12 Haziran 2022 Pazar

Kaan Kümüştekin / Özel Ege Lisesi / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 8.si



Final Yarışması Yazısı

“Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hisset­tiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... De­mek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olma­yan düşünme tarzlarına önceliği.” 

Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay

İnsanın hayatı üç temel oluş etrafında sürüklenir: fikir, duygu ve eylem. Bu üçü arasındaki kaçınılmaz bağ insanların evrimsel niteliklerinden gelen ortak bir özellik olması nedeniyle her davranışı ve dolayısıyla her bireyin hayatını tam anlamıyla yönetir. Dolayısıyla, belki de pratik değeri en fazla olan felsefe sorunlarından biri bu üç kavram arasındaki ilişkidir. Bu bağ yüzyıllarca felsefenin problemi olmuş olsa da günümüzde nörobilim, davranışsal psikoloji vb. alanlar fikir-duygu-eylem süreci üzerine çokça eğilmektedir. Aslında 17. yüzyıl filozofu Baruch Spinoza da madde ve zihin arasındaki bağlantılar üzerine yazdığı yazılarla   düşünce ve eylemin ilişkisini kendince ortaya koymuştur. Ona göre eylem ve düşünce birbirinden bağımsız ve birbirine paralel ve aynı zamanda birbirinden ayrılamaz bir karışımdır. Spinoza zihin tarafından algılanmamış hiçbir şeyin bedene etki edemeyeceğini iddia eder. Bedene etki derken duygusal değişimleri, vücuttaki tepkisel değişimleri veya eylemleri kast eder. Zevk ve acının isteklerin nedeni değil aksine sonucu olduğunu ifade ederek devam eder. Buradan yola çıkarak özgür iradeyi reddeder ve hayatta kalma içgüdüsünün insanı yönettiğini ileri sürer. Dolayısıyla, insanın hayatı üçten fazla temel oluş tarafından sürüklenir. İçgüdüler arzuları, arzular fikirleri, fikirlerini eylemleri ( öncesinde o eylemlere yol açan duyguları) açığa çıkarır. 

Deleuze'un bu sözü de aslında Spinoza'nın ahlak felsefinin temelini oluşturan bir argümanın bir parçasından yola çıkarak kaleme alınmıştır. O, Spinoza'nın düşüncesini formel mantık yardımıyla güçlendirir. Dolayısıyla, fikrin duygudan önceliğini iki farklı yoldan ve iki farklı anlamda kanıtlar. "Sevmek" eyleminin geçişli bir fiil olduğu barizdir. Dolayısıyla sevmek eylemi kendisiyle bir öznenin yanı sıra bir de nesnenin kullanımını gerektirir. Örneğin basit bir örnekten yola çıkalım, "Ben dondurmayı seviyorum." cümlesinde sevmek ilk olarak eylemi yapan özne beni ve sevilen nesne dondurmayı gerektirir. Benim bu cümleyi kurabilmek için her ne kadar hayatımda hiç dondurma görmemiş olsam bile zihnimde dondurma ideasına sahip olmam gerekmektedir. Devam edelim ve "Ben neyi sevdiğimi bilmiyorum." cümlesine bakalım, burada bir şeyi sevdiğimi ancak sevdiğim şeyin ne olduğunu bilmediğimi ifade ettiğimi söyleyebiliriz. Sonuç olarak sevdiğim şey vardır. Bu sevdiğim şeyin idealar dünyasında mı materyal dünyada mı yoksa her ikisinde de var olduğunu bilemesek de varlığından emin olabiliriz.  Çünkü olmayan bir şey hakkında konuşmak mümkün değildir. O şey var olmasa da üstünde düşündüğümüz an onu var ederiz ve burada görüldüğü üzere onu var ettiğimiz an sevdiğimiz şeyi bilmediğimizin farkına vardığımız yani sevgiyi tasavvur ettiğimiz andır. Deleuze'nin sözünden de anlaşılacağı üzere bu çıkarım "Ne hisset­tiğimi bilmiyorum." cümlesi için de geçerlidir. Çünkü her ne kadar bir şeyi bilmesek de onu bilmediğimizi tasavvur etmek nesneyi en azından temsilen var edendir.

Varsayalım ki duygular düşünceleri oluşturur. Zihnimizde tasavvur etmediğimiz bir şey bizi mutlu ediyor ve daha sonra bizi mutlu eden bu şeyin ideasına ve dolayısıyla kendisine ulaşıyoruz. Her ne kadar bu idea duygudan sonra ortaya çıkmış olsa da duyguya sebep olan zihinsel bir oluştan bahsetmek gereklidir. Ve bu oluşun temsili olmayan düşünceden ortaya çıkacağını biliyoruz çünkü bu varsayımda varlığın kendisine duyguyu yaşadıktan sonra ulaşıyoruz. Ancak, bu varsayıma göre nesneyi oluşturan onun bizde yarattığı duygulardır. Diyelim ki, ben ilk kez ananas yediğimde ve tavşan gördüğümde aynı duyguları yaşadım (ayrıca zihnimde bu varlıklarla ilgili herhangi bir düşünce oluşmadan önce duygularım oluştu.). Bu durumda ananas yemeyi ve tavşan görmeyi aynı şey olarak mı tasavvur edeceğim? Eğer ki farklı şeyler olarak tasavvur edeceksem buna duygular dışında bir şey mi yol açacak? Kendi hayatımızda biz de çok benzer duygular uyandıran çok farklı şeylerin varlığından söz edebiliriz. Elbette bu duyguların  tamamen aynı duygular olmadığını ve dolayısıyla zihnimizde farklı varlıklar olarak canlandıklarını öne sürecekler olabilir. Ancak, o zaman buna karşı verilebilecek cevap da duygular ile varlıkların zihnimizdeki ideaları arasında denkleme sahip bir matematiksel fonksiyon gibi çalışan bir bağ olmadığıdır. İşte bu nedenle ananas yemeyi ve tavşan görmeyi farklı şeyler olarak tasavvur ediyorsam demek ki buna duygular dışında bir şey sebep olmalıdır. Bu da fikrin duyguya göre ve temsili düşünme tarzlarının temsili olmayan düşünme tarzlarına kronolojik önceliğine kanıt niteliğindedir.

Bu iki argümantasyon zinciri bana fikrin duyguya neden olduğunu inandırır niteliktedir. Peki fikir varsa duygular vardır denilebilir mi? Bunun için fikrin olduğu her koşulda bir duygunun da oluşması gerekmektedir. TDK duyguları, "belirli nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim" olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, duygu sadece duyumlanan veya tasavvur edilen varlığın bir izlenim uyandırdığı durumlarda ortaya çıkar. Buradan da duygunun oluşumunun her zaman zihinde o varlığın tasavvurunu gerektirdiği savı tekrar tecelli eder. Ancak bir diğer soru halâ cevapsızdır: "Tasavvur edilen her varlık zihinde bir izlenim uyandırır mı?". TDK, izlenimi ise " Bir durum veya olayın duyular yolu ile insan üzerinde bıraktığı etki, intiba, imaj" olarak tanımlar. Dolayısıyla, TDK'ye göre tasavvur edilen varlığın duygulara yol açması için onun ideasının duyular yoluyla elde edilmesi şarttır. Ancak, tasavvur edilen varlığın ideasının duyular yoluyla elde edilmediği ve yine de duygulara yol açan birçok durum vardır. Örneğin rüyalar hiçbir duyudan kaynaklanmasa da insanı üzmesi veya mutlu etmesi oldukça mümkündür. Bunun yanı sıra, sevdiğimiz bir kişinin ölümünü tasavvur ettiğimizde bunu herhangi bir şekilde duyumsamasak da bizi üzmesi oldukça mümkündür. Sonuç olarak, duyulara ihtiyaç duymayan birçok durumda d a fikirlerin duygulara yol açması mümkündür. Bu nedenle duyguları başka bir şekilde tanımlamak gereklidir. Ancak, duygunun felsefeciler veya nörobilimciler tarafından üzerinde anlaşılmış bir tanımı yapılamamıştır. Ancak duygu teorisyenlerinin üzerinde fikir birliği kurduğu 10 temel önerme vardır yine de bunlardan hiçbiri her fikrin bir duyguya sebep olduğunu iddia etmeye yardım etmemektedir. Dolayısıyla, günümüzde her fikrin bir duyguya sebep olduğunu öne sürmeye yarayacak güçlü bir sav yoktur.

Pekâlâ bu çıkarımlar ne işe yarar? İlk olarak duygularının düşüncelerinden kaynaklandığının farkında olan insan (duyguların hislerle iç içe olduğunu varsaydığımızda) 

 kendi  hislerini ve duygu durumunu anlar ve bu farkındalıkla yaşar. Tasavvur ettiği kavramları değiştirerek hüzünden, psikolojik olarak acıdan vb. göreceli olarak kötü duygulardan kaçabilir. Elbette, Spinoza bu çıkarımı reddedecektir. Çünkü, ona göre özgür irade yoktur ve düşünceler arzulardan kaynaklanır; dolayısıyla doğrudan kontrol edilemez. Ancak, bu doğru olsa bile insanın duygularını kontrol edebildiğine dair bir illüzyonunun varlığı içgüdülerinde ve dolayısıyla arzularında istenilen yönde bir değişime sebep olabilme potansiyeline sahiptir. Yani, dolaylı olarak duyguları da etkileyecektir ki bu çıkarıma Spinoza'nın da katılması mümkündür. Dahası, belki de tüm bu çıkarımlar psikolojik sorunlar yaşayan bir bireyin bu durumdan çıkmasına yardımcı olabilecek bir durumdur. Psikologlar, terapide ilk olarak danışanına danışanın içinde bulunduğu duruma kendisinin neden olduğunu aşılar ki yine kendisi bu durumdan çıkabilsin. Bireyin duygularına sebep olan şeyin kendi düşünceleri olduğunun bu birey tarafından içselleştirilmesi bu bireyin içinde olduğu durumun kendi ürünü olduğunu anlamasını sağlayacaktır ki bu da onun içinde bulunduğu durumdan çıkmasına oldukça katkı sağlayacaktır. 

Spinoza bize doğanın bize koyduğu sınırların farkına vararak yaşamayı öğretmiştir ve belki de özgür iradenin yokluğu gibi korkutucu bir fikri savunmasına rağmen felsefesiyle onu okuyan kimi insanların hayatı sakince yaşamasına katkı sağlamıştır. Ancak belki de her şey doğa kanunlarının sonucu değildir veya öyleyse de benim ve birçok insanın Spinoza'nın fikirlerinden etkilenip sükunetin bulması doğa kanunlarının bir sonucudur. Will Durant de Felsefenin Öyküsü'nde  Spinoza'yı Eski Ahit 28 yardımıyla "Spinoza'yı ilk okuyan adam onu ​​tam olarak tanımıyordu, sonuncusu da tanıyamayacak. Çünkü onun düşünceleri denizden, öğütleri derin derinlerden daha derindir" şeklinde anlatmıştır. İşte ben de Spinoza'nın düşüncelerini Deleuze'un da düşünceleriyle sentezleyerek doğa kanunları içinde kendi duygularım ve hislerim üzerinde düşüncelerim yardımıyla etkim olduğu sonucuna varıyor ve Spinoza sayesinde bir anlığına da olsa yaşam içinde sükunet buluyorum.


İkinci Adım Yazısı

"Bir site farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir site meydana getiremezler." Aristoteles, Politika.

Antik Yunan Felsefesinin, -Farabi’nin deyimiyle- ilk öğretmeni Aristoteles hayatı boyunca felsefenin birçok farklı sorusuna cevap aramıştır. Bu sorulardan biri de bir arada yaşayan insan topluluklarının ne şekilde yaşaması gerektiği ve dolayısıyla ideal yönetim biçiminin ne olduğudur. Bu soruya devletin gerekliliğini ve ideal devletin ne şekilde olması gerektiğini açıklayarak cevap vermeye çalışan Aristoteles, siyaset felsefesiyle ilgili düşüncelerinin büyük bir kısmını “Politika” adlı kitabında toplamıştır. 
Aristoteles’in devlet görüşünün temel bir yapıtaşı devletin bireyden önce geldiği düşüncesidir. Aristoteles’in bu şekilde düşündüğünü Politika’daki “…şehir ya da devletin, aileden de aramızdaki herhangi bir bireyden de önceliği vardır. Çünkü bütün, parçadan önce gelmelidir.” şeklindeki bölümden de anlayabiliriz. İşte bu nedenledir ki Aristoteles bir sitede (site kelimesi Antik Yunan şehir devletlerini kastetmektedir.) yaşayan bireyleri devletin olabileceği en iyi halde olmasını sağlayacak “politika araçları” olarak gördüğünü düşünüyorum. Dolayısıyla, bence Aristoteles’in "Bir site farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir site meydana getiremezler." sözü onun gözünde bir devletin varlığının yeter değil ancak gerek koşullarından birinin de farklı tür insanlardan oluşan bir toplum yapısı olduğunu göster. Peki Aristoteles farklı insanlar derken ne kastetmek istemiştir ve gerçekten farklı tür insanlar gerekli midir?
Kanımca Aristoteles’in “farklı insanlar”ın gerekliliği hakkındaki görüşünü onun devletin içinde bulundurduğu bireylere olan üstünlüğüne dayandırabiliriz. Dahası, Aristoteles bireylerin potansiyeline ulaşmak için bir organizma olan devletin organları olması gerektiğinden bahseder. Bunu daha iyi anlamak için Bertrand Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi adlı kitabından bir alıntıya başvurabiliriz: “İma edilen şudur: Bir el, canlı bir vücuda bağlı olduğunda yerine getirebileceği amacına -tutma amacı- göre tanımlanmalıdır. Benzer şekilde birey devletin bir parçası olmadan amacını gerçekleştiremez.” Bu sözden Aristoteles’in ellerin vücuda ihtiyaç duyduğunu düşündüğünü anlayabiliriz. Dahası, bu çıkarım başka bir sonuca da götürür. Vücut olan devletin eller, kollar, burun, ayak, akciğer, beyin, kalp gibi birçok farklı organa ve yapıya ihtiyacı vardır. Bu farklı organlar (insanlar) farklı kalifikasyonlara ve düşünce yapısına sahip olacak, farklı işler yapacak, farklı fikirler ortaya atacaklardır. Farklı insanların gerekliliğini anlamak için bir düşünce deneyine de başvurabiliriz. Tamamen aynı özelliklere ve yapay zekaya sahip seri üretim robotlar tasavvur edelim ve bu robotların aynı anda her şeyde çok iyi olamayacaklarını varsayalım. Bu robotların oluşturduğu toplum her ne kadar kimi alanlarda oldukça gelişmiş olsa da geri kalan alanlardaki eksikliğinin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Bu eksik oldukların alanlar örneğin savaşmak, matematiksel çözümler yapmak olabilir. Bu gibi durumlardaki toplumların devletin devamlılığı için gerekli savunma, ilerleme gibi durumları gerçekleştiremeyeceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla, toplumda farklı insanların gerekliliği aşikardır. 
Belki de farklı insanların devlet için gerekli olduğunu savını destekleyen bir başka noktada tarihin işleyişidir. Tarih boyunca – belki de özellikle Fransız Devrimi’nden itibaren- toplumsal değişim ve devinimlerin yaşandığını biliyoruz. Yine tarih boyunca bu değişimlere ayak uyduramayan devletlerin yani bir başka deyişle yeniliklere ayak uyduramayan devletlerin yıkıldığını görebiliriz. İngiliz Tarihçi Arnold J. Toynbee “A Study of History” adlı serisinde toplumların kimi aşamalardan geçip yaratıcılığını kaybettikçe öldüğünü söyler. Dolayısıyla, bir devletin yaşamını sürdürmesi onu oluşturan bireylerin yaratıcılığına bağlıdır. TDK, yaratmayı “Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şey ortaya koymak, yapmak” olarak tanımlar. Herkesin aynı olduğu toplumda herkesin zekâ, düşünce ve hayal gücü de aynı olacaktır. Sonuç olarak, yaratıcılık var olsa bile tekdüze olacaktır. Toplumun sorunlara cevap verebilmesi zorlaşacak belki de imkânsız hale gelecektir. Farklı bireylerin var olduğu toplum karşılaştığı sorunlara cevap bulabilecektir. O toplumun oluşturduğu devlet yaşamını sürdürebilecektir. Aristoteles’in farklı insanların varlığını sitenin varlığı için gerekli şartlardan biri olarak görmesinin temel sebeplerinden biri de bu olabilir. 
Günümüzde de özellikle Batı dünyasında devletler kapsayıcı olmaya çalışmaktadır. Devletler azınlıkları ve ezilen grupları topluma entegre etmeye çalışmaktadırlar. Ancak, bu durum oldukça maliyetli ve zor bir iştir? Peki, niçin devletler bu tarz bir yükün altına girmektedirler? Çünkü, uzun vadede bu grupları topluma katmak ekonomik olarak avantajlıdır. Bu grupların topluma katılmasıyla yeni gruplar ve yeni düşünce tarzları eğitim alarak diğer gruplarla aynı imkanlara sahip olmaktadırlar. Uzun vadede bu durum farklı şekilde düşünebilen bireyleri ortaya çıkarmaktadır. Yani, Aristoteles’in “farklı” insanlarını topluma kazandırmaktadır. Bu sayede, toplumlar gelişmekte ve devletler olarak yüksek ekonomik getiri elde etmektedirler. 
Farklı insanların bir devletin var oluşundaki gerekliliği bir başka soruna yol açar. Her ne kadar başta farklı insanların varlığını güvenceye alabilsek de zamanla bu insanların birlikte yaşadıkça birbirine benzemeye başlaması kaçınılmazdır. Ne kadar bu insanlar tamamen birbirine benzeyemeyecek olsa da toplumdaki benzerliğin artması kaçınılmaz olarak o toplumun esnekliğini azaltacak, yeni düşüncelerin yeşermesini sekteye uğratacaktır. Bu demek değildir ki, toplumun bireylerinin birbirine bir miktar benzemesi kötüdür ancak Aristoteles’in savından da yola çıkarak her devletin onu oluşturan bireylerinin düşünsel, fiziksel yönleriyle birbirine göre farklılıklar sahip olmasını ister. Dolayısıyla, bunu güvenceye almak için gerekli önlemleri almalıdır. Belki işte tam da burada, Locke’tan itibaren gelişen felsefi liberalizm ve en önemli temsilcilerinden biri olan J. Stuart Mill devreye girer. Aristo iyiyi, Mill ise toplum için mutluluğu hedefler ve bunu başarmaya çalışırken ikisinin yolları bir noktada kesişir. Belki de bunu yaparken Mill Aristoteles ile çok farklı temellerden yola çıkar. Ancak sonuç olarak, J. Stuart Mill de Özgürlük Üzerine adlı denemesinde Aristoteles gibi bir toplumu oluşturan bireylerin farklılıklarının korunmasının önemine değinir. Mill, denemesinde farklı görüşlerin bir toplumun ilerlemesinde için elzem olduğuna değinir ve bunun için özgürlüklerden bahseder. Onun için temel olarak, bireylerin düşünme, fikirlerini yayma ve müzakere özgürlüğü önemlidir. Bireyin bu özgürlüklerini topluma karşı korumanın devletin sorumluluğu olduğunu öne sürer. Yani, özetlemek gerekirse toplumun gelişmesi için farklı insanların ve görüşlerin gerekli olduğunu öne süren Mill, bunun için devlet ve yasa tarafından güvenceye alınan özgürlüklerle sağlanacağını düşünür. Mill, bu farklı görüşlerin farklı insanları ortaya çıkaracağı ve topluma optimum faydayı sağlayacağını savunur.  
Geçmişten bugüne tüm bu durumlara baktığımızda devletlerin ayakta kalmak için yeni ve farklı düşüncelere ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni farklı düşüncelerin yokluğunda ekonomik olarak zarar ettiğini, kendi kendine yetemediğini hatta ve hatta yıkıldığını gördük. İşte, bu nedenle Aristoteles’in de belirttiği gibi bir site farklı tür insanlardan oluşur ve bu insanların yokluğunda site (devlet) var olamaz. Kanımca, devletin oluşmasından sonra devamını güvence altına almak da bir o kadar önemlidir ve bunun için devlet farklı tür insanlardan oluştuğunu her an garantilemek ister. Belki de Aristoteles’in görüşlerini tamamen yansıtmasa da ben bunun için de düşünce ve ifade özgürlüğü gibi bireysel özgürlükler çokça önem teşkil etmektedirler. 
KAYNAKLAR:
https://www.worldbank.org/en/topic/social-inclusion#1
Aristoteles, Politics 
Mill J.S., Özgürlük Üzerine
AĞIRMAN, Ferhat. "Aristoteles: Devlet-Birey İlişkisinde Devletin Önceliği." Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi 6.13 (2018): 676-683.
Russell Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi Cilt 1, Alfa Felsefe. 
Toynbee J. Arnold, A Study of History. 



Birinci Adım Yazısı

“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası,  Sayfa 20
                                          
Carol J. Adams'ın Eşitlik Görüşü Doğrultusunda Bir Pratik Olarak Eşitliğin Sağlanması
Eşitlik, A ve B nesnelerinin belirli bir X özelliği yönünden birbirinden farklı olmamaları olarak tanımlanabilir. Bu tanım her ne kadar geniş bir çerçevede olsa da ve eşitliği nesnel bir yargılamayla ortaya koymanın önüne geçse de özgürlük, eşitlik gibi toplumu ve bireyleri ilgilendiren soyut kavramların bağlama bağlı olduğunu iddia etmenin absürt kaçacağını düşünmüyorum. Eşitliğin ne olduğunu bugünkü tanımlama biçimimizi 14. Yüzyılla ilgili bir metni incelerken kullanırsak anakronik bir düşünme sürecine girmemiz ve yanlış sonuçlara varmamız oldukça olasıdır. Dolayısıyla, eşitliğin bugünkü bağlamda hangi anlamda kullanıldığını anlamak önemlidir. Bunun için de belki biraz da  tarihin akışının eşitliği nasıl biçimlendirdiği ve tarih boyunca filozofların bu konu hakkında ne düşündüğüne bakmak önemlidir. 
Eşitliğin etraflıca felsefenin konusu olması 17. Yüzyılda Hobbes ve Locke gibi sözleşmeci filozofların ortaya çıkmasıyla mümkün olduğu sıkça düşünülmektedir. Ancak, eşitliği felsefi bir kavram olarak tam anlamıyla ortaya atan Rousseau’dur. Özellikle 1755’te çıkardığı İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve sonrasında 1762’de yazımını bitirdiği Toplum Sözleşmesi ile eşitlik ve eşitsizlik kavramlarını ve daha geniş bir çerçevede bu kavramların insan doğasında ve tarihindeki yerini kendince ortaya koymuştur. Her ne kadar Rousseau’nun eserleri kapsamlı bir eşitlik fikrine ulaştığımız ilk kaynaklar gibi gözükse de Antik Yunan da bile demokrasi, eşitlik ve adalet fikirlerinin bir bütün içinde tartışıldığını görüyoruz. Antik Yunan’da siyasi ve ekonomik eşitsizliğin varlığını biliyoruz (Ober J., 2018). Platon’u ve Aristoteles’i bu eşitsizliğin savunucularından olarak sınıflandırmak mümkündür. Platon ilk yazılarında mülkiyetin ve siyasi güçlerin dağıtımı konusunda radikal bir eşitsizlik ilkesi benimseyip güçlü ve bilgeye daha fazla güç ve servet vermiştir. Hayatının ileri bölümlerinde daha eşitlikçi bir çizgiye yaklaşmıştır. Aristoteles’in de kadınların toplumsal hayata katılması yönündeki görüşlerinin günümüz dünyasında çağ dışı ve cinsiyetçi görüleceğini belirtmek yanlış olmak ki Aristoteles’i cinsiyetçi şekilde nitelendiren söylemler büyük oranda doğruluk payı da içermektedirler. Kısacası görüldüğü gibi Rousseau’dan çok daha önce de eşitlik teorik olarak felsefenin konusuydu. Yine de biraz daha geçmişe gittiğimizde, henüz felsefenin bir disiplin olarak ortaya çıkmadığı zamanlarda, yine pratik hayatta eşitlik ve eşitsizliğin varlığında bahsedebiliriz. Şimdiye kadar eşitliğin ve eşitsizliğin ne olduğundan bahsederken siyasi ve ekonomik eşitliğin varlığından bahsettim. Peki ya Rousseau’ya geri dönüp avcı toplayıcı atalarımızı incelersek ne olur? Rousseau’nun doğal düzende özel mülkiyetin yokluğu ve bireylerin ihtiyaçları kadar tüketim yapması sonucu eşitliğin var olduğunu iddia ettiğini biliyoruz. Rousseau aynı zamanda bu eşitliğin bir sonucu olarak savaşların var olmadığı ve insanların barış içinde yaşadığı bir dünya kurguluyor. Ancak günümüzde ulaştığımız verilerle avcı toplayıcı atalarımızın gerçekten o kadar da barışçıl olmadığını görüyoruz. İki farklı çalışmada Illinois Üniversitesi’nden Lawrence Keeley ve Harvard Üniversitesi’nden Steven Pinker, araştırdıkları sahalarda buldukları insan kalıntılarından ölümlerin yüzde 15’e yakınının savaşlardan kaynaklandığını iddia ediyorlar. Bu nedenle, Rousseau’nun argümanının sonucunun yanlış olduğunu dolayısıyla ya akıl yürütmede bir hata olduğunu ya da avcı toplayıcı atalarımızın o kadar da eşit bir hayat yaşamadıklarını çıkarabiliriz. Her ne kadar bu bu bilgiler Carol J. Adams’ın sözüyle doğrudan alakalı gözükmese de aslında eşitliğin bir fikir ve pratik olarak varlığını eşitliğin tarihsel gelişiminden yola çıkarak yorumlayabiliriz. 
Görüldüğü gibi eşitlik veya eşitsizlik, bu kavramlar henüz teorileştirilmeden önce de doğada vardı. Yine de nasıl mavi rengine insanlar sosyal bir gerçeklik atfetmeden önce doğada var olmamasına rağmen insanlar için bir anlam ifade etmediyse eşitlik de insan zihninde bir kavram olarak var olmadan önce varlığı insanlar tarafından bilinmiyordu. Dolasıyla eşitliğin bir fikir değil bir pratik olduğu fikrinin tamamıyla doğru olmasının mümkün olmadığını çünkü eşitliğin en azından bir kavram olarak ifade edilmesinin gerektiğini iddia edebilirim. Daha sonra Adams, diğer insanlara ve hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda eşitliği pratiğe geçirdiğimizi iddia ediyor. Bu bağlamda eşitliği ne anlamda kullandığı bu önermenin yanlışlığı ve doğruluğu yönünde çıkarım yapabilmek için büyük bir önem arz ediyor. Belki de ironik bir şekilde nesne muamelesi yapılmaması gerektiğini belirttiği diğer insanlar ve hayvanların burada eşitliğin nesnesi durumuna geldiğini söyleyebiliriz. Cümlede işi yapmayan (Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda) biz, özne durumundayız. Nesne olan diğer insanlar ve hayvanlar (bundan sonra Y diyeceğim), bizim davranışlarımız sonucunda nesne konumuna indirgeniyor. Ancak burada Adams’ın argümanında belirttiği Y’nin nesneye indirgenmesini sadece öznenin biz olduğumuz durumlarda nesne olarak Y’nin bizim tarafımızdan ya bir veya birkaç sıfatla nitelendirildiği, belirtildiği ya da biz ve başkası tarafından Y nesnesini doğrudan fiziksel, psikolojik vb. şekilde etkileyen durumlar olarak kabul edeceğim. İlkine örnek olarak, “Ben, X’in bugün yorgun olduğunu düşünüyorum.”, ikincisine örnek olaraksa “Ben X’in Z’yi sevmediğini düşünüyorum.”. Ancak belirtilmesi gereken bir durum var ki bu cümlelerin kuruluşundan sonra ilgili nesnenin bu cümlenin önerdiği durumla ilgili herhangi bir aksiyon alamaması nesne olarak kalması için önemli. Yani, savı değiştirmek adına nesnenin özne durumuna geçememesi gerekiyor. Dolayısıyla bence Adams’ın eşitlik tanımını özne olan biz tarafından nesne konumundaki Y’nin bizim tarafımızdan savın nesnesi hâline getirilip daha sonra nesne konumundaki Y’nin bu aynı özelinde özne konumunda hareket edememesi olarak tanımlayabiliriz. 
 Şimdi, avcı toplayıcı atalarımıza geri dönelim. Günümüzde ortaya çıkan veriler sayesinde gördük ki onlar da birbirini öldürüyorlardı. Böylelikle bir anlamda bir avcı toplayıcı başka bir avcı toplayıcıyı yaptığı aktivite sonucu nesne konumuna indirip öldürdüğü kişinin sadece bu olay özelinde değil bir daha hiçbir zaman bir olayın aktif anlamda öznesi olmasının önüne geçiyordu. Rousseau bunu bilse özel mülkiyetin varlığından önce “doğal düzen”de olan atalarımızın eşitlik içinde yaşadıkları şeklindeki argümanını gözden geçirir miydi tam anlamıyla bilmek zor. Ancak Adams’ın argümanın tutarlı bir şekilde yorumlarsak onun bugünkü değer yargılarıyla avcı toplayıcı atalarımız o kadar da eşitlikçi değildi. Ne var ki anakronik bir tarihsel yoruma başvurmamak için Adams’ın bugünkü eşitlik kavramını yorumlama şeklini avcı toplayıcı atalarımız için kullanabilir miyiz diye düşünmek gerekli. Bunun için Adams’tan alınan bu alıntının son cümlesini incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Adams diyor ki, “Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.”. Burada “bu” kelimesi diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmamayı niteliyor ve Adams “bu”nu pratiğe dökmenin birine yukarıda belirtilen soruları sorduğumuzda mümkün olduğunu belirtiyor. Bu savını da birinin başından geçenlerin herkesi bağladığı bir dünyada yaşamamızla destekliyor. Yani bu argümanında can alıcı nokta kolektif bir düzen içinde yaşamamız. Avcı toplayıcı atalarımızın da kendi içinde sosyal canlılar olarak gruplar hâlinde yaşadıklarını ve iş bölümü yaparak veya herhangi bir amaç doğrultusunda beraber çalışarak yaşamlarını sürdürdüklerini biliyoruz. Dolayısıyla, Adams’ın kolektif dünyasının daha küçük düzeyde avcı toplayıcılar için geçerli olduğunu belirtebiliriz. Ancak avcı toplayıcı atalarımızla modern dünyada bizim yaşadıklarımızın eşitlik kavramı üzerindeki benzerlikler (en azından bizim hakkında bilgi sahibi olduklarımız) bu kadarla sınırlı.  'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' sorularını avcı toplayıcıların beraber yaşadıkları insanlara herhangi bir şekilde sorup sormadığını henüz bilemiyoruz. Rousseau’nun argümanları, elimizdeki veriler ve Antik Yunanla ilgili kaynaklar göz önüne alındığında en azından milattan önce Adams’ın bahsettiği özgürlüğün var olmadığını çıkarabiliriz. Daha sonra da Fransa’da Fransız Devrimi’ne ve İngilitere’de de belki de sosyalistlerin ve J.S. Mill gibi liberallere kadar eşitlik vurgusu yapılmıyor ki bu dönemde yapılan eşitlik vurgusu da canlıların nesneye indirgenmesine tam anlamıyla karşı değil. 
Adams, bireylerin nesne durumuna indirgenmesini engellemek için onları özne durumuna geçirecek iki soru öneriyor. Elbette, bu sorular Adams’ın argümanı doğrultusunda nesneden özne haline gelen bireyleri ve canlıları bizle konunun öznesi olarak eşitliyor. Argümanı şimdiye kadar yaptığım çıkarımlar doğrultusunda sağlam ve geçerli. Ancak ben Adams’ın tanımıyla eşitliğin pratik olarak sağlanması için bu soruların gerekli ama yeterli olmadığı sonucuna varıyorum. Bir an için özne konumunda eşit olduğumuz diğer insanları ve hayvanları yaptığımız başka bir eylem veya söylediğimiz başka sözle nesne konumuna tekrar itelememiz oldukça olası bir durum ve Adams’ın eşitliğini sağlamak için bu konuda bir adım atılmadıkça eşitliğin anlık olarak sağlanması soruna geçici bir çözüm bulmaktan ve dolayısıyla sorunu geçici olarak yok saymaktan başka bir işe yaramaz. 
KAYNAKLAR:
L.  Keeley, War Before Civilization: The Myth of The Peaceful Savage (Oxford: Oxford University Press,1996).
S. Pinker, The Better Angels of Our Nature: Why Violance Has Declined (New York: Penguin, 2011).
R. Sapolsky, Behave: The Biology of Humans at Our Best and Worst (Vintage, 2018)
G. Anagnostopoulos, Democracy, Justice, and Equality in Ancient Greece: Historical and Philosophical Perspectives (Springer International, 2018)
Ober J. (2018) Institutions, Growth, and Inequality in Ancient Greece. In: Anagnostopoulos G., Santas G. (eds) Democracy, Justice, and Equality in Ancient Greece. Philosophical Studies Series, vol 132. Springer, Cham. https://doi.org/10.1007/978-3-319-96313-6_2
Rousseau, J. -J. (2004). The social contract. Penguin Books.
Rousseau, Jean-Jacques. Discourse on the Origin of Inequality. Dover Publications, 2004.
Gosepath, Stefan, "Equality", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2021 Edition), Edward N. Zalta (ed.), URL = <https://plato.stanford.edu/archives/sum2021/entries/equality></https:>.









Hiç yorum yok: