29 Haziran 2019 Cumartesi

Enes Akyüz / Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi / Kocaeli / Düşünyaz 6 Türkiye 8.si


Düşünyaz 6, Final Yazısı


"Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler"  Bertrand Russell

MAKİNELERİN İÇİNDEKİ MAKİNE
İnsan yaratım gücünün dışavurumu olarak görülebilecek "makine" olgusu, bireyin varolma ve var-oldurma güdüsünün bir yansıması olarak kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ancak yaratılan "nesne"nin varoluşunda insana hem benzemesi, hem çok farklı olması, bunun yanında da toplumların hayatını şekillendirmesi birey içinde çok yönlü bir yaratım problemi oluşturmuştur. Russel ise bu yorumuyla bahsedilen yaratım problemine felsefenin Tanrısal varoluşçuluk, pragmatik nesne felsefesi ve toplum felsefesi olmak üzere 3 temel başlıktan yaklaşmıştır. Buna ek olarak Russell yorumu boyunca cümle yapısıyla yaratılan olgu olan "makine"nin kronolojik yaşam döngüsünü de gözler önüne sermiştir.

Başlangıçta bir makinenin oluşum süreci insanın yaratımsal gücünün ve aklının kanıtlanma çabası olarak ele alınabilir. Fakat insan pragmatik ve Tanrısal-yaratım anlamında iki nedenden ötürü bu üretme ihtiyacını hissedebilir. Dinsel anlamda bir makine insanın Tanrıya tapma ve ona kendine bahşedilenleri en iyi şekilde kullandığını, aklını ve kaynakları boşa harcamadığını göstermenin bir yoludur. Bu yolda makineler hep iyi olmalı ve yarar sağlamalıdır. Bu noktada makinelere tapılır, çünkü güzeldirler. Onları yaratan insanın kendisidir ve Tanrı tarafından bahşedilen akılla Tanrı rolü oynayarak yaratma eylemi ile yapılmışlardır, bu yüzden Tanrının güzelliğini taşırlar. Bu sebepten ötürü makinelere tapılır, çünkü onlar dini ahlakın ve çalışmanın en büyük göstergeleridir. Bir diğer yaklaşımla yaklaşıldığında ise yaratım insanın dinsel aşağılanma duygusunu bir başka varlığa aktarma yoludur. İnsan makineyi kendi yerine koyar, çünkü irade ve idare açısından ondan üstündür. Emretme ve sonsuz hüküm hakkı makinelere karşı geçerlidir. Bu yüzden makinelere insanın varoluşsal aşağılanmışlığını ve evrene fırlatılmışlık hissiyatını aktaran insan, makineyi bir kurtarıcı ya da kurtuluş aracı olarak görüp onlara tapar. Her şeyin metalaştırıldığı bir dönemde insan, değer yaratan bir varlık olarak nitelendirilirken; diğer yandan da kendi türleri tarafından değersiz bir varlığa dönüştürülmüştür (Avcı, 4). İnsan da hem Tanrıdan hem de toplumdan gelen bu değersizlik yargısını yaratımına ve ürününe aktarır. İki yaklaşımda da ürün bir rahatlama ve kendini kurtarma aracı olarak kullanıldığından, insan bu tip bir yaklaşımda estetik ve sanatsal kaygılar da güder. Makinesinin onun yaratımının en iyisi olması gerekliliği, her zaman daha iyi bir tasarıma, daha etik ve daha göze hitap eden iyi huylu yaklaşımlara iter insanı. İnsan bu gönüllü yaratımından zevk alır, onu kendinin bir yansıması, kendisini de onun Tanrısı olarak görür. Fakat bu Tanrısal-varoluşçu açıklama, insanın neden "kötü" makineler, "yok eden" objeler yaptığını açıklamaz, çünkü bu makineler güzel değildir ve güzellik getirmez.

Bazı makineler ise insanın pragmatik isteğinin bir sonucudur. Bu makinelere tapılmaz fakat "değer verilir", çünkü bu makineler korkutucu olduğu kadar da güç sağlar. Bahsedilen tipteki çirkin yok edici makineler insanın bir nesne üzerinden kendi gücünü veya varlık çerçevesine bir başka insana gösterme biçimidir. Bu makinelerin yaratım nedeni herhangi bir estetik veya güzellik anlayışı çerçevesinde şekillenmez. Aksine baskı kurma, kendini koruma ve ihtiyaç nitelikleri üzerinden şekillenirler. Bu yüzden bu makinelerde güzellik aranmaz, onlar çirkindirler ve onlardan nefret edilir. Çünkü her ne kadar bir tarafın avantaj elde etme biçimi olarak toplumlarca kullanılsalar da, bu anlamda bir tarafın da düşüş nedeni ve yokoluşu sürüklenmesine neden olurlar. Sağlanan gücün uygulandığı kısım tarafınca sevilmezler. Toplum ilişkilerinden yola çıkan bu bakış açısının yanında, daha nesne ve ürün ilişkilerine dayanan bir bakış açısı ile de çözümleme yapılabilir. Marxist yaklaşımla da görülebileceği üzere insan tarih boyunca özel mülkiyet üretmek ve ürün oluşturmak adına çeşitli üretim döngülerinde yer almıştır. Bu noktada insan üretimi artık toplumun bir dayatması olarak görmüş ve bu üretim zorunluluğunu kendi üzerinden atmak için "makine" adını verdiği ürün üreten ürünler üretir. Fakat büyük toplumsal organların mülkiyeti altında kalan makineler insanı yine üretmeye itmiştir Bu anlamda da insanın makinelerdeki estetik ve yaratım algısı, verimlilikle takas edilmiş, makinelerin hayat döngüsünde güç arayışına girilmiştir. Üretilen ürünün bile üreten insana ait olmadığı ve insana sürekli değersizlik aşılandığı bir çağa girilmiştir. Artık onlara tapmaya, özümüzden duygular hissetmeye ara verilen, onlara "değer" biçtiğimiz, verimlilik adına onları çirkinleştirdiğimiz bir dönem gelmiştir. Döneminde boşluğa düşen insan, önceden taptığına ve anlam taşıyana karşı artık bir nefret duygusu beslemeye başlar. Bu durumda makineler yüzünden insanın tek yaşama güdüsü toplumsal hedonist bir anlayış olarak son bulur. Toplumsal anlamda mutluluk ve üretim ne kadar üst düzeyse, bireysel tatmin o kadar önem kaybeder. İnsanın bireysel önemi önceden taptığı makinelerce azaltılır. Gönüllü değil, zorunlu makineler üretilir. Üretilene verilen değer, güce ayrılan değer yargısı, insan gibi güzelliğin yansıması olan bir varlıktan, üretilen bir varlığa geçtiği için makineler çirkin olarak görülmeye başlar, nefret edilir.

İnsanın değer kaybedişinde ve makinelerin hayat döngüsünde onlara karşı insanların bakış açısındaki bu olumludan olumsuza geçişte toplumun şekillenişi ve toplumsal bakış açısı da büyük önem taşır. Nietzsche'nin de belirttiği gibi makinelerin gelişi "Tanrı'nın öldüğü" noktada başlar. Vonnegut'un hikayelerindeki makine insanlar, ürünlerle denetlenen düzenler, distopik totaliter rejim hikayeleri, insanın kendini önemsiz hissettiği bu dönemlerde kendisine değer biçmek için tek ölçütü üretimidir. Yaratımsal boyutta artık anlam aramayan insan, kaybettiği değerini geri aramak için durmadan üretmeye çalışır. Bu üretim sürecinde başvuracağı nokta ise makinelerdir. Ama bütün bunları yaşamasına neden olan varlığa dönmek zorunda kalan insan zorunlu olarak katlandığı bu durumdan tiksinir, çünkü artık toplumsal sistemin kölesi olmuştur ve sistemden çıkamayacağını bilir. Bu durumda insanın iki seçeceği vardır, ya Nietzsche'nin bahsettiği gibi boşluğa düşecek ve anlam aramayı bırakıp anlamsızlığı kucaklayacaktır, ya da Kierkegaard'ın önerdiği üzere toplumsal düzene değil ancak yaşamaya sarılıp dışarıdan birinin bir motivasyonla hareket ettiğini söyleyemecek düzeye getirene kadar hayatını güzelleştirecek ve iyi şekilde yaşamak için çalışacaktır. İki seçenekte de insan ancak iç dengesini sağlayacaktır fakat sistemin bir çarkı olmaya devam edecek, köle kalacaktır. Yarattığından toplum olarak tiksinecek, yine de sistemin bozulmaması adına köle olarak kalmaya devam edecektir. İnsan hiçliğe düşecek, yine de yaratımı arayacaktır. Bir noktada başlangıca dönme isteği de olabilecek bu "tiksindiren" iş yapma zorunluluğu aynı zamanda makineler için de hayat döngülerinin son kısmını oluşturacaktır. Yorumun son kısmına daha materyalist bir şekilde bakıldığında ise insan, yarattığı kendinden daha alt statüde ve iradede olan objeye bağlanma ve ona zorunlu kılınma hissiyatını kölelik olarak algılayacaktır. Her gün aynı makinenin yanına gidip, işini yapıp geri gelmek ve kendisine biçilen değeri bu makine üzerinden almak zorunda kalacak olan insan, bir süre sonra bu objelere karşı yabancılaşmaya, anlamsızlığı içselleştirip uzaklaşmaya ve önemsizleşmeye başlayacaktır. Bu noktada suçu yönlendirebileceği bir taraf arayan insan, öfkesini ve anlamsızlığının nedenini makineye yükleyecek ve ondan tiksinecektir. Sahip olduğu şeyler sonunda ona sahip olacaktır (Palahniuk).


Bu yaklaşımların yanı sıra insanın makineyi nasıl tecrübe ettiği de makineyi tanımlayışında büyük önem taşır. Makinenin tanımını herhangi ürettiğimiz bir nesne alınırsa, aslında günümüzde dünyanın çoğunu makineler üzerinden tecrübe edilir şeklinde bir yorum da yapılabilir. Bir kalem örnek alınırsa, insan yazı yazılmakta olan kağıdı kalem üzerinden tecrübe edecektir. Kağıdın sertliği, yazılan yazı ve daha bir sürü şey insanda kalem tarafından oluşturulan algılardır. Bu örneğin yanı sıra kitaplar, bilgiyi depolama makineleri ya da bilgi paylaşma makineleri olarak görülebilirler. Bu örnekler üzerinden ilerlenirse makine denilen kavramın epistemolojik açıdan insanın teorik bilgi kaynağının temeli ve dünyayı tecrübe etme şekli olduğu, bu bilginin edebi ve estetik güzelliğinin insanı etkilediği fakat bazılarının değer vereceği bazılarınınsa karşısında ezileceği bir güç sağladığı ve bu epistemolojik bağımlılığın insanları makine-tecrübesinin kölesi yapması şeklinde yargılara da ulaşılabilir. Örneğin Marleu Ponty'nin belirttiği üzere kör bir adam dünyayı değneğinin ucunda hissedecektir, nesne ve makine artık onun uzantısı olmuştur. Bu örnekten de hareketle söylenebilir ki insan artık makineyi bir uzantısı olarak almış, ona bağımlı olmuştur. Yarattığıyla bir olmuş ve onun kölesi konumuna gelmiştir. Sartre'nin dilinden anlatmak gerekirse "kendisi için varlık" ile "kendinden varlık" bir olmuş, yeni bir çağa girmiştir insan. İnsanın içinde bulunduğu modern dünyada da bir aracı makine olmadan doğayı tecrübe etmesi çok zor olduğundan, en küçük noktada bile insanın kendi yarattığının onu etkilediği bir dünya tecrübesi elde eden insan; yarattığı güçlü güzellikten nefret edip bağımlılıklarından tiksinir hale gelmiştir. En nesnel ve biyolojik konumunda ise insanın ikincil evrim gücüyle gelişmesi de bu reaksiyonlar silsilesinin açıklaması olarak kullanılabilir. Tarih boyunca insanlar biyolojik anlamda zihin gelişimini kendileri üzerinden yürütmüştür. Ancak teknolojinin ilerlemesi ve makinelerin bulunuşuyla sadece makineleri geliştirerek bu ikincil evrim gücünü bulan insan, kendi üzerindeki ilerlemesini makinelere aktarmıştır. Bu gelişememe fenomeni de insanın yaratım gücünün bitişi ve evrenin gelişim ağacındaki yerinin yavaş yavaş sabitleşmesi üzerinden kendini değersiz hissetmesi ve önceden kendini ifade etmek için yarattığı bir şeyin artık onu bağımlı hale getirmesindeki kölelik hissi olarak kendini gösterir.

İnsanın kötüye giden rahatsızlığının bir nedeni de makine ve insanların gittikçe birbirine benzemesi ve rollerini değiştirmesi olabilir. Yarattığımız makineleri daha güzel olması uğruna hep kendisine benzetmeye, hep daha iyisini yapmaya çalışan insan artık geleceğinden korkmaya başladı. Yarattığı şeyin kendisini geçme korkusu, tıpkı ilk yarattığında Tanrıya benzediğini düşünen insanın Tanrı rolünü oynamaya başlaması gibi artık makineler için de geçerli. Başta insanlar kendi güzelliklerini ifade etti, sonra makineleri güç için kullandılar, yükselişlerinde onlardan nefret ettiler, şimdi ise eşit şartlarda çalışıyorlar, hatta bazıları makinelerinin kölesi olmuş durumda. Gerekse dünyayı tecrübe etme, gerekse makinelerle olan ilişki açısından insanlar ve makineler birbirine gittikçe benzemeye başlamış durumda. Bu da insanın varoluşunda gelen "özel" hissiyatını ve "öz bilincini", "öz değerlendirmesini" sarsan bir nitelikte değişim. Kendisine eskisi gibi değer veremeyen insan, artık makinelerce kendine değer biçmeye başladı. Tıpkı makinelere fiyat verildiği gibi artık makineler üzerinden yaptıkları iş ile insanlara fiyat veriliyor. Kölelik ismi ne kadar konulmadıysa da insanın özünde hissettiği bir korku artık.

"İnsanın sürekli çökmeye ve daha çok çökmeye programlanmış makinelere dönüştüğü bu çağ"a gelene kadar insan, birçok düşünsel değişim ve evrimden geçmiş, makinelerle beraber gelişip modern toplumun bugünkü haline gelmiştir (Vonnegut, Breakfast of Champions). Makinelerle tecrübe edilenlerin yaratımsal güzelliği ve huzuru ile mutlu olup, sağladığı güçle tatmin olan insan, verimlilik ve ürün adına feda ettikleri yüzünden köle olmuş, tecrübelerini makinelere kısıtlayıp varoluşsal aşağılık hissini gidermek için çıktığı bu yolculukta yeni varoluşsal problemini yaratmıştır. Bağımlı yaşamın bağımlı köşelerinde makinelere tapan, onlara değer verdiği gibi nefret eden ve tiksinen bir toplum oluşturan insan, kendi sistemine hapsolur. Problemin çözüm noktası ise insanın içindeki varoluşsal değersizliği giderebilmesidir. Tamamen doğal bir dünya tecrübesinin imkansızlığı ve oturmuş sistemlerin bireylerin yıkışı için fazla büyük olmasının yarattığı bu engeller dünyasında ise insana düşen Kierkegaard'ın da belirttiği üzere "Anlam, değer ve amaç ölçülebilir unsurlara indirgenemez, hayatının anlamının ne olacağına karar vermek özgür iradesiyle hareket eden bireye bağlıdır. Bu birey ise kendini oluşturan gücü tanımalıdır.". Kendi içindeki hareket verici gücü, onu yaşamaya bağlayan unsuru tanıyan birey, obje etmenlerinden tamamen kurtulup huzura erecektir.

KAYNAKÇA

https://books.google.com.tr/books?hl=tr&lr;=&id=6Qn1wD7cPzkC&oi=fnd&pg=PA167&dq=russel+and+existensialism&ots=awxAgSEWaD&sig=yxLqtWmTi7vRVXF4_msnxsoEQew&redir_esc=y#v=onepage&q=russel and existensialism&f=false
http://www.jubilee-centre.org/wp-content/uploads/2014/03/12-4-Technology.pdf
https://books.google.com.tr/books?hl=tr&lr;=&id=qgfFBAAAQBAJ&oi=fnd&pg=PT27&dq=technological+existensialism&ots=pC7xDSLV7l&sig=4wRCtR2GW4660Tee97NeU59w1ig&redir_esc=y#v=onepage&q=technological existensialism&f=false
https://philosophyofenjoyment.wordpress.com/tag/kurt-vonnegut/
https://dergipark.org.tr/download/article-file/226312https://users.drew.edu/jlenz/brs-br-analytic-phil.html
https://www.marxists.org/archive/pannekoe/1937/society-mind.htm
https://dusunbil.com/soren-kierkegaard-ve-yasamanin-anlami

/


Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı


"Bu dünyada bir arada yaşamak özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde oturmakta olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)

Nesneler Dünyasında İnsan

İlk çağlardan itibaren insan kendini ürettiği, bağımlı hissettiği, sahip olduğu veya elde ettiği nesnelerle tanımlamış, değer biçmiştir. Bu noktada nesneler dünyası farklı bireylerce, farklı şekillerde ve farklı değerlerde sürekli olarak sahiplenilmiştir. Bu şekilde Marxist felsefede görülen "kıyas" değerlenmesi gelişmiş, nesnelere ortak değerler biçilmiş, karşılaştırmalara gidilmiştir. Kendini bu "ifade nesneleri" ile ifade etmeye çalışan insanlar, yine bu ifade nesneleriyle iletişim kurmuş ya da aksine birbirlerinden ayrılmışlardır. Bu durumda insanlar Arendt'in İnsanlık Durumu adlı kitabında da benzer şekilde görülebileceği üzere "ürettikleri ve bağlandıkları ifade nesnelerine sıkışmış, ömürlerinin gelip geçiciliğinde kendi doğalarına esir olmuşlardır.". İletişim ve kendini ifade etmek adına tek seçeneği nesnelerine, ürünlerine ve emeğine bağlanmak olan insan, yine bu noktada insanlığına ve diğerlerine yabancılaşıp ayrılır. Doğa ve insan arasındaki duvar, insan ve insan arasındaki duvarı da yaratan etmen haline gelir.

İnsan ve doğa arasındaki duvardan bahsetmek için, önce Marx'ın "kıyas" ve "değer" kavramlarının üzerinde durmak gerekir. İnsan nesneler o nesneyi yarattığı sürecin zihindeki zorluğunu, yarattığı cismin sağladığı doyumu ve cismi yaratırken harcadıklarını göz önüne alır ve cisme bir "değer" tanır. Bu cismin değerinin de diğer cisimlerle karşılaştırılması üzerine kıyas kavramı oluşur. Bu noktada da insan ve nesne ilişkisi devreye girer. Yüksek doyum elde etmek ve kendini iyi hissetmek isteyen, üretmek ve kimliğini oluşturmak isteyen insan da bu noktada diğer insanlara başvurur ve toplum oluşturmaya başlar. Materyaller ve metalar noktasında hep daha fazlasını isteyen insan, üretim ve haz uğruna ifade nesnelerini, iletişimini ve özünü kaybeder. Çünkü hep daha fazlasını isteyen insan ihtiyaç duyduğu sermayeye her zaman sahip olamadığından insanın ürettiği materyallerin sahibi çoğu durumda kendisi olamaz. Sonucunda oluşan "kapitaller" haline gelmiş büyük firmaların, ya da bireylerin emri altında yaşayan köle insan toplumları da dünya masasının sahiplenilmiş kısmını kiralarlar. Ancak ürettikleri metaların kendilerinin olmayışı ve sürekli aynı döngü içerisinde sıkışmak, bireyi yabancılaşmaya iter. Çünkü birey yarattığı nesneyle kendini ifade etme ihtiyacı hissederken o nesnenin kendisinin olmayışı sonucu boşluğa düşer, kimliğini bulamaz. Bu noktalar çerçevesinde de doğal nesnelere değer biçmek ve ifade nesnelerini yitirmek sonucunda, insan-doğa duvarının, insan ve insan arasında oluşan görünmez bir duvara dönüştüğü görülebilir.

Peki bu durumda insan için özgürlük nedir ve materyalist nesne düzlemini nasıl yıkar? Nesne ilişkileri kuramında da görüldüğü üzere insan doğumundan itibaren etrafındaki insanlar, doyumlar ve nesnelere çerçevesinde bir kendilik düzlemi oluşturur. Karşılaştığı metalar hakkında bu düzlem üzerinden edindiği fikirlere dayanarak hareket eder. İnsan bilinç varoluşundan önce dahi nesne-kimlik ilişkisine dair bir fikir elde eder. Bu noktada görülebilir ki varoluşundan itibaren uzaklaştırılmış olmayan bir kimsenin sistemden dışarı çıkması imkansızdır. İnsan sistem içerisinde var olup en üste çıkmalı, ancak bu yolla sistemi değiştirmeyi hedeflemelidir. Bireyde materyalist sistem içerisinde varolma çabası başlar. Bu varoşul çabası onu daha çok üretmeye, dolayısıyla daha çok toplumsallaşmaya iter. Ancak bu üretim çemberi içerisinde insanlarla iletişimi kesilir, birey tektipleşir ve hem ürettiğine hem de kendisine yabancılaşır. Marx'ın da belirttiği üzere "İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır. Ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.". Yani nesne dünyasından kopmak isteyen insan istemsizce toplumsallaşır ve toplumun içine karıştırdıkça da onu farklı yapan etmenleri yitirip, özünü kaybeder ve ayrılır. Somut bir örnek vermek gerekirse, ayakkabı üretmeye karşı tutkusu olan ancak doğal seçilimde eleneceği için bir fabrikada çalışmakta olan ve kendi üreteceğinden çok daha kötü ayakkabıların derisini diken bir birey oluşturulsun. Bahsedilen birey daha iyileşmek, daha iyi nesneler üretmek ve kendini doyumlamak için sistemin en tepesine çıkmak amacıyla para kazanmaya çalışır, ancak bu anlamda birey tektipleşir, tek bir alana kısılır, yaratıcılığını yitirir ve kısıtlanır. Bu anlamda da monotonlaşan yaşantısı ve ürettiklerine karşı bir sahiplik duygusu hissetmeyişi, bireye neden yaşadığını ve ne anlam ifade ettiğini sorgulatır. Bu varoluşsal sorgulama sonucunda ise birey toplumdan uzaklaşma ihtiyacı hisseder ve yabancılaşır. Genel anlamda, insanın içinde varolduğu bir kıyas sisteminde kıyas ve ifade nesnelerine sahip olmayan ve şeyler dünyasının masasını kiralayanların toplumdaki sistemin gerektirdiği şekilde bir arada olduğu ancak ruhsal düzeyde birbirlerinden ayrık olduğu ve birbirlerine yabancılaştıkları görülür.

Şeyler dünyası olarak bahsedilen materyaller masasısın bu içten ayrık toplumsal sisteme nasıl bir süreçle yol açtığı da büyük önem taşır. İnsan kendini nesnelerle ve "şeylere verdiği emek" ile tanımladıkça, daha iyi nesneler üretme ihtiyacı hisseder. Bu durumda insan özgürlüğünden ve hiyerarşisinden vazgeçerek, dünyada bir iz bırakma ve varoluşsal ihtiyacını gidermek adına toplumsallaşır. Emek ve yaratmış olma ihtiyacını duymak da insanı hayvanlardan ayıran özelliklerden en önemlilerinden biri olarak ortaya çıkar. Destekleyici bir nokta olarak, Aristoteles'in de insanın temel özelliklerinden bahsedildiğinde insanı "bilme", "yaratma" ve "eyleme geçme" faaliyetleriyle tanımladığıyla görülür. Bu durumda insan özüyle bildiklerini harekete geçerek doğada yaratır ve özünden bir parçayı ortaya çıkararak kendini ifade etme çabası içerisine girer. Ancak bu süreç insanı kendi doğasına ve nesnelere karşı yabancılaştırır, insan ve doğa arasında bir yapaylaşma görülür. Çünkü insan sonsuza dek ürettiklerinin sahibi olamayacaktır, hatta bazı durumlarda hiçbir zaman ürettiğinin sahibi olmamıştır. Bu noktada da yaratım motivasyonları devreye girer. Başlarda ifade ve hayatta kalma sistemi olarak ortaya çıkan toplumsallaşma, sonunda hiyerarşik sistemlere, emeğe yabancılaşmaya, toplumda tektipleşmeye, bireylerin zorunlu beraberliğinden doğan ayrıksılaşmaya dönüşür. İnsan yaşamını sürdürebilme ve daha iyisini elde edebilme zorunluluğuyla kimliksel bağlantı hissetmediği metalar için üretim ve yaratım yapmaya başlar. Materyalist tarih anlayışının da hareket ettiği savlarda görülebileceği üzere, "üretim ve üretimden sonra ürünlerin mübadelesi, her türlü toplumsal düzenin temelini oluşturur; tarih boyunca her toplumda, ürünlerin bölüşümü ve onunla birlikte sınıf ya da zümreler halinde toplumsal sıralanma, üretilmiş olana, bunun üretilme biçimine ve üretilmiş şeylerin bölüşüm biçimine göre düzenlenir. Bundan ötürü bütün toplumsal değişimlerin ve bütün siyasal altüst oluşların son nedenlerini, insanların hafızasında, öncesizsonrasız gerçek ve öncesizsonrasız adaleti daha iyi anlamalarında değil, üretim ve mübadele biçimlerinin değişmesinde aramak gerekir.". Farklı bir bakış açısıyla ise, Pufendorf ’a göre "egemenlik insanın kendi çıkarına dayalı faydacı ve araçsalcı sosyal etkileşim ihtiyacını yasal-siyasal haklara dönüştüren biricik ilkedir.". Bu yargıdan da aslında tektip bir toplum ve hiyerarşi oluşturup zorunluluklara katlanmanın insanın kendi faydacılığına hizmet ettiği de savunulabilir. Hannah Arendt'in kendi eserlerinde de görülebileceği üzere, insan yabancı olsa dahi bu onun kendi yararına olabilir ancak toplum-nesne ilişkisi olmayan bireyler yaşayamaz şeklinde düşüncelere ulaşılabilir. Bu noktadan hareketle özgür bireysel yaratımdan istemsiz toplumsal zorunlu yaratım sürecine geçilmesi insanları ayırmıştır yargısına ulaşılabilir.

Her ne kadar insan gerek kimliksel ve yaratımsal ihtiyaçlarla, daha iyisine ulaşmak ya da doyum elde etmek için nesneleri sahiplenme, onları yaratma yoluna gitmişse de; sonucunda ulaşılan toplumsallaşma süreci birbirine işlevsel olarak bağlı ancak özsel olarak ayrı insan toplulukları yaratmıştır. Emeğine dokunamayan, yaratımını ve kendi ifadesini bulamayan topluluklar, yine de toplumsal faydaları ve doyumları uğruna "bir arada" yaşamaya devam etmiştir. Bahsedilen şeylerden oluşan dünya masası, nesneler düzleminde insanları hem toplumsallaştırmış, hem de kafese kapatıp yabancılaştırmıştır. Zorunluluklar silsilesine dayalı bir sistem içerisinde kendi yaratımsal kimliğini aramaya çalışır insan. Ancak Hannah Arendt'in de belirttiği üzere "İnsan zorunluluğa neden maruz kaldığını bilmediği takdirde, özgür olamaz ve kendisini zorunluluktan kurtarmaya çalışması da onu hiçbir zaman özgür kılmaz."


Kaynakça

https://www.iep.utm.edu/arendt/#SH4a

http://www.uidergisi.com.tr/wp-content/uploads/2015/04/Agcan-Insanlılk-Sosyopolitik-Topluluk-ve-Evrensellik_Farklilik.pdf

http://mutluhanizmir.blogcu.com/nesne-nedir-imgesel-bir-nesne-olarak-ego-ve-narsisizm/9369814

http://www.ozyazilim.com/ozgur/marmara/arastirma/materyalizm.htm

https://www.britannica.com/topic/Marxism

https://www.researchgate.net/publication/291521725_Nesne_Iliskileri_Kurami




Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı


"Modern insan, dışarısı tarafından sağır edildiği için dinginliği ister."Gilles Deleuze
Modern Dünyanın Bağırışları

Mark Twain'in "İnsan Nedir?" kitabından bir alıntıyla bir girizgah yapmak gerekirse, "İnsan bir bukalemundur; doğasının yasası gereği, bulunduğu yerin rengini alır.". Modern insan için de durum farklı değildir. Modern insan adapte olur ve dış etmenlere göre şekil değiştirir. Modern insan, dışa bağımlı insandır. Kimi zaman kendi isteğiyle bağımlı olur, kimi zaman zorla. Hangi şekilde olursa olsun, dış etkenlerden sakınamayan insanoğlu, metalara ve bürokratik sistemlere yenik düşerek, Nietszche'nin söylemiyle inanç, ahlak, düzen, para ve sistemlere sarılı insanların olduğu bir dünya yaratarak, modern insanı yaratır.

Modern insanın tanımı aslında kendi problemlerini de içinde yansıtmaktadır. Modern insanı bağımlılıklar ve bireyin istemediği fakat içinde olduğu sistemler silsilesinin sarmalakta olduğu görülür. İfadeyi anlam açısından biraz daha genişletmek gerekirse, insan sürekli bağımlı olduklarının veya zorla bağımlı edildiği olguların bombardımanı altında da denilebilir. Örneğin, her gün insanın karşısına çıkan reklamlar silsilesi, her resmi işlemde girilen o uzun bürokrasi kuyruğu... Kısacası her gün benzer şeyleri yaşayan, benzer işleri yapan, çok düşünmeyen bir "makine insan" yaratılır. Daha doğumundan itibaren Camus'nün de belirttiği üzere "düşünme alışkanlığı verilmeden, yaşama alışkanlığı verilen" modern insan, sadece yaşar. Kendini rahatlatmak ve aslında hiç de özgür olmadığı sistem içerisinde kendini özgür hissetmek için birey kendini tüketime, toplumsal ilişkilerde uyumluluğa ve mutlak itaate, arzu ve isteklerde standartlaşmaya adar ki birey sahte bir tatmin duygusu yaşayabilsin. Fakat bu yaşayış içerisinde modern insanda hep bir huzur arayışı görülür. Çünkü bu bağımlılıkların aşımı aslında bireyi mutlak özgürlüğe getirecek olan kavramdır. Peki bu kadar açık ve net bir şekilde cevap bulunabiliyorsa birey neden huzura ulaşamaz, sorun neden çözüme ulaşamaz?

Daha önce de değinildiği gibi modern insan bağımlılıklarla sarmalanmıştır. İnsan toplumsal ve sosyal bir varlıktır. Toplumla yaşayan insan oğlu da, toplum tarafından bu bağımlılılara, bürokrasi çemberlerine, zincirlere, itaate itelenir. Burada modern insanın boyun eğişi görülür. Çünkü hakim sisteme karşı çıkan insan kötü insan olarak nitelenir, aynı olmayan yabancıdır, yabancılaşır. Sonunda da sistemin çalışmayan çarkı sistem tarafından yok edilerek cezalandırılır. Bu noktada insanın daha doğmadan ve kendi seçimin dahilinde olmadan sistemin içine doğduğu andan itibaren bu koşulları kabul edişi görülür. Bu durumda insan dışarıdan ona sayısız insanın emir verdiği, sayısız insanın ulaşmaya çalıştığı, sayısız insan tarafından ulaşılmaya çalıştığı bir sisteme dahil olur. Modern insan doğduğu anda sessizliğinden kurtulur, anne karnındaki dinginlik yerini sistemin bağırışlarına bırakır.

Bu yargıdan hareketle modern insanın dinginlik arayışı anne karnına geri dönme isteği olarak, yani mutlak doğala, en öz noktaya dönüş isteği olarak da yorumlanabilir. Çünkü modern dünyanın yapay dayatmaları insanı rahatsız eder, Deleuze'den hareketle "sağır eder.". İnsan her gün ona bir işi yapmasını emreden milyonlarca cümle duyar, ona her gün bir şeyler almasını tavsiye eden milyonlarca reklam görür, birçok insana belli şeyler yapmasını emreder, hiyerarşik düzeni görür. Oysa insanın doğasında bu yoktur. Bir noktada Whitman'ın da öne sürdüğü üzere hayvanlaşmaya varacak noktada doğala dönüş isteği görülür insanda. Whitman da "Ben de hayvanlaşıp yaşayabilirim. [...] Hepsi hoşnut, hiçbirinin mal hırsıyla gözü dönmüş değil.Ne biri diğerinin önünde diz çöker, ne de binlerce yıl önce yaşamış bir diğerinin." şeklinde durumu açıkça ifade eder. Buradan hareketle Deleuze'un "sağır edilme"si insanın zincirlenmesi ve rahatsız olması, "dinginlik istemesi" de mutlak doğala geri dönüş çabası, norm insandan uzaklaşma isteği olarak görülebilir.

Ancak modern insanın dinginlik arayışının her zaman üstün bir insan edimi için olduğu söylenemez. Bazı durumlarda modern insanın en ilkel insanın düşünce anlamında bastırılmış bir taklidi olarak görmek yanlış olmaz. Çünkü modern insan doğala ulaşma adına ırkçı, sömürgeci, dışlayıcı, toplumcu olmuş, çeşitli savunma mekanizmaları gelişmiştir. Öyle ki belli noktalarda bu özellikler kötü görülmüş, uyum sağlamaya çalışan modern insan geliştirdiği bu mekanizmaları sonradan kötülemeye bile başlamıştır. Modern insan adapte olmuştur.

Birey-toplum ilişkisine dönülecek olunursa, insanı iteleyen mekanizmalara ve bu mekanizmaların şekillenişine de göz atmak gerekir. İnsan davranışlarını iteleyen kuvvetler üzerine Nietszche'nin görüşleri temel alınırsa, kuvvetlerin iç uyaran ve dış uyaran olarak ikiye ayırıldığı görülebilir. İç uyaranlar isnanın bireysel motivasyonlarını tanımlarken, dış uyaranlar bireyin dışarıdaki kaynaklarca beslendiği motivasyonları anlatır. İnsan ise mutluluk kaynağını birey yerine topluma yönelttiği için ve toplumun memnuniyetini kendi memnuniyetini olarak gördüğü için dış uyaranlardan gelen uyartılara karşı daha duyarlıdır. Ancak bireyin öz mutluluğu bu noktada sağlanamaz. Çünkü dış uyaranlar olmadan birey mutlu olamayacağını bilir. Burada da zorunlu şekilde öz mutluluğun bulunuşu görülür. Ancak günümüz dünyasında dış kuvvetlerden bağımsız olmanın imkansız olması, metropollerin ortasında popülerlik yarışlarına doğan çocukların olması gibi etmenler bireyi dışa tamamen bağımlı hale getirir. Birey modern dünyanın bağırışlarına katlanır çünkü mutluluğu orada arar. Birey ona ne kadar zorla emir verilirse verilsin yapar çünkü mutluluğu bu şekilde elde eder. Toplumsal mutluluk bireysel mutluluğu yener.

Çocukluktan çıkışta ise bireyin aileden ayrılışı sonucu birey sistemle yalnız başına kalır. Bu da bireyi öz mutluluğa iter. Farkındalığı artan ve bireysel olarak mutlu olamadığını düşünen birey artık sistemin dayatmalarından rahatsız olur. Modern dünyanın mutluluk getiren görevleri ve emirleri artık ona rahatsız edici bağırışları gibi gelir. Bireyin tek isteği artık evrenin başlangıcındaki, anne karnındaki, en saf hale dönmek, mutlak sessizliği elde etmek olur. Kafka'nın da belirttiği gibi "Birey sonsuz olsa bile kendi içinde çok dardır." ve hep sonsuzluğun başındaki mutlak doğallığı, mutlak sessizliği arar modern insan. Her ne kadar bağımlılıklar, bürokratik çemberler gibi birçok zincirlerle sarmalanmış olsa da, durmadan sessizliği arar modern insan. 

Hiç yorum yok: