11 Haziran 2023 Pazar

İren Şerbetçioğlu / Özel İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 9 Türkiye İkincisi

                                         

Final Yazısı

“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.

Özellikle 21. yüzyılın giderek post modern bir hal alan realitesi içerisinde insanlığın paylaşılmış yalnızlık içerisinde yaşadığı aşikardır. Paylaşılmış yalnızlık ifadesi, insanların arasındaki bağın içlerindeki yalnızlığı azaltıcı olmaktansa dizginleyici olması sebebiyle geçerlidir. Yalnızlığın paylaşımı kişinin yalnızlığını taksimlemektense her insanın içinde bulunan bu yalnızlığın aynısının başkalarında da olduğu hissiyle daha az yalnız gibi hissettirir. Yani, kişinin yalnızlığına bir çare olmaktansa, bu yalnızlıkta yalnız kalmamalarını sağlar. Honoré de Balzac’ın yazdığı üzere, “Yalnızlık iyidir, ama birinin size yalnızlığın iyi olduğunu söylemesine ihtiyacınız vardır.” 

Yalnızlık, insanların kimliğinin doğal bir parçası olarak ele alınabilir. Bu yalnızlığın en temel olarak algının bireyselliğinden kaynaklandığı savunulabilir. İnsanların iç dünyalarının tekilliği, zihinlerinin içerisinde tek başlarına olmalarını gerektirmektedir. Bu iç dünyanın paylaşılamaması, insanı kendi perspektifinin tekilliği içerisinde yalnız bırakmaktadır. İnsan, kendi duygularını, kendi düşüncelerini dışarıya aktarmaya ne kadar çabalarsa çabalasın bu çabayı bile yalnız başına vermektedir. Dış dünyayla etkileşiminde tamamıyla yalnız başınadır. Sanat da bu nedenle önemlidir: bireye kendi iç dünyasını kelimeler, sesler veya görseller üzerinden paylaşma şansı sunar. Ancak, yukarıda da savunulduğu üzere bu paylaşım sanatçının veya bu sanatın içerisinde kendini gören seyircinin yalnızlığını azaltamaz. Sadece yalnızlıklarında yalnız olmadığını hissettirir. 

Eğer, yalnızlığı paylaşarak ulaşabileceğimiz tek şey başkalarının da bizim gibi olduğunu anlamaksa birinin ıssız bir uçuruma bağırıp kendi sesinin yankısını duymaya çalışmasından farkı yoktur. Dolayısıyla, insanların birbirine duydukları sevginin, ihtiyacın sadece yalnızlıkla bağlantısı yoktur. Merleau-Ponty’nin öne sürdüğü neden insanların ancak başkalarıyla bağ kurabildiğinde mutlu olabildiğidir. Bu öneri, insanlar arası ilişkilerin tamamıyla hedonistik bir yönelim olduğunu düşündürtmektedir. Bu bakış açısına Jeremy Bentham’ın öne sürdüğü insanın davranışlarının efendilerinin zevk ve acı olduğu fikri üzerinden yaklaşılabilir. Bentham’ın da paylaştığı fenomenist bir algıda “zevk” spesifik karakteristikleri olan soyut bir olgudur. Bu spesifik karakteristikler farklı felsefeciler tarafından tartışılsa da Merleau-Ponty’nin önkabulu insanların başka insanlarla olmaktan mutlu olduğu olduğundan bu sorgulamada zevkin tanımı önemsiz kalmaktadır. Bentham’ın etik hedonizmine göre zevk olumlu ve acı olumsuzdur. Utilitaryen bir yaklaşım olan zevk-acı dikotomisi içerisinde insanın eylemlerini zevki maksimize edecek şekilde belirlediği bir durumda insanların sosyalleşmesinin Merleau-Ponty’nin öne sürdüğü üzere bunun “vazgeçilemeyecek” bir eylem olduğu kabul edilebilir. Hedonistik etiğe göre maksimum miktarda mutlu olmayı hedefleyecek olan insan bu mutluluk için başka insanlara muhtaçsa doğal olarak sosyalleşme vazgeçemediği bir eylem olacaktır.

Merleau-Ponty’in önerisi kendi içerisinde tutarlı olsa da belli önkabul ve varsayımlarla kurulmuştur. Sosyalleşmenin ve başka insanların bireyi mutlu ettiği varsayımı incelenmelidir. Tekrar yalnızlık açısından düşünülürse, yalnızlığın insanların özünde olduğu düşünülürse yalnızlık bir parçadan daha çok bir boşluk şeklindedir. Yalnızlığın iç dünyanın tekilliği nedeniyle de çözülemez bir boşluk olduğunu savunulmuştur. Bu durumda insan gerçeği kabullenmektense bu boşluğu farklı biçimlerde doldurmaya çalışır. Yalnızlığın insanın en büyük motivasyonu olduğu kolayca argümente edilebilir. İnsanların hayatlarında kendilerine gaye olarak edindikleri başarı, ekonomik refah, bilim, sanat gibi her uğraşın arkasında yalnızlıklarını azaltmak veya görmezden gelmek için beyhude bir motivasyon olduğu tartışılabilir. İnsanın yalnızlığıyla ilişkisi iki farklı bilişsel seviyede olabilir: farkındalık ve kaçış. Farkında olan insan bu yalnızlığa rağmen çabalar. Bir insanın, bir ödülün veya bir arabanın yalnızlığını çözemeyeceğini, yalnızlığın içsel olarak devam edeceğini anlar ve yaşamına yalnızlığını dindirmeye çalışarak değil, kendi amacını oluşturarak devam eder. Kaçan insan ise, yalnızlığının bir çözümü olduğuna inanmayı tercih eder. İçerisindeki boşluğa para, başka insanlar gibi çözümler oturtmaya çalışır; ancak farkında olmadan bu boşluğu bir karadeliğe çevirir. Kaçmaya çalıştığı gerçeğin kendisine ve çevresindekilere zarar vermesine izin verir. Bir romantik ilişki üzerinden bu görülebilir. Yalnızlığından kaçmaya çalışan bir insan partnerinin çözüm olacağına kendini inandırır. Belki, belli bir süre boyunca işe yaradığı yanılsamasına da düşer. Ancak, eninde sonunda kendi yalnızlığının gitmediğini fark eder ve karşısındakini de olmadığı bir konuma zorlamaya çalıştığından karşısına da kendine de zarar verir. İşe yaradığı yanılgısı yıkılabileceği gibi bir simulakruma da dönüşebilir.  Jean Baudrillard’ın tanımladığı üzere bir simulakrum gerçeği olmayan bir şeyin kopyasıdır. Eğer birey boşluğu doldurmak için yarattığı çözümlerden birinin yalnızlığını çözdüğü yanılgısını benimserse bu çözüm bir simulakrum olur. Gerçeği olmayan bir algının kopyasıdır. Kopya olmasının sebebi ise insanın kendi yaratımından değil, toplumca dikte edilen algılardan oluşuyor olmasıdır. Sigmund Freud’un üç katmanlı zihin yapısı çerçevesinde düşünülürse; yalnızlık süperegonun bir parçası, id bu yalnızlığın yarattığı olumsuz duygulardan kaçma isteğini oluşturur, ego ise idin ve süperegonun çatışmasını toplumsal ve kültürel bir realitede çözmeye çalışır. Dolayısı ile egonun oluşturduğu çözümler, genellikle toplum tarafından insanı mutlu etmesi gerektiği dikte edilen uğraşlardan oluşur. 
Kapitalist sistem içerisinde başarı, güç ve finansal değerlerin insanı mutlu etmesi gerektiği fikri topluma beslenmiştir. Dolayısı ile, kaçmaya çalışan bir insan hissettiği yalnızlığın boşluğunu doldurmak için bu tür mutlulukları kullanmaya çalışır. 

Varoluşsal bir bakış açıdan kaçmaya çalışan bir insan kendini var edememiş bir insandır. Öz ve varoluş kavramları dahilinde yalnızlık varoluşunun bir parçasıdır, ve insan kendini var etmek için kendi özünü bu varoluşun üzerine oluşturmalıdır. Dolayısıyla varoluşunun gölgesinde kalmadan, yalnızlığına çözüm aramaya çalışmayan insan kendi özünü oluşturabilir. Öte yandan, varoluşuyla çatışmaya, karşı gelmeye çalışan insan kendini hiçbir noktada var edemez.

Bireyin topluma ihtiyaç duyması hedonistik bir çekim olabileceği gibi yararcı bir yönelim de olabilir. Merleau-Ponty, toplumun kendimiz olma yükünü sırtımızdan alamayacağını ifade etmiştir. Bu bağlam üzerinden de insanın toplumla ilişkisi incelenebilir. İnsan kendine bir kimlik, bir öz oluşturamadığı durumda kendi kimliğini bir toplumla bağdaştırmayı tercih eder. Çoğu radikal siyasi felsefenin temeli insanların bireysel kimliklerini toplumsal kimlikler için feda etmesiyle ortaya çıkmıştır. Irkçılık, insana kendini tanımlaması için bir fırsat verir. Öncesinde kendisini tanımlayacak herhangi bir nitelik bulamayan insan, ırkçılığın onun için oluşturduğu nitelikleri kimlik olarak benimser. Örneğin, kendi ırkının güçlü ve zeki olduğu fikrini içselleştirip kendisinin de bu ırka mensup olduğu için aynı nitelikleri paylaştığını düşünür. Kişiye rahatlık sağlayan durum, onu kendi kimliğini yaratma yükünden kurtarır. Aynı zamanda, bu ideolojide yanında bulunan insanlarla arasında bir bağ olduğuna inanıp yalnızlığının da geçtiği fikrine kapılır. Daha önce anlatıldığı üzere, bu çözüm bir simulakrumdur ve gerçekten içerisindeki boşluğu dolduramaz. 

Paylaşılmış yalnızlığın 21. yüzyılda artışta olmasının dünyanın postmodernleşmesiyle bağlantılı olduğu yukarıda öne sürülmüştü. Yalnızlık ve insanların başa çıkma yöntemleri üzerinden bu önerge temellendirilebilir. İnternetin en temel sosyal mekan olduğu ve post-truth (gerçek ötesi) özellikler taşıyan zamanımızda insanların değer algısı postmodernleşmektedir. Postmodernizmin tanımı tartışma konusu olsa bile herhangi bir kabul gören değerlerden uzaklaşma ve soyutlanmayı içerir. İnternet sayesinde insanlar ilk defa gerçek anlamda ne kadar önemsiz olduklarını görebilmektedirler. Sadece kendilerinin değil, her şeyin ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu düşünmekte ve duyarsızlaşmaktadırlar. Sosyal medyada bir kedi videosunun altında yüz kişinin öldüğü haberiyle karşılaşmakta, daha bu bilgiyi özümseyemeden aşağı kaydırdıklarında da bir modelin tatil fotoğrafını kıskançlık içerisinde incelemeye başlamaktadırlar. Her an dünyada olan her olaya erişimi olan insanın empati duygusunun körelmesi olağandır; her kötü olaya üzülmesi realistik olarak beklenemez. Ancak, dünyadaki kötülükler bu kadar bayağı bir şekilde kedi videoları arasında okununca insanda varoluşsal bir bunalım ortaya çıkmaktadır. Duygularını ve tepkilerini anlayamadan bir sonraki önemli olaya, habere geçmeleri gerekir, çünkü internet akışı nefes alacak vakit vermez. İnternette büyüyen kuşaklar içerisinde nihilizme yönelimde bu durumun rolü vardır. Bu anlamsızlık ve varoluşsal bunalım içerisinde insanlar postmodern değer algılarına yönelmekte; eski “kutsal”ları, değerleri aşmaktadırlar. İnternetin kalabalıklığı ve herkese her an ulaşabilme kolaylığı içerisinde insanların yalnızlığı sadece yakın çevresiyle değil, bütün internetle paylaşılabilmeye başlamıştır. İnternet ortak bir yalnızlıktan kaçış yöntemi olarak görülmüştür, insana her yaptığı şeyi bütün dünyayla paylaşma şansı verilmiştir. Ancak, telefon ekranı kapanınca yine siyah ekranda birey kendi yansımasıyla baş başa kalmak zorundadır. 

Merleau-Ponty, insanın iç dünyasının başkalarıyla ilişkisinin denemesi olduğunu savunmuştur. Bu internetle beraber daha da güçlenmiştir. Her an paylaşımda olan bir insan, hayatını sosyal medyada göstermeyi hedefleyen insan, bir süre sonunda seyirciyi benimser. Hayatını kendisi için değil, kafasındaki seyirci için yaşamaya başlar. John Berger’in kadınların hem gözlenen hem de gözlemci olduğu önerisi internet sonucunda bütün insanların yaşamı için geçerli olmaya başlamıştır. Berger, kadınların her an çevreleri tarafından değerlendirildikleri ve bu değerlendirilmeyi özümseyerek kend gözlemcilerine dönüşerek, zihinleri içerisinde gözetçilerine göre davranmaya başladıklarını savunur. Bir tür öz gözetim olan bu içselleştirilmiş mekanizma, internetle büyüyen çoğu insanda görülebilir. Kendi zihinleri içerisinde bir seyirciyi mutlu etmeye çalışan bu insanlar aslında iç dünyasını başkalarına göre şekillendirir. Merleau-Ponty’nin öne sürdüğü ilişki denemesi aslında her an insanın kendisini yargılanan bir obje olarak görmesine yol açar. Bu paranoya bir panoptikona benzetilebilir. Jeremy Bentham’ın önerdiği panoptikon konseptinde insanlar her an bir gözlemci korkusuyla yaşar. İnsanın topluma bağlılığı bu bağlamda da incelenebilir: insanın kendi değer algısını toplum üzerine kurması insanı topluma muhtaç bırakır. Zihninin içerisinde bir panoptikon olan insan her an gözlemcinin onu gördüğü paranoyası ile hareket eder ve toplumun onayı, takdirine ihtiyaç duyar. 

İnsanın zihninin içerisindeki yalnızlığı bu şekilde bölünebilir--çünkü bu durumda insan hiçbir zaman yalnız değildir; en bireysel anlarını bile bir seyirci ile deneyimler ve kendi düşüncelerini, özünü toplumun oluşturmasına izin verir. Perspektif tekilliğinden oluşan yalnızlık bu şekilde yok edilebilir çünkü perspektifin kendisi yok edilmiştir. İnsanın kendini topluma o boyutta bağlaması kendi iç dünyasını yok eder. Herhangi bir zaman yalnız değildir çünkü her zaman toplum onu kontrol etmektedir.

Yalnızlık çözülmesi gereken bir sorun değil, gurur duyulması gereken bir olgu olarak görülebilir. Bir insan kendini geliştirmeye, kendi iç dünyasını zenginleştirmeye çalışırsa zihninin içerisindeki yalnızlığı değerlenir; çevresindeki insanlara ve kendisine daha büyük katkılar sağlamaya başlayabilir. Kendini simulakrumlardan ve yalnızlık korkusundan sıyıran insanın egosu süperegosunu kabullenerek idinin yalnızlığı giderme dürtüsünü bastırır; insan mutluluğa yalnızlığını çözmeye çalışarak değil, gerçekten kendisini mutlu edecek uğraşlar arayarak, özünü yaratarak erişmeye çalışır. Kurt Vonnegut’un yazdığı üzere, “Farkındalığımız, herhangi birimizde hayatta olan ve belki de kutsal olan tek şey. Bizimle ilgili kalan her şey ölü makine parçalarıdır.”  Farkındalığımız bizi yalnızlığımızın oluşturduğu boşluğu doldurmaya değil, başka insanlarla beraber kalplerimizi doldurmaya, mutlu olmaya iter. Bu boşluk makinelerde yoktur--insanlarda vardır. Bizi insan yapan şey, her an hissettiğimiz bu boşluğa rağmen başka insanlara açık bir kalple yaklaşabilmektir. Boşluğu dolduracakları için değil, bütün bu dünya içerisinde yanında oturacak başka bir insan bulmanın güzelliğinin farkında olduğumuzdan. İnsan-toplum ilişkisi bu nedenle de insanı mutlu edebilir: insanı makineden ayıran şeyin kurabildiği bağlar olduğunu hatırlattığı için. 

2. Adım Yazısı

"Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder.İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

Zamanımızın Bir Orfe’si 
 İnsan kendi var oluşunun bilincini oluşturduğu andan itibaren ölümle yüz yüze gelir ve hayatının sonuna dek farkında olarak veya olmayarak ölüme karşı satranç oynar. Kendisini beyaz, ölümü siyah taraf zannederken fark etmez ki ölüm aslında tahtanın ta kendisidir; savaştığını zannettiği siyah taşlar ise ona ölümlülüğünü hatırlatan gerçeklerdir. 
 Ölüme karşı ilk hamleyi yaparak bir avantaj sağladığını zanneder, piyonunu ortaya çıkarır. Bunun karşılığında çocukken çok sevdiği balığı ölür; bu durumda ölümün kendi açılışını yaptığını zanneder ama oysa ölüm ona karşı bir savaş içerisinde değildir, ama insan ölümün ebediliğini ve umursamazlığını kavramak istemediğinden ölümü temsil edecek bir düşman yaratır. Bu hayali savaşı ölüme karşı değil, bir simulakruma karşı yapmaktadır. 
 Oyunu kendi ömrü içerisinde tamamlayabileceğini, gücünün yeteceğini düşünmez; dolayısı ile büyük hamleler yapmak ister, kendi başına sahip olabileceği anlamdan daha öte bir şey için savaşmak ister. Bu yönde de dinler kurar, uygarlıklar kurar; savaşının arkasına bir felsefe oluşturur. Ama bunları yaparken, herhangi bir noktada tahtanın kendisine bakmayı akıl etmez; her zaman ölümün hayatında nerede belireceğini düşünür gerçekte ne olduğunu değil.
 Ölüm algısı, çoğumuzun hayatını dikte ederken; kendi var oluşumuzu, anlamımızı elimizde var olan şeyleri göz önünde bulundurarak değil de nelerin yitebileceğini düşünerek oluşturmaya çalışırken, çok nadiren onun neden bu kadar kilit bir rolde olduğunu sorgularız. Ölümü temsil eden simulakrumlar kendi anlam algımıza karşı bir saldırı olarak görürüz. Bu olaylar—çevremizdeki ölümler, hastalıklar, kazalar—bize kendi ölümümüzü temsil ediyor gibi gözükür, bizimle ne kadar alakasız olsalar da. Biz de onlarla savaşarak kendimizi avutmaya çalışırız; birinin ölümünün yarattığı anlamsızlık hissini yenmek için onlar adına anıtlar diker, hikayeler yazarız. Bu eylemleri onlara bir yararı olduğundan değil, kendi ölümle olduğunu zannettiğimiz çekişmemizde bir adım öne geçmek için; ölümün ebediliğini reddettiğimizi göstermek için yaparız. Bir insanın “kalbimizde yaşadığı” ifadesi de aynı şekilde ölümün mutlaklığını reddetme çabasıdır. 
 Kendi anlamımızı ve özümüzü ölümle bir diyalektik içinde kurarız ve inanç sistemimizin önemsenmeyecek kadar fazla kısmı da satranç oyununda avantajlı bir konuma geçmek içindir. Ancak, toplumca ölüm kavramını ne kadar tanrılaştırdığımızın ve bu bireysel diyalektiğin ne kadar kültürel algılardan beslendiğinin de farkında olmayız. Çoğumuzun zihninde var olduğu haliyle ölüm, bir tanrıdır ve hatta hayat veren bir tanrıdan çok daha fazla hayatımızı dikte eder, yönlendirir. Bu nedenle tek tanrılı dinler insana belli bir seviye rahatlık ve güven hissi sağlar—hayat veren ve hayatı alan tek bir tanrı olması insanı ölümün bir şekilde kendi tarafında olduğuna inandırır. 
 Hatta, ölümün mutlaklığı karşısında çoğu insan kendi zihnine ve inanç sistemine güvenemez çünkü bu çok büyük bir risktir. Kurumsallaştırmış dinler de insanın bu özgüvensizliğinden yarar sağlar; ölümü bir emtiaya çevirerek insanlara ondan kurtuluş yolu vaat eder. Çoğu insan da kolektif bilincin doğruluğuna inanmayı kendi dünya görüşlerini, anlamlarını oluşturmaya tercih eder. Bu nedenle de dinin ona sunduğu hayat anlamını ve görüşlerini kabullenir; karşılığında da ölümün ebedi ve mutlak olmadığına, bilincinin—hayatında elde etmek için çabaladığı her şeyin, duygularının, iç dünyasının—yok olmayacağına, sadece başka bir boyutta yaşamaya devam edeceğine inanır. Çoğu dinin ve çevrelerindeki inanç sistemlerinin sunduğu en değerli ve en rahatlatıcı olgu ölümün bir yok oluş değil, bir geçiş olduğudur. İnsan bunu kabul etmek için isteklidir çünkü ölümün gerçeğiyle, tahtanın kendisiyle yüzleşmesine gerek bırakmaz; ölene dek siyaha karşı savaşma şansı verir. Bu nedenle de dinler için ölüm ve ölüm korkusu bir pazarlama yöntemine döner; tek bir pakette bütün dini inanç sistemlerini insanlara yaymalarına izin verir. 
 İnsan, hayatını modern bir Orfe olarak geçirir: sevdiği şeyleri, kendisine kurduğu düzeni, inanç sistemini korumak istediği için geriye bakmamaya çalışmaktadır. Çünkü geriye dönüp ölüme doğru bakarsa sadece kendi inancını değil, ölümle savaşma yolunda kurup anlam yüklediği her şeyin beyhudeliğini fark edecektir. İnandığı dinlerin, sayfalarca ölüm üzerine yazdığı yazıların, düşüncelerin, paranın, herhangi noktada kutsallaştırdığı herhangi bir kavramın bir sonu olduğunu kabullenmesi gerekecektir. İnsan, bundan kaçmak için, tırmanmaya devam eder ve bir şekilde Evridiki’nin , kendisine oluşturduğu anlamın, arkasından geldiğine, kendisinin haklı olduğuna inanmaya çalışır. Ama bütün yol boyunca içinde bastırdığı bir merak ve sorgulama vardır; ya hayatında o ana kadar anlam yüklediği her şey yanlışsa? Yine de tırmanmaya devam eder, o anlamları büyütür, dallandırır, birbiriyle bağlar, kendine bir sistem oluşturur. Ancak bir gün geriye bakar ve ölümün gerçeğiyle yüzleşir—bu belki öldüğü gün gerçekleşir, nadir zamanlarda da hala hayatı devam ederken gerçekleşir—ve Evridiki o an elinden uçup gider. Bütün anlamlı bulduğu olguların, ölüme karşı diktiği güvencelerin anlamsızlığıyla baş başa kalır. O noktada tahtaya baktığında ilk defa gerçek anlamda tahtanın kendisini görür. 
 İnsan, varoluşunun anlamsızlığıyla, sonunun ebediliğiyle hep bir savaş halinde verir. Bu savaş nedeniyle de “öz”ünü sadece ölümle yaşadığı bu diyalektik üzerine kurar. Oysa ki, eğer tahtaya bakıp satranç masasında bulunduğu yıllar boyunca ne bir taş kazandığı ne de bir taş kaybettiğinin farkına varırsa kendi “öz”ünü kendisi yaratmaya başlayabilir. Bu yolda, Evridiki’yi feda etmesi gerekir, çünkü Evridiki hiçbir zaman cehennemin dışına ait değildir. Bir kere ölümü tattı mı bir daha ölümlülerin dünyasında yeri yoktur. 

1. Adım Yazısı

“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

Ozymandias

21. Yüzyılın en baskın gücünün kapitalist sistem olduğu kolaylıkla savunulabilir. Ancak kapitalist sistem sadece bir ekonomik sistem olmanın çok da ötesinde devrimizin insanının kendisi ve çevresiyle olan ilişkisini dikte eden bir düşünce yapısıdır. Sistemin insan ve doğanın üstünde tutulması nedeniyle bu ikisine de Balanuye’nin ifade ettiği şekilde zarar verilmektedir. 

“Fayda maksimizasyonu makinesi” olarak ifade edilen makine utilitaryanizmin spesifik bir türünü betimlemektedir. Utilitaryanizm, (maksimum yararı hedefleyen ahlak algısı) Kantçılık gibi ahlak felsefelerine kıyasla daha objektif, hatta matematiksel, bir ölçüt gibi gözükse de “yarar” ve “zarar” kavramlarının subjektivitesi nedeniyle belirsiz olabilmektedir. Kapitalizmin sunduğu maksimum faydacılık, insandan ziyade sistem lehine bir “yarar” algısını doğurmuştur. Sistemin sağlamlığı ve sürdürülmesi herhangi bir insandan daha önemli görüldüğünde doğal olarak makine uğruna sayısız insan feda edilebilmektedir. Dolayısı ile 21. yüzyılın kapitalizminin mizantropik bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Şu an sistemin yararına olacak eylemler için hem bugünün insanı hem de geleceğin insanı harcanmaktadır. Maksimum üretim uğruna doğayı hızlı bir şekilde tüketmek, insanın ve geleceğin zararınadır; ancak o an sistemin yararına olacağından dolayı kapitalist bir bakış açısından “maksimum fayda”dır. 

Kapitalizm, insanlar üzerinden parazitik olarak yaşayan bir organizma olarak hayal edilebilir. Sistemin devamı insanların varlığına dayalıdır ve ironik bir şekilde insanlığın ömrünü doğaya verdiği zararla azaltan da kapitalizmdir. Faydacılık, maksimum ütilite ve açgözlülük nedeni ile geleceği yok ederek sistem kendisine zarar vermektedir. Percy Shelley’nin Erdal Ceyhan tarafından çevrilen Ozymandias şiirinde bir yolcu ıssız bir çölde bulduğu bir anıtta “Ben Krallar Kralı Ozymandias’ım/ Ey güçlü olan,şu yaptığım işlere bak ve titre” ifadesi yazılıdır. Kapitalizm bir Ozymandias’tır; şu anki gücü nedeniyle sonsuzluk hissine kapılmıştır. Ancak tıpkı Ozymandias gibi etrafta onun gücüne hizmet edecek, gözlemleyecek bir insan olmadığında gücü hiçbir şey ifade etmemeye başlar. Şiirin son dizesinde ifade edildiği gibi artık etrafında görülebilen tek şey “uzanıp giden yalnızlık ve kumlar” olarak kalır. Faydacılık uğruna sistem kendi içerisine çöker. 

Alıntıdaki “kozmosla kavgalılık” durumu insanın doyumsuzluğu nedeniyle doğayla ve kendisiyle çatışmada oluşunu ifade eder. İnsan belli bir iştaha ulaşınca kozmostaki her şeyle kavga etmeye başlar. Çünkü hiçbir şey yeterli hissettirmez, hırsını doyuramaz. Bu doyumsuzluk yıkıma ve gerçekliğe karşı bir pişmanlık duygusuna yol açar. Gerçekler, elde olanlar yeterli gelmemeye başlayınca daha büyük düşünmek, daha fazla ilerlemek ister insan. Bu ilerleme isteği nedeniyle bir sürü inovasyon da yapılmıştır, insanlığın en büyük atılımlarından bazıları kapitalizm sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Ancak bu ilerlemeler de yeterli gelmemeye başladıkça insan tanrıya yaklaşmaya çalışmaya başlamıştır. Kapitalizm; insana tanrı olabileceğini, eğer yeterince ilerlerse kozmosun en güçlüsü olabileceğini vadeder veya insan kapitalizme bu hayalle tutunur. Kozmos, doğa veya yanındaki insan ulaşmak istediği seviyeyi ona sağlayamayadığında beraber çalışarak doğal bir ilerleme kaydetmektense düşmanlık ve nefretle bir ilerleme isteğine dönüşür.

İnsanın bu doyumsuzluğu kendisi ile olan ilişkisini de etkilemektedir. Kapitalist sistemdeki “faydacılık” üretime ve dolayısı ile insanın üretkenliğine bağlıdır. İnsanın değer algısı üretkenliğe dayanınca insan kendisini bu sistem dışında yaratamamaya başlar. İnsanın sistemi içselleştirmesi sonucu varoluşsal felsefenin “öz” olarak tanımlayacağı özellikleri sistemden bağımsız olarak oluşamaz. İnsan kendini var edemediği zaman, “öz”ünü yaratamadığı zaman sistem için gerçek anlamda sadece bir çarka dönüşür. Sistem bu şekilde kendi içerisinde sürdürülebilmektedir: Sistem içerisinde doğan insan sistemden bağımsız kendini yaratamadığından sistemle bütünleşir ve devamını sağlar. Bu şekilde de Balanuye’nin bahsettiği “aşiret” oluşur: Sadece içine doğdukları sistemi bilen, tanıyan ve anlayan bir grup insanın sistemin yararına olan her şeyi kendi yararları olarak benimsemesi ve o an sistemin en üst yararına olmayan her şeyle kavga durumu. Kendi düşüncesi, otonomisi olmayan; bir aşiret gibi kendilerinden üstün gördükleri bir güce, sisteme, hizmet eden bir insan formu oluşur. Aşiretteki hiyerarşi doğal olarak oluşur, iki sınıflık bir kast sistemidir: en üst basamakta sistem ve altında da insanlar. 

Sistemin insanı kendi değersizliğine ikna etmesi sonucu insan varoluşundaki önemi de görememeye başlamıştır. Görevinin üretkenlik olduğunu içselleştiren bir insan bunun ötesinde kendini oluşturmaya, kendi “öz”ünü yaratmaya çalışmamanın ötesinde kendi “varoluş”unu da önemsiz olarak görür. Sistemin üzerinden beslenerek hayatını sürdürebileceği binlerce insandan biri olduğunu düşünen insan kendisinin “maksimum fayda” uğruna feda edilebilir bir piyon olduğunu düşünmeye başlar. Bu sayede de, bahsedildiği üzere sistemdeki yarar kavramı insanlığın, doğanın, kozmosun aleyhine ve sadece sistemin olabildiğince beslenmesi hedefinde bir algıya çevrilir. 

Umudum odur ki bir gün kapitalizm için diktiğimiz anıtları çok geç olmadan kendi ellerimizle indirebiliriz. Shelley’nin şiirindeki gibi sadece anıtın ardında kalan yıkımla karşı karşıya kalıp bir zamanlar her şeyden fazla değer verdiğimiz, uğruna anıtlar diktiğimiz, kendimizi ve geleceğimizi feda ettiğimiz gücün nafileliğini ancak çok geç olduğunda farkına varmamamız; bu noktadan önce kapitalizmin bizim üzerimizden beslenmesine engel olmaya başlamamız gerekmektedir.


Hiç yorum yok: