11 Haziran 2023 Pazar

Selim Karaot / Validebağ Fen Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Onuncusu

Final Yarışması Yazısı

"Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir "iç" yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın" Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.

İNSAN VE TOPLUM PSİKOLOJİSİNE YAKINDAN İNCELEME: KOLEKTİF DEĞERLER, BİREYCİLİK VE ÖDEV AHLAKI

Her şeye sıkı sıkı sarılırız, her şeye, zamana, yerlere, insanlara, şeylere sıkı sıkı yapışırız; her birimiz için bu önemlidir, önemli olacaktır; biz kendimizin ancak en küçük parçasıyız. Deyim yerindeyse, bütün dünyaya yayılırız ve bu geniş alanın tamamı konusunda hassaslaşırız… İnsanları kendilerinden bu kadar uzaklaştıran sizce doğa mıdır? Her birimiz savunmasız hücrelerimizin içinde esir gibiyiz. Kimse bizi buraya zorla koymadı; üstelik anahtarın içeride olduğunun da farkındayız. Bu anahtarı bulabilirsek kapıyı açabilecek ve özgürlüğümüze kavuşabileceğiz. Ama acaba bu anahtar nerede? Yerini bilip anahtarı bulsak ve kapıyı açsak bile dışarı çıksak nereye gideceğiz? Yazımın devamında toplum ve birey ilişkisinde kayda değer fikirlere sahip olan Rousseau, Hobbes ve Kant'ın fikirleri dahilinde bunları inceleyeceğim. Fakat öncelikle sizlerden bir ricam olacak.

İnsanı matematiksel bir kesirin payı olarak düşünelim, payda kısmını da toplum. Yani insanın değeri, paydasına ve bütüne yani topluluğa -ters orantıyla- bağlıdır. Bu durumun dolayısıyla paydanın yani toplumun değeri arttıkça insanın değeri küçülmeye devam edecektir. İyi toplumcular ve kurumlar insanı doğa dışı hale getirmeye, bağımsızlığını bağımlılıkla takas etmeye, birimi grubun içine karıştırmaya en uygun olanlardır. Bunu yaparlar çünkü sosyal yaşamda doğal hislerinin bütünlüğünü ve üstünlüğünü koruyan birinin ne istediğini bilebileceğini bilirler. İnsanlar kendileriyle her zaman savaşır, arzularıyla görevleri arasında tereddüte düşer, ne tam olarak insan ne de tam olarak vatandaştırlar. Yani ne kendilerine ne de başkalarına faydaları dokunamaz. Bu anlatımdan çıkarılacak olan sonuçlar 1) insanın değerinin topluma verilen önemin arttıkça düştüğü ve 2) ‘’iyi görünümlü’’ kişilerin toplumun payında yer alan insanların bireysel değerini düşürmeye en yatkın kişiler olduklarıdır.

Rousseau eserine ünlü cümlesiyle başlar: ‘’Failin elinden çıkarken her şey iyidir; her şey insanın elinde yozlaşır.’’ Bu ifade hem Rousseau’nun hem de yaşanılan dönemlerin belirgin özelliğidir. Aynı zamanda Rousseau bu ifadesinin ardından ‘’Doğal insan tamamıyla kendidir; yekpare bir birim, mutlak bir bütündür.’’ cümlesiyle baş döndürücü yüksekliklere tırmanır fakat doğal insanın tepeden tırnağa kolektif yani kendinde olduğu kadar başkalarında da olduğunu, birimden ibaret olmadığını tamamıyla unutur. Bence Rousseau böylece aldanır. Zira bu durumun yeni bir gelişim olduğuna inanır. Ama öyle değil; biz bunun ancak yakın zamanda bilincine vardık; o hep böyleydi ve başlangıcına ne kadar inersek o kadar ortaya çıkmaya devam edecek. Çünkü bu, Rousseau’nun da tasvir ettiği, Levy Bruhl’ün münasip bir biçimde gizemli katılış (zayıf bir zihin, sınır problemi kaynaklı yanılgıdan mı yoksa derin bir bilinç dışı algının dışavurumu ile ilgisi) dediği ilkel kolektif zihniyettir yalnızca. Bu bireyciliği baskılamaktır. Öyle ya da böyle yakın tarihli bir baskılama değildir bu, kolektifliğin ezici gücünün yeni bir anlamı ve farkındalığıdır. Haliyle bu güç kilisenin ve devletin kurumlarına da yansıtılır, sanki fırsat verildiğinde  ahlaki emirlerden kaçmanın zaten yeterince yolu yokmuş gibi! Bu kurumlar kendilerine atfedilen her şeye kadirliğe asla sahip değildirler, her türlü yenilik yanlısı onlara bu nedenle zaman zaman saldırır; baskılama gücü her birimizde, bizim barbar kolektif zihniyetimizde bilinçdışı halde vardır. Kolektif psişe için, her bireysel gelişim toplumun gözünde nefret uyandırır, zira kolektifliğin amaçlarına doğrudan asla yaramaz. Nitekim söz ettiğim bireysel değerin gelişimi olmakla birlikte kolektif bakış açısı hala o kadar çok belirleyicidir ki gördüğümüz gibi bireyin payını zamanımızda bile iyice küçültmektedir.

Bu durum yüzyıllar boyunca sekülerizmden çok uzak olan ve tamamen kilisenin onlara dayattığı ilkelere uyarak Tanrı’nın yolunda iyiliğin ve cennetin ufkuna ulaşabileceklerini zanneden kişileri sertçe eleştiren rasyonalizmin ve bilimin izinde yürüyen pragmatist bilim adamları tarafından da düşüncelere geçmiştir. Kolektif değerlerde dinin yerine bilimin izinde yürümeyi amaç bilmiş insanlar yabancı ya da zahiri kimseler değillerdir. Onlar için sonuç ise hem uzmanlık alanlarında hem de kendini  ayrıştıran ya da uzmanlık düzeyine gömülen her insanın psişesinde yoksullaşma ve kurumadır. Bilim insan hayatı için değerini kanıtlamalıdır; sahip olması yetmez, hizmetkar da olmalıdır. Böyle hizmet ederse kendini iki paralık etmiş olmayacaktır. Bilim, psişenin ayrılıkları ve huzursuzlukları karşısında bize içgörü vermesine, böylelikle özünde bulunan entelektüel maharetlerine derin saygı duymamızı hak etmiş olmasına rağmen bilime mutluluk hedefi yüklemek yine de ciddi bir hata olur, onu basit bir alet haline getirerek acizleştirir. ‘’İdealizmin evrenselliğini sınır kabul etmek ve daha dolu dolu bir hayat yaşamak için…’’ iddialarını göz önünde bulundurursak idrakin tek başına kapsayabildiğinden daha büyük psikolojik bir evrensellik garantisi verebilen bir ‘’ruh rektörü’’ aramak zorunda kalırız. (İsmini benim koymuş olduğum ‘’ruh rektörü’’ ifadesi, insanın somut veya soyut yaşantısında engellerle karşılaştığında kedine rehber olarak atamış olduğu ve belli miktarda bilince sahip olan spiritüel düşünceye denir.) Mesela Faust, ‘’Hissetmek her şeydir’’ diye feryat ettiğinde, sadece idrakin antitezini ifade eder, yani bu durumda kendisi sadece öbür uca yani bireyciliğin değerlerine gitmiş olur; dışadönük ve içedönük hissetmenin daha yüksek bir ilkede birleştiği psişeyi ifade etmeyi beceremez. Bu daha yüksek olan psişe, daha önce belirttiğim gibi, ya pratik bir hedef ya da kolektif değerleri içerir. Bütünlüğün hedefine ne bizatihi amaç olan bilimle ne de iç veya dış düşünmenin basiret gücünden yoksun olan hissetmeyle ulaşılabilir. İkisi de birbirine yardım etmelidir, yani kolektif değerler ve bireyci değerler arasında bir köprü kurulmalıdır.

Maurice’in ifadeleri bana Hobbes’un toplum ve insan ilişkisine dair kurduğu şu ifadeyi anımsattı: 
[Homo homini lupus, bütün hali Homo homini lupus est, "Bir insan başka bir insanın kurdudur." veya daha öz ifadeyle "İnsan, insanın kurdudur." anlamına gelen Latince bir atasözüdür. İnsanların fıtrat bakımından bir kurda benzer şekilde davrandıkları bilinen durumlara atıfta bulunurken anlam kazanır. Burada kurdun yırtıcı, zalim, insanlık dışı, kısacası medeniyetten uzak bir hayvana benzeyen niteliklere sahip olduğu ön kabulüylen hareket edilir. ]
Bu ifadeden çıkartmamız gerekenler şunlardır: 
1. Maurice’in de ifade etmiş olduğu gibi herkes değerler probleminde kurtlar gibi yalnızdır fakat bir popülasyona sahip toplu yaşamdan vazgeçemezler.
2. İnsanların da kurtlara benzer şekilde doğal toplu yaşamı sırf kendilerine yarar sağlandığı için değil, doğalarıyla uyumlu olanın bu olduğu ve o yolla mutlu olabildikleri için bu tarz bir yaşamı tercih ettikleridir.
Maurice’in ifadelerine tekrardan dönecek olursak: hiçbir toplu yaşam tamamen her bireyin bireyselliğine uygun şekilde seyir etmez, edemez. Her bir birey sağlıklı bir biçimde farklı alanlarda fikir sahibi olmalı ve kendi alanlarında ayaklar üstünde durabilmelidir. Bu demek değildir ki: Her insan sadece kendi fikirlerini savunmalı ve kolektif değerleri reddetmelidir. Bu düşünce yanlıştır çünkü daha önce de belirttiğim üzere, toplumsal yaşamda hem kolektif hem de bireysel değerlerin varlığı arasındaki köprü ile ulaşım sağlanır. En basit ve kur mantıkla düşünecek olursak: Her bireyin kendi bireysel değerlerini tamamen toplumun önüne koyduğu bir yaşantı, fazlasıyla yıkıcı olurdu. Buna benzer şekilde herkesin kolektif değerlere TAMAMEN uyum sağlamaya çalıştığı bir toplumsal yaşantı, hiçbir şekilde gelişmeye devam edemezdi. Her birimizin iç dünyaları benzer şekilde işleseydi, hayat tekdüze bir yaşantıya dönerdi. Çünkü yenilikler her zaman ‘’çölde haykıran ses’’lerden, yani farklılıkların tolere edilmesinden doğar, çoğu vakitte de iyilik için kullanılmıştır. 

XV.-XVI. yüzyıl tarihlerinde yaşamış olan Martin Luther’in (Alman keşiş, teolog, üniversite profesörü, Protestanlığın babası ve Lüterciliği yaratan, geliştiren ve yayan kişi.) özgün ve yenilikçi değerleri, Almanya’daki ortodoks kilise baskısına rağmen Kutsal Kitap’ın Almancaya tercüme edilmesinde rol oynamış, kiliseye karşı çıkarak  Kutsal Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde 1618’den 1648 yılına kadar sürmüş olan Otuz Yıl Savaşları’nın başlamasına dair sebeplerin başında gelmiştir. Savaşın 1635’e kadarki ilk kısmı, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Alman prenslerin ve dış güçlerin destekleyici bir rol oynadığı iç savaşlardan bir tanesiydi. İkinci safhada ise İmparatorluk, İsveç ve Fransa’nın İspanya ile müttefik olan İmparator III: Ferdinand’ın arasındaki daha büyük bir savaşa dönüştü. Savaş, hükümleri Bavyera ve Saksonya gibi devletlere imparatorluk içinde daha fazla özerklik ve Hollanda’nın bağımsızlığının İspanya tarafından kabul edilmesini sağlayan 1648 yılındaki Vestfalya Barış Antlaşması ile bitti. Savaş sonucunda, Habsburglar Fransa karşısında zayıflarken Avrupa güç dengesini değiştirdi ve XIV. Louis’in ölümüne yol açtı. Bu örnek üzerinden şu sorularda incelemeler yapmak istiyorum: 
1. Martin Luther zaten herkesin kabul etmiş olduğu belirlenmiş değerlerin bütününü oluşturan bu gücü neden yıkmak istedi? 
2. Martin Luther bunu sadece kendi yararı doğrultusunda mı düşündü yoksa toplumun üzerinde yaratabileceği değişken gücü de hissetti mi?
İlk sorunun cevabı basit: Ödeve uyması gerektiği için (Kant’ın ödev ahlakı). O çağda yaşayan biri olaraktan, Luther’in yerine kendimizi koyduğumuzda toplum için ayaklanmak hiç de fena olmazdı. Çünkü çürümeye başlamış bir diş olan kolektif değerlerin altında bireysel değerlerin ümidini bünyesinde barındıran yepyeni bir diş vardı. Kolektif değerler artık kolektiflikten çıkmış ve topluma delicesine zarar veriyor, Almanya’yı, gelişme ve yenilenme bakımından Aydınlanma Çağı ve Coğrafi Keşifler gibi yenilikçi ilerlemeler ile hız kazanmış olan Avrupalı devletlerin fazlasıyla gerisinde bırakıyordu. Bu sorun Luther’i ve dolayısıyla arkasında duran Alman halkını bu ideayı hızla mantıklı bulmaya itmiş demektir.
İkinci sorunun cevabı: Burada gerçekleştirilmiş olan hareket yerine sonuçlarını göz önünde bulundurarak analiz yapmak istiyorum. Bizim şu anda bu yaşanmışlığı incelediğimizde gözümüze en parlak şekilde yansıyan şey kolektif değerlerde meydana getirilmiş olan değişiklik olduğuna göre: Luther’in bunu kendine özgü değerlerini tek başına dayatmaya çalışması değil, halkta gördüğü arz ve istekler doğrultusunda kendileri oluşturdukları yepyeni kolektif değerler ve kendisinin bireysel değerleri arasında kurulan köprü yolu ile gerçekleştirmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Felsefenin temel problemlerinden olan ''Değerler Problemine'' bir profil oluşturmak istiyorum. Bu profilin sahibi ''bireyciler'' diye düşünelim. Bireysel değerlerini kolektif değerler ile başarılı şekilde birleştirmiş kişiler için ‘’bireyciler’’ ifadesini kullanaraktan: Bireyciler için kendi eylemlerinin fırsatçılığına güvenmek çok önemlidir. Ve tam da bu nedenle, her zaman her şey hakkında doğru bir şekilde bilgilendirilmelidirler. Tarih boyunca birçok imparatorluk bile kendilerine karşı neler planlandığından veya dış dünyada neler yaşandığından haberdar olabilmek için farklı topraklara elçilikler kurmuşlardır. Örneğin: 1798’de Fransa’nın Osmanlı toprakları olan Mısır’ı işgal etmesi sonucunda Osmanlı’nın denge politikasına başlaması, kısa sürede Avrupalı devletlerden sürekli olarak haberdar olma gereksinimini elzem hale getirmiştir. Dolayısıyla kritik durumlarda bireyciler, genellikle aktivitelerini ve eylemlerini zamanında tam olarak koordine eder: genellikle ilk darbeyi indirmeye çalışır, ayrıca bu darbe tamamen beklenmedik ve saldırı gücüyle baş döndürücü olmalıdır: çünkü riske çok fazla şey konmuştur ve kolektifin yararı da ön plandadır. Kendinizi bu kişilerin yerine koyduğunuzda şunu kısa sürede fark edeceksiniz: Bireyciler yaşamdaki kişilerin bilgilerini ve planlarını bilmeye ihtiyaç duyarlar. Ve tam da bu nedenle sakin ve ketum görünümlü kişiler kolektif değerler için savaşmaktan acizdir. Kim halkı endişelendiren şeylere karışmaz: yoksa nasıl ilerleyebileceklerini zaten biliyorlar mı? Belki de halkın ulaşmaya çalıştığı şeyi zaten elde etmiş ve bu yüzden sakin ve emindirler? En yüksek ihtimalle dışarıdan bireysel bir çıkarın güdüldüğünü düşündürtür. Bu yüzden bireyciler ve benciller asla anlaşamazlar. Kendi değerlerini toplum ile bütünleştirmeyi başarmış olan ve iyilik yolunda ayağa kalkan bireyciler, tarih boyunca önemli olayın pasif bir gözlemcisi olmamıştır, hatta ve hatta kendileri sebep olmuşlardır. Günümüzde bireyciler: gazeteci, uluslararası eleştirmen veya haber programlarında ve siyasi televizyon kanallarında konuşmacı olarak çalışıyor bile olsalar, sanki kendi aydınlattıkları bir soru etrafında belirli bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyormuş gibi, materyalleri sunarlar ve önderlik ederler. 

(Merleau-Ponty, akılcılığın hegemonyasına karşı "insan deneyiminin bütün öğelerine", özellikle de hep yanıltıcı ve ikincil sayılagelmiş "algı"ya, duyularımıza, vücudumuza hakkını vermeye çalışan bir filozof.) Bizi yazının başından beri toplum felsefesi ve ahlak felsefesinin en derin noktalarına ve temel problemlerine sürüklemiş olan bu filozofun yukarıdaki ifadesinde katılmadığım bir nokta var: bana göre her çağın görevleri farklıdır, şayet geriye dönüp bakarsak neyin olması gerektiğini ya da gerekmediğini kesinlikle fark edebiliriz. Bu nedenle Kant’ın ödev ahlakından da yola çıkaraktan ifadede bahsedilen ‘’…ancak o yolla mutlu olabildiği için.’’ ifadesine katılmıyorum. İnsan çürümüş kolektif değerlere karşı gösterdiği dirençte bireysel mutluluğundan değil, ödev ahlakından yararlanmalı. Böylece sadece kendi mutluluğu yani kendi bireysel değerlerine uygun şekilde değil, kolektife göre de hareket etmiş olur. Mevcut zaman ile birlikte geçmişte de, fikirler zıtlığı tolerans gösterilmediği sürece hep öfke saçar, zira ‘’Savaş her şeyin babasıdır’’ ve sonuca sadece tarih karar verir. Gerçeklik görecelidir, ebedi değildir, yerine başkası getirilebilecek bir programdır. Gerçeklik ne kadar ‘’ebedi’’ ise o kadar ölü ve değersizdir; kendisi apaçık olduğu için, bize daha fazla bir şey söyleyemez. Örneğin Freud’unki gibi içgüdü üzerine kurulan bir psikoloji doğası gereği Ben’i yok saymalıdır; çünkü Ben, varlığını bireysel farklılaşmaya borçludur, yalıtılmış karakteri onu genel biyolojik fenomenler dünyasından ayırır. Biyolojik içgüdüsel süreçler kişiliğin oluşmasına katkıda bulunmakla birlikte yine de bireysellik kolektif içgüdülerden temelde farklıdır; hatta, aslında bunların tam karşısındadır, tıpkı bireyin kişilik olarak kolektiflikten her zaman farklı olması gibi. Bireyin özü tam da bu farka dayanır. Her Ben psikolojisi, oluşumunda içgüdü-psikolojisi için gereken kolektif öğeyi dışlamalı, görmezden gelmelidir, çünkü bu, Benin kolektif dürtülerden farklılaştığı süreci tanımlar. Bu sürecin devamında da kolektif değerlerden bağımsız şekilde oluşturulmuş Benlik psikolojisi, kolektif değerler ile sağlıklı bir biçimde birleşerekten yol tamamlanmalıdır. 

Maurice’in ‘’değerler problemine’’ tek çözüm toplumdan uzaklaşarak ahlakı ve erdemleri en derinden sökmek değildir. Çünkü bu strateji, Maurice’in kendi paradigmasında da bahsettiği gibi, insanın kendine özel yenilikçi fikirleri ve toplumun değerleri ile arasında kurduğu köprünün temelden çatlayarak yıkılmasını sağlar. Yapılması gereken çözüm insanların birbirine her daim saygı duyaraktan kimseyi değerleri yüzünden tolumun dışına çıkarmamaya, uyumsuz ise bile tolerans gösterilmesiyle mümkün olacaktır. Tarih boyunca birçok insan bahsettiğim örneklerdeki gibi ‘’çölde haykıran bir sesi’’ toplumsal bir değişime götürmeyi başarmıştır. Bizim yurdun her köşesinde, toplumun içinde, üstünde veya altında göremediğimiz, hissedemediğimiz, duyumsayamadığımız veya hiçbir şekilde sezemediğimiz birinin ayaklanmasına muhtaç olan pek çok insan yaşamaktadır. Sevapvari ‘’biz’’ ve günahvari ‘’onlar’’ kelimeleri, toplumdaki insanları birbirinden farklı kılan, bizi onlardan farklı olmaya ve bir tarafın diğerinden üstün olmasına davet eden bu sözcükler kullanılmamalı ve toplumsal iletişim kuvvetlendirilmelidir. Maurice’in ifadeleri bizi şimdiki zamanda bile toplumsal yaşamdan bağımsız hale gelmeden fikirlerimizi özgürce belirtebilmeye ve insanlar ile uyum içerisinde yaşamaya çağırır. Biz, düşünebilen ve fikir sahibi olan toplumlar kendi aralarında hoşgörüyü daha üst cephelerde benimsemeli ve insanların kendi değer ve düşüncelerini özgür şekilde belirtmelerine zemin hazırlayabilmelidir. Saygı duyarak, başkalarını anlayarak, özneden nesneye yönelen bir empati kurarak ve insanlıktan umudumuzu kesmeden kenetlenebilmeli ve kolektif değerleri bu şekilde doğru ve sağlam hallere getirebilmeliyiz.

Kutsal Şefkat,  bilen ve uyanık özün doğrudan algılanmasıdır. Öz, gerçekliği bizim duyularımız, organizmamız ve değerlerimiz yoluyla yaşar. Bu açıdan bakılırsa insanoğlu İlahi bir farkındalığın duyu uzvu gibidir. Evren bizim vasıtamız ile kendini bilir. Anda ve doğamızın içinde yaşadığımız ve zihinlerimiz berrak olduğu vakit, özün parlak ve muazzam zekasına tanıklık ederiz. Zihnin bu şekilde berraklaşması ile benlik ve zihinsel sınıflar da genişlemeye başlar. Gerçek birliktir, gerçeklik de görecelidir, fakat asla yalnızca size ait değillerdir. Kimlik kaynağımız ve doğru yolumuz içn toplumdan uzaklaşmak zorunda değiliz. Kendimizi oluşması her an sürmekte olan evren ile bir hissederiz; o aynı zamanda içimizdedir. Her şey bizi değiştirmektedir ve takıldığımız hiçbir ideaya bağlı kalmak zorunda değildir. Her şey derin bir sakinlik içinde var olmakta ve sonra yok olmaktadır. Bu bağlanmama hali, toplum ve kendimiz de dahil tüm canlılar için engin bir şefkat beslememizi sağlar. Her şeyin geçici doğasını görürsek şefkatli ve affedici olmak kolaydır. ''Her şeyi anlamak demek her şeyi affetmek demektir.''

Her bir birey, yaratıcı fedakarlığın ışığında mı yoksa yıkıcı bencilliğin karanlığında mı yürüyeceğine karar vermelidir.
MARTIN LUTHER KING

2. Adım Yazısı 

"Mantık, doğaya karşı hiçbir şeye zorlamadığından, bunun sonucu olarak, herkesi kendini sevmeye, kendi yararını, kendi gerçek yararını gözetmeye, insanı gerçekten daha büyük bir kusursuzluğa götüren her şeye iştah duymaya, herkesi mutlak olarak, elinden geldiğince kendi varlığını korumak için çaba harcamaya zorlar. (…) Demek ki, hiçbir şey insana insan kadar yararlı değildir; bu yüzden, insanların bunu korumak için isteyebilecekleri en etkin şey şudur: Tüm insanların tüm nesnelerde bir araya gelmeleri, tüm insanların, tümünün zihinleriyle bedenleri neredeyse tek bir zihin, tek bir beden oluşturacak biçimde bir araya gelmeleri, varlıklarını korumak için çaba harcamaları ve tümünün birlikte kendileri için ortak yararı istemeleri. Bütün bunlardan çıkan sonuç, kendilerini usla yöneten insanların, yani usun yönetiminde kendi yararlarını gözeten insanların, başka insanların istemedikleri hiçbir şeye kendileri için iştah duymamaları, böylece, haksever, sadık, dürüst olmalarıdır." B. Spinoza, Etika

ETİK VE SİYASET FELSEFESİNE YAKINDAN İNCELEME: TRAJEDİNİN YÜZLERİ

Bilgiye yeni bir katkıda bulunan hiçbir yazı tamamıyla anlaşılma ayrıcalığından yararlanmaz. Yeni felsefi içgörülerin ilerleme kaydetmesi belki hepsinin  en zor olanıdır. Tecrübeye dayanan psikoloji her zaman kişisel ve mahrem meselelere değinir, dolayısıyla, insan psişesinde çelişkiliği ve açıklığa kavuşturulmamış her şeyi uyandırır. Benim az sonra bu konuda yapacağım yorumlar gibi, görüşlerin, önyargıların ve duyarlılıkların kaosuna dalınırsa bireysel psişik arketiplerin, eğilimlerin, görüşlerin çeşitliliğinin derin ve kalıcı izlenimi edinilir; öte yandan, bakış açılarının kaotik çeşitliliğine bir tür düzen getirme ihtiyacı da giderek hissedilir. Bu ihtiyaç, açıklaması çok spesifik olmayan, eleştirel yönelim, genel ilkeler ve kıstaslar gerektirir, bunlar ampirik materyalin ayaklanmasında sınır işareti hizmeti görebilir. Yazımın devamında bu ihtiyacın toplum ve birey üstünde şekillenişini ele alacağım.

Fıtratımız gereği doğa, ahlaki yaratılışımız gereği takip etmemiz gereken yolu bize gösterir. Alt örgütler (bireyler) temel kuvvetlerin mücadelesi azalmadan önce fiziksel insanın soylu oluşumuna ulaşamaz. Çünkü insanın hayatının sonuna kadar deneyimleyecek olduğu ruhtaki sıcak ve soğuk savaşı -sıcaklığı ısıtmaz bunun yerine yakar ve soğukluğu soğutmaz bunun yerine donar- asla son bulmaz. Keza etik insanda ideaların mücadelesi, kör içgüdülerin çekişmesi önce giderilmeli, sonra da biz insanın farklılığını destekleme cüreti gösteremeden önce onun içindeki ilkel antagonizme son vermelidir. Başka bir yanda, karakterin bağımsızlığı güvence altına alınmalıdır, biz onun içindeki çeşitliliği idealin birliğine tabi kılmadan önce yabancı despotik formlara biat, özgürlüğe kapı açmıştır. 

Spinoza’nın bu konuda gösterdiği fikirler, Hobbes’un düşüncelerini bize anımsatmaktadır. Hobbes, toplumun oluşma felsefesini “İnsan insanın kurdudur.” düşüncesiyle ortaya koymuştur. Herkesin herkesle savaşma durumu bireye fayda sağlamaz çünkü özgürlük bireyin kendisini güvende hissedebiliyor olmasıdır. Bu sebeple de kanunların varlığı aslında özgürlüğü kısıtlamayarak destekler bir pozisyonda yer alır. Ayrıca bireyin güvensiz hissetmesi bir süre sonra şahsi menfaatlerine de engel teşkil etmeye başlar. Bireyler bu durumda olmak istemez, bu nedenle de varlığını devam ettirme ve kendini sevme içgüdüsü baş gösterir. Bahsedilen süreç, bireyin kendinden üst bir güç olan devletten, toplum sözleşmesi ile güvenli bir teslimiyeti masaya getirir. Spinoza’nın sözlerinde de görebileceğimiz üzere bireylerin bu işe yönelik yüksek talebi; tüm insanların, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin ve tüm nesnelerin bir araya gelerek tek bir ruhu oluşturur ve bu ruh devletin oluşmasındaki en önemli yapıtaşı hâline gelir. Sonuç olarak devlet oluştu ve Spinoza’nın bahsettiği gibi halktan gelen “yöneticilerin aklıselim olması” beklentisini doğurur. Şimdiyse bahsedilen durum nasıl seyretmekte, bunu inceleyelim. 

Yaratılan fikirlerin ve ideaların aksine, hiçbir şey yaşanmamış gibi bu fikirler “uygar insanın” hedeflerine ulaşmasını engellediği için çağımızda ihmal edildi, bastırıldı. Ama bunlar tek taraflı ilgileri içerir ve insanın bireyliğinin mükemmelliğiyle hiç de eşanlamlı değildir. Demek istediğim yaşadığımız zamanda devletin ve kültürün amacı insanın bireyliğinin mükemmelleşmesi idealiyle örtüşmediği sürece bu işlevler küçümsenmeye ve bir ölçüde bastırılmaya maruz kalmıştır. Bastırılmış işlevlerin bilinçli kabulü iç savaşa eşdeğerdir; daha önce baskı altında tutulan zıtlar serbest bırakılır ve “karakterin bağımsızlığı” bir an önce yok edilir. Bu bağımsızlığa ancak bu çekişmenin çözümüyle ulaşılabilir, bu da zıt kuvvetlerin üzerinde despotik otorite olmaksızın imkansız gibi gelir. Özgürlük konusunda bu yolla anlaşmaya varılır ve ahlaken özgür bir kişiliğin inşası bu olmaksızın aynı derecede imkansızdır. Özgürlük korunursa kişi içgüdülerin çekişmesine teslim edilir. Hayattan örnek verecek olursak: Toplumsal düzeyde halkın faydası için yapılan girişimlere karşı, düşmanlığını her zaman ilan eden özgürlükten korkan insanlar bir yerde kendilerini rahat bir köleliğin kollarına bırakacaklar, başka bir yerde, ukala hükümetin umutsuzluğa yönlendirmesiyle, doğal durumun vahşi sefahatine kapılacaklar. İnsanların yaptığı her işin büyük hükümdarı olan “basiretsiz kuvvet”, ilkelerin yakandan çekişmesi sona erinceye kadar, insan doğasının güçsüzlüğü gasp edilecek, haysiyeti ezilecektir. Bu örnekten yola çıkarak toplumsal durumlarda rol almaktan korkan insanların edilgenlikleri, hem kendileri hem de haklarına girdikleri masum insanlar için bir yaptırıma dönüşür. Spinoza’ya katılıyorum, insanlar idealize toplumu yaşatabilmek için tek bir beden olabilmeliler. Bu nedenle edilgen olmaktan uzak durulmalı, herkes kendi hakkını yeri geldiğinde savunabilmelidir. Bunun gerçekleşmesi için de her bir bireyin iyi bir eğitimden geçmiş olması gerekir. Yani devlet bu durumdan bağımsız değildir. 

Mesela Fransa’da çağdaş devrim, kanlı arka plana rağmen bu ifadelerime hayat verdi: Hızla yükselen idealizm; felsefe ve akla yol açtı, kanlı bir kaos sonlandı ve Napolyon’un despotik dehasına kaynak haline geldi. Zira zincirlenmemiş hayvanın gücü karşısında Akıl tanrıçası kuvveti yetersiz kalabileceği anlaşıldı. O dönem çağ aydınlanmış, yani pratik ilkeler düzeltilsin diye yeterli bilgi keşfedilmiş, herkese yayılmıştır. Özgür araştırma ruhu; hakikate yaklaşmayı uzun zaman engelleyen yanılsamaları dağıtmış, fanatizmin ve sahtekarlığın üzerinde kurduğu tahtın temellerini sarsmıştır. Bu nedenle çok uluslu yapılar sarsılmış, uzun yıllar boyunca da azınlıkların isyanlarıyla baş etmek zorunda kalmıştır. Bu durum da bize insanların etken davranışlarda bulunmasının çok büyük çağdaş etkilere yol açabileceğini kanıtlar niteliktedir. Zira birlikten kuvvet doğar. Bu durumdan yola çıkarak: Fransız İhtilali’nin meyvelerinin hem siyasal hakları aynı genel düzeye çıkarma ya da indirme, hem de daha büyük umutla, dış düzenleme ve eşitlikçi reformlarla mutsuzluğu topyekun ortadan kaldırma amacı güden geniş bir sosyal harekete dönüştüğünün görüldüğü çağımızda, bir ulusu oluşturan öğelerin hiç eşit olmadığından bahsetmek aslında boşuna külfettir. Herkesin yasa önünde eşit olması, siyasette herkesin oy kullanması, kişinin miras aldığı toplumsal konum ve ayrıcalıkla kardeşlerinden haksız menfaat sağlamaması elbette iyi olmakla birlikte, eşitlik idealinin hayatın başka alanlarına yayılması bariz şekilde daha az iyidir. 

Hayatın tekdüze ve gündelik şekilde işlemesinin kendisine yarar sağlayacağına inanan kişiler için; ya basiretleri çok bulanık ya da topluma çok sisli bir mesafeden bakıyorlar. Böyle bir insan, gelir ya da fırsat eşitliğinin herkes için yaklaşık aynı değeri taşıdığını da tasavvur ederse hezeyanda baya ilerlemiş demektir. Sizce eğer yasalarımız koruyucu olsaydı, en büyük fırsatların DIŞARIDA değil, İÇERİDE yattığı bütün bu insanlar için ne yapardı? Adil olsaydı birine diğerinden en az iki kat fazla para vermesi gerekirdi, çünkü biri için çok fazla olan diğeri için çok az anlamı taşıyabilirdi. Toplumsal yasamanın olması gereken ideal şekli -bizim nüfuzunu oluşturduğumuz yasamanın aksine- her daim adil olmasıdır. İşin trajedik yüzü ise şu ana kadar hiçbir toplumsal yasamanın; insanlar arasındaki psikolojik farkların, insan toplumunun en hayati enerjisini üreten bu en gerekli etkenin üstesinden hiç gelememiş olmasıdır. Hatta deneyimlerimize göre bunu koordinat sisteminin negatif tarafına taşımayı başarmış olanlar bile pek yabancı ve uzak kimseler değillerdir. Bu yüzden, insanların heterojenliğinden söz edecek olursak, şu an yaşadığımız toplumsal yasama, topluma faydalı hiçbir amaca yaramaz ve tamamen bireysel faydaya yönelik bir kavrama tanımlanmış bir haldedir. İnsanların farklılığı mutluluk için o kadar farklı talepler doğurur ki, ne kadar mükemmel olursa olsun hiçbir yasa onları şöyle böyle değil, asla karşılayamayacaktır. Hayatın görünüşte hiçbir biçiminin, her ne kadar eşit ve adil görünse bile şu ya da bu insan tipi için adaletsizlik içermeyeceği düşünülemez. Buna rağmen her tür aydın ve coşkun kimselerin tekdüze dış koşulları bulmak için yoğun emek harcaması ve bu dış koşulların herkes için daha büyük mutluluk fırsatlarını beraberinde getireceğini düşünmeleri, dış dünyanın özellikle yönlendirdiği genel hayat tutumuyla da bağlantılı gibi geliyor bana. Çünkü bu insanlar yok değiller. Ama durumun ciddiyetini siz de fark etmişsinizdir, ben size mükemmel olmasa bile en iyi olanı tasvir ettim; bizler ise bu tasvire yakın olmayı bırakın, üstüne bir de en olumsuzlarından birini tarihe yaşatmaktayız. Şu an her birimize gerçek dışı bir şaka gibi gelen o durumlar, gelecek nesiller için dalalet teşkilinden başka bir şey değildir. Sanatların geliştiği ve zevkin hüküm sürdüğü tarihin hemen her çağında insanlığın gerileme durumunu deneyimlemesi ve insanlık arasında genişçe yayılan estetik kültürüm siyasal özgürlük ve sivil erdemle, güzel tavırların etikle ya da cilalı davranışların gerçeklikle el ele gittiği tek bir örneğin ortaya çıkmıyor olması bizi düşündürmelidir. 

Spinoza’nın dediklerine dönecek olursak insana hiçbir şey, insan kadar faydalı değildir.
“Vatandaş ancak bir kesrin payıdır, değeri paydasına bağlıdır. İyi toplumsal kurumlar insanı doğa dışı hale getirmeye, bağımsızlığını bağımlılıkla takas etmeye, birim grubun içine karıştırmaya en uygun olanlardır. Sosyal hayatta doğal hislerinin üstünlüğünü koruyan biri ne istediğini bilmez. Kendisiyle her zaman savaşır, arzularıyla, tutkularıyla, şehvetleriyle görevleri arasında tereddüt eder. Ne insan olabilir, ne vatandaş olabilir. Bu insanların ne kendilerine ne de başkalarına faydası vardır.”

Şanssızlık o ki uygar bir durumun aynı anda doğal bir durum olduğu, doğanın yasalarıyla ulusların yasalarının ahenk içinde kaldığı bir durum asla olmadı. Böyle bir uyumun mümkün oluşu tasvir edilirse iki durumun da ideale ulaşamadığı, idealin çok altında kaldığı bir uzlaşma olarak tasavvur edilebilir. Her kim ideallerin birine ya da öbürüne ulaşmayı arzu ederse Rousseau’nun ifadesiyle yetinecektir: “İnsan ya da vatandaş yaratma arasında seçim yapmalısınız, ikisini aynı anda yaratamazsınız.” Şu ihtiyaçların ikisi de içimizdedir: doğa ve kültür. Sadece kendimiz olamayız, başkalarıyla ilgimiz de olmalıdır. Dolayısıyla, sırf akli uzlaşma olmayan bir yol bulunmalıdır; yaşayan varlığa tamamıyla uygun bir durum ya da süreç, peygamberin dediği gibi “yürüyenlerin bön kişiler de olsa yoldan sapmayacakları bir anayol ve kutsal yol” olmalıdır. 

Günümüzü düşünün: Hangi halk, onları usla yöneten insanların samimiyetine tamamen güvenebiliyor? Veya sizler sizi “usla yönetenlerin”(!) samimiyetine gerçekten inanıp sırtınızı yaslayabiliyor musunuz? “Bunu sözde yapabilen” o kişiler, ya düşünce sürecinde eksiktir ya da şahsi emelleriyle memleketi işgal ediyor durumdadır. Savunma ve suskunluk dönemlerinin birbirini izlediği ani patlamalar bu kişiliğe o kadar tuhaf bir görüntü verir ki böyle kimseler yakınlarındaki herkes için muamma haline gelir. Kendi emellerine gömüldüklerinden, ne zaman düşünme ve hızlı eylem gerekse şaşırıp kalırlar. Her türlü işte, hatta toplumsal durumlarda bile yasama ve yargı işlevlerini yok sayarak her türlü hile ve hurdaya başvurabilirler. Bu durumun varlığı ve bu tür insanların da bir şeyleri etkileyebildiği göz önünde bulundurulursa, bunlar insanın ahlaki açıdan gelişmesi zorunlu bir varlık olduğuna kanıt olarak sunulabilir. 

Etik açıdan bir insanı üst düzey yapan şart: Empati.
Empatinin bireysel güven tutumuna ya da nesneye güvene dayandığı gerçekten doğrudur. Empati; nesneyle yarı yolda buluşmaya hazır olma, özne ve nesne arasında iyi bir anlayışa neden olan öznel özümseme demektir. Empati nesnenin adeta boş olduğunu varsayar, ona hayat doldurmak ister. Öte yandan, soyutlama diye bir kavram da vardır. Soyutlama nesnenin canlı ve aktif olduğunu varsayarak etkisinden uzak durmak ister. Soyutlayan tutum merkezidir, yani içe döndürür. ‘Toplumsal olaylarda edilgen pozisyonda olmayı tercih eden insanlar, kendilerini soyutlamışlar demektir.’ Soyutlama gibi empati de bilinçli bir edim olduğu ve bilinçdışı yansıtma soyutlamadan önce geldiği için, bilinçdışı edim empatiden önce mi gelir, sorgulayabiliriz. Empati kuran özne kendi hayatını nesnesinde hissetmek ister; bu nedenle, nesnenin bağımsızlığı ve nesneyle özne arasındaki fark çok büyük olmamalıdır. 

Soyutlayan tutumuyla insan, kendini son derece canlı dünyasında bulur, bu dünyaya boyun eğmek ve kontrol altına alınmak ister. Yani nesneye karşı öznel değerini yüceltmek amacıyla hesaplanmış bir koruyucu formül arayışına girer. Empatik tutumlu insan ise, tam tersine, hayat ve can vermesi için öznel hissiyata ihtiyaç duyan dünyada bulur kendini. Güven içinde bu dünyaya çiçek açtırır, ona bir soluk getirir. Bu durumda soyutlayan tutum şeytanlığın önünde güvensizce geri çekilir, soyutlamalardan oluşan koruyucu bir karşı dünya oluşturur. Bu yüzden hayatın süregelen kısmında hep empatik tarafta yer almaya çalışın, zira soyutlama sadece kendini kandırmaktır. 

Sizler, zıtlara kayıtsız kalmayın, cesaretinizde sebat edin. Yüreğinin eğilimiyle her an empati yapabilmek, hem bu dünyada hem de ölümden sonra sonsuz mutluluğu teşkil eder. Ölürken olduğu gibi yaşıyorken de, talihsizken olduğunuz kadar talihliyken de, sevgide ya da nefrette, kazanmakta ya da kaybetmekte aynı itidalla kalın. Zira aynı kalanlar kurtuluşa ermişlerdir. Hiçbir şeye göz dikmeyen, hiçbir şeyi hor görmeyen, ruhu ihtiras tanımayan, zıtlardan ayrılan bir kişi her şekilde kurtulmuş demektir.

Benim için insan deneyimlerinin ve duyguların dünyası yalnızca bir ilgi ve gözlem konusu değil, aynı zamanda birincil "atölye" ve "laboratuvar" konumunda - burada hem gözlemliyor hem de çalışıyorum. İnsan ruhunu incelemek, bir kişinin acı ve ıstıraplarının kaynağını görmek, deneyimlerinin ve duygularının derinliğini gösterebilmek, bir kişinin davranışının ardındaki duygusal güdüleri tüm bariz çelişkileriyle birlikte anlamak - bunda kaderi seziyorum; bunun için doğdum ve dünyevi asıl mesleğim ne olursa olsun hayatım boyunca bununla meşgul olacağım.


1. Adım Yazısı

“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

GÜÇ ONTOLOJİSİNE YAKINDAN İNCELEME: TEMİZ MİRASÇILIK

Üstünkörü şekilde inceleyecek olursak Balanuye bu söz ile Güç Ontolojisi bağlamında “etik” ve “politika” hakkındaki görüşlerini önümüze sermektedir. Gerçekten de kültürel karışıklıklar, savaşlar, devrimler, diğer kritik dönemler ve bunun gibi toplumsal değişiklikler yalnızca onları okuduğunuzda veya filmlerde tasvir edildiğini gördüğünüzde ilgi çekicidir. Bu ilgi çekici durumlar haricinde çoğu zaman “pragmatizm” hedeflenir ve yüzeyin altında yatan anlam yavaşça ortadan kaybolmaya başlar. Çetin Balanuye’nin de ele almış olduğu üzere “maksimum fayda”, algılar dahilindeki gerçekliğin arkasında yatan anlama düşmanca bir tutum takınır. Bu ifadenin doğruluğuna en önemli örneklerden biri: Eski Çin’deki “İlginç zamanlarda yaşayasın.” sözüyle gerçekleştirilen bir lanettir. Bu söz gerçek anlamı görmek ve kavramsallaştırmak için tutkuyla yanan kişilerin, fazlasıyla karmaşa yaşanan bir dönemde nasıl yaşamını sürdürüyor olduğunu anlatmaktadır. Ve sözlerinden anlaşıldığı üzere Çetin Balanuye için de böyle zamanlarda yaşamak, bir beladır. Bu tesadüf değildir, sözlerinden anlaşıldığı üzere Balanuye gerçekten de pragmatik bir düşünceden çok, olayların arkasında yatan anlamı sezme ve bunu içselleştirerek bir değer haline dönüştürme eğilimindedir. Yazımın geri kalanında metafiziksel unsurlarla maksimum fayda ve gerçekliğin anlamının önemini karşılaştırıp kavramların arkasında yatan zayıflıklara da fazlasıyla değineceğim. 

Yaşadığımız dönemi bir madalyonun iki yüzü olarak düşünecek olursak birinci yüz, ışık vurmayan karanlık bir yüzeye tekabül eder. İkinci yüz ise aksine hiç sönmeyecekmiş gibi parlar ve aydınlıktır. Birinci yüz, kapitalizmin en dip noktasında yaşadığımız dönemde kaybettiğimiz biyosferi, ciddi ölçüde yitirdiğimiz biyolojik çeşitliliği, durduramadığımız ama önlenebilir çevresel tahribatı, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu ve bireysel çıkarlar doğrultusunda ışığını yitirmiş insanlığı temsil eder. Kapitalizmin kâr maksimizasyonunu en temel hak sayan piyasa özgürlüğü de şahsi gelir artırmaya faydası olmayan hiçbir çabayı dikkate almaz. Bu tablo nedeniyle sınırsızca büyüme ve dipsiz maddiyat hedefi gözeten “azınlık”, sistemi kimi onarımlarla sürdürmek için devletlerle işbirliğini asla ihmal etmez. Maddi hedefler ve azınlığın sonsuz büyüklüğe ulaşma arzusu, madalyonun bu tarafındaki ışığı gölgeleyen cisimdir. 

Çıkarlarına göre karar veren azınlıklar, felaketlerin nedeni olacak olan bir “sonsuz zenginliği” sürdürebilmek için son derece ikna edici bir kültürel hegemonya (üstünlük) kurmuş durumda: Dünyadaki ortalama yaşam süresinin uzaması, bebek ölümlerinin tutarlı bir grafik uyarınca düşmesi, temel sağlık, eğitim ve teknolojiye tarihte hiç olmadığı kadar çok kişinin görece daha kolay ulaşabilir olmasını bu süreçteki olumlu kazanımlar olarak ileri sürüyor. Bu doğrudur ve bu doğru uğruna mücadele ederken de yanlış bir hareket yapılırsa Balanuye’nin bahsettiği durum çıkar. Medeniyet birden “tek dişi kalmış bir canavara”, yani bir “fayda maksimizasyonu makinesine” dönüşür. Sizin de bildiğiniz üzere herhangi bir ülkenin çoğu insanı birbirlerinden farklı demografik özellikler taşımaktadır, bu da hepsinin eğitim durumunun benzer olmadığını gösterir. Toplumsal olayların tümünde asırlardır iki uç taraf olarak “aydın” diye adlandırılan aklı daha erişkin ve eğitimli kimseler ile “cahil” diye adlandırılan aklı henüz yetişmemiş veya yetişmekte olan bireyler yer alır. Sonsuz maddiyat hedefleyen doyumsuz azınlıkların hedefi, her zaman “cahil” kişilere ve “aydın” kesimden de çıkarlarının uyumlu olduğu kişilere yönelik taleplerle gerçekleştirilir. 

Balanuye bu düşünceleri ile etkide bulunanlar ve etkiye uğramış olanların sonu gelmeyen karşılaşmalarının şekillendirdiği içkin gerçekliğin seyri için: Temel inançlarımızın ve bilgilerimizin çoğunu yeniden gözden geçirmeyi gerektiren olanaklı ama zor bir yol olduğu görüşünü sunar. Fayda maksimizasyonunun evrensel görünümü halkın ortak kararına dayalı özgürlükçü demokratik modellerin yarattığı problemlerin, özellikle son yüzyıllarda hatalardan felaketlere evrildiğini görmekteyiz. “Felaket” kelimesi uzun zamandır süregelen bir kaygı, telaşa yatkın insanları anlatmaktan çıkmış, soğukkanlı ve rasyonel akılcılık tarafından vurgulanır olmuştur. Yeri gelmişken, bu durum azınlıkların tutkunun etkisine girmesini kolaylaştırır: “Sıradan gözlemcilere” göre azınlıklar, o noktada duygu patlamasına neden olan kırmızı bayraktan başka bir şey fark edemezmiş gibi görünürler. Bu durumda neredeyse her şeyi yapabilirler: Neyse ki, birkaç saniyeden fazla sürmez. Bu durumda, azınlık dikkatini hızla aynı derecede çekici, ancak daha az tehlikeli başka bir nesneye çevirir. Çünkü çıkarları doğrultusundaki iki güçlü ihtiras aynı anda anlaşamaz. Bunu somut hale dönüştürecek olursak: Örneğin yönetimde söz sahibi olan bir azınlığın kendi çıkarları doğrultusunda halkın arkasından iş çevirdiğini hayal edin. Eğer herhangi bir şekilde bu olay duyulursa sadece birkaç saat içerisinde tüm medya kaynamaya başlayacak çünkü bu azınlığın “büyüleyici” etkisine kapılmamış olan ve olayları akıllarıyla parçalayabilen kişilerin eline bir argüman geçmiş olacak. Böyle bir durumda azınlık masayı tersine çeviremediğini fark ederse ilk yöneldiği yer, ilgi çekici başka bir problemi ortaya çıkarmak olur. Uygarlığın tüm yaşamı boyunca, ruhundaki ateş ve buz savaşı -ama ısısı ısıtmaz, aksine yakar ve soğuğu soğutmaz, bunun yerine donar- asla son bulmaz. Bu yüzden azınlıklar mecazi anlamda lava kurubuz atarak halkın ilgisini kendi sorunlarından onları ilgilendiren başka bir soruna çeker. Azınlığın seçtiği bu sorun genellikle ya toplumsal bir değişikliktir ya da kendileri gibi bir hata yapmış olan başka bir azınlığın -halk için aynı şekilde zararlı olan- sorunudur. Kendi bedenimizden ve aklımızdan ayrılıp bilinçaltımızın sesine kulak verdiğimizde bu çok basit psikolojik bir hile olmasına rağmen politika alanında her gün yaşanan alışagelmiş bir taktiktir. Kendi çıkarları ile hareket eden bir azınlığı dinlediğinizde, kişilerin sizden önce bir yaşam deneyimi elde ettiği iizlenimi oluşur. Eylemlerine baktığınızda bir kafaya kapılmanız mümkündür, mantıksal olarak hiçbir açıklamaya boyun eğmezler. Davranışlarının mantıksızlığı da sıklıkla çıkmaza girer. Bu azınlığın sadece kendi hatasıyla kilitlenebileceğini de söylemek gerekir. Bir başkası onu bir köşede yoramaz, her zaman dışarı çıkmayı başaracaktır: çarpışmadan ayrılmak, başka birini değiştirmek veya tüm köpekleri en çok saldıranlara asmak. Bu gibi durumlarda azınlıklar pratik olarak batmaz. Her iki lopatkiye ne kadar zaman ayırmayı başardıysa, tüm izleyicileri özverili bir şekilde bunun onların “muzaffer zaferi” olduğuna ikna edecek, o zamana kadar içindeki her şeye gerçekten inanılmayacaktır.

Gelelim madalyonun ikinci ve aydınlık yüzüne. Bu yüz, ideal devlet fikrinin somutlaştırılmış halidir ve tabii ki “ideal devlet” kavramı kullanıldığında akla gelen ilk isim Platon’dur. Platon’un devleti sınıfsal tabakalaşma üzerinde yükselmektedir. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, sağlıklı, düzenli bir kamu düzeni oluşturup, düşmanlarına karşı kendilerini güvende hissederek yaşayabilmesi için böyle bir görev dağılımının zorunlu olduğu varsayılır. Platon toplumu üç ana sınıfa ayırır. Bu ayırımda insan ruhunun bölümleri belirleyici olmuştur. Yönetici olanlar akıl ve iradeyi, askerler cesareti ve coşkunluğu, çalışan/üreten kesim ise haz ve itaatın karşılığı olmuştur. Platon “Devlet” adlı eserinde Balanuye’nin sözünde bahsettiği uygarlığın tam zıttı olan ütopik bir devleti anlatmaktadır. Yani madalyonun aydınlık yüzü, fayda maksimizasyonu ve pragmatizm karanlığından etkilenmeyen; insanlığın ve süregelen neslin altında yatan gerçek anlamı ele alarak oluşturulan ideallerin somutlaşmış halidir. 

Yine görüyoruz ki tarih boyunca insanlık, yaşadığı bu dünya ve ötesinde mutlu olmanın arayışı içerisinde bulunmakla birlikte, arzuladığı, hayalini kurduğu bu hedefe çoğu zaman ulaşamamış. Bilakis kurmayı düşündüğü dünya cennetine hiç ulaşamadığı gibi çoğu zaman da özellikle halklar için cehennem hayatının kurucusu haline gelmiştir. Çünkü insanlığın asi ruhu, Tanrı'nın kutsamasını gerektirir. Büyük olasılıkla, iyinin ve kötünün güçlerine sahip olmak ve onlarla savaşmak için yapılır. Ne yazık ki, çoğu zaman karışık sonuçlarla karşılaşılır. Bu tür insanlar, az ya da çok, kendilerini ilahi amaçlarına ulaşmanın araçları olarak, daha yüksek güçlerin seçilmiş yetkilileri olarak sunarlar. Bu arada, bu, kendini kısıtlamanın artmasına yol açar. Bundan sonra tüm eylemleri için onları yönetenlere cevap vermek zorundalarsa, bu kendi hedeflerine aykırı olmuş olur. 

Engelleri aşmak, zorluklara irade ve ruh gücüyle direnmek, aydınlığın dayanma ve direnme gücünün temel şartlarındandır. Ve tabii ki, ruhun direktiflerine ve ilham güçlerine tabi olan mesleği gereği özverili ve yaratıcı çalışma, burada özellikle saygı duyulan bir değerdir; toplumun seçilmiş, adanmış, manevi hayırseverleri, maneviyatın temsilcileridir. Son derece gerçeküstü ve somut olmayan maneviyatı somut sanatsal değerlere dönüştüren “ütopya”, kendi hazinelerini yaratır: dış dünyadan getirdiği güzel rüyalar, mitler, görüntüler ve öykülerden oluşan o koleksiyonu, en iyi şekilde toplar. Parlak, etkileyici ve çekici olan her şeyin etrafında yeşeren "çiçeklerin" etrafında bir kelebek ya da bir arı gibi “uçan” devlet, "nektarını" toplar ve "hücreye" taşır. Nektar, acı çeken her ruh için hayat veren ve iyileştirici özelliklerini zaman boyunca koruyan değerli bir maddedir.

Sözün enerjisi, büyük olasılıksal potansiyelle donatılmış ölümsüz bir insan ruhunun duygu şevkini ve sıcaklığını koruyan, uzayı ve zamanı aşan imgenin enerjisi ile yüksek bir hedefe ulaşabilir ve onu gerçeğin ışığıyla aydınlatabilir. Temiz enerjiyi geçmiş yüzyılların derinliklerinden çıkardı ve içinde en iyi olan her şeyden faydalanılmasını sağladı. Hatta bu fikir, William Shakespeare tarafından en iyi sonelerinden birinde (55.) kesinlikle muhteşem bir şekilde ifade edilmiştir:

“Ne yaldızlı hükümdar anıtları, ne mermer

Ömür süremez benim güçlü şiirim kadar;

Seni pasaklı Zaman pis bir mezara gömer,

Ama satırlarımda güzelliğin ışıldar.

Savaşlar tepetaklak devirir heykelleri,

Çökertir boğuşanlar yapı demez, sur demez, 

Ama Mars’ın kılıcı, cengin ateş selleri

Şiirimde yaşayan anını yok edemez. 

Ölüme ve her şeyi unutturan düşmana

Karşı koyacaksın sen; yeryüzünü mahşere

Yaklaştıran çağların gözünde bile sana

Bir yer var övgüm seni çıkardıkça göklere. 

Dirilip kalkıncaya kadar mahşer gününde,

Yaşarsın şiirimle sevenlerin gönlünde.”

Tanrı, insanı kısıtlı yaratır, her gün gelişmesine izin verir  ve böylece insan günden güne geliştirdiği sezgilerini, duygularını ve düşüncelerini geleneksel olarak, geliştirilen teknolojiler aracılığı ile yüzyıllar

boyunca nesilden nesile aktarır. İnsanoğlunun bu

tarzda herhangi bir yatırıma veya yaratıcı çalışmaya

yönelik yüksek talebi, işin kalitesine, derinliğine ve

geçmişten gelen tecrübelerin özüne; mükemmel

uyum ve etkileyiciliği için ise içeriğin bilgilendiriciliğine 

ve somut kompaktlığına dayanır. İnsanın doğumundan ölümüne, geleceğe bırakmakla yükümlü olduğu temiz bir miras vardır. Temiz miras, şimdiki zamandan uzak geleceğe ve parlak zaman dilimlerine kadar en iyilerin, en parlakların, en saf ve yücelerin iletkeni olmaktır. Bu bağlamda bırakılan mirasın temiz olması için tecrübelerin ışıkla dolu olması, görüntülerin yüce, parlak ve mükemmel formda olması gerekir. Bunların hepsi insanoğlunun sorumluluğudur, dolayısıyla da insan bir kısıtlama altındadır. Bahsedilen kavram, insan neslinin en üst noktasıdır. Şimdiden daha iyi bir gelecek yaratarak insanlığa mutluluk getirmek ve kişinin bu asil görevde yer aldığını bilerek kendine mutluluk getirmesi, yüzyıllardır insanlığın aramakta olduğu bilgi olan hayatın anlamının ta kendisidir. Madalyonun aydınlık tarafının tam olarak tasviri bu şekildedir.

Son olarak sizden bir ricam olacak, sözcüklerin gücünden ve yaşamın arkasında yatan anlamdan kopmayınız. Gerçeklik görecelidir fakat asla sadece size ait değildir. Geçici dünya anlık heveslerle doludur ve dünyevi tutkularda kendimizi kaybetmiyor olmak, “hayat sınavı” diye adlandırdığımız kavramın kendisinden başkası değildir. Duyularınızı kapattığınızda gördüğünüz şey karanlık değildir, gerçektir. Maneviyatın gücü, ruhsal saflık ve düşüncenin büyüklüğü ile uzayı ve zamanı delip geçen kelimenin enerjisi, zamanın ilerisinde kalabilir, onu fethedebilir, en büyük bilgeliği ve en derin anlamı geleceğin en uzak zamanlarına aktarabilir. Uzayı aşmak, asırlar boyunca uçmak, görüntünün ve bilginin sürekliliği, güçlü, dinamik ve enerji açısından zengin halefini bulur ve kendi ütopyasını gerçekleştirir. Yol gösteren bu yıldız, sosyal ve manevi bir misyona dönüşür. Bu misyon yaşamın karanlığından sıyrılarak bir vizyonu oluşturur ve hayatın amacı bu vizyonu gerçekleştirmekte yatar. 

Hiç yorum yok: