12 Haziran 2022 Pazar

Irmak Kesen / Cihat Kora Anadolu Lisesi / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 6.sı


Final Yarışması Yazısı

Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hisset­tiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... De­mek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olma­yan düşünme tarzlarına önceliği.” 

Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay

ÖZGÜR İRADENİN YARATTIĞI BULANIKLIK

Birçok filozof ve ünlü düşünür milattan öncesinden itibaren günümüze kadar süren ve büyük ihtimalle önümüzdeki birkaç asır boyunca da sürecek olan insanın doğasına dair duyulan meraktan dolayı, insanı anlamlandırma ihtiyacı hissetmiştir. Bu yönelimi yaparken de aksiyomlarla hareket edilmesi kanaati getirilmiştir. Bu anlamda insanı anlamak için onun doğası temel hareket noktamız olmaktadır. Bu düşünceye dair atıflarda bulunan ve bu yazıda sıklıkla bahsedeceğimiz hatta onun fikirlerinin aracılığı ile kuracağımız sorgulama ve yanıtlama akışlarındaki baş karakter Spinoza’dır. Spinoza ‘ya göre ilk olarak insanın duygularının kökenini ve doğasını determinizm yasalar ölçüsünde analiz etmemiz gerekir. Spinoza’ ya göre insanın doğasının fiili özünü oluşturan kavram conatustur. Conatus, bütün evrenin ama etkinlik olarak insanın var olma gücünün ve var olmaya, kendini geliştirmeye devam etmesi eğiliminin bir kıvılcımını üretendir, doğuştan gelmesidir, kombinasyondur. Spinoza’ ya göre, insanın içindeki var olma gücü insanı ifade boyutundan ifade edilen bir konuma taşıması açısından da önemlidir. Bu anlamda yaşama gücünü sağlayan bu çaba aslında insanın doğasının özü olarak nitelediği, iştah veya bilincine varılan arzunun kökenini bize sunar. Bu insanın beden ve zihni söz konusu olduğunda arzu diye adlandırdıklarımız aslında çabanın bir ürünüdür. Sadece zihni durum olursa irade kavramı ortaya çıkar. Conatus bize duygunun kapısını aralar. Duygu dediğimizde karşımıza arzu, sevinç, keder çıkmaktadır. Arzu insanın doğasının kendisini bize sunar. İnsan sürekli bir dıştan edilgin bire bir olmayan veya kendisinin yöneldiği birebir etin fikir durumlarını yaşar. İnsan çoğu zaman bu arzunun durumunda bu tepkilere göre fikir oluşturur. Bir şey iyi değildir, sadece bizim ondan yönelmemiz o şeyi iyi yapar ve sevinç duygusunu oluşturur. Bir şey kötü değildir bizim ondan uzaklaşmamız ona keder duygusu yaratır. Arzunun temellendirmeleriyle keder; egoist, şefkatsiz, sevinç; iyilik, yüreklilik vb. olarak ele alırsak, o zaman özgürlükte bu duygular arası bir etkileme midir? Özgürlük insanın doğasının bir yanılsaması mıdır?

 Descartes’in başlattığı Kartezyen düalizminden dolayı biz insanlar genellikle zihin ve bedenin birbirinden farklı iki unsur olduğunu düşünürüz. Descartes’in yaptığı bu ayrım günümüzdeki zihin felsefesi açısından da hep aşılması gereken bir şey olarak görülmüştür. Tabi aşılmaması gereken bir unsur olduğunu savunanlar da vardır. Descartes hem zihnin bedenden farklı olduğunu, ikisinin birbirini etkilemeyen, birbirinden ayrı iki töz olduğunu söyledi ama bunu söylerken kendi zihninin varlığından bedeninin varlığını tam olarak kanıtlayamadı ve bu noktada tanrıya başvurdu. Spinoza için ise bu oldukça mantıksızdır. Peki Spinoza ’ya göre beden nedir? O der ki her şey bir bedene sahiptir ve bedeni anlamının yolu öteki bedenlerle karşılaşmaları anlamaktan geçiyor. Bedenler yapabilirliklerinin farklarına göre ayrılır. Peki, yapılabilir şeylerin bilgisine, duygulanış kapasitesinin bilgisine nasıl ulaşılabilir? Ona göre etrafımızdaki her şeyi ya düşünce ya da yayılım olarak bilmekteyiz. Mesela sevgi fikri, bir ağaç, kaya... Yani Descartes’in duyuların yanıltıcılığı yüzünden bedeni bir bilgi edinme aracı olarak kabul etmeyen ve aklı ön plana çıkaran cogito’sunun aksine Spinoza, bedeni ve bedensel karşılaşmaları tüm bilginin temeli olarak alıyor. Bir başka açıdan da aklımıza gelebilecek her şey sonsuz tanrının kendini düşünce ve yayılım sıfatları halinde görünüre çıkartmasıdır diyebiliriz. Yani buradan Descartes’in ifadesine karşın karşımıza şöyle bir argüman çıkartmaktadır:  Her bir yayılım için ona karşılık gelen bir düşünce tavrı olacak, tam aksi her bir düşünce tavrı için de ona karşılık gelen bir yayılım olacaktır. Bu perspektiften bakılırsa insan zihninin zihin olarak orda olmasını sağlayan şey bedenidir ama bedeninin de zaten orda olmasını sağlayan şey de zihnidir. Fakat bunlar biri diğerinin nedeni değil aslında paralel olarak varlar. Buna da paralelizm denmektedir. İnsan zihin ve bedenden oluşan bir bireydir ama ikisinden biri değil, ikisinden biri diğerinin nedeni değil, ikisinin toplamı da değil. Çünkü bunlar sadece tek bir tözün kendini farklı biçimlerde gösterdiği sıfatlardır. Bizler ne bedenimiziz ne de zihnimiziz. Ama zihnimizde idelerin arasındaki düzlem ile fiziki dünyadaki düzen aynı.  Yani düşünen ve yayılan şeylerin düzeni birdir. Spinoza’nın bilinç üzerine yazdığı kitaptan buna dair bir örnek verilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bilinç, bir öznenin ahlaki özelliği değil, fikrin fiziksel özelliğidir. Zihnin fikir üzerine düşünümü değil fikrin zihindeki düşünümüdür. Bilinç birinci olduğu fikre göre her zaman ikincidir ve ilk fikir ne kadar değerliyse ancak o kadar değerlidir. Zihin dediğimiz şeyi oluşturan şeyin zaten beden olduğunu beden fikri olduğunu söylemiş oluyoruz aslında. Çünkü her düşünceye karşılık gelen bir yayılım sıfatı olmak zorunda. Israel Rosenfield adlı doktoralı bir akademisyen Spinoza’nın değinmeye çalıştığı noktaya kendi fikirlerinin doğrultusunda ve kendi sözcüklerinin eşliğinde  zihin denilen şeyin geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki beden imgeleminin sürekli etkileşimi olduğunu söyleyerek değinmektedir. Bunu daha açık bir şekilde ifade edersek, bilinç dediğimizde burada bahsettiğimiz bellek ve beden algımızdan kaynaklanan, beden algımızla aldığımız kurulan bir bellektir. Günümüzden yaklaşık 300 yıl kadar önce Spinoza bundan “Ethica” adlı kitabında bahsetmiştir. Demiştir ki zihni kuran fikir, beden nesnesidir. Buradan varılabilecek nokta insanın bedeninden ayrı, bedeninin yaşadığı deneyimlerinden tamamen farklı bir zihni olmayışıdır. Nasıl ki beden fiziksel olarak girdiği bütün etkileşimlerde ya da karşılaşmalarda değişiyorsa algılar aracılı ile aynı şekilde zihnindeki bir fikir de diğer fikirlerle karşılaştığında ondan etkilenir. Bunun götürdüğü sonuç ise determinizm ve özgür iradenin hiç olmayışıdır. Peki bu tüm etkileşim ve değişimler her şey için geçerli midir? Bu etkileşim ve değişimlerin etkilenen ve değişen şeylerle arasındaki ilişki nedir? Eğer paralelizme göre de ele alırsak  zihin ve beden arasındaki bu bir olma durumu, deneyimlenen etkileşim ve değişim için de geçerliyse her şeyi etkileyen de olmalıdır ve bu etkiden etkilenen, etkileşime açık olan da. Varılan bu sonucu tanımlayan da Latince bir kelime vardır. Modus. Örneğin düşünce modusları. Yani bir düşüncenin bir düşünceyi etkilemesi denilebilir. Bu düşünce de Platoncu özcülüğün zıt düşüncesi  konumundadır. Sadece beden değil, ruh da zihin de kısacası her şey etki altındadır. Bedenimin altında değişmeden kalan Irmak özünün olmayışı gibi.

 Konuyu bu bağlamdan alıp örneklendirerek açıklamaları daha sağlam bir zemine oturtmak ve esas noktalara adım adım yaklaşmak isterim. Öncellikle herhangi bir markette olduğunuzu düşünün. Marketin buzdolabı reyonuna gittiniz ve önünüzde duran bir sütü aldınız. Ben bu sütü istiyorum ve istediğimden ötürü aldım, oradan kaldırıyorum diyebilirsiniz. Hiç kimse bu durumda beni etkilememiş oldu diyebilirsiniz ama yanılırsınız. Çünkü ben o sütü almak istiyorum hissiyatı veya söylemi deyin fark etmez bu nörofiziksel süreçlerin yüz küsur milisaniye kadar sonrasında ortaya çıkmaktadır. Buna benzer Libet deneyleri vardır. Benjamin Libet adlı California Üniversitesi nörofizyologlarından olan bir adamın yapmış olduğu bir deneydir. 1983’de yapılan bu deneyde, deneklerden basitçe, parmağını kendi istediği anda oynatması istenmiştir. Bu esnada deneğin eline EMG isimli bir cihaz da bağlanmıştır. EMG, kas hareketlerini elektriksel düzeyde ölçebilen bir cihazdır. Deneğin parmağını oynatma eylemi, başlıca iki aşamadan oluşmaktadır. 1- Parmağını oynatmaya karar vermek, 2- Parmağını oynatmak. Birinci kısım yani karar verme anını belirlemek için de saat kadranına benzer başka bir cihaz kullanılmıştır. Bu cihazın içindeki siyah benek kadran etrafında belirli bir hızla dönmektedir. Denekten, parmağını oynatmaya karar verdiği anda beneğin kadrandaki pozisyonunu söylemesi istenir. Bu şekilde, deneğin parmağını oynatmaya karar verdiği ve sonrasında da parmağını oynattığı iki farklı an tespit edilmiş olacaktır. Ölçümlerden birisini EMG cihazı diğerini ise kadran düzeneği gerçekleştirmiş olacaktır. Bu esnada deneğin başında EEG aleti bulunmaktadır ve deneğin aldığı karar anının tespit edilmesini sağlayacaktır. Böylelikle, deney esnasındaki tüm süreç bir arada takip edilebilecektir. Deney gerçekleştirildi ve veriler kaydedildi. Deneğin parmağını kaldırmaya karar verdiği an ile parmağını kaldırdığı an arasında 200 milisaniyelik bir süre ölçülmüştü. Bu beklenen bir sonuçtu. Ancak bundan sonrası çok şaşırtıcı idi. Çünkü, deneğin parmağını kaldırmaya karar verdiği andan yaklaşık 350 milisaniye öncesinde elektriksel bir hareket tespit edilmişti. Başka bir deyişle, deneğin parmağını kaldıracağına, kendisi karar vermeden 350 milisaniye önce bilinmeyen bir mekanizma tarafından karar verilmişti bile. Deney defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. 1983 yılından günümüze değin, deneysel cihazlardaki teknolojik değişim ve gelişime karşın muhtelif zamanlarda yapılan emsal deneylerde de sonuçlar aynı olmuştur. Akıllardaki “O zaman aldığımız kararlar, yaşadıklarımız hatta hissettiğimiz tüm duygular önceden yazılmış bir senaryonun parçası misali midir?” sorusunu duyar gibiyim. Yaşadığımız yıl itibariyle de özgür iradenin bir yanılsama olduğu ya da zihnin yorumlayarak kendi kendine hikayeler yarattığı meselesi gündemini koruyan bir görüştür. Tartışılan konunun en can alıcı ve şaşırtıcı noktası ise bu yapılan nörolojik deneylerin ve özgür irade görüşlerine kanıt sunulan yazıların aslında 323 yıl kadar öncesinde Spinoza tarafından ve hiçbir teknik açıdan test edilip, denenmeden ortaya atılmış olmasıdır. Bunca ortaya dökülen özgürlük kavramının aslında Spinoza tarafından başka tanımlandığını eklemek gerekir. Çünkü onun tanımından bakıldığında özgür irade ikilemesinin aslında başka bir boyuta işaret ettiğini kavramak daha mümkün olacaktır. Ona göre nedensizce eylemek zaten özgürlük değildir. Bu tamamen denk gelme daha doğrusu rastgelelik olurdu. Burada bizi rahatsız eden birtakım cümleler var. Çünkü düşüncelerimize odaklandığımızda, onları ele alıp sorguladığımızda özgür iradeden, özgür iradeye sahip olduğumuzdan bahsederiz. Genellikle böyle bir eğilimimiz vardır. Etkilenmeyen ve kendi seçimlerini yapan bir aklımız olduğu gerçeğine sımsıkı tutunmak veyahut tam tersi, hissettiğimiz duyguların nedenini bilmeyip sadece istediğimiz veya hissettiğimiz için hissetmek gibi ironik bir fikir deryası vardır. Peki neden? Bunun nedeni basit, bilinçli canlılar olmamız. Aslında bu konuya yazının başında açıklık getirilmişti. Bilincin fiziksel bir özellik olduğunu, bilinci oluşturan idenin de zaten beden olduğunu detaylıca irdelemiştik. Yani nörofiziksel süreçlerin sizi o marketteki sütü almayı yönlendirmesi ve sizin de onu almanız düşünce ve duyumun birbirine paralel olmasından kaynaklanmaktadır. Biz insanların bu konuda kendimize keskin sınırlar çekip, alışılmış inanış ve düşünüşlerin aksine “farklı” diye adlandırabileceğimiz bu düşünceye bu kadar mesafeli olunmasının sebebi bedeni nesnelliğe, determinizme tabi tutup zihnimizi tabi tutmayışımızdan kaynaklanmaktadır. Bu iki oluşu zıt kutuplara koyup onların aslında bir bütünü oluşturduklarını unuttuğumuz, onların çıkışındaki ortak özü fark edemediğimizden dolayıdır.

 En genel ifadeyle insan bedenindeki etkilenimlerin/etkilenişlerin hissetme, hayal gücü ile hafıza yetileri ekseninde algılanmaları neticesinde oluşan, bu nedenle şeyleri nedenleriyle değil, yalnızca etkileriyle bilmeye dayanan tümüyle öznel, bulanık, upuygun olmayan, olumsal bilgi “sanı veya hayal gücü” bilgisine karşılık gelir. Bu konuya dair yapılan tüm akıl yürütmelerin özünde yatan hatanın biricik nedeni bu bilgidir. Doğadaki şeylere veya insanlara atfedilen kimi niteliklerin, peşin hükümlerin nedeni bu tarz bir düşünüşten kaynaklanmaktadır. Özgür iradeye yaşamımız boyunca bu denli körü körüne inanmamızın da nedeni budur, özgür irade denilince arzulanan çabanın ve yaşamda gösterilen çabanın ürettiği arzunun bizde bıraktığı tesir, hayaldir. Özgür iradeyi Spinoza ile yalanlarken Searle gibi kimi filozofların ise bilincin, beynin bir üst düzeyi olduğunu söylemesi konuya başka bir delik daha açarak kafalardaki bunaltıyı arttırdı. Searle bilinci, “sabahleyin rüyasız bir uykudan uyanıp tekrar uykuya dalana kadar gün boyu devam eden veya komaya girinceye, ölünceye ya da bir şekilde bilinçsiz bir duruma girinceye kadar süren içsel, niteliksel, öznel duyarlılık veya farkındalık durumları” şeklinde tanımladı ve yürütülen bilimsel bilinç araştırmalarında benimsenen yolu yapıtaşı modeli diye adlandırdı, bu yöntemle çalışmalarını sürdüren bilim adamlarının bilincin temel nitelikleri olan öznellik, niteliksellik ve bütünlüğü dikkate almadıklarını belirtti. Bilincin nörobiyolojik açıdan incelenmesi için farklı bir model önerdi.

 Ortaya atılan bunca değişik fikir ve kanıt niteliği taşıyan araştırmalardan ve deneylerden sonra diyebilirim ki Spinoza’nın zihin ve bedenle kurduğu, tözden çıkıp niteleme görevi gören kombinasyon halleri ne Platon için ne de Descartes için makul değilken, şahsen anlamlandırabildiği özgür iradenin olmayışı durumunu kafamda oturttum. Buna istinaden Searle’ in yarattığı bilinç ve beden dengesizliği ise paralelizmin ışığı altında hiç düşünülmemesinden kaynaklanmaktadır diye düşünmekteyim. Şahsi fikirlerim ve araştırmalarım doğrultusunda diyebilirim ki ben yorgun hissediyorsam ve bu yazıyı noktalamak istiyorsam bu isteğimin, bu arzumun nedensizliği diye bir şey söz konusu değildir. Bu hissiyattan önce bu hissiyatın fikri oluşmuştur hatta milisaniyeler öncesinde, fikir daha kendini göstermezken aksiyon alabilmem için nöronlarım arasında elektrik akımı olmuştur.  Son olarak da Baruch Spinoza’nın sözüyle konuyu noktalamak isterim: “Her ne olursa olsun, kendi var oluşunun bir nedeni bulunmayan şey var değildir.” 

KAYNAKÇA

Baruch Spinoza, "Ethica"

Baruch Spinoza, "Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme"

Baruch Spinoza, "Tanrıbilimsel Politik İnceleme"

Çetin Balanuye, "Spinoza - Bir Hakikat İfadesi"

Çetin Balanuye, "Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?"

Gilles Deleuze, "Spinoza Üzerine 11 Ders", 

Gilles Deleuze, "Spinoza - Pratik Felsefe"

Solmaz Zelyüt, "Spinoza"

Roger Scruton, "Spinoza"

Charles Ramond, "Spinoza Sözlüğü"

Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, "Spinoza"

Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi Cilt 3, "Spinoza"

Irvin Yalom, "Spinoza Problemi"

"Spinoza ile Karşılaşmalar", Kolektif, Ayrıntı Yayınları

Y Bayrak - Felsefe Dünyası, 2015 - dergipark.org.tr

A Durakoğlu, AY Volkan - FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2012 - dergipark.org.tr

SA ALTINÖRS - Temaşa Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü …, 2018 - dergipark.org.tr

C YİĞİT - Yeni Fikir Dergisi - dergipark.org.tr


İkinci Adım Yazısı

"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." 

Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Sayfa 24 - Metis Yayınları, 2020

ZAMANIN TOZU GÖZLERİ BULANIKLAŞTIRIRKEN

İnsanoğlu, sapiens familyasından günümüze kadar gelen değişimindeki süreçte devamlı olarak zaman kavramına dair atıflarda ve incelemelerde bulunmuş, zamanın gereksinim haline gelmesine dair düşünce  basamakları oluşturmuştur. Teknik açıdan zaten kolaylıkla adlandırabildiğimiz zaman kavramı teknik yönünün dışında da birtakım tanımlara ihtiyaç duymuştur.  Ölçülmüş veya ölçülebilen bir dönem, uzaysal boyutu olmayan bir süreklilik anlamına gelen zaman, soyut dünyanın biricik elemanları sayılar sayesinde kendisine kıyafet geçirip gözler önüne gelebilmektedir fakat bu kıyafetleri insanlar diktiğinden zamanın böylesi görünürlüğü “insanların varlığı” kadar kesin ve tutarlıdır. Bu konu kimi filozoflar tarafından bir “varlık” problemi olarak ele alınırken kimileri tarafından da bir zihin ve bilgi problemi olarak ele alınmıştır. Bir grup düşünür zamanın dolaylı yollardan deneyimlenen nesnel bir gerçeklik olduğunu öne sürmüştür ve öznenin de zamana göre şekillendiğini eklemiştir. Yani zaman insandan bağımsız varken bireyler onu hesaplamaya çalışmış hatta ona göre yaşantılarını bölümlendirmişlerdir. Bu grubun aksini düşünen filozoflar ise zaman ile özne oluşlarının birbirinden ayrılamayacaklarını, ilişkili olduklarını düşünmüşlerdir. Yani bir bireyi ele aldığımızda, o bireyin var olmasının getirisi olarak mevcudiyetinde gerçekleşen aksiyonları, onun zaman algısını meydana getirmektedir. Varılan farklı iki çıkış yolu nesnel ve öznel zaman diye kendini nitelemiştir. Nesnel zamanda, zamanın laboratuvar deneylerinden ve fiziksel dünyanın ögesi olmaktan bir farkı yoktur. Öznel zaman ise bunun aksine  “birlikte görme tarzı” diye yorumlanmıştır. Yazar Thorsten Streubel’a göre, Geçmiş ve Gelecek Zaman yok ise, Şimdi, onlardan hem ayrılır hem onlara bağlanır ama bunlar zamanın bölümleri de değildir. Çünkü aynı öznel zamanda bahsedilen gibi  insanlar zamanı tümüyle Varlık’ta aramışlardır. Streubel’ e göre asıl olan zamanın var olan olarak var olmayana ait olmasıdır. Yani zaman zaten varken, bizim algılarımız aracılığıyla ruhumuzun yayılması sonucu süre adlı çalışmaya  dönmüştür.

   Peki bu analizlerin kaçını gündelik hayatta yapıyor ve ortalama insan ömrümüzün saniyelerini buna göre değerlendiriyoruz? Eğer zamana nesnel dersek ve biz özneler ona göre şekilleniyorsak, zamanın ölçüsünü neden bir türlü tutturamıyoruz. Bir insan düşünün kafanızda. Bu insanın ömrüne yaklaşık yetmiş yıl dersek bu yetmiş yılın her bir yılı birbirinin aynısı ama bir sonraki yıl da bir öncekinden hep daha çok gerçekleşme potansiyeline sahip. Ancak bu potansiyelin gerçekleşme yüzdesi de bir diğerinden farklı değil. Sabahları kalktığımızda içtiğimiz, popülerizmin yeni oyuncaklarından o süslü kahveler ve onların eşliğinde izlediğimiz beyin uyuşturan şiddet meyilli diziler günün başlangıcını oluşturuyor. Sosyalleşme diye adlandırdığımız birkaç kişi ile buluşup ego karşılaştırmasının ardından yeni bir yemek yemeye cesaret edemeyecek kadar konfor alanına sığınmış olduğumuzdan midemize soktuğumuz o alışık yapay tatlarla günü yatakta sonlandırıyoruz. Yorganı kafamıza çekip gözlerimizi tavana diktiğimizde günün tatmin ediciliğinden bir gram kırıntı yokken, hüznün içinde yeni günün gelmesini ve aynı dönme dolaba binmenin mahrurluğunu yaşıyoruz.  Kapitalist düzenin biricik piyonları sektörleşen alanlar bizi bedenen ve ruhen sömürmeye çalışırken onlar da bu simülasyonun bir parçası olduklarını unutuyorlar. Aynı düzendeki farklı bakış açıları oluşuyor. Truman Show adlı filmdeki gibi bir senaryonun içerisindeysek yazık ki yaşamımız evrenin yaratılışındaki küçük hatalardan biri olmalı. Buna benzeyecek en iyi örnek yol örneğidir. Diyelim ki önünüzde üç yol var. Siz bunlardan ilkini seçtiniz ve o yoldan gittiniz ama bir baktınız ki yol sizi başladığınız noktaya geri getirmiş. O zaman yapmanız gereken en mantıklı hareket diğer iki yoldan birini seçmek olacaktır. Siz de benim gibi düşünmüş olabilirsiniz fakat ne yazık ki böyle düşünülmesine rağmen aldığımız adımlar hep aynı oluyor. Biz yine birinci yoldan gidiyoruz, bakıyoruz aynı yere geri gelmişiz tekrar o yoldan gidiyoruz. Bir süre sonra yola çıkış amacınızı veya yolun aynı noktaya çıktığını bile unutacak ve bu daimi döngünün içinde dönüp durarak zamanı yok edeceksiniz. Tezat ve çelişkili bir kelime olsa da zamanın yokluğu, size ithafen geçen zamanın değerini ve kullanılabilirliğini yok etmiş olacaksınız demektir aslında. Artık zamanı değerli kullanma gibi kalıplar bile güncelliğini yitirdi ve tozlu raflarda yerini aldı. Hareketsizlik bile ismini duyuramadan küçük bir kıvılcım gibi aniden yanıp sönüyor. Merak edilen bu nereye kadar devam edecek? Kör olmuş bir insanlık var karşımızda. Ne yaptığını göremeyecek kadar gözleri ağırlaşmış... Nietzsche’nin Zerdüşt’ü zamanı oyuncağı gibi kullanıp, üst insana ulaşırken geçen süreyi nasıl keyfince daha doğrusu keyifli bir şekilde aklınca kullandığından kısaltmış gibi hissettirebilse de, modernizmin evlatları üst insanı klavye başında aramakta. 

  Her ne kadar metafiziğin tohumlarından rasyonalizmin bulgularına şöyle bir gidip gelsek de zamanın kendi içinde barındırdığı gizemli paradoksal yapıyı ne çözmeye ne de anlamaya mecalimiz yeter. Varılması gereken ve varılabilecek en ihtimali yüksek noktayı Hint yazar Tagore şöyle dile getirmiştir: Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır.


Birinci Adım Yazısı

“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası,  Sayfa 20

  Nasıl oluştuğuna ilişkin detaylıca düşünülmüş kuramlara sahip olan, sonsuzdur diye adlandırıldığından mütevellit kendisinde soru işaretleri bırakan bir "evren" var. İçinde milyonlarca olasılık barındıran bu evrende yine milyonlarca olasılık barındıran bir de gezegenler var. Bu gezegenlerden biri de bizim gezegenimiz Dünya. Kara ve sularla donatılmış bu Dünya kütlesinin, üzerinde barındırdığı sayısız türde ve sayısız özellikte canlılar bulunmaktır. Bu canlılardan biri de biz insanlarız. Biz insanlar ki mevcudiyetimizde hem hayvan ruhunu hem de bitki ruhunu barındırırız. Bitkiler gibi büyür ve beslenir; hayvanlar gibi algılar, hisseder, atılımlarda bulunuruz. Fakat dikkat edilmesi gereken bir başka husus vardır ki o da bu biçimlere ilaveten bizim Aristoteles'in deyişiyle tanrısal aklın bir kıvılcımına sahip olduğumuzdur. Kıvılcım diye bahsedilen durumun esasında anlatılmak istenen insanların akla uygun düşünme yetisine sahip olduğunu vurgulamaktır. Sahip olunan bu kabiliyet yardımıyla insan ırkı, var olduğu ilk zamanlardan günümüz 21.yüzyılına kadar devam eden süreçte durmadan ve kümülatif bir şekilde sorgulama eyleminde bulunmuştur. Karşılaşılan doğa olaylarını, sonrasında toplumsal hayatın ve yerleşik düzenin başlamasıyla meydana gelen sosyolojik konulu durumların kendi içinde anlam barındırıp barındırmadığını, ortaya çıkmak zorunda kalan toplum ve bireyle yakından ilgili kavramların kendi arasındaki tutarlılığını, yaşama hatta ölüme dair pek çok bilinmeyenin anlamlandırılmasını arzu etmişlerdir, bu konuları sorgulamışlardır. Hala anlamlandırma çalışmalarına da devam edilmektedir. Çünkü soruların yanıtları biz insanları asıl tatmin edecek ve bizi bir üst noktaya eriştirecek olan değildir. En önemlisi soruların ne olduğudur ve izlenen yolun mahiyetidir dikkat edilmesi gereken. Dönen bir çark misali ardı ardına sıralanıp başlangıcı ve sonu belli olmayan bu soru sorma eyleminin gerçekleşmesiyle varlığımızın daha anlamlı daha farkında olunarak gerçekleştirildiğini anlarız. Felsefe yapmanın yani soru sormanın, bilgeliğe ulaşma çabasının ne denli mühim ne denli kilit bir nokta olduğunu unutmamak gerek diyerek bu konuyu burada toparlamak ve insanların sormuş olduğu belli başlı felsefi soru örneklerini vermek isterim. Sırayla sorduk bizler: İyi nedir, kötü nedir? Adalet var mı? Adalet varsa haksızlık da mı var o zaman? Sevgi nedir? Varlık ne demek? Duyularımızla algıladıklarımız, algıladıklarımızı bilgi ve kesin doğrular diye kabul etmek için yeterli midir? Tanrı var... Bu soruların ardı arkası kesilmez. Zaten bundan dolayıdır ki filozofların her biri ancak belirli alanlarda yoğunlaşabilmişlerdir. İşin özü aslında insanların bilinçli bir şekilde bilinci dahi sorguladıklarını görmekte. 
   Bir nevi armağan da denilebilecek akıl sayesinde gerçekleştirdiğimiz bu eylemler her ne kadar ilgi çekici, bir o kadar da özenilesi gözükse de günün sonunda insanlar da bir malzemenin ya da Platon'un diyeceği şekilde bir kurabiye kalıbının ürünüdür. Sahip olduğumuzu tartışabileceğimiz ruhumuz ve aklımızla üstüne düşünmekten büyük zevk duyduğumuz soyut dünyanın, karşı anlamlısı olan materyal bir bünyeye sahibiz. En basit örnek olarak düşünmek için yemek yememiz gerekir. Başımızı sokacak bir çatıya, üstümüzde salınacak bir kumaşa, midemizi dolduracak aşa, yalnız olmadığımızı hissettirecek aile ve dostlarımıza ihtiyacımız var. Şu dipnotu da düşürmekte yarar var, insanlar temel ihtiyaçlarını karşılamadan böylesi felsefi düşünce girdaplarında savrulamazlar. Bertrand Russell'ın dediği gibi " Tembellik medeniyetin direğidir." Burada tembellik diye adlandırılan şey aslında ilk zamanların filozoflarının çoğunun aristokrat ve burjuva ailelerden gelmiş olmasıdır. Çorapların dahi uşaklar tarafından giydirildiği bu kesimdeki insanların, düşünmek için çok fazla zamanları kalıyor kendilerine. Bir maden işçisinin evdeki eşi ve çocuklarının karnını doyurmak için düşündüğü zamana tekabül edebilir onların kendi arzularına göre şekillendirdikleri düşünme zamanları.
    Bahsettiğim düşünme, sorgulama, sorguladıklarının karşılığı nitelikte yanıtlar bulma ve bunları sistematik bir düzen içerisinde mantığa oturtma eylemleri gerçekleştirilirken beraberinde bilimin, siyasetin, sanatın ve birçok dalın gelişmesini sağladı. Bu gelişim beraberinde medeniyetlerin doğuşunu getirdi. Ancak eğer bir medeniyet doğuyorsa bu bir başkası bittiğinden ötürüdür. Yani kimi uygarlıklar yıkıldı, kimileri kazanıldı, kimi toplumlar gelişti ve geliştikçe zenginleşti kimileri ise bir başka toplumun zenginliğinin altında boğuldu, orta sınıf diye adlandırılabilecek bir toplum dahi ne yazık ki kalamadı. Burada insan ırkıyla aslında yeniden tanışıyoruz. En önemli özelliği aklı olması demiştik ama aklı nasıl kullanacağını henüz öğrenemeyenler var. Mağaranın karanlığından sıyrılan veya tavşanın tüylerinin üstünde duran birtakım filozof kimlikli bireylerin toplumun geri kalanını aklı nasıl kullanması gerektiğini anlamak için öğretmeye çalışırken amaçlarının tam tersi bir şekilde yaptıkları etiketlenip, bu tür insanları sindirmek isteyen kurulu bir düzen var. Sokrates de bu uğurda canını feda etmemiş miydi zaten. Halkı dinlemeye, düşünmeye çağırdı ama halk bu eylemleri öteleyecek kadar gözünü kör etmişti. Bu konuyu anlatmak için kısaca bir örnek vermek doğru olacaktır. Platon'un ideal devlet anlayışında üç bölüm bulunmaktadır. Bu üç bölüm insan bedeninin üç kısmından ve bunların da karşılık geldiği bir ruhsal yetiden oluşmaktadır. Kafa, göğüs ve karnın altı bölümlerine karşılık sırasıyla akıl, irade, haz ve arzu erdemleri söz konusudur. Bunlar da devletin yönetici, muhafız ve ticaret sınıfı bölümlerini oluşturur. Burada üstünde durulan dengenin varlığıdır. Nasıl insan sağlıklı olmak istiyorsa dengeli bir yaşantıya sahip olmalıdır bu Platon'un devlet anlayışı içinde geçerliydi.  Ancak bu dengeden insanlık tarihi boyunca söz etmek mümkün değil. Ülkelerin başkanları, halklar ve güncel sistemin yöneticileri bu dengeyi sağlayamayacak, sorgulamaya yeltenmeyecek kadar dünyevi duyguların peşine kapılıp gitmişler. Geri dönemeyecek kadar da kaybolmuş durumdalar.
   Haz ve arzularımız, diğer tüm duygularımıza hatta yetilerimize ağır bastığından dolayı büyük bir açgözlülük içerisinde yuvarlanmaktayız. Zengin olmak, en başa geçmek, her şeye sahip olmak istiyoruz. Kazanmak istiyoruz bunun için savaş çıkartıyoruz. Belki bilim ve diğer alanlarda ilerlemeyi sürdürüyor olabiliriz ama asıl noktayı kaçırıyoruz. İnsan olarak ilerleyemiyoruz. Ayağımızdan toprağın derinliklerine çakılmışız hatta bataklıktayız ve git gide dibe batıyoruz. Bilgelik bilge olmak için ter dökmektedir, kendine ben tamamım demek değil. Fakat yoldan geçen en az yüz kişiye sorsanız bildiklerinden şüphe etmez, aslında hiçbir şey bilmediklerini ima ettiğinizde sizi alaycı bakışlarla süzerler. İnsanlığın asıl kaybı vergilerle değil bu cahiliyetle başlamıştır.
  İşte bu cahiliyetin ve açgözlülüğün en büyük düşmanı eşitlik kavramı oldu. Ricky Gervais ve Matthew Robinson adlı iki yönetmenin objektifinden çıkan "Invention of Lying" adlı bir film var. Bu filmde yalan adlı bir kavramın olmadığı bir dünyada yaşayan insanlar var. Yalan söyleme eylemi gerçekleştirilmediğinden dolayı bu eylemi imgeleyecek bir kavrama da ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bizim lügatımızda eşitlik denen bir kavram ne yazık ki asırlardır var. Ne yazık ki diyorum çünkü eşitlik kavramının çıkmasındaki neden dünyada var olan eşitsizliğe karşın bir tutumun sergilenmesi gerektiğindendir. Bu kavram keşke kağıt parçalarına yazılmakla ya da dillerde sakız olmakla kalmayıp gerçeğe dönüşebilse. Çünkü eşitlik varılması gereken bir nokta gibi kaldığı sürece uygulamada yoksunluk olacaktır. Eşitlik olmalı denmemeli, eşitlik hali hazırda var ve zamanla örtüşmüş bir halde ebediyetini koruyor diyebilmeliyiz. Kendi türümüz olan insanların arasında bile ırkından dolayı, konuştuğu dilden dolayı, bireysel seçimlerinden, inancından hatta görünüşünden dolayı bir ayrım yapılmakta. Kimi taraf baskın gelip kayrılır kimileri ezilmeye mahkum edilir. Keşke bu insanlarla sınırlı kalsa. Öylesine açız ki ve öylesine boş ve amaçsız ki benliğimiz, tek başarımız birilerini ezebilme gücüne erişebilmemizde. Bunu aklımız sağlıyor. Düşünebildiğimizden dolayı hayvanların bu acizliğini kullanıp omları da eziyoruz, sömürüyoruz. Onların bedenlerini, işlevlerini kendi yararımız için kullanıyoruz. Köleleştiriyoruz çevremizdeki her tür canlıyı ama en çok kendi zihinlerimizi. Zincirleri kırmamız gerek. Bunlar artık psikolojik bir rahatsızlık bile sayılabilecek tanılara sahipken sadece eşitlik diye pankart açmak yetersiz kalıyor. Hayvanlar fabrikaların değil doğanın çocuklarıdır. Tanrısal bir devinim varsa o da bizim değil kendisin yararına işletir çarkları. Amaç biz değiliz, biz amaca hizmet etmeliyiz. Ne zaman hayvan kürkü giymeyi bırakırsan, hindi yemeyi bir gelenek halinden çıkartırsan, aç bir çocuğun elinden tutup onu doyurursan o zaman kavramlar daha umutlu bir hal almayı başarabilirler, dünyanın olması gerektiği hali gibi. 
  Eşitlik tek taraflı bir durum değildir. Eşitlik bir ilişkinin ,ki bu ilişki insan ve insan veya insan ve hayvan arasında olabilir, varlığında barındırması gereken bir çeşit durumun adlandırılmasıdır. Kendi bulunduğun konumla etrafındaki canlıların konumu arasında uçurumlar varsa bırak bu uçurumları sözlerle süsleyip kapatmayı araya köprü kur. Yalan kavramına ihtiyaç yok çünkü yalan söylenmiyordu demiştim ya, eşitliğe de ihtiyaç olmasın ki ona sahip olmuş olalım. Konuştuğumuz dil bile yaşamımızda büyük bir işleve sahiptir. Bir medeniyetin dili onun aynadaki yansımasıdır. Ben yansımamda ne inek kanı bulanmış dişler ne de insanların ölmesine yol açmış elmaslarla dolu kolyeler istiyorum.

  

Hiç yorum yok: