29 Haziran 2019 Cumartesi

Altuğ Aktepe / ODTÜ GV Özel Lisesi / Ankara / Düşünyaz 6 Türkiye 1.si



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı
"İnsanları edilgen ve itaatkar kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir. Bu tutum, insanlara düşünce özgürlüğünün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." Noam Chomsky

KAFESTEKİ İNSANLIK
Hayvanat bahçeleri bana her zaman itici gelmiştir. Belgesellerde ve doğal yaşamda özgürce yaşadığını gördüğümüz hayvanların kafesler içinde, tabiri caizse cansız nesneler gibi sergilenmesinde insanı rahatsız eden bir yapaylık vardır. Hayvanat bahçesini düzenleyen insanlar da farkındadırlar hem hayvanın hem de oraya gelen insanların bu durumdan hoşnutsuz olduğunun. Bu yüzden günümüzde hayvanat bahçelerinde devasa kafesler ya da tel örgüyle çevrilmiş alanlar vardır. Uygulalan manipülasyon ise basittir; kafesler ve kısıtlamalar o kadar büyük olsun ki ne içerdeki hayvanlar ne de içerdeki insanlar tutsaklığı fark edemesin.

Noam Chomsky'nin sözündeki vurgu da işte tam günlük hayatta bile örneğin gördüğümüz bu hegemonyayadır. İnansın bir şeyleri kontrol altına alma isteği sadece hayvanlara değil, kendi cinsine de yansımıştır. Daha büyük kafesler ile mahkum edilen öznenin -hatta edilgenleştirilerek nesne haline getirilen özne de diyebiliriz- kendi esirliğinin farkına dahi varamaması, modern çağda iktidarın bireylere ve topluma uyguladığı bir yöntemdir. Yukarıda verilen sözde bunun üzerinde durulmuştur fakat bu olguyu anlayabilmek için sözü biraz daha açarak derine inmemiz gerekir. Sözde anlatılmak istenen, insanların boyun eğmesini sağlamak için iktidarın yapması gereken tek şeyin aslında insanların düşünce kabiliyetini sınırlarken onları hayvanat bahçesindeki hayvanalara olduğu gibi daha geniş alanlar verilmiş ilüzyonunu vermek, onları bu alanda özgür düşünebildiklerini sanacak şekilde tartışmalara sokmak ve hatta bu alanda kaldıkları sürece özgürce hareket etmeleri için onları teşvik etmek ama aslında kısıtlandıklarının farkına varmamalarını sağlamaktır. Kısıtlandıkları alanda daha özgür olduğunu sanan hiç kimse duruma ve sisteme karşı çıkmayacaktır. Sözdeki anlamı her ne kadar şu an açmış ve kavramış olsak da daha derine inebilmek için felsefe tarihinde iktidarın insanları itaatkardır kılmak için kullandıkları yolları ve bunların sonuçları üzerine çalışmış düşünürlere göz atmamız gerekmektedir. Sözde bahsedilen, 'canlı' tartışmalar yapıldığı ama aslında bizzat kafesin içinde olan o 'alan' akla Hannah Arendt ve kamusal alanını getirir.

Hannah Arendt 20. yüzyılın belki de en etkili düşünürlerinden biriydi. Özellikle siyaset üzerine yoğunlaşmış olan Arendt'in bu kadar etkili olması sadece kendi yeteneğinden kaynaklanmıyordu, kendisi bir 'felaketler çağında' yaşamıştı. 2.Dünya Savaşını ve Naziler'in diktacı rejimini görmüştü ve haliyle üzerine düşünecek bolca malzemeye sahipti. En çok etkilendiği şey ise Nazi'lerin nasıl insanların düşünce özgürlüklerini bile etkileyebilecek kadar baskıcı olmuş olduğuydu. Bir gazeteci olarak Nürnberg duruşmalarında, savaş suçundan yargılanan eski Nazi üyelerinin savunmalarını izlemiş olan Hannah Arendt, neredeyse hepsinin sadece üzerlerine verilen vazifeyi yaptıklarını söyleyerek kendilerini savunduklarını görmüş ve 'kötülüğün nasıl bu kadar sıradan' hale geldiği ve Nazi rejimin nasıl insanları bu kadar itaatkardır kılabildiği üzerine inceleme yapmıştır. Ona göre tüm hikaye işte bu kamusal alanlardan başlar.

Arendt insanı insan yapan şeyin Aristo'nun da dediği gibi politik bir varlık oluşu olduğunu söyler, yani insan ancak politik eylemde bulunabiliyorsa gerçekten insandır. İnsan ise politik eyleme ancak kamusal alanlarda ulaşabilir. Burada kamusal alandan anlaşılması gerek şey, Antik Yunan'daki pazar yerleri gibi halkın buluşup siyaset hakkında konuşmalar yapabileceği yerlerdir. İnsanın insan kimliğini kazandığı bu yer eğer sözdeki gibi iktidarın kontrolü altına geçer, manipülatif bir araç haline gelirse, işte o zaman totaliter rejimler baş gösterir. Bu kurumların yıkılması ile insanlar politik düşünme yeteneklerini kaybeder ve insan olarak varoluşlarının koruyabilmek için iktidara sıkıca tutunmak zorunda kalırlar. Sözde bahsedildiği gibi itaatkar ve edilgen hale gelen insanlar, artık onlara verilen her görevi yapmak zorundadırlar, Yahudiler'in gaz odalarına tıkılması da dahil. Kendi düşünce yeteneklerini kaybetmiş insanlar aynılaşmıştır ve onlara emredilen her kötülüğü yapabilecek haldedirler, artık 'kötülük sıradanlaşmıştır'. Söze geri dönmek ve bağlantıyı kurmak gerekirse, iktidar kamusal alanlara müdahale ederek ve aslında onları kendi kontrolü altında politik eylemde bulunmalarını sağlayarak kendi boyunduruğu altına alabilir. Zincirlerinin onlara yetecek kadar uzun olduğunu sanıp, boyunlarındaki tasmayı göremeyen insanlar ise artık iktidarın elindedirler. Peki nasıl oluyor da iktidar politik eylem yeteneğimizi sınırlamayı biz fark etmeden başarıyor ve biz daha özgürmüşüz hissine kapılarak baş kaldırmıyoruz? İşte burada da 20. yüzyılın başka bir önemli filozofu olan Michel Foucault devreye giriyor.

Foucault'nun asıl ilgilendiği konu şu olmuştur: İktidar'ın bize dayatarak bizi kontrol altına almaya çalıştığı bireyselliği ve öznelliği (özne yani "sujet" burada çift anlamlı olarak hem türkçedeki özne anlamında hem de yönetilen, tebaa anlamında kullanılmıştır) nasıl deşifre edebilir ve aşabiliriz. Foucault'a göre her iktidar bize bir şekilde bir öznellik ya da diğer bir deyişle kalıp dayatır. İktidar'ın söylemsel pratiklere uymayan bireyler ise bu kalıp içerisinde yaşar ve bunun farkında olamaz çünkü bunun sadece 'normal' olmanın bir parçası olduğunu sanar, söylemsel olmayan pratiklerde ise birey akıl hastanesine tıkılır ya da iktidarı kabul etmenin getirdiği sosyal avantajlardan, örneğin normal olmaktan mahrum bırakılır. Bu söylemsel pratikler ise insanın düşünme yeteneğini kısıtlayan kabuklardır. İnsanlar normal olduklarını ve bu normal oluşlarının getirdiği özgürlüğü kullandıklarını düşünürken asla iktidarın "normal" olarak varsaydığı şeyi yaşadıklarını, yani bir nevi kafes içinde olduklarını fark edemezler. Kendilerine yarattıkları özne tamamen iktidarın sınırlamalıyla belirlenmiştir. Sözde de bahsedilen sahte özgürleşme tam da budur aslında, normalleşerek özgür olduğunu sanan bireyin aslında en başında iktidarın istediği yola sokulmuş sahte bir özgürlük yaşıyor oluşu. Bu durumun örneği edebiyatta da gözler önüne serilmiştir. George Orwell'in 1984'ündeki yeni söylem sadece iktidarın istediği şeyleri konuşmanıza izin verir, Büyük Birader'in düşmanlarına istediğiniz kadar hakaretler yağdırabilirsiniz, yeter ki iktidarın söylemenize izin verdiği şeyleri söyleyin, yani iktidarın isteği doğrultusunda konuştuğunuz sürece istediğiniz kadar konuşabilirsiniz, ki insanları 'o alan' içinde kalmak koşulu ile daha 'muhalif' olmaya teşvik etmek de böyle bir şeydir. Böyle bir ortamda 'muhalif' olmak da bir illüzyondur çünkü iktidar söyleyebilceğiniz şeyleri kontrol ediyorsa, zaten 'muhaliflik' de sahte bir başkaldırıdır. Bunu birbirinden nefret ettiğini söyleyen iki siyasetçinin verilen bir davette yan yana oturması gibidir, her muhalif düzenin sonu iktidara çıkar. Bu duruma edebiyattan verilebilecek bir başka örnek ise Kafka'nın Dava'sıdır. Dava kitabında ana karakter Josef K. nedensizce tutuklanmıştır. Kendi suçsuzluğuna inanan K. mahkemeye başvurarak kendi suçsuzluğunu ispatlayabileceğini, bu yolla da tutsaklıktan kurtulabileceğini düşünür fakat aslında ona tanınan bu alan tamamen sahtedir. Onu zaten tutuklamış iktidar, kurtulma özgürlüğü varmış izlenimini verir fakat yine Josef K.'nın çıktığı yer aynıdır, yani iktidarın kapısı. İktidarın isteğinin dışına çıkamayan Josef K. kendini özgür sanmış ve sistem içinde harcanmıştır. Hitler'in Polonya'da zulmü görenlerin şikayetlerini iletmeleri için kurdurduğu kurumlarda da Yahudiler'i çalıştırması bunun benzer bir örneğidir. Zulme uğrayan Yahudiler, onlara zulm eden rejimi yine zulm edilenlerin çalıştırıldığı zulm edenler tarafından yönetilen bir kuruma şikayet eder, yani yahudiler asla eziyetçilerine ulaşamaz, fakat ulaşabilirlermiş ilizyonuna maruz kalırlar.

Sözde bahsedilen olguya, Gramsci'nin tabiri ile "hegemonya"ya verilebilecek başka bir örnek ise Fordizm'de görülür. Seri Bant üretimin ilk hayata geçiricisi olan Henry Ford çoğu kapitalistin aksine işçilerine yüksek maaşlar vermiştir, burada Ford işçilerine yüksek maaş verirken tabi ki de derdi işçi hakları değildir. Burada sihirbazların yaptığı numaranın aynısını taklit etmektedir. Sihirbazlar asıl sihir numaralarını yaparken gösterişli hareketler ile dikkati başka yere çekerler ki kimse sihirin gizemli perdesinin araksındaki gerçeği anlamasın. Ford'un da burada yaptığı tam olarak budur; işçilere yüksek maaşlar vererek ''emek sömrüsünün olmadığına'' inandırmak, böylece işçilerin esaret altında olduklarını anlamasını engellemek. Sözde bahsedilmiş olan özgürlük ilüzyonu ile benzerlik apaçık ortadadır.

Sonuç olarak Noam Chomsky'nin sözde belirttiği gibi iktidar, tartışmalar yaptığımız, Arendt'in deyimiyle kamusal alanları kendi kontrolü altına alır, kendi isteğine göre kısıtlar ve bizim iktidarın isteğine göre şekillenirken sahte olan ama bizim fark edemediğimiz ve kendimizi daha özgür yahut 'normal' sandığımız bir kafese girmemizi sağlar. Kafesin içinde sadece istediklerini istediğimiz kadar konuşmamıza izin verir ve bu kafes hayvanat bahçesindeki hayvanların kafesleri gibi o kadar geniştir ki tutsaklığımızın ve edilgenleştirildiğimizin farkına varamayız, iktidarın dayattığı sınırlar ile kısıtlanırız.

Bu sözde eleştirilen kısıtlamayı ve itaatkarlığı olumluyan filozoflarsa yok değildir. Thomas Hobbes İngiliz İç Savaşı'nın tüm vahşetini görmüş, ve otoritenin bazen de ne kadar değerli olduğunu görmüştü. Ona göre insan kötü ve bencil bir yaratıktı. Bu bencilliğinden dolayı ise her zaman kendince iyi olana yönelirdi. Lakin o insandan başka insanlar olduğu için çıkar çatışması olur ve bu da kaos ile sonuçlanırdı. İnsanın doğal durumundaki bu şiddet ve kaosu çözmek ise sadece insanların iktidar boyun eğmesinden geçiyordu. Yani ancak ben ve benle aynı şeyi isteyen başkası, istenilen nesne üzerinden iddia ettiğimiz haklarımızı ve özgürlüğümüzü devlete devredip boyun eğersek çatışma ve kaostan kurtulabiliriz. Hobbes'un bu otoriteriteyi destekleyen fikri doğrudan insanları özgürlük ilüzyonu ile kontrol altına almayı önermese de bu fikrin 20. yüzyılda geldiği hal, yukardaki söz gibi eleştirilerin ortasına çıkmasına neden olmuştur. Aynı zamanda da Bakunin gibi ikitdarın olmamasını savunan anarşistler de yol kat edememiş ve iktidarsız bir toplumun kağıt üzerinde güzel ve mümkün olduğunu gösterebilmiş olsalar da bunu pratiğe dökememişlerdir.

Günümüze bakılacak olursa da zaten durum anarşistlerin istediğinin çok aksindedir. Foucault'un deyimiyle: "İktidar her yerdedir". Okulumuzda, evimizde, alış-veriş merkezlerinde ve bizi çevreleyen kafesin olduğu her yerde ve bu kafes yıkılmadığı sürece de böyle devam edecek gibi gözüküyor.



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

“Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır.” J. J. Rousseau

EN İMKANSIZ HAYAL : MUTLULUK 

J.J Rousseau'nun bu alıntısı ile açıklamak istediği ana düşünce, mutluluğun süreklilik arz eden bir duygu oluşunun aksine, insanın ve etrafındaki her şeyin bu sürekliliği engelleyecek derecede değişken ve belirsiz olduğudur. Bu değişkenliğin de mutluluğun elde edilebileceği kaynakların değişmesine yol açmasından dolayı insanın mutluluk tasarılarının asla amacına ulaşamayacağıdır. Yani kısacası, mutluluk süreklidir, insan ve çevresindekiler ise sürekli değişir, onu mutlu eden şeyler de öyle. Bu durumda da mutluluk, insanın elde edebileceği bir şey değil ancak bir hayaldir. Bu düşünce ise üç temel üstüne kuruludur. Bunların ilki mutluluğun sürekli oluşu, ikincisi, insanın ve etrafındaki her şeyin değiştiği ve son olarak da mutluluğun insan için erişilemez olduğudur. Her ne kadar bu söz ilk bakışta açık gözükse de, bu sözü ve içinde barındırdığı düşünceyi daha derinlemesine anlamak için sözü oluşturan üç ana etmeni, ve bu düşünceler üzerine çalışmış fikir insanlarını incelememiz gerekmektedir.
Mutluluğun sürekli olduğu düşüncesi J.J Rousseau'dan çok önce, Helenistik dönemde de üstüne konuşulmuş bir konuydu. Mutluluğun ne olduğu ve nasıl elde edilebileceği, o dönemin ekollerinden olan Stoacılar tarafından incelenmişti ve vardıkları sonuç mutluluğun bir kez elde edildikten sonra kişi istemedikçe kaybedilemeyecek sürekli bir duygu olduğu yönündeydi. Stoacılara göre insan, sadece elindekilerle yetinmeyi bilerek, daha fazlasını istemeyerek ve boş isteklerden kaçınarak mutluluğa ulaşabilirdi. Umuda kapılmak ve bunun için 'boş' bir çaba göstermek ise mutsuzluğun asıl kaynağıydı; çünkü insanın elde edebileceklerinin bir sınırı vardı, ve bir süre sonra bu sınıra gelinecek, insan artık istediğini veya umduğunu elde edemeyince mutsuzluğun belki de en kötüsü olan hayalkırıklığı ile yüzleşmek zorunda kalacaktı. Ayrıca kendi bakış açımız haricindeki diğer (dış) etmenleri kontrol edememizden kaynaklı elimizdekileri kaybetmemiz de bizleri gene aynı sona çıkaracaktı. Bundan dolayı Stoacılar, Epiktetos'un "İnsanlara rahatsızlık veren, olayların kendisi değil, bu olaylara getirdikleri bakış açılarıdır." sözüyle de açıklamak istediği gibi, mutluluğu dış etmenlerden bağımsız olarak tasarlamışlar ve mutluluğun tek kriterinin kendi bakış açımız olduğunu söylemişlerdir. J.J Rousseau ise mutluluğun sürekli bir durum oluşunu aynı Stoacılar gibi kabul etmek ile birlikte, insanın bu mutluluğa ulaşabileceği konusunda Stoacılara katılmamaktadır. Bunun temel nedeni ise Stoacıların mutluluğu dış etkenlerden bağımsız elde edilebilen içsel bir şey olarak tasarlarken, sözde de anlaşılabilceği üzere J.J Rousseau'nun mutluluğun kaynaklarının dış dünyada olduğu ve dış etmenlerin insanın mutluluğu üstünde bir etkisi olduğunu düşünmesidir. J.J Rousseau'nun bu dış etmenlerin sürekli değişim içinde olduğunu söylediğinden dolayı da dış etmenlere bağlı olduğunu kabul ettiği mutluluğun, Stoacıların mutluluğu kadar erişilebilir olmaması gayet doğaldır. Peki ya J.J Rousseau'ya göre, mutluluk duygusunun bu sürekliliğine engel olan insandaki ve çevredeki bu sürekli değişim nedir? Bunu anlamak için ise bir Antik Yunan filozofu olan Herakleitos'un düşüncelerini incelememiz gerekir.

Herakleitos her ilkçağ filozofu gibi doğayı yakından incelemiş ve ondan esinlenmişti. Gözlemlediği en önemli şey ise, hiçbir şeyin sabit olmayışıydı. Gördüğü her varlık sürekli bir devinim içindeydi, asla sabit olan, yerinde sayan bir şey yoktu. Herakleitos ise bu fikrini şu söz ile dile getirmişti: " Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın", çünkü ona göre hem nehir sürekli değişmektedir hem de insan. Bu yüzden de ikinci kez aynı nehire girdiğinizi sansanız da ne kişi aynıdır ne de nehir. Bundan yola çıkan Herakleitos'a göre evren sürekli bir değişim içindedir, hatta öyle ki ona göre evrende "değişmeyen tek şey değişimin kendisidir". İnsan da etrafındaki her şey gibi sürekli bir devinim ve oluş içindedir. Herakleitos bunu, ilkçağ filozoflarının çokça sorduğu "arkhe nedir?" sorusuna ateş yanıtını vererek örneklemiştir. Ateş, su ve havadan daha farklı olarak çok daha değişkendir ve yanma statik bir durum değil dinamik bir süreçtir. Evren de ateş gibi dinamik bir süreç içerisinde olduğundan içinde sabit bir şey bulunamaz. İnsan da, çevresindekiler de evrenin içinde oldukları için bu devinimin bir parçası halindedirler, dolayısıyla sürekli değişirler. İşte bu fikir, sözde J.J Rousseau'nun kast ettiği değişimin kendisidir. J.J Rousseau'da Herakleitos gibi insanın ve dış koşulların sürekli değişimini savunduğundan dolayı bu sözde, insanın ve insanı mutlu eden koşulların Herakleitos'un evreni gibi sürekli bir değişim içinde olduğunu, bu yüzden de mutluluğun sabit bir temele oturtulamayacağını söylemiştir.

Sözün iki dayanak noktasını felsefe tarihi içinde inceledikten sonra, bu iki düşüncenin sonucundan çıkan diğer bir düşünceyi, yani mutluluğun insan için mümkün olmadığı ve sadece bir hayal olarak kalabileceği düşüncesini incelemek gerekir. Bunun içinse 19. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olan Schopenhauer'ın bu konu üstündeki düşüncelerinden bahsetmemiz gereklidir. Schopenhauer'e göre insan da evren de doğaları gereği mutluluk için yaratılmamıştır. Schopenhauer, oldukça pessimist bir filozof olarak, bu dünyanın olabilecek en kötü dünya olduğunu savunmuştur. Ona göre tüm dünya "istenç"e göre hareket eder. İstenç ise arzudur ve bir şeyin eksikliğinden kaynaklanır. Bu eksik ise asla tam olarak giderilemez çünkü bir eksik kapatıldı mı yerine yenisi gelir. Bir arzu tatmin edildi mi yeni bir arzu belirir. Ama zaten arzunun tam olarak bitmesi de can sıkıntısına yol açacaktır. Bundan dolayı insan, arzulama ve can sıkıntısından oluşan bir acı çemberinin içindedir. Bu kötü evrende ise insanın hala mutlu olmak için dünyaya geldiğini sanması aptallıktır. Filozofun şu alıntısı da zaten durumu açıklar. "Doğuştan gelen bir kusurumuz var; hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanıyoruz...Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, mutlu bir yaşam sürdürmeye olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız." Ona göre dünyaya mutlu olmaktan ziyade, Pavese'in dediği gibi "acı çekmek için gelinmiştir". İşte arzu ve can sıkıntısı arasında kalmış insanın mutluluğa ulaşabileceğini düşünmesi de J.J Rousseau'nun da dediği gibi hayalden başka bir şey değildir.

Son olarak toparlamak gerekirse, J.J Rousseau Stoacılar gibi mutluluğun sürekli bir durum olduğuna katılsa da, mutluluğun dış etmenlere bağlı olduğunu söyleyerek Stoacılardan ayrılmıştır. Dış etmenlerin ise sürekli değiştiği konusunda Herakleitos'a katılan J.J Rousseau, bu sözünde, sürekli değişim nedeniyle mutluluğun elde edilemeyeceğini belirtmiş ve ardından da, mutluluğa erişmenin bir hayal olduğu ve mutluluğun insan için olmadığı konusunda Schopehauer ile hem fikir olarak fikrini ortaya koymuştur. Bu da bizlere "Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır." sözündeki anlamı verir. Buradaki düşünce günümüzdeki mutluluk odaklı perspektife ağır bir eleştiri niteliğindedir.


 Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme

BÜTÜNÜN PARÇASI

Spinoza'nın bu alıntısında aktarmak istediği ana düşünce; insan zihninin yani benliğinin biligisinin artması yoluyla doğayı ve kendisini daha iyi tanıdığı, kişinin kendini daha iyi tanımasıyla da aklı yoluyla koyduğu kurallar sayesinde boş işlerden uzaklaşarak darvanışlarını daha kontrollü ve iyi hale getirebileceğidir. Yani kişinin darvanışlarının iyi hale gelişi ve kendini lüzumsuz işlerden kurtarması, tamamen kendini ve doğayı anlamasından geçer. Bunu başarmak için de zihnin daha çok bilgiye ulaşması gereklidir. Bu söz aslında Spinoza'nın felsefesindeki temel noktaların bazılarını çok iyi bir şekilde anlatan bir sözdür, fakat alıntıyı daha iyi anlayabilmek için Spinoza'nın felsefesini irdelemeden önce sözün temel noktaları olan zihnin doğayı ve kendini tanımasının ve bunların iyi davranışa etkisinin Spinoza öncesinde felsefe tarihinde nasıl işlendiğini incelememiz gerekir.

Zihnin kendini tanıyarak iyi davranışa ereceğini söylemiş ilk düşünür Sokrates'tir. Sokrates'e göre insanın amacı mutluluğa/ruh dinginliğine (eudaimonia) ulaşmaktır. Kişinin bunu başarmasının tek yolu ise kendini tanımaktır. Eğer bir kişi ahlaken kötü kabul edilen hareketlerde bulunuyorsa bunun sebebi kendisinin gerçekte mutsuz oluşudur ve bu ancak ve ancak kendini tanımamasından kaynaklanır. Örneğin, Ahmet kendisinden akademik anlamda başarılı olan Ömer ile dalga geçiyor olsun. Ahmet hem kötü bir davranışta bulunmaktadır, hem de belki de bu davranışının kaynağı olan kıskançlığını oluşturan kendi başarısızlığı, Ömer'le dalga geçmesi ile yok olmadığı için mutsuzluktan kurtulamayacaktır. Eğer Sokrates milattan önce 400'lerde değil de Ahmet'in yaşadığı çağda bulunsa ve Ahmet'e bir tür tavsiyede buluncak olsaydı, bu tavsiye kendini tanı olurdu, çünkü Ahmet'in kendini tanıyıp kıskançlığının farkına varması, bu kıskançlığın da aslında kendi başarısızlığından ötürü ortaya çıkmış olduğunu anlayıp daha çok ders çalışmaya başlaması, hem ona iyi davranışı getirecek hem de onu içinde bulunduğu mutsuzluktan kurtarıp mutluluğa ulaştıracaktır. Ayrıca Ahmet, Ömer ile dalga geçmek gibi ahlaken olumsuz ve boş bir işten uzaklaşıp çalışmak gibi verimli bir işe kendini verecektir. İşte bu örnekte de ortaya konulduğu üzerine aynı sözdeki gibi zihnin kendini tanıması iyi davranış için oldukça önemlidir. Peki ya sözün bir başka temel düşüncesi olan doğayı anlamanın iyi davranışa nasıl bir etkisi vardır. Bunun içinde Spinoza'nın çok etkilendiği Stoa Felsefesine bakmamız gerekmektedir.

Stoacılığa göre doğanın işleyişi mükemmeldir. İnsan, her canlı ve cansız varlık gibi bu mükemmel bir bütünün parçasıdır. Evren, aslında insanın dışında bulunanan ayrı bir şey değil, insanı da kapsayan, onu da içeren bir şeydir, Stoacı felsefenin de çıkış noktası zaten budur. Stoacı felsefenin en büyük düşünürlerinden Marcus Aurelius'un ''Doğa'ya uygun olan hiçbir şey kötü değildir" sözü de aslında doğaya atfettikleri bu mükemmelliği gösterir. Doğa her şeyin düzenleyicisi, kendisi ve yöneticisidir, en büyük ve mutlak iyidir. Bu yüzden de kişi erdemli bir yaşama ve bunun getirisi olan mutluluğa ancak doğayı anlayarak erebilir. Çünkü doğayı anlayan kişi aslında kendini, ve kendi de içinde bulunmak üzere her şeyin birbirine bağlı olduğu düzeni de anlarr. Bu düzene uygun yaşayan kişi de erdemli yaşama ulaşır. Zaten erdemli bir yaşam da insanı elbette ki mutlu edecektir. Bu yüzden diyor Marcus Aurelius, kendi ile uyum içinde yaşayan doğa ile de uyum içinde yaşar. Stoacılıkta ise erdemli yaşamı engelleyen tek şey, sözde de "boş işler" olarak bahsedilen doğaya aykırı davranışlardır. Stoacı felsefenin kurusucusu Kıbrıslı Zenon'a göre insan arabaya bağlanmış bir köpek gibidir. Araba doğayı temsli etmektedir. Köpek arabanın gittiği yönün aksine gitmeye ne kadar çabalarsa çabalasın, eline kendini hırpalamasından başka hiçbir şey geçmeyecektir. O zaman diyor Zenon, köpeğin yapması gereken karşı çıkmak değil, gittiği yolu sevmeyi öğrenmektir. Yani kişi doğasına uygun olmayan işlerle kendine zarar vermek yerine, doğaya uygun olanla ilgilenmelidir, ancak böylece erdemli ve mutlu bir yaşama ulaşılabilir.

Spinoza kurduğu sistemiyle Sokrates'ten başlayarak en sevdiği filozof olan Seneca'nın da içinde bulunduğu Stoacı felsefenin temel prensiplerini de kapsayan bir felsefe geliştirmiştir. Spinoza'ya göre evren tek bir tözden oluşmaktadır. Spinoza'nın monizmindeki bu tek töz de Tanrı/Doğa'dır. (Bu anlamda Spinoza'nın Stoacılıkta da görülen panteizmi yetkinleştirdiği söylenebilir.) işte bu Tanrı/ Doğa her şeyin temel nedenidir. Her varlığı oluşturan temel yapı birimi ve düzenin de kendisidir. Etrafımızda gördüğümüz her varlık ise bu tek tözün bir "modus"udur. Yani aslında şu masa ve kalem aynı tözün, Tanrı/Doğa'nın, farklı görünümleridir. İnsan da aslında kalemden de masadan da farksızdır. Spinoza'ya göre insan ya da bilinç, Descartes'deki Kartezyen ayrım gibi nesnelerin dışında onlara etki edebilen özgür iradeli bir özne değil, tam tersine bir nesnedir. Spinoza'nın "Havaya atılan bir taş düşünebilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı." sözü, filozofun özgür irade hakkındaki düşüncelerini gayet net açıklayan bir alıntıdır. Yani insan da diğer nesneler gibi doğanın akışında, deterministik bir şekilde bulunur. Doğanın akışı nasıl gerekitiriyorsa, insan da öyle davranır. Doğanın düzenini anlamak ise insanın nasıl davranması gerektiğini anlamasına yardımcı olur. Çünkü, doğayı anlayan kendini de evrensel düzeni de anlayacak, böylece Spinoza'nın insanın doğası olduğunu düşündüğü eylem gücünü arttıran şeye yönelme yani erdemli davranışı gerçekleştirme kabiliyetine sahip olacaktır. Peki insan özgür iradeye sahip olmazken erdemli davranmak gibi bir seçeneğe nasıl sahip olsun? Spinoza'ya göre insan teorik olarak özgür olmasa da kendini arzularından ve zihni tarafından belirlenmemiş isteklerden uzak tutarak pratikte kendini kör arzusunun kıskacından kurtararak özgürleşebilir. (Buradaki "özgürleşme" özgür irade probleminden tamamen farklıdır). Bu özgürleşme ile de erdemli davranışa yaklaşmış olur. Yani kişi kendini boş arzulardan aklın kuralları yoluyla kurtarak doğaya uyar ve erdemli olur. Kısacası kişi makroevrendeki bir mikroevren, yani bir bütünün daha küçük olan ama özdeş de olan parçası olarak doğayı tanıyarak kendini de tanır. Bu kendini tanıma ile nasıl davranması gerektiğine ulaşır, aklın kurallarının kılavuzluğu ile kendisini kısıtlayan boş işlerden ve arzularından kurtulur ve böylece erdemli yaşama ve mutluluğa ulaşabilir. İşte tam da bu yüzden insan "ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."


Hiç yorum yok: