29 Haziran 2019 Cumartesi

Ali Omat / Mehmet Niyazi Altuğ Anadolu Lisesi / İstanbul / Düşünyaz 6 Türkiye 8.si



Düşünyaz 6, Final Yazısı

"Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır." John Stuart Mill

Bu sözü gördüğüm ilk an aklıma gelen şeyler, devletin oluşumu, çoğunluğun bilgisi ve buna bağlı oluşan iradesi, çoğunluğun tiranlığının ortaya çıkarabileceği şeyler ve en önemlisi de demokrasinin "çoğunluğun tiranlığı"nı kaçınılmaz olarak ortaya çıkarmasıdır. Yazımda bunlara değinecek tarihsel süreçte işleyişleri aktaracağım.

DEVLETİN OLUŞUMU
Devletin oluşumu felsefede iki farklı şekilde incelenmektedir: Bu ikisinden ilki devletin doğal bir süreç içerisinde oluştuğunu söyleyen Platon, Aristoteles ve Farabi gibi felsefecilerken, ikincisi ise devletin yapay olarak oluştuğunu savunan Thomas Hobbes, Locke ve Rousseau gibileridir. Devletin doğal bir süreç içerisinde oluşmasıyla ilgili olarak söyleyecek iki şey vardır: Platon'un görüşüne göre devletteki yöneticiler bireylerdeki aklı, işçiler beslenme ihtiyacını temsil eder ve Platon görüşünü organizmanın doğallığı ile devletin doğallığının birbirlerine benzer olduklarını ve bu yüzden devletin doğal bir süreç sonrasında oluştuğunu kabul ederek temellendirir. Ancak bu görüşün eskidiğini ve anlamsızlaştığını düşünmekteyim. Ancak Farabi, duruma farklı bir bakış açısı getirmiştir. Farabi'ye göre insanların birbirlerine ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları düzenlemek için devlet doğal olarak oluşmuştur. Bu oluşumun sebebi de doğada "kaos" değil, düzenin hakimiyetinin oluşundandır. Farabi'de tıpkı Platon gibi düşünür ve devleti canlı bir organizmaya benzetir. Bu noktada Farabi'nin görüşünü yapay olan devleti savunanlar şu şekilde çürütür: Tarihsel sürece aktığımızda devlet kurulmadan önce büyük bir kaos hakimdi. Çünkü insanlar net bir kurallar döngüsüne sahip değillerdi. Dolayısıyla birbirlerinin mallarını çalabiliyor, eşlerini kaçırabiliyor hatta güçlü olan güçsüz olanın yaşamına son vererek gücüne güç katıyordu. Sonrasında güçsüzler birleşirlerse güçlüleri yenebileceklerini düşünürken güçlüler de kendilerinden güçlü olanların da olabileceğini hesaba katarak ortak bir toplumsal sözleşme imzaladılar. Eklemeliyim ki Rousseau bu noktada toplumsal sözleşmeyi imzalayan bireylerin artık bencil bir "özel istemi" olmadığını ve toplumsal olan "genel istemi" umursadığını söylemektedir. Bir parantez açmam gerekirse de bunu yaparken olabileceklerden habersizce birtakım özgürlüklerini de kendilerinden üst bir güç olan devlete verdiler. Devlet de bunun karşılığında onları, onların mallarını koruyacaktı. Ama hangisi daha önemliydi: Devlete verdikleri özgürlükleri mi devletin onları koruması mı?

Her iki felsefi bakımdan da insan bir şekilde devletin oluşumuyla özgürlüklerinden vazgeçerek gücünü yitirmiştir. Çünkü doğal devleti savunanlara göre insan bir diğer insana muhtaçtı. Yapay devleti savunanlara göre de insan devlete muhtaç durumda kalmıştır. İşte bu güç yitirişi dediğim şey sadece devletin başlangıcıyla oluşmuştur. Devlet de insan gibi evrimleşmiş, monarşi, meşrutiyet, demokrasi gibi evrelerden geçmiştir. İşte bu geçirilen evrim sonucunda devlet, insanlardan daha çok şey almaya, onlara daha fazla sorumluluk yüklemeye başlamış durumdadır.

DEVLET İNSANDAN NE ALIR?

Günümüze kadar birçok farklı şekilde varolmuş olan devletin günümüzdeki halini demokrasi olarak yorumlayabiliriz. Dolayısıyla yazımda devletin şuandan sonraki anlamının günümüz demokrasi devletleri olduğunu belirtmek isterim. Devlet, aslında toplumu toparlayan, çekip çeviren ve "toplumun iyiliği" için iş yapan bir kurumdur. Utilitarist bir filozof olan john Stuart Mill'in dediği anlamda devlet herkesin faydası için çalışmalıdır. İşte bu yüzden tek bir kişinin iyiliği değil, herkesin iyiliği ön planda tutulmalıdır. Burada akıllara pek çok soru işareti gelmektedir.

Bu düşünceye göre bireylerin faydalarının önemsenmemesi gereklidir. Çünkü bu görüşte en önemli olan şey devletin utilitarist oluşudur. İşte bu toplumsal fayda arayışı aslında devleti temelden oluşturan bireylerin faydalarının ortadan kalkışıdır. Peki bu günümüz devletinde nasıl bir soruna yol açmıştır? Günümüz devletlerinin çoğunun demokrasi usulüyle yönetildiğini biliyoruz peki bu yönetiliş utilatirist bir yaklaşım ile nasıl bir hale geldi onu inceleyelim: Demokrasi; basit bir tanımla halkın kendini yönetecekleri seçebiliyor oluşudur. İşte günümüz devletlerinin yönetiliş tarzının aslında çoğunluğun verdiği oylarla seçilmiş yöneticilerin toplum faydası için çalışmak olduğunu görüyoruz. Ancak bu imkansız bir durumdur. Bunu şu şekilde somutlamam gerekebilir, büyük bir toplumda yönetici olarak "çoğunluk" oyu ile "A" yöneticisi seçilmiş olsun. Ancak çoğunluktan olmayan ve devletin içerisinde yer kaplayan insanların olduğu azınlık "B" kişisini seçmiş olsun. İşte bu aslında demokrasinin "toplumsal fayda" için değil, çoğunluk faydası için çalıştığının göstergesidir. Çünkü burada devletten olan azınlık bireyler kendilerini yönetmesi için "B" kişisini seçmişlerdi ancak demokrasi onlara bu istenilen toplumsal faydayı sağlayamadı. İşte bu aslında "toplumsal fayda" denilen şeyin olamayacağının göstergelerinden ilkidir. Çünkü bu aslında çoğunluğun azınlığı ezmesi durumudur. Dolayısıyla Mill'in utilatirist demokrasi devletleri burada büyük bir açık verir. Bu düşüncenin açık verdiği başka bir durum daha vardır. Diyelim ki çoğunluğun azınlığı ezmesi ve azınlık faydasının görmezden gelinmesi meşru bir şey olsun. Bu durumda bile büyük bir açık vardır. Bu da çoğunluğun seçiminin aslında her zaman toplumsal faydayı getirmeyeceği gerçeğidir. Çünkü her zaman doğru olan seçilmeyebilir. Çünkü faydalar gibi doğruluk da zamanla, bireyden bireye, algıdan algıya değişen bir olgudur.

Devletin oluşumuyla birlikte kapitalizm de gözardı edilemez şekilde ivmelenmiştir. Devlet oluşumuyla birlikte sınırları getirmiştir. Bunlar bireysel, siyasal, coğrafik sınırlardır. Bu sınırların her biri aslında kapitalizmin ivmelenmesini sağlamıştır. Bunu şu şekilde açıklayabilirim, kapitalizm elinde olan her şeyden kar etmeye çalışan bir yapıdır. İşte bu sınırları da kullanmış, bireylere bu sınırları satmıştır. Dolayısıyla devlet varoluşuyla birlikte kapitalizmin kurbanıdır. Çünkü kapitalizm, oluşuyla birlikte toplumsallaşmayı ve güruh içerisinde kaybolarak bireylikten uzaklaşmayı gerektirir. İşte bu toplumsallaşma be güruh içerisinde kaybolmaya Marx'ın verdiği isim "yabancılaşma". Yabancılaşma Marx'a göre iki çeşittir. İlki gerçek doğadan kopmayla birlikte kurgusal bir doğa oluşturulması ve bununla birlikte de doğaya yabancılaşmadır. İkincisi ise "Her şeyin kendi kendinden başka olması."dır. Yani devletin yönettiği insanlar artık kendisi değillerdir çünkü çoğunluk mevcut azınlığın da faydasını yok ederek onları kendinden başka bir faydaya dönüştürmeye çalışır. Burada da bir yabancılaşma söz konusu olmuştur. Marx'a göre bu yabancılaşmayı kıracak olan, hem düşünen, hem harekete geçen insandır. Buna da kendisi "praksis" demiştir. İşte bu yüzden kapitalizm bireylerin değil toplumların varolmasını istemektedir. Çünkü toplumu yönetmek, çok olan bireyleri yönetmekten daha kolaydır.

Burada görüyoruz ki aslında demokrasi devletleri insanlardan kendi faydalarının yerine toplumsal ve tek olan faydayı benimsemelerini istemiştir. Bu isteyiş de aslında bireylerin faydalarının yok oluşudur. Devlet ile birlikte yürüyen kapitalizm de insandan kendini yok etmesini istemiştir. "Devlet insandan ne alır?" Sorusunun cevabı da dolayısıyla "Özgürlüğünü, faydasını ve hatta kendisini alır." olacaktır.


ÇOĞUNLUĞUN TİRANLIĞI

Çoğunluk, her zaman vardır. Devlet olsa da, olmasa da. Bir felsefi düşünceyi benimseyenler diğer felsefi düşünceyi benimseyenlerden çok olabilir ya da bir müzik grubunu sevenler bir diğer müzik grubunu sevenlerden çoktur. İşte burada aslında çoğunluğun her zaman var olabileceğini kabul etmeliyiz. Bu kabulden sonra da asıl soru şudur: "Çoğunluğun tiranlığı engellenebilecek bir şey midir?" Bu soruya "hayır" demenin pek çok yolu var.

Çoğunluk varoluşu itibariyle çekilebilirdir. Bu çekilebilirlik aslında çoğunluğun tiranlığının sonsuz döngüsünü bize sunar. Bunu şu şekilde örneklemem gerekir: Çoğunluk ve azınlık olan iki grup olsun, bu iki gruptan ilk başta çoğunluk, azınlığı ikna etsin. İşte bu ikna ediş tiranlığın kendisidir. Çünkü azınlık, azınlık olarak varolmaktaydı, ancak çoğunluk o azınlığı yok etti ve kendine kattı. Bir diğer durumda da azınlık çoğunluğu ikna etmiş olsun bu durumda azınlık, yeni bir çoğunluk yaratarak döngüyü devam ettirmiş oluyor. Dolayısıyla tiranlık yine ortadan kalkmıyor.

Ayrıca demokrasinin bu zaaflarının yanı sıra bir diğer zaafı niteliğin değil, niceliğin önemseniyor oluşudur. Bu nicelik önemsemesi, mutlak olarak demokrasiyi sayısallaştırmaya ve yine mutlak olarak çoğunluğun daha ezici bir şekilde tiranlaşmasına neden olacaktır. Çünkü çoğunluk, sayısını gördüğü zaman ezici gücünü on kat arttırabilir. Ancak Mill'e göre önemli olan şey nicelikten çok niteliktir. Çünkü gerçek demokrasi ancak bilginin gücüyle gerçekleşecektir. Bu noktada da bir soru işareti mevcuttur. Bilginin getirdiği tiranlık ile nicelik tiranlığı arasında bir fark var mıdır? Çünkü günümüz sisteminde bilginin geldiği septik noktayı açıkça görmekteyiz. Dolayısıyla bilgilerimizden ve "nitelikli" sınıftan nasıl bu kadar emin olabiliriz?


SONUÇ

Devletin bir evresi olan demokrasi, kapitalizmle birlikte bireylerden özgürlüklerini, faydalarını ve kendilerini uzaklaştırarak yoğun bir biçimde onu toplumsallaştırmaya ve tek olana yöneltmeye çalışmıştır. Çünkü tek olanı yönetmek, çok olanı yönetmekten kolay haldedir.

Mill, demokrasiyi insanlık için daha iyi hale getirmeye çalışan bir filozoftur. Kendisi demokrasinin açıklarını görmüş ve o açıkları ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Kendisinin demokrasinin en büyük sorunu olarak gördüğü çoğunluğun tiranlığını çözmeye çalıştığını ve aslında çoğunluğun tiranlığının yanlış bir demokrasi anlayışıyla ortaya çıktığını söylediğini biliyoruz. Ancak bilginin kesin olmadığı, paradigmaların değiştiği çağımızda bilgi de demokraside uygulanınca bir tiranlık oluşturmaz mı? Tıpkı modernizm ile pozitivizmin bilimi dogmatikleştirip bir tiran haline getirmesi gibi. İşte bahsedilen nokta budur. Dogmatik hale getirilen her şey elbet bir gün tiranlaşacaktır. Bu durumda demokrasi var oldukça da bitip tükenmeyecek bir biçimde tiranlık var olacaktır. Mill yanılmış mıdır? Günümüz koşullarında yanılmış gibi gözüküyor olsa bile, kesin bir şey söyleyemeyiz. Ancak bugün Bu sözü gördüğüm ilk an aklıma gelen şeyler, devletin oluşumu, çoğunluğun bilgisi ve buna bağlı oluşan iradesi, çoğunluğun tiranlığının ortaya çıkarabileceği şeyler ve en önemlisi de demokrasinin "çoğunluğun tiranlığı"nı kaçınılmaz olarak ortaya çıkarmasıdır. Yazımda bunlara değinecek tarihsel süreçte işleyişleri aktaracağım.



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

“Geçmişin doğruları bugünün yanlışlarına dönüşürken geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihinin treninden düşmüş, sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi uğraştırmaya devam eder. Ve sezeriz dayanıklılığını yenilgisinden almıştır. “ Horkheimer (Akıl Tutulması)
Geçmiş bilgiler yerlerine yenilerini bırakırken oturdukları sandalyelerde belli belirsiz bir iz kalır. Bizi uğraştıran işte o izdir. Bu izler bizi iki farklı şekilde uğraştırır; yeni bilgiler sağlam bir zemin ararken geçmiş bilgilerin izlerini tararlar ki bu birinci uğraştır. İkinci uğraş ise yeniyi anlamak için üstüne oturduğu sandalyadeki tüm izleri bilmek gerekir. O izler yeniyi yeni yapan şeylerdir. İşte biz de bu şekilde yeni ile olduğu kadar geçmiş bilgi ile de uğraşırız. Bu geçmiş bilgi ne olursa olsun, yerini yenisine bıraktığı ve yenilgiye uğradığı için dayanıklı bir hal almıştır. Dolayısıyla geçmişin yanlışları bugün hala bir doğruluk hayaleti gibi aramızda gezer durur. İşte burada çeşitli soru işaretleri doğar. Bilgiler nasıl ortaya çıkmışlardır ki yerlerine yenilerini bıraksınlar? Bilgilerin doğru veya yanlış olduğu yargısına varmamız onları doğru veya yanlış yapar mı? Yazımda bunu epistemolojik olarak inceleyecek ve Horkheimer'ın eleştirdiği mantıksal pozitivizm ve modernist dönemin paradigmasından bahsedeceğim..

Bilgi, sujenin objeye amaçlı olarak yönelmesi ve etkileşmesi sonucu ortaya çıkar. İşte bu etkileşim insanlar için beyinlerindeki sinir düğümleri arttıkça gerçekleşmiştir. Bu sinir düğümü artışı insanların anlamlandırabilmeye başlamasına neden oldu ve insanlar çevresinde olan biten hakkında yargılara varıp tanımlar yapmaya başladılar. Örneğin insanlar bu anlamlandırabilme mekanizmasını kazanmadan önce av esnasında kendilerine saldıracak aslanın onları öldürebileceğini biliyorlardı. Fakat aslanın onları öldürmesinin getireceği tek sonuç onlar için ölümdü. O yüzden insanlar aslandan kaçarlardı (-ki bu da sadece evrimsel ve doğal bir hayatta kalma içgüdüsünden ibaret.-) Mekanizma kendilerinde belirmeye başladığı zaman ise bu bireyler aslanın kendilerini öldürmelerinin sonucunda olacaklardan haberdar oldukları ve değerlendirebilecekleri için de aslandan kaçmaya başladılar. İşte insan için kavrayabilme, yargıda bulunma hali bu şekilde başlamış oldu.

Bu yargılar zamanla farklı fenomenlere dönüştü, ahlak, din, devlet düzenleri bu yargılardan oluşan şeylerdir. İşte bu şeyler insanların kendilerini kısıtlamalarına ve önce "ben" sonra "biz" olmak yerine sadece "biz" olup güruh içerisinde yok olmalarına neden oldu. Bu kısıtlamaların en yoğun olduğu dönem ise Ortaçağ dönemidir. Ortaçağ'ın paradigmasını incelediğimiz zaman bilgiye karşı inanılmaz bir önyargı görürüz. O dönem "teologları" olan kilise rahiplerine göre bir şeyi, onu var edenden, yapandan daha iyi bilmemiz imkansızdır. Çünkü ona şekil veren ve bir anlam yükleyen, tanrının kendisidir. Dolayısıyla bizim aklımızı kullanmamıza gerek yoktur çünkü tanrı dünyaya kendi ayetlerini göndererek her şeyi gayet güzel bir biçimde açıklamıştır. Ayrıca bu zaten bu dünya hakkında düşünmek de oldukça yersizdir. Bunun iki sebebi var diyebiliriz, ilki "Anlamak için inanmak gerekliliği" ikincisi ise insanı ilgilendiren şeyin bu dünya değil, ahiret dünyası oluşuydu. Çünkü gerçek ve sonsuz tek şey olan tanrının huzuruna orada çıkılacağı söylenmektedir.(Ayrıca bu görüş Platonik realizm ile oldukça uyuşmuş ve Platon oldukça yükseltilmiştir.) İşte bu dönem kesinliği kanıtlanamaz tanrı üzerinden akıl bu şekilde baskılanmış, hor görülmüştür. Tarihselci, basit bir çıkarım yapmamız gerekirse de baskılanan her şey bir dönem sonra baskıda kazandığı tüm potansiyel enerjiyi kullanarak tepeye çıkmıştır. Kilisenin, baskının sonunu ise getirecek olan şey akıl olmuştur.

Akıl, karanlık dönem sonrasında en çok üstte tutulan şey olmuştur. Özellikle de gelişen bilim sayesinde mantıksal pozitivizm her şeyi ele geçirmiştir. İşte bu dönemde bilim ve akıl eline ne geçerse meta haline getirmiş ve onu kendine göre doğru kılmıştır. Bu modernist dönemin paradigması tamamen bilim ve akıldır. Örneğin insanı sadece mekanizmalardan ve beyin fonksiyonlarından ibaret görmüş ve onu tamamen maddeye indirgemeye çalışmıştır.. Felsefeyi ise bilim için bir araç olarak düşünmekte ve yapması gerekenin metafizik bir anlam arayışı değil, bilimin yöntemlerini sorgulama olması gerektiğini iddia etmektedir. Kısacası insanın manevi boşluğunu dolduran, onu konforlu ve rahat hissettiren yastığı altlarından çekmiştir. Horkheimer'in düşündüğü gibi, pozitivizmin tavan yaptığı o dönemde bilim ve akıl, kendisinin karşı olduğu kilisenin yaptığından farklı olarak hiçbir şey yapmamaktadır. Dayatmalarla ve zorlamalarla kendisinin kesin doğru olduğunu iddia ederek hareket etmektedir. Yani Ortaçağ'ın hükümdarı olan tanrının yerini akıl almıştır. İşte burada Horkheimer'in Akıl Tutulması'nda dediği gibi "Pozitivizmin başarısı, Aydınlanma’nın mitolojilere karşı mücadelesini geleneksel mantığın kutsal alanına taşımak olmuştur. Ama modern mitoloji üreticileri gibi pozitivistler de, doğruluk uğruna her türlü amacı bırakacakları yerde çeşitli amaçlara hizmet etmekle suçlanabilir." Az önce de söylediğim gibi, baskılanan her şey bir sonraki dönem en tepeye çıkar. İşte modernizmden sonra ortaya çıkan postmodernizm de bugün bunu yapmaktadır. Modernist düşünceyle gömülen din, anlam arayışı ve insanın metafizik olanı merak etmesi ve "öteki" yapılan diğer şeyler yüceltilmiştir. Dini semboller yeniden yaygınlaşmış, manevi boşluğun doldurulması ihtiyacı tekrar önem kazanmıştır. Sadece bilimin kendisi hakiki bilgi olarak kabul edilmemeye başlanmıştır.

Ortaçağ, modern ve postmodern dönemi birlikte anlatma amacım, bu şeylerin birbirine ihtiyaç duymasındandır. Çünkü bir tanesi olmasa, diğerleri olmayacaktır. Fark ettiyseniz yazımın bu kısmına kadar sadece postmodernizmden bahsetmedim. Onu gerektirenlerden, onun nelerin yerini aldığından bahsettim. İşte burada Horkheimer haklı çıkar. Çünkü tüm bilgiler yerini başka bilgilere bırakır. Horkheimer'in söylediği gibi bir geçmişin doğruları bugünün yanlışlarının yerini alırken, yeni gelen doğrunun var olmasını sağlamıştır. İşte bu şekilde yenilgisini dayanıklılığa çevirmiş ve bir doğruluk hayaleti olmuştur.

Bu alıntıda eleştirilmesi gereken en büyük problem ise doğruluk problemidir. Çünkü doğru olan sadece bir süreliğine doğru ise, o gerçekten doğru mudur? Yoksa doğru sandıklarımız mıdır? Doğru bilginin olup olmaması, felsefe için binlerce yıllık bir soru. Ancak bu soruyu günümüz dünyasında septik bir şekilde yanıtlamak gerektiği kanısındayım. Bunun nedeni, algılamamızı sağlayan beş duyu organımızın yanıltılabiliyor oluşudur. Bu organlarımıza güvenemeyeceğimizi ilk çağ felsefecilerinden ve septisizmin kurucusu olan Phyrrhon şu şekilde açıklamaya çalışmıştır. Varlıklar sadece bizim algılayabildiğimiz kadardır. Algılayabilmemizi sağlayan organlarımızın dışında bir algı oluşturamayız. Bunun ötesine geçemeyiz. Dolayısıyla varlıklar hakkında sahip olduğumuz tüm bilgiler subjektif olur. Subjektif olan bilgiler için de doğruluk veya yanlışlıktan söz edilemez. Yani insan duyuları kadardır. Göremeyen bir insan dokunduğu, kokladığı veya duyduğu kadardır. Bizi inşa eden şey çevre ve dolayısıyla çevreyi algılayan duyularımız olacaktır.

Bu kısımdan şunun çıkartılması gerekiyor. Horkheimer tarafından yapılan alıntıda büyük bir mantık problemi oluşuyor. Bu mantık problemi gözardı edilse dahi, Horkheimer'in söylediğinin aksine ne dünkü bilgiyi doğru olarak kabul edebiliriz ne de şuan elimizde bulunan bilgiyi. Bilgiler sadece zamanla yerlerini bir diğerine bırakırlar. Doğrudan veya yanlıştan bahsetmek subjektif bir bakış açısıyla incelemek olacaktır. Buna doğru bilgi denebilir mi?

SONUÇ

Horkheimer'in söylediği üzere bilgiler birbirine bağlıdır ve birbirlerini var ederler. İşte burada geçmiş bilgilerden kalan kımıltılardan bahsetmek mümkün olacaktır. Tıpkı Modernizme karşı durmuş Horkheimer'in savunduğu görüşü anlatmak için sadece Horkheimer'in görüşlerini değil, ondan neredeyse 300 yıl öncesinden başlayarak diğer dönemlerin düşüncesini anlatmam gibi. İşte bu şekilde geçmiş bilgiyi bugüne taşımış oluyoruz. Ancak Horkheimer'in dediği gibi bir doğruluktan bahsetmek yanlış olacaktır. Bunun sebebi ise insanı inşa eden şeyin çevre oluşu ve o çevreyi de insanın algılamasını sağlayan duyularının inşa etmesidir. Bu noktada farklı görüşler olsa da her yol ancak ve ancak insan algısına çıktığı için tüm yollar subjektif olacaktır. Burada ya Horkheimer gibi modernizme ve insanın makine gibi görülmesine karşı çıkmış Husserl gibi bize öğretilen her şeyi bir paranteze toplayıp yönelimsel bir bilince ve epokheye ulaşılması gerekiyor ki algımızın dışına çıkalım ya da septiklerin epokhesi gibi hiçbir şey hakkında kesin yargıda bulunmadan duyularımızın yanılabilirliğini kabul ederek doğru bilginin var olmadığını söyleyelim. Yani Horkheimer bilgilerin birbirinin yerini alması konusunda haklıdır ama doğru ve yanlış birbirinin yerini alamaz. Çünkü doğrudan veya yanlıştan bahsedilemez.




 Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı
"Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme

Bu sözü parçalara bölmek gerektiği kanısındayım. Bunun sebebi ise Spinoza'nın cümleleri içerisinde birkaç haklı ve apaçık haksız olduğu birçok nokta bulunmasıdır.

1) "Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. "

İlk olarak bu cümlede virgülden sonrasını inceleyelim. Zihnimizin bir şeyler "bilebilmesi" ve bilincin oluşumunun tamamen beynimizin evrimi ile olduğunu "biliyor" durumdayız. Canlılar, beyinlerindeki sinir düğümü sayısı arttıkça ve bu sinir düğümleri geliştikçe bir şeyleri "bilebilme" ve anlamlandırabilme yetisine sahip olurlar. Örneğin beyni gelişmemiş ilkel insanları ele aldığımızda, anlamlandırabilme yetisine sahip olamadıkları için toprağa ekebilecekleri fikri onlarda yoktu çünkü anlamlandıramıyorlardı. Fakat beyni gelişmiş ve evrimin bir sonraki adımı olan insanlara bakacak olursak toprağı kullanabilecekleri fikri onlara cazip gelebildi çünkü kendi nüfus artışları hakkında düşünebiliyor ve toprağın kullanılacağını öğrenebiliyorlardı. İşte Spinoza'nın haklı olduğu ilk ve neredeyse son nokta burasıdır. Zihin ne kadar çok şey "bilmeye", anlamlandırabilmeye başlarsa doğanın düzeninin ve bir o kadar da kendi güçlerinin farkında olacaktır. Fakat bu noktada da Spinoza'nın yanıldığı açık olan bir şey var -ki burası da virgülden öncesi oluyor-. "Gerçekten bilebilir miyiz?"

Bu görüşe sofistler, septikler ve dogmatikler birçok cevap vermişlerdir. Sofistlerin en önemli temsilcilerinden Protogaras ve Gorgias, insanın her şeyin ölçüsü olduğunu düşünmüşlerdir. Protogaras konuyla ilgili bir sözünde "Rüzgar üşüyen için soğuk, üşümeyen için soğuk değildir." ifadesini kullanmıştır ve bilginin ve bilebilme halinin kişiden kişiye değişebileceğini bizlere duyularımızın değişebilirliğiyle vurgulamışlardır. Fakat onların görüşü, septiklerden bahsendene kadar doğrudur. Septikler duyularımızın farklı durumlar altında farklı sonuçlar verdiğini öne sürerek duyularımız ve aklımızın yapacağı analizler aracılığıyla elde edeceğimiz her fikri eleştirmişlerdir. Septik bir filozof olan Karneades, daha sonra bahsedeceğim dogmatiklerden olan Sokrates'in "Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir." sözüne karşılık olarak hiçbir şey bilemeyeceğimizi de kesin olarak bilemediğimizi söyler. Fakat septikler için sorun şuradadır; hiçbir şey bilemediklerini ve bilemeyeceklerini söylemek kesin bilginin varolmadığı bilgisini ortaya sürmek olduğu için kendileriyle çelişmiş olacaklardır. Septikler bu durumdan epokhe ile kaçarlar. Yargıda bulunmamak gerektiğini söyler ve tüm yargılarını askıda tutarlar. Bu görüşün en büyük eksiği de kesinlikle kaçmaktır veya kısır döngü içinde hapsolmaktır. Dogmatikler ise doğru bilgiye ulaşılabileceğinden bahsederler fakat hepsi için doğru bilginin kaynağı farklıdır. Bu kaynaklar rasyonalizmde akıl, empirizmde deney, entüisyonizmde sezgidir ve bu liste uzayıp gider. Peki hangi görüş haklıdır? Bu soruya cevap vermek binlerce yıllık bir tartışma için kolay değildir fakat bilimin vereceği bir cevap vardır. Bilim, doğru bilgilerin olabileceğini savunur fakat bu bilgilerin doğruluğu zamansal değil mekansaldır. Yani var olduğu dönem içerisinde doğru olarak kabul edilebilir fakat bugün bilim, bizi doğru bilgilerin var olduğunu söylediği noktadan kuantum fiziğine getirmiştir ve kuantum fiziği bugün bizleri yine septik bir düşünceye sokup elimizdeki bilgilerin doğru olamayacağı ihtimali ile şüphe içinde yaklaşmamıza neden olmuştur ve bizi septisizm noktasına sürüklemiştir. Dolayısıyla bilebilme durumumuzun olamayacağını bizlere söyler.

Bu kısımdan anlaşılması gereken şey, Spinoza'nın bilebilme halinin var olamayacağıdır ve var olsa bile sürekli olarak değişeceğidir. Dolayısıyla Spinoza'nın yaptığı gibi metafizik bir yaklaşımla doğayı incelemeye çalışmak büyük bir yanlışlık olacaktır.

2) "Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir."

Spinoza bu cümlesinde öncekiyle bağlantılı olarak doğayı anlamanın insanın kendisini daha rahat yönlendireceğinden bahsetmiştir ve bu anlama hali kendine kılavuzluk edecek kuralları koymasıyla devam edecektir.

Zihnin kendi gücünün farkına varışı özellikle toprağa yerleşen insanlardan sonra olmuştur. Zihnimiz, toprağa yerleşmeden önce "ben" ve "benim" kavramlarıyla karşılaşmamıştı. Bunun nedeni, herkesin bir şey yapması gerektiğiydi. Örneğin avcı-toplayıcı gruplarda bireylerin birbirlerine ihtiyacı olduğu aşikardır ve herkes bunun farkındadır çünkü bir gün birisi bir diğerinin hakkını yerse, ertesi gün avlanamayacağının ve yemek yiyemeyeceğinin farkındadır. Burada zihin, kendi benlik kavramını baskılar durumdadır çünkü "ben" kavramı olduğu an kendinden vazgeçmiş ve ölümünü seçmiş olur fakat hiçbir zihin, kendi ölümünü seçmez. İşte toprağa yerleştikten sonra, zihin "ben" kavramını devreye sokmuştu. Bunun en büyük kanıtı Steve Taylor'un Çöküş ismini verdiği -toprağa yerleştikten bir süre sonrası- dönemden önce insanların şiddet ve savaştan uzak olduğuydu. Bu dönem sonrasında insanlar daha vahşi, savaşçı olmuşlardı. Çünkü tıpkı Spinoza'nın dediği gibi zihin kendi güçlerini anlayıp, bedensel gücün kullanılabileceğini ortaya çıkarmış ve bu gücü artık baskılamadığı "benliği" üzerinde kullanabilir olmuştur, dolayısıyla artık kendisini daha rahat yönlendirebilir de olmuştur.

Bu cümlenin son kısmı olan yerde zihnin bu güçle birlikte kendisine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir olduğunu anlıyoruz. Bu kısımdan çıkarılabilecek birçok anlam var, özellikle çıkacak anlam ise şudur; zihni güçlü olan, fakat zihninin kullanabileceği güçlü bir bedeni olmayanların toplanarak devleti ortaya çıkarışıdır. (Burada hatırlatmak gerekir ki bu bireyler de tıpkı bedeni güçlü olanlar ile aynı süreci yaşamışlardır ve Spinoza'nın söylediği üzre kendilrine kılavuz olacak olanı bulmuşlardır.) İşte bu Jean-Jacques Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesi" fikrinin devreye girdiğini düşünmekteyim çünkü Rousseau, bireylerin kendilerine ait olan belli özgürlüklerden vazgeçerek ve güçlü olanların kendilerine ait olanı -canları, toprakları, eşleri gibi- ellerinden almamalarını sağlamak için birleşmişlerdir. Bu sözleşmeye güçlü olanların da katıldığı aşikar bir durumdur çünkü zihin var olmaya devam etmeyi isteyeceğinden kullandığı bedenden daha güçlü bir beden olduğunu da düşünecektir.

Bu kısımdan ise anlaşılması gereken şey Spinoza'nın bahsettiği şekilde zihnin kendi güçlerini anlaması ve bu gücün yine zihnin kendisini korumak adına kendisine kılavuzluk edecek olanı bulmasına neden olmuştur. Bu kılavuz evrimsel ve sosyolojik süreç incelendiğinde ise devletin varoluşudur.

3) "Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."

Spinoza'nın burada haksız olduğu aşikardır. Çünkü bireyler kılavuz olan devletin var olmaya başladığı zamanlardan itibaren, bu ister Rousseau'nun bahsettiği "Toplum Sözleşmesi" ile birlikte olsun, ister Platon gibi devletin doğal bir süreç içinde var olduğunu savunan görüş olsun şuan geldiğimiz nokta aşikardır. Zihnimiz, doğayı anlamlandırmaya çalışmış ve bunu yüzbinlerce yıl içince başarmıştır. İnsanlık, şuan doğayı en iyi anlamış olan tür. Fakat Spinoza'nın dediği üzre kılavuzunu bulmasına ve sözüm ona doğayı en iyi anlamış olan tür olmasına rağmen, kendisini boş işlerden alıkoymuş değildir. Bunun en büyük örneğini şuan yaşamaktayız. Özellikle kapitalizm ile birlikte, zihinlerimiz tamamen ama tamamen doğanın düzenini anlamış, onu kontrol edecek duruma gelmişlerdir. Fakat ortada şöyle birkaç durum vardır;

a) Spinoza'nın bahsettiği gibi kendini boş işlerden alıkoymak yerine onun çok sevdiği ve tanrı olarak gördüğü doğanın kendisini yok etmeye başlamıştır.
b) Kapitalizmin "verimlilik" vaadi ile insanlar, kapitalizmin kendilerine sunduğu boş işlere sarılmış, geleceğe kendileri ve benlikleri için çalışmak yerine "kapitalizm" için çalışır hale gelmişlerdir ki, esasında burada zihnin doğanın düzenini anlamasıyla evrim sürecinin en başından bakıldığında kendisini bloke ettiği anlaşılır.

Buradan da anlayacağımız üzre Spinoza yanılmıştır. Çünkü insanın doğayı anlamasıyla birlikte gelişen toprağa yerleşme, kendisine kılavuz arayışıyla devleti kurma gibi durumlar binlerce yıl boyunca sürecek olan vahşi kapitalizmin gelişimini sağlamıştır. Bunun üzerine ise insanı boş işlerden uzaklaştırmak yerine daha da yakın hale getirmiştir. Burada şu örneği vermek kesinlikle doğru olacaktır, kapitalizm insanları bir hız trenine bindirir ve insana sadece gerçekten yaşamak için ihtiyacımızın olduğu şeylerin silüetlerini gösterir, işte orada insanların odağı olan şey silüetler değildir, kapitalizmin onu nereye götüreceğidir.

Spinoza'nın görüşü doğa ve tam aksine yapay olan veya zamanla yapaylaştırılmış devlet gibi bir kılavuzun çatışmasıyla kendi kendisini çürütür. Önemli olan Spinoza'nın dediği gibi sadece doğanın düzenini ve kendimizi anlamak değildir. Önemli olan doğayla olan ilişkimizi ve zihinlerimizin birbiriyle olan ilişkisini anlamak olacaktır, böylece kapitalizm gibi doğayı kontrol etmeyiz veya Spinoza'nın yaptığı gibi sadece doğanın düzenini anlamak yerine onunla yaşamayı öğreniriz ve bize sağladığı faydanın farkına varırız.

Hiç yorum yok: