya çalışıldığı bu yöntemde düşünce bir bakıma gerçeği yansıtıcı bir rol oynamıştır. İnsan, doğanın düzenini anladığında ve Tanrı'nın varlığı bilgisine ulaştığında da aynı şekilde zihninin gücüyle kendisine kılavuzluk edebilecek kuralları koyabilme yetisine sahiptir. Bu kurallar ve gerçek bilgi sayesinde de hayatında mantıklı ve anlamlı olana yönelmelidir.

Spinoza felsefesinde insan kavramı da tekrardan tanımlanılmıştır. İnsan, evrendeki tek töz olan Tanrı'nın maddi ve ruhi boyutlarından (uzantılarından) türemiş bir varlıktır. Bir bakıma, insanın bedeni Tanrı'nın fiziksel uzantısından, zihni ise Tanrı'nın ruhi uzantısından var olmuştur. Tek bir tözden kaynağını alan beden ve zihin bu nedenden dolayı birbirleriyle aynı yapıya sahip paralellerdir. Örneğin, insanın bedenindeki bir değişim, o kişiyi aynı şekilde zihinsel olarak da etkilemektedir.

Spinoza'nın Tanrı, gerçeklik (doğa), insan ve bilgi hakkındaki görüşlerini kısaca şu şekilde belirtebiliriz: Tanrı bir tözdür ve evrendeki her şey Tanrı'nın bir uzantısıdır. Bu nedenden dolayı gerçeklik (doğa) ve Tanrı birbirleri yerine kullanılabilir. İnsan da bu kısıtlamaların dışında yer almaz ve Tanrı'nın bir parçasıdır. Böylece, doğayı ve doğanın düzenini kavrayarak bir bakıma hem Tanrı'nın hem de kendi güçlerinin farkındalığına ulaşmış (kendini kavramış) olur. Spinoza'nın bu görüşleri doğrultusunda verilen alıntı şu şekilde tekrardan ele alınılabilir: "Ayrıca 'akıl ve mantık yolu' ile ne kadar çok şey bilinirse, gerek 'Tanrı'nın bir uzantısı olan kendisini' ve 'evrendeki tek töz olan Tanrı'yı' o kadar iyi anlar. 'Kendisini' daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. 'Tanrı'yı' daha iyi anladıkça da, kendini 'anlamsız ve mantıktan uzak uğraşlardan' daha rahat alıkoyabilir."

Benedictus de Spinoza'nın tanımlamalarına ve argümanlarına, karşı argümanlar vererek Spinoza'nın kendi içerisindeki tutarsızlığını göstermeye çalışan filozoflar 17. yüzyıl filozoflarından Thomas Hobbes ve Rene' Descartes'tir.
Spinoza, Tanırı'nın bir töz olduğunu ve her şeye içkin olduğunu bir aksiyom olarak kabullenmiş ve çıkarımlarla her bireyin Tanrı'nın bir uzantısı olduğunu kabul etmiştir. “İdelerin düzeni ve bağlantısı, nesnelerin düzeni ve bağlantısı ile bir ve aynı şeydir." sözü de Spinoza'nın bu görüşünü dile getirmektedir. Bu bilgi anlayışı, Thomas Hobbes'un eleştirilerinin odak merkezidir. Thomas Hobbes'un eleştirileri, nedenselliği benimsemiş olan Spinoza felsefesinin aksiyomlarına ve önceden belirlenmiş tanımlamalarına karşı çıkmaktadır. “Birtakım aksiyomlardan tutarlı sonuçlar çıkarmak elbette olanaklıdır; ama bu aksiyomlar keyfi olarak seçildiklerine göre gerçekliğe ilişkin bir şey söyleyemezler.” diyerek Spinoza'nın düşüncenin gerçekliğe geçişi yöntemini kullandığı bilgi felsefesine ve belirli bir bireyin gerçekliği kendi şahsi kavrayışına göre irdelemesine karşı çıkmıştır.

Rene' Descartes, Thomas Hobbes'dan daha farklı olarak Spinoza'nın gerçeklik anlayışına odaklanmıştır. Descartes'e göre evren madde ve ruh tözlerinden oluşmaktadır. Bu iki sonlu tözü oluşturan, evreni aşkın varlık ise Tanrı'dır. Bu düalist anlayışa göre Tanrı tözü sonsuzdur ve işlevi evrendeki diğer tözleri oluşturmaktır. Descartes, bu sonuca ulaşırken rasyonalizm anlayışına uygun olarak hareket etmiş ve gerçeklik hakkında bir yorum yaparken ancak zihni ile kavrayabildikleri üzerinden ilerlemiştir. Spinoza ise daha önce de bahsedildiği gibi tek töz anlayışını ve monist Tanrı-doğa ilişkisini savunmaktadır. Spinoza’ya göre Tanrı sonsuz sayıda sıfata sahiptir. Bu sıfatlar, Tanrı’nın uzantılarını (boyutlarını) göstermektedir ve insan zihni bu sıfatlardan ancak ikisini algılayabilmektedir. İnsanların, Tanrı’nın özünü ve kendilerini kavramaları madde ve ruh sıfatlarını kavramaktan geçer. Kısacası, bireyler Tanrı'yı kavrayabilmek için Tanrı'nın sıfatlarını kavramak zorundadır. İnsan zihni ise sadece madde ve ruh sıfatlarını kavrayabilmektedir. Bu iki uzantı doğrudan kendilerinin oluşumunda rol oynadığı için de Tanrı'yı kavramaları kendilerini kavramalarına da doğrudan neden olmuş olmaktadır. Spinoza'nın gerçeklik hakkında ulaştığı yargıdan da anlaşılır ki, Spinoza bazı durumlarda insan zihninin yetersizliğini kabul ederek rasyonalizm akımından uzaklaşmış ve mistisizm akımına yönelmiştir.
Sonuç olarak, Benedictus de Spinoza mantıksak bir düzlemde panteizm görüşünü savunmuştur. Bu doğrultuda doğa ve Tanrı kavramlarını eş anlamlı sözcüler olarak kabul etmiştir. Bu görüşe bağlı olarak da Tanrı'nın her varlığın içerisinde yer aldığını ve bir kişinin Tanrı'yı kavramasının, Tanrı'nın iki sıfatını kavramaktan geçtiğini savunmuştur. Tanrı'yı anlamak ise kişinin kendisini anlamasıyla paralellik gösterir.

Hiç yorum yok: