12 Haziran 2022 Pazar

Doğa Çakar / İzmir Tevfik Fikret Özel Lisesi / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 2.si





Final Yarışması Yazısı

“Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hisset­tiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... De­mek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olma­yan düşünme tarzlarına önceliği.”

Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay

İÇSEL FARK EKSENİNDE DUYGU VE FİKRİN FARKLILAŞTIRILMASI 

Fenomenlerin algılanış biçimi ve yöntemi felsefenin özellikle 19 ve 20. yüzyıllardan itibaren en çok tartışılan konularından biridir. Özellikle Merleau Ponty ve Bergson gibi Fransız filozofların açtığı yeni tartışma alanlarıyla iyice derinleşen bir konu olmuştur. Bu yazıda da öncelikle herhangi iki kavram arasındaki farkı yaratmanın olası yöntemleri gösterilecek sonrasında Bergson'ın "doğa farkı" anlatısı yardımıyla fikir ve duygu kavramlarında birinin diğerine göre önceliği olup olamayacağı tartışılacaktır. Deleuze, alıntıda ortaya konan tezinde fikrin duyguya göre önceliği olduğunu savunmaktadır. Öncelikle bu sav değerlendirilecek fakat sonrasında Bergson perspektifinden fikir ve duygu kavramları kendi içsel farkı içinde kavranmaya çalışılarak Deleuze'ün tezi ile angaje olunacaktır. Bu angajman sonucunda yöntemsel farklılıklar sayesinde duygu ve fikir olgularını farklılaştırma eylemini derinselleştirmek amaçlanmaktadır. 

Felsefe tarihi neredeyse 19. yüzyıla ulaşana kadar iki kavram arasındaki farkı; birinin diğerine olan üstünlüğü, önceliği yani kısacası hiyerarşisi üzerinden tanımlar diyebiliriz. Örneğin Hegel köle-efendi diyalektiğini oluştururken efendiyi köle üzerinden anlama ve aradaki farkı birini diğeri bağlamında düşünerek çizmekteydi. Fakat Spinoza ise beden ve ruh tartışmalarına yaklaşımından çıkarılabileceği üzere iki kavramın çoğunlukla paralelliğinden söz eder. Beden ve ruhun birbirine üstünlükleri değil paralellikleri olduğunu söyler. Bergson ise yöntemsel olarak bir fark çizer. Bergson'a göre içsel farkı bir kavramı diğerine eklemleyerek tanımlamak yanlıştır. Bergson bu tezini ortaya koyarken şeylerin varlığının ancak doğa farkıyla anlaşılabileceğini ispatlama amacı taşıyordu. Örneğin varlık ve yokluk kavramları biri diğerinin "négation"u (olumsuzu) olarak değil içsel farkları göz önüne alınarak farklılaştırılmalıydı. Deleuze, fikir ve duygu olgularını farklılaştırırken birini diğerinin önüne koyarak yöntemsel olarak Bergson'dan ayrılmaktadır. 

Deleuze'ün tezini özetlemek gerekirse duyguların ancak fikirler oluştuğu sürece var olabileceği söylenebilir. Alıntıda ortaya konduğu üzere sevgi, istek gibi duyguların oluşması sevgi veya istek duygusunu ortaya çıkaracak nesnenin üzerinde oluşan fikre bağlıdır. Bu bağlamda bireyin bir fenomene karşı oluşturacağı duygu o fenomenin zihinde yarattığı fikir sonrasında oluşturulabilir. Peki duygu ve fikir kavramlarının içsel farkları neler olabilir? Deleuze, Bergson üzerine yaptığı bir değerlendirmede, felsefenin şeylerle doğrudan bir ilişkisi olabilmesini şeyin kendisi olduğu haliyle, kendisi olmayan her şeyden farkı içinde(içsel fark) içinde kavramak şartına bağlar. 

Fikir, fransızca anlamıyla "idée" etimolojik olarak latince kökenli "idea" sözcüğünden gelmektedir. Bu sözcüğü incelediğimizde bu metin bağlamında kalan "görünür biçim, görünüş(aspect)" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Sözcüğün anlamını irdelediğimizdeyse fikir sözcüğünün bir varlığın veya şeyin zihindeki temsil olduğu sonucuna ulaşırız. Bu noktada insan zihinini analiz etmek gerekir. İnsan zihni, nesneleri parçalara ayırarak algılar. Örneğin zamanı bir bütün olarak değil çizgisel olduğu kabulü ile geçmiş, şimdi ve gelecek gibi bölerek çözümler. Bergson zekânın kavradığı şeyi durdurduğunu ve bu şekilde çözümlediğini söyler. Fikir içsel olarak zekânın çözümlemesidir. Bir analoji kurmak gerekirse Bergson, zamanın temsilini aralıklara bölmenin zamanı yalnızca matematikleştirdiğini iddia eder. Deleuze ise "... fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır." ifadesini kullanırken fikrin içsel olarak zekânın algıladığı bir ürün olması dolayısıyla mantıksal olarak öncelenebileceğini iddia eder, aynı Bergson'ın zamanın zihinsel olarak zekâ yardımıyla algılanmasının onu matematikleştirdiğini iddia ettiği gibi. 

Bergson bilince özgü olan heterojen zamana ulaşmak için yöntemsel olarak zekânın karşısına sezgiyi koyar. Sezgiyi bir hissetme anlamından ziyade felsefi olarak bir fark yöntemi şeklinde kullanır. Bu yazıda da duygu ve fikir olguları arasındaki fark, sezgisel bir yaklaşımla çizilecektir. Önceki paragrafta belirttiğim üzere fikir zihinde oluşan imgedir. Bu imge arzu, istek, vb. duyguları açığa çıkartır. Sezgi deneyime ilişkin doğrudan farkı ortaya koymak için kullanılmalıdır. Fakat altını çizmek gerekir ki Bergson deneyim derken Kant'ın yaklaşımından farklı bir yaklaşıma sahiptir. Deneyim, yaşamsal hareketteki saf eğilimleri çözümlemek içindir. Fark da tam olarak bu eğilimlerin çözümlenmesi sayesinde düşünülebilir. Ulus Baker çok bilinen "Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz, anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret..." sözünü ettiği seminerinde örneklerin de ancak günlük hayattan verilebileceğini söyler. Emre Şan yaşam üzerine vermiş olduğu bir seminerde Bergson'ın felsefesinden bahsederken Bergson'ın da şeylerle dışsal bir ilişkiye girmenin olguları kendilerine büyük gelecek kavramlar kullanmakla sonuçlanacağını ifade ettiğini söyler ve Bergson felsefenin bu kavramların betimlediği bir dünya yaratmakla yaşamın kendisini ıskalayacağını savlar. Bu sebeple yazıyı nesnel bir eksene oturtabilmek adına "saf eğilimler"i açıklarken gündelik hayatın örneklerini kullanacağız. Örneğin sosyal bir varlık olarak insanın sahip olmayı arzulayacağı şeylerden biri sosyal ilişkilerdir. Bu ilişkileri edinmeye karşı duyduğu eğilim(yönelme), eğilimin kaynağı belli olsun veya olmasın, ilişki kurduğu insanların ve ilişki kurma olgusunun fikri sonucunda ortaya çıkmış duyguların bir çıktısıdır. 

Bazı tezleri bakımından Kant ve Bergson'ın bu yazıda bir diğerinin tezini desteklemek için kullanabileceği pek mümkün görülmeyebilir. Ancak Kant, düşünceyi görüş olarak gören düşünme biçimininin yerine düşünceyi bir eylem olarak ortaya koyar. İnsanı harekete geçiren, eylemleye muktedir kılan bir nesneye veya bir olguya karşı duyduğu eğilimlerdir. Önceki paragrafta gösterildiği üzere eğilimlerse Deleuze'ün kurduğu hiyerarşiye göre önce o nesneden edinilen fikirler ve sonrasında oluşan duygular sayesinde vardır.  

Bu yazıda temel olarak anlatılmak istenen konu herhangi iki olgunun arasındaki farkı anlamlandırırken farklı yöntemler kullanmanın sorulan soruyu ve problemi derinleştirebileceğidir. Deleuze'den yapılan alıntıda ortaya konan soru aslında fikir olgusunun duygu olgusunun önünden gelip gelmediğidir. Bu noktadan hareketle Deleuze'ün duygu ve fikir olgularını birini diğerinin önüne koyan yaklaşımının karşısında Bergson'ın içsel fark argümanı sunulmuştur. Bu sayede temelde sorgulanan düşünceye daha derin bir perspektifle yaklaşılmıştır. Son olarak Kant'ın düşünceye getirdiği yeni yaklaşım sayesinde sezgiyi mümkün kılan saf eğilimin kaynağı anlaşılmaya çalışılmıştır. Düşünmek varlığı konu alıyorsa içsel farkı yani yaşamın kendisini düşünmektir. 

                                               

İkinci Adım Yazısı

"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Sayfa 24 - Metis Yayınları, 2020

Hafıza ve Hatırlama Eylemi Bağlamında Zamanın Anlamlandırılması 

Zaman kavramı yüz yıllardır tartışılagelinen bir olgu olmasına karşın, alana Einstein'ın görelilik teorisi dahil olduğundan beri daha kompleks bir hale gelmiştir. Bu yazıda, öncelikle zamanın objektif olup olmadığının değerlendirmesi yapılacak sonrasında değişim kavramına genel bir perspektif sunmak amacıyla Herakleitos ve Parmenides'in savları karşılaştırmalı olarak sunulacaktır. İlerleme ve çökme kavramları ise bellek, benlik ve unutma kavramlarıyla ilişki kurularak incelenecektir. Bu noktada altını çizmek gerekir ki ilerleme ve çökme kavramları Byung Chul-Han'ın ifade ettiği anlam bükülerek metne dahil edilecektir yani yeniden inşa edilecektir. O halde yazıya edebi bir giriş yapmak yerinde olacaktır: Her sabah aynı güne aynı varlık olarak uyanıyor olsaydık, zaman anlam edinebilir miydi? 

Zaman kavramı çoğunlukla fizik ve felsefenin kesiştiği ve fizik disiplininin mekanı da dahil ederek bu bağlamda uzayzamanın soyut olan boyutu gibi bir tanıma ulaştırken felsefe, bu kavrama ilişkin karşıt görüşler içermektedir. Giriş bölümünde de işaret ettiğim üzere Einstein'ın görelilik teorisi sonucunda zamanın objektif olmadığı bilim çevrelerince kabul edilmeye başlandı. Bu teorinin kapsamı bu yazının içeriğine doğrudan dahil olmayacak olsa dahi argümanlarımı zamanın çizgisel olmadığı ve nesnel bir konsept olmadığı kabulü üzerine inşa edeceğim. Zaman kavramını felsefi boyutlarıyla ele almak gerekirse öncelikle Antik Yunan filozoflarından Aristotales'e başvurabiliriz. Aristotales'in zaman anlatısı, değişim kavramından bağımsız değerlendirilemeyeceğinden yazının ilerleyen bölümlerinde bu kavram(değişim) üzerine gerçekleştirilecek refleksiyonlara da angaje edilecektir. Her şeyden önce zamanı anlayabilmek için zaman ve şimdiki an("nun") arasındaki bağlantıya bakmak gerektiğini söyler. Şimdiki an, geçmişi ve geleceği ayırmaktadır ve onun zaman hakkındaki görüşleri "an"ı temel alarak oluşturulmuştur. Aristotales'e göre insan değişimin farkında olmaksızın zamanın da farkında olamaz. Bu noktada, değişim kavramının ne olduğunu mercek altına almadan önce altını çizmek gerekir ki çağdaş bir filozof olan Byung-Chul Han ile Antik Yunan filozofu Aristotales'in zaman üzerine ortaya koymuş oldukları düşünceler birbirine oldukça benzemektedir. Bu durum felsefenin tarihsel bir birikim süreci olduğunu gösterdiği gibi çağdaş felsefenin işlevlerini de sorgulamaya açmaktadır ki bu tartışma alanı bu metnin bağlamının dışındadır. 

"Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz!" sözüyle tanınan bir diğer Antik Yunan filozofu Herkakleitos değişimin kaçınılmaz ve sürekli olduğunu iddia etmiştir. Ek olarak nehirin akışının bile değişebildiği gibi nehre giren varlıklar da farklılaşırlar. Parmenides ise evrende bir değişim olmadığını, varlığın parçalı değil bir bütün olarak var olduğunu söyler. Parantez açmak gerekirse Parmenides'in görüşleri ilerlemeci düşünürler tarafından çoğu zaman eleştirilir. Bunun yanında Herakleitos'un nehir argümanına karşın her şeyin değiştiği fikrinin kendisinin de değişmemesi gerektiği çelişkisiyle yapılan eleştiriler de mevcuttur. Parmenides ve Herakleitos arasındaki diyalektik ilişki, değişim kavramına felsefe tarihinden bir örnekleme yapmak için oldukça verimlidir. Fakat bu yazıda amaç bellek ve benlik problemlerini de tartışmaya dahil etmek olduğundan bu ilişki üzerinde derinlemesine durulmayacaktır. 

Kant'tan itibaren "deux ex machina" geleneğinin son bulması yani Antik Yunan trajedilerinde olduğu gibi girilen çıkmazların mitolojik bir tanrı aracılığıyla çözülmesinin son bulması, düşünme eylemini insandan yola çıkarak tanrıya ulaşma şeklinde gerçekleştirilmesiyle sonuçlanır. Bu vesileyle gerçekliğin birliği bozulur, zarar görür. Çünkü insandan yola çıkıyor olmak, kusursuz bir şekilde verili kozmostan yola çıkmanın aksine gerçekliğin birliğini bozar. İnsan, Tanrı'nın aksine bir uzayzamanda yer alır. Bu sebeple düşünme eylemi zamandan bağımsız gerçekleştirilemez. Evreni ve beraberinde getirdiği zaman gibi kavramları anlamlandırma sürecinde insandan yola çıkıyorsak insanın sonlu olan varoluşundaki değişim süreçlerini göz ardı edemeyiz. 

Aynının sonsuz tekerrürü statik bir durumdur. Fakat hafıza(bellek) Byung Chul Han'ın Psikopolitika kitabının "Unutmak" isimli bölümünde ifade ettiği üzere farklı zaman dilimlerinin birbirleri içine geçtiği ve birbirini etkilediği dinamik, canlı bir süreçtir. Bu noktada bu yazının temel argümanına ulaşıyoruz: Hatırlama eyleminin yani aslında unutmamanın kendinde içerdiği değişimin zamana anlam yükleyen sürecin ta kendisi olması. Bu argümanı bir adım ileriye taşımak yine Byung Chul Han'ın teziyle mümkün olacaktır. Ona göre tek bir geçmiş yoktur. Aynı biçimde kalan ve yinelenen bir geçmişin varlığını reddeder. Kant insanların "unique" yani biricik olduklarını iddia ediyordu. Onun felsefesinde kişilerin özgürlük ve rasyonel faillik(gerçekleştiren) kapasitesi ölçülemez bir değere sahiptir. Hafızada yer alan ve benliği inşa eden eylemler bu rasyonel failin gerçekleştirmiş olduklarıdır ve onda gerçekleşen değişimlerdir. Benliğin oluşumu biriciktir. 

Peki zamanı insandan yola çıkarak anlamlandırıyorsak, süreç ilerleme veya çökme niteliğini nasıl kazanır? Bu problemi felsefenin meşhur paradokslarından birine referans vererek çözümlemeye çalışalım: Theseus'un Gemisi. Paradoksu kısaca özetlemek gerekirse Atina'ya demirlenmiş bu gemi hatıra olarak uzun süre saklanır. Zaman içinde geminin tahtaları çürür, gemi zarar görür ve bu süreç içerisinde parçalar eskidikçe değiştirilir. Ve sonuç olarak bir gün geminin değiştirilmemiş hiçbir parçası kalmaz. Hafıza ile bağlantısını kurmak gerekirse, insan belleğindeki tüm anıları silinse yahut değiştirilse dahi aynı 'persona' olabilir mi? Theseus'un gemisi dışarıdan aynı görüntüye sahiptir veya örneğin Eternal Sunshine of The Spotless Mind filminde Clementine karakteri hafızasını sildirmiş olsa dahi hala aynı 'maske' içerisindedir. John Locke belleği kimliğin temeli ve kişinin istikrarı olarak kabul eder. Bu bağlamda ulaşmak istediğim nokta Herakleitos'un da iddia ettiği üzere değişimin içkin olarak varoluşun bir parçası olduğu ve bazı değişimlerin örneğin hafızanın silinmesi veya unutmak eylemlerinin yarattığı değişimlerin bir çökmeye sebep olabileceğidir. Çünkü argümanımın ilk adımına dönmek gerekirse hafıza değişimi mümkün kılan dinamikliğin yani geçmişin sürekli olarak yeniden inşa edilmesinin şartıdır. 

Yazıyı sonlandırırken genel bir çerçeve sunmak ve anlatılmak istenen konuyu vurgulamak gerekirse, ilk olarak zaman kavramını mekana bağlı ve mekanın varlığı içerisinde akışını gerçekleştirebilen bir şey olarak tanımladık. Fakat bu zamanı anlamlandırmak için yeterli olmadı. Zamanı anlamlandırmak için ikinci adımda bir öznenin gerekliğiliğine ve ondan yola çıkarak zamanı anlayabileceğimiz iddiasına ulaştık. Bu sebeple özne olmaksızın zaman kavramı anlamlandırılamaz. Luc Ferry, Kant'ı okurken kaos içerisindeki fenomenlerin birbirine nasıl bağlanacağı sorgulamasına girişir. Kant felsefesini oluştururken bu problematiğe sentezleme fikriyle cevap bulmuştur. Aydınlanma sonrasında evreni insanı referans alarak yorumladığımız için mükemmel olan kozmosun yerini kaos alır. Bu bağlamda Kant'ın sentezleme metodu bu yazıda da yöntem olarak kullanılmış ve zaman kavramını anlamlandırma süreci insanın değişimi ve hafıza kavramlarının sentezlenmesi aracılığıyla kurgulanmıştır. Emre Şan fenomenoloji üzerine verdiği seminerlerden birinde bu durumu şu örnekle açıklar: Formel mantık kavramları bir araya getirirken fizik ise fenomenleri ve olayları bir araya getirecektir ve sentez geçerli olacaktır. İşlenen konu zaman olduğunda fizik ve felsefe bir kesişim içerisinde ele alınmıştır. Son olarak, ilerleme ve çökme süreçleri toplumsal olgular olarak elbette değerlendirilebilirdi. Fakat alıntıda verilen anlamını bükmeye çalışarak insan hafızanın uğrayacağı değişimin ilerleme veya çökme niteliği taşıyıp taşıyamayacağı tartışıldı. Bu sayede değişimin ileri yönlü olabileceği gibi gerileme de olabileceği ve benliğe zarar verebileceğine işaret edildi. Hafızanın kendini sürekli olarak yeniden inşası ilerleme olabilecekken hafızanın zarara uğruyor olması potansiyel bir çökme olarak değerlendirilse dahi bir değişim olarak kabul edildi. 

Burada ulaştığımız nokta aydınlanma sonrası var olan modern çağın zamanı tanımlayışımızı değiştirdiği gibi zamanı anlamlandıran şey konumuna diğer tüm etkenler bir kenara temelde insanı getirmesidir. Bu noktadan hareketle insanın biricikliğini mümkün kılan hafıza olgusu ve eyleyen özne olarak insanın hatırlama eyleminin içkin olarak sahip olduğu değişim olgusu sayesinde zamanı anlamlandırma süreci mümkün kılınmaktadır.

                                    

Birinci Adım Yazısı

“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası,  Sayfa 20

Eşit Bir Yaşamı Mümkün Kılmak İçin Dostluk Kavramı 

Eşitlik, yüzyıllardır birçok farklı bağlamda tartışılagelinmesinin yanında günümüzde özellikle sosyal ve hukuki haklar ve politikaya izdüşümleri bağlamında tartışılmaya devam edilen bir kavramdır. Bu yazıda öncelikle eşitlik kavramı, kendisiyle sıklıkla beraber kullanılan özgürlük ve kardeşlik sözcükleriyle ilişkisi içerisinde incelenecektir. Ayrıca Hannah Arendt'in "İnsanlık Durumu" isimli çalışmasında işaret ettiği "vita activa" terimi çerçevesinde bireyin ve toplumun neliği incelenecektir. Buradan yola çıkarak "ben"in oluşum sürecinde "öteki"nin etkileri ve "ben"in "öteki" ile eşitliğini pratikte kazanma sürecinin dostluk-yoldaşlık olmaksızın gerçekleşemeyeceği ileri sürülecektir. Altını çizmek gerekir ki bu yazı, problematiği insanlık bağlamında ele alacak fakat türcü bir bakış açısından kaçınılacak ve konunun insanlık bağlamı dışında tezahürlerine odaklanılacaktır.

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik... Bu üç sözcüğün oluşturduğu "Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dayanışma(solidarité) konseptini kamusal olarak göstermeyi çoğu zaman başarabilen fransız toplumunun temel dayanağını oluşturur. Fakat elbette fransa toplumunun politik farkındalığı bu yazının bağlamının dışında kaldığından bu özdeyiş yalnızca bu üç kavramın birbiriyle olan ilişkisini ele almak amacıyla kullanılacaktır. İlk olarak belirtmek gerekir ki, eşitliğe erişmek aynı zamanda özgürlüğe erişmek demektir. Eşitlik ve hak kazanım mücadelelerinin temel amacı çoğu zaman "ben"de olmayan ve "ben"den "üstün" olanda bulunan özgürlüğe erişebilmektir. İktidarda olan, özgürlüğü elinde tutandır. Toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifiyle bakarsak, iktidar ataerkiyken konu türlerin eşitliğine geldiğinde iktidar insanlık olabilir. 

Arendt, insalık durumunun siyasetle ilişkili olmasının sebebinin her türlü siyasi hayatın şartını çoğulluğun oluşturmasında olduğu söyler. Bu ifadeyi Latince yaşamak anlamına gelen "inter homines esse" ve ölmek anlamına gelen "inter homines desiner" cümleleriyle örneklendirerek açıklar. Yani "vita(hayat)"yı insanlar arasında olmak olarak tanımlamış olur Romalılar. Birey ancak toplum içerisinde kendini var edebilir. İnsanlar; verili bir dünyaya, atanmış kimlikleri ile bırakılmışlardır. Fakat bu yazı, verili olanın temele alınmasını kabul etmeyen bir noktadan, günümüzün akışkanlığı ve evrenin her an dönüştüğü düşüncesiyle insanın, bireyin kendisini bu akışkanlık içinde nasıl başkasıyla beraber veya karşıt olarak inşa edeceğini açıklamayı amaçlamaktadır. "Ben" kendini öteki ile ilişkisi olmaksınız var edemez veya Butler'ın söyleminde bu fikir şöyle yankı bulur: "Bir düzeyde "sen"i kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde "ben"im de kaybolduğumu keşfederim." Bu durum aklımıza diyalektik kavramını getirir. Canlı olan her şey, her varlık çok sayıda diyalektik ilişkilenmenin bir çıktısıdır. Birey ondan olmayanla arasındaki çatışma sonucu bir benlik inşa eder. Varlığını toplum içerisinde kurguladığını kanıtlamaya çalıştığımız birey, kendi bireyselliğine kapandığı takdirde eşitlik fikri pratik olarak mümkün değildir. Butler'ın da işaret ettiği üzere "ben" her zaman "kalabalıktır"(crowd). Ve bu kalabalık, önceki paragrafta "kardeşlik" sözcüğünün karşılığı olarak "ben"in eşitliğini pratik olarak sağlamasının tek koşuludur. 

"Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için..." derken Adams, insanlığın bir diğerinin de çıkarını düşünmek zorunda olduğunu; bunu düşünmeksizin herkesin çıkarının sağlanamayacağını mı iddia etmiştir? Bu savı bir adım ileri götürmeliyiz. Evrende her şey, her var oluş biçimi birbirini etkiler. Bu tez, Haraway'in vermiş olduğu bir örnekle somut bir zeminde tartışılabilir: Haraway'in anlatısına göre menopoz hormon terapisinde kullanılan konjüge östrojen, hamile kısrakların çok kötü koşullarında toplanan idrarından elde edilmekteydi. İnsan sağlığı için önemli olduğu düşünülen bir maddeyi elde etmek için türcü bir perspektifle hayvanlar araçsallaştırılabilir miydi? Bu tekil örnek dahi birçok farklı grubun(kadın sağlığı üzerine çalışanlar, laborantlar veya hayvan üreticileri ve hayvan hakları aktivistleri, vb.) birbiriyle ilişkisini ve birbirlerine karşı sorumlu olduklarını ispatlar niteliktedir. Dünyadaki her varlık diğeriyle olan ilişkisi sayesinde var olma imkanına erişir ve bu ilişkilenmeler var oluşları üzerinde etki bırakır. İşte tam bu noktada konunun eşitlik ile bağlantısını kurmak gerekir. Bugün eşitlik niçin benden farklı olanı tanımaksızın ve ilk bakışta doğrudan bir çıkar ilişkisi kurulamayacak olsa dahi benden olmayanla yoldaşlık kurmaksızın pratik bir şekilde kendini gerçekleştiremez? 

Eşitsizlik farklı toplumlarda ve farklı kültürlerde bambaşka görünümlere ve süreçlere sahip olabilir.  Fakat özünde, iktidarda olan ve olmayan arasında açıkça görülen, Hegel'in deyimiyle köle-efendi ilişkisinde yansımasını görebileceğimiz bir olgudur. Fakat her şeyden önce iktidarda olan yani gücü elinde bulunduran tarafından yaratılan ve daha da önemlisi performe edilmeye devam edilen ve karşı çıkış olmaksızın pratikte sonu gelmeyecek bir oluştur. "Ben"i var eden ve benimle doğrudan ilişkisi olmadığını düşündüğüm "öteki", "ben"i var ettiği gibi "ben"in iktidar karşısında eşitliğini kazanmasını da sağlar. Protestanlık; "Çok fazla uyuma.", "Çok çalış." gibi öğütlere dayalı bir inanç sistemidir. Bu gibi öğütler günün sonunda insanları agresifleştirmesi ve yalnızlaştırması bir yana üretimi arttıran ve tüketimi teşvik eden söylemlerle kapitalizmi beslemektedir. Protestan inanç sisteminde insanlar dünyaya bir "calling" ile yani ödevlendirilmiş şekilde geliyorlar ve yeterince çalışmıyorsanız bu "calling"e uymuyorsunuz demektir ve bu en büyük günahlardan biridir. Fakat asıl önemli nokta ise yalnızca seçilmiş olanların Tanrı'nın yanına gidebilecek olması fakat kimsenin seçilmiş olup olmadığını bilmemesidir. Herkes seçilmiş olduğunu inanarak bir diğerinden çok çalışarak Tanrı'nın gözüne girmeye çalışır. Bu durumun yarattığı rekabet duygusu ise bireyselliği gittikçe keskinleştirerek cemaatleşmeyi ve bireyler arasında kurulabilecek potansiyel dostluk(başka bir ifade biçimiyle yoldaşlık) ilişkisini engellemektedir. Fakat bireyler arasındaki eşitlik, özellikle de gücü elinde bulunduranla eşit olmak ancak ve ancak kurulacak dotlukların otoriteyi kırabileceğini fark ettikten sonra sağlanabilir. Örnek vermek gerekirse, Türkiye'de feminist hareket LGBTİQ+ hareketinden kendini soyutlayarak güçlenemeyeceğini fark ettiğinden beri çok daha yüksek sesle hak savunucuğuna devam edebilmektedir. Yahut sınıfsal hareketler kendini diğer dezavantajlı grupların hareketlerinden bağımsız olarak düşünerek büyük kazanımlar elde edemezler. Otoriteler ise kurulma potansiyeli bulunan bu dostluk ilişkilerinin kendileri karşısında ne kadar büyük bir tehlike arz ettiğinin farkında olarak, bu grupları birbirlerinden yalıtılmış bireyler ve küçük birimlere bölerek yani bireyselliği güçlendirerek bu tehlikeyi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Gücü elinde tutanla eşitliği sağlayabilmek için işte bu yüzden "ben"i oluşturan "öteki" ile dayanışmak gereklidir. Eşitliği pratikte mümkün kılacak olan, eşit olma talebi bulunan bireylerin ve grupların dost olabileceklerini fark etmeleridir. Bu sayede hem birbirlerinin mücadelelerine destek olacak hem de gücü elinde bulunduran otoritenin gücünü kırarak kendileri için çok daha eşit bir yaşam çizeceklerdir.  

Hiç yorum yok: