12 Haziran 2022 Pazar

Alperen Ozali / Kilim Sosyal Bilimler Lisesi / Kayseri / DüşünYaz 8, Türkiye 4.sü




Final Yarışması Yazısı

 “Biraz zaman geçsin her şeyi unutacaksın. Biraz zaman geçsin her şey seni unutacak.” Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, İş Kültür Yay.

İNSANIN  KENDİNE VURDUĞU PRANGA VE ANLAM MAĞARASININ KUYTU KÖŞESİ : UNUTULMAMAK VE ÖLÜM

'Ben neden varım ve neredeyim ?' işte bu soru, -bu bilinmez, 'bilgi ve anlam' mağarasının karanlık köşelerine ışık tutan meşale- insanın kendine sorduğu ilk sorudur. İşte bu soru ile anlam macerası başlar, insan anlamı arar hatta aramak pek hafif bir tabirdir, anlam dalına tutunarak çukura düşmemeye çalışır; 'unutulmak' çukuruna. İnsan anlamı ilk önce rehberlerinde, ailesinde aramaya başlar. Kısa sürede ise fark edecektir ki ailesi ya birçok insan gibi yaşamamakta, zaman öldürmektedir veyahut ailesinin anlamının ona uymayacaktır. Çocuk dışarı çıkmak isterken ailesi ona engel olur, çocuk konuşacağı kişileri kendisi seçemez, ailesi onun isteklerini engeller. Çocuk ise yavaş yavaş 'biricikliğinin' farkına varır ve ailesinin bulduğu 'anlam'ın' ona asla uyamayacağını fark eder. Onlar bir defa eski bir kuşağın insanlarıdır! Peki ya yeni kuşak, onlar pek mi farklıdır? Çocuk çevresini keşfeder ve büyür, artık yeni kişiler ile tanışır ve gene bir hüsrana uğrar. Onlarla sadece parmak izleri değil, istençleri de uyuşmamaktadır. O bir espriye gülerken bir diğer çocuk ağlar. İşte o zaman anlar ki 'anlam' diğer insanlarda bulunamaz ancak insan anlamsız da yapamaz! O halde ne yapmalı? Eğitim almalı. Okula gider ve hocaları da onu zorla şekillendirmeye çalışır, aileden pek farkları yoktur ve bu da çocuğa uymaz. Ancak burada öğrendiği bir şey bizim sorunumuzun nedenini açıklayacaktır. ' Kendi hazlarını önemseyen insan kötüdür, asıl iyi olan insan başkalarını ve kendisini yüce amaçlara ulaştırabilen insandır.' Eğitim de işe yaramadığına göre ne yapmalı? Bol bol okumalı. Kitapları karıştırır, saatlerce düşünür ve sonunda bulur 'X' fikri hayatının anlamıdır, evet! O öyle yüce bir fikirdir ki uğruna her şey yapılır işte o 'x' tir ki Dünya'yı meşalesi ile aydınlatacaktır. İşte bu yeni fikirsel peygamberin peşine takılan çocuk heyecanlanır, yerinde duramaz. Bunu herkese anlatmalı ve düzeni değiştirmelidir. 

Çalışmalara başlanır, propagandalar yapılır, her şey güzeldir. O adanmış ve yeniden yaratılmıştır, içinde bulunduğu 'X' topluluğunu onun sadece anlam ihtiyacını karşılamaz, bir din gibi her hareketini düzenler ve ona yeni bir çevre sunar. O artık aydınlandığını düşünür, sonunda 'bilgi ve anlam macerası' sona ermiştir. Şimdi huzurla kendini tıpkı bir manastırdaki bir rahibe gibi kendini 'yüceliğe' adayıp hayatını sürdürecektir. Ne mutlu bir son! Ama bekleyin, kahramanımızın keşfetmediği ve meşalenin aydınlatmadığını bir köşe kalmıştır. Orada tek bir şey yazmaktadır. 'Ölüm.'

Ölüm.. insanın en çok kaçmak istediği, Tüm dinlerin reddettiği o şey. İnsan anlam dalına tutunuyor demiştim, çünkü anlam arayışı lüks bir restorantta 'portakallı ördek mi yoksa ıstakoz mu?' sorusuna benzemez, o ölümcül soğuğun olduğu bir şehirde ısınacak bir yer aramak gibidir. Bir arayıştır ve çaresizce bir arayıştır. Ölüm insanı titretir, geceleri kendisi ile başbaşa kaldığı an aklına gelen ölüm fikrinden kaçmak için uyur. Firavunlar ölümden kaçmak için göğe uzanacağını düşündükleri Piramitler yaptırmış, Cengiz han -o kimsenin karşısında duramadığı Dünya fatihi- ölümden tir tir titrediği için muhafızlarını kendisi ile gömmeye çalışmıştır, ama ölüm öyle zalimdir ki hiçbirini dinlemez. Bir karadelik gibi her insanı yutar. Daha da kötüsü onları sadece öldürmekle kalmaz, anılarını ellerinden alır. Ne yaparsanız yapın, kimi ve neyi severseniz sevin, ney için çabalarsanız çabalayın bir gün hepiniz öleceksiniz ve insanlar sizin hiçbir zerrenizi hatırlamayacak. Bu cümleleri yazmak kolay ama farkına varmak zordur. Sen ve ben, düşünürler, tarihe adını yazdıranlar hepsi ya öldü veya ölecek ve bundan 100.000 yıl sonra onları hiç kimse hatırlamayacak. Bu insanı korkutur ve bu korku öyle bir korkudur ki her din ölüm gerçeğinden biraz olsun sıyrılmak için içinde ahiret inancını barındırır. Unutulma korkusu öyle bir korkudur ki her devlet kendi kahramanlarının unutulmadığına emin olmak için anıtlar yaptırır. Hatta ve hatta insanlar unutulmak istemedikleri için 'ölürler', Fütüristler hayatı beğenmezler, ancak nihilizm yerine 'ölümü kutsamayı' seçerler. Madem hayat aptalcadır, o zaman insan o şekilde yaşamalıdır ki unutulmamalıdır. Bu yaşam ise ancak kendini adama ve şanlı bir ölümle olabilir. İşte bu yüzden birçok insan 1.Dünya Savaşı'nı dehşetle karşılarken D'annunzio sevinmişti. Bu size şeytanca gelebilir, ne yani? Bu dehşet verici ve ölüm saçan savaş nasıl kutsanır! D'annunzio eğer sizin karşınızda olsaydı sadece şunu derdi 'Evet kutsanır, çünkü ancak o zaman unutulmayacağım.' Yani unutulmamak öyle bir şeydir ki, insan anlam arayışından dinlere kadar neyin peşinden gittiyse sebebi sadece odur ve en hüzünlü olanı da hiçbirinin insanı tatmin edemeyişi oluşudur. Unutulmamak ve anlam adına 'ölmeyi' bile seçen Fütüristlerin birçoğu savaşta hayatlarını kaybettiler, hiçbiri hatırlanmadı. Arkadaşları ise ölümün dehşeti ile karşılaşınca tüm teorilerini unutup tir tir titrediler. Sonuç bir 'hiç'ti. İnsan anlam savaşında gene kaybetmiş ve mağaradan eli boş dönmüştü.

Peki ya bu durumu ne olarak adlandırabilirdik?

Bu durum, yani insanın anlama doğru defalarca ve farklı şekillerde koşup her birinde hüsrana uğraması ancak tek bir şekilde anlatılabilir: 'Saçma!'

Anlamı arayan tek varlık insan olduğu gibi bu konuda hüsrana uğramaktan başka hiçbir şey elde edemez. Alberto Caraco ''koruduğumuz değerler ve yaptığımız projeler, hepsi tek bir sona karşılık veriyor: ölüm.' (1)  diyerek çağımızı açıklar. Peki ya insanlar durumun farkında mıdır? Hayır! İnsanların çoğu sürü halinde 'yaşamamakta', tüketmekte ve zaman öldürmektedir. Alışveriş çılgınlığı... Spor müsabakaları...bol entrikalı aile dizileri... Aslında bunların hepsi 'Saçma'dan kaçıştır, ancak acınası bir kaçıştır. Yukarıda verdiğim 'geceleri kendisi ile başbaşa kaldığı an aklına gelen ölüm fikrinden kaçmak için uyuması' gibidir. Ölüm sorusu ordadır ve insanı beklemektedir ancak insan 'Modern yaşam' ile bundan kaçmaya çalışmaktadır. Bunun ise hayvansı ve sığ bir yaşamdan farkı yoktur, avcının geleceğini bildiği halde avcıya karşı ne yapacağını düşünmek yerine ot çiğnemeye devam eden koyun olmak gibidir. Yaşadığımız çağ öyle bir çağdır ki artık ölüm ve unutulmak sorunu tartışılmamakta  ve her insanı korkuttuğu halde o yokmuş gibi davranılmaktadır, daha da kötüsü insan daha yaşarken unutulmakta ve 'tüketilmektedir.' Neoliberal çağ insanı bir ürün gibi tüketilecek bir 'Meta' olarak algılar ve onu pazarlar. Örnek vermek adına olabilecek en madde dışı şeye gelellim, aşka! Günümüzün o 'aşklarına' bir bakın! Kaçı için şiir yazılmıştır, biz neden hala daha 1000 yıl önce yazılan Leyla ve Mecnun'u okuyarak hayallere dalarken Modern Çağ aşkları için aynısı söz konusu bile olmaz? Doğru bildiniz! Çünkü Leyla ve Mecnun birbirlerini bir meta olarak değil, 'sonsuza kadar kendini adayacağı insan olarak' görüyorlardı. Metalaşma her yerdedir. Yani yaşadığımız çağda insanların işi daha da  zordur, çünkü artık insan bile tüketilecek bir meta haline gelmiştir ve iş bittiğinde, ürün tükendiğinde unutulacaktır. İnsanlar 'Ölüm' ateşi dükkanı ateşe verecekken raflarda bekleyen ürünler gibidir. 

Peki ya ne yapmalıyız? 

Tek bir şey yapmalı: Absürtle yüzleşmeliyiz!

Hastanın tedavisi için yapması gereken ilk şey hastalığını teşhis ettirmektir. Absürde karşı yapılacak en onurlu hamle onunla yüzleşmektir. Ancak ve ancak yüzleşince çözümü görebiliriz. Şimdi ise önümüzde çok az seçenek kalmıştır. Nihilistler gibi bu aptalca yaşama karşı tavrımızı 'Hiç' ile mi koymalıyız? Bazarov gibi hayatı alaya mı almalıyız? Ya da absürde Camus'un dediği gibi başkaldırmalı ve 'insana' mı güvenmeliyiz, veyahut aslında işi pek mi ciddiye alıyoruz?

Bence işi pek 'ciddiye' alıyor olmalıyız. Onurlu bir şekilde absürdle yüzleşip unutulmayı ve saçmayı kavradıktan sonra kendimize bakmalıyız. İnsan kendisine baktığı zaman şunu görebilir, kendisini o kadar 'Yüce' anlamlar uğruna yıpratmış ve kendini buna şartlandırmıştır ki birçok nihilist hayatın anlamının olmadığını kavradıktan ve saçmayı anladıktan sonra intihar etmiştir. İşte sorun budur, 'Yüce'yi aramaktır. İnsan neden yüce bir anlam aramalı ve kendisini aşan bu yüce anlama -ki yüce anlamdan kastım, kendisini aşan ve başka insanlardan talepte bulunan 'anlam'dır- hayatını adamalıdır? Absürdle gerçekten yüzleşen her insan sadece saçmayı görmekle kalmaz, bir şeyi daha öğrenir: Eğer hayatın gerçekten bir anlamı ( ki bugüne kadar anlam her zaman 'yüce anlam' olarak bahsettiğim şekilde anlaşılmıştır) yoksa o halde 'unutulmama isteği' de anlamsızdır. Yani sorun aslında bir sorun değildir. O şeyi sorun haline getiren bizizdir. Bunu anlayan insan ise artık zincirini kırmıştır. O ne nihilist gibi ölüm ve unutulmak karşısında acı çekecek, ne de modern insan gibi bundan kaçmak pahasına kendini bu soru karşısında titrediği halde bir yalanlar yığınının içine sokarak 'mutlu olmuş gibi' yapacaktır.  Hayatın yüce bir anlamı olmaması ise hiçbir şey yapmamamız ve nihilizme düşmemizi gerektirmez. Camus'nun da absürdizm felsefesinde belirttiği gibi, hayatın 'yüce' bir anlamı yoksa ve bunu aramak absürd ise, bu absürd durumdan dolayı hiçbir şey yapmamak veyahut intihar etmek de o kadar absürd'tür. O, insanın yüzleşip absürdü kavrayarak zincirlerini kıracağını ve bu anlamsızlığa başkaldıracağını söyler. Absürde karşı başkaldırmanın yolu ise insanın nihilizme düşmek yerine kendi içindeki çok basit bir şeyi kavraması ile gerçekleşir: O, mutluluğa yönelip acıdan kaçmaktadır. İşte nihilizme karşı bariyer budur. İnsan kendi nev-i şahsına münhasır anlamına, yani hazlarına göre yaşamalı ve tatmin olmalıdır.

Yani 'Her şeyin seni unutacağı' dünyada sorun, unutulmamak için yaşamaya kendini şartlandırmandır, sorun absürdle yüzleştikten sonra dahi unutulmamak için 'yüce' şeyler aramaktır. Bu ise ironiktir, hatta bu cevap birçok insanı şaşırtmış olabilir. Ne yani? Şimdi Modern insanın bundan koşa koşa kaçtığı ve unutmak uğruna yeni 'trendler' yarattığı unutulmama sorunu aslında problem bile değil midir ve bunu problem yapan da biz insanlar mıyız?  Ne aptalca!

Yazımı şu cevapla bitirmek istiyorum: 

 'Hayır değil, asıl siz kendinizi her zaman yüce anlamlar uğruna sürükleyerek ve asla kendi içinizdeki haz arayışını ortaya çıkartmayarak kendinize yazık ediyorsunuz!'

KAYNAKÇA

(1)Alberto Caraco, Kaos'un Kutsal Kitabı, çev. Işık Ergüden, Sel yayınları, 2016

                                                  

İkinci Adım Yazısı

"Bir site farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir site meydana getiremezler." Aristoteles, Politika.

Kendimizi keşfetmeye genelde 4 veya 5 yaşlarında başlarız, kendimizi keşfettikçe anladığımız en önemli şey bir 'tek', bir 'unique' olduğumuzdur. Parmak izlerimiz, gülüşlerimiz farklıdır daha da önemlisi hislerimiz farklıdır. Çocuk büyüdükçe kendisinin kahkaha attığı bir şeye bir başkasının ağladığını fark eder, ayrıdır ve farklıdır. Kendisine bir şeyler aşılayan anne ve baba, öğretmen ve arkadaşları... hepsinden ayrı bir tekildir o, yani o kişi 'o' dur bir başkası değildir ve olamaz. Bu farklılığını anladığı gibi bir şeyi daha keşfeder. Foucault'un da dediği gibi 'İktidar' dediğimiz ( toplumsal yapılar ve gelenekler) bu farklılığını bastırmaya çalışır. Okula gitmiştir ve 'çalışkan' olması gerektiği öğretilmiştir, gelenekleri tecrübe ettiği zaman ise toplum tarafından o pek namuslu ve ahlaklı yüce(!)  davranışları uygulaması gerektiği ona aşılanır. Böylelikle doğarken 'tek' olan çocuk zamanla erir. Bu yavrumuzu biraz daha büyüttüğümüzde ise daha fazla baskıdan başka hiçbir şey elde etmediğini görebiliriz. Zamanla onun davranışlarını disipline eden toplum, bu iyilikle yetinememiş(!) şimdi de ona 'adam' olması gerektiğini öğretir hale gelmiştir. Merkezi sınavlar ortaya çıkmıştır ve çocuk kendine yabancılaşmalıdır. Oyun oynamamalı, pek aykırı olmamalı ve derslerine çalışmalıdır. Ailesi hobi edinmesini istese de bu hobiler derslerine mani olmamalıdır, hürriyet vardır evet; ancak bu hürriyet 'kafesteki bir kuşun' hürriyeti kadardır. Sınırı başkası tarafından çizilip 'Tek'e, biricik olan 'bireye' dayatılan hürriyet gerçekten de hürriyet midir? Yoksa dışarıdaki, toplumun otorite ve baskı çölündeki bir serap, bir avuntudan başka bir şey değil mi?  Çocuk refahın günümüz dünyasının tek kilidi olan sınavı ders anahtarı ile açar ancak kapı açılınca gördüğü şey koskoca bir baskı, kendine ve hazlarına yabancılaşma tablosundan başka bir şey değildir. Modern çağın bir tasviri olsaydı yüksek ihtimalle bu olurdu. Bu yavrumuz öldüğü zaman elinde olan şey nedir? Koskoca bir zararlar yığını! İstediği gibi yaşayamamış, hazlarının tadına varamamış. Bu 'tek' 'biricik' olan insan başkalarının buyrukları altında eriyip gitmiştir!

Günümüzde, sokaktaki insana bunları anlattığınız zaman ise aldığınız karşılık genelde şunlar olacaktır 'Aman, şimdi sen düzensizlik ve kaos mu istiyorsun!' 'Ah, istediğin dünya pek güzel ama sence de, hayalci değil mi bu ?'

Bu iki soruya devam ederek konuyu açmak istiyorum, Hayır bu dünya hayali değildir, asıl hayali olan şey bugünkü çağdır. 170.000 yıl önce yaşayan avcı toplayıcı atalarımıza insanların modern devletler altında vatandaşlık altında birleşeceğimizi, birbirimizin hazlarını toplum yararına bastıracağımızı söylesek herhalde büyücü veyahut deli yaftası yer, sonra da bu kabilenin öğle yemeği olurduk. Yaşadığımız dünya bize tek gerçek ya da daha da kötüsü 'olabilecek en iyi gerçeklik' olarak anlatılmıştır. Baskı var mıdır? Evet. Yabancılaşma var mıdır? pek tabii. Bunlar değişmeli midir? İşte burada duralım, 'bu durum olabileceğin en iyisidir' tarzında bir vaaz dinler ve yerimize otururuz. Bunu da böyle karar kılar ve hayatımız boyunca bu acıyı çekmeye mahkum kalırız. Bir gemi tasavvur edelim, bu gemi karaya yakındır ve hedef bu kara parçasıdır. Gruptan biri derhal karaya çıkılması gerektiğini söyler. Nasıl gemi bu hedefe gelene kadar ilerlemiş ve yol kat etmişlerse biraz daha ilerleyerek hedefe ulaşacaklardır. Birden arkadan bir ses gelir 'olamaz, burada kalalım' çünkü biraz daha ilerlersek geminin batma ihtimali vardır, sonunda dinlenen bu kişi olur ve mürettebat olduğu yerde kalır, sonunda ise açlıktan öleceklerdir. Bu itiraz tıpkı buna benzemektedir. İnsanlık feodalitenin, bu insanların özgürce iş değiştirip seyahat etmesini engelleyen koca canavarın kelepçesini Sanayi Devrimi ile, John Locke ile, Liberalizm ile söküp atmıştır. Bu devrim bir derebeyin altında yaşayan bir Alman köylüsünün düşünebileceği bir şey miydi ? Hayır! Onun için de bu güzel, tatlı bir hayaldir. Mark Fisher'in ortaya attığı 'kapitalist gerçekçilik' gibi 'Modern Dünya gerçekçiliği' de vardır. Bu gerçekçilik kendinden başka olan tüm gerçekleri yok sayar veyahut şeytanlaştırır. İşin sonunda ise insanın elinde kalan tek kart, 'olabileceğin en iyisi' olan 'Modern Çağ' kartıdır. 

Peki benim alternatifim kaos mudur ? Eğer Kaostan kasıt, kendi kurallarımızı kendimiz koyduğumuz, hazlarımızı ve sevdiğimiz şeyleri kendimizin tarafından, bir dış müdahale olmadan keşfettiğimiz bir dünya ise evet, ben kaos istiyorum! Herkesin tekrar edeceğim gibi 'tek' ve 'biricik' olduğu şu dünyada kimse kimsenin arzularını ve hazlarını ondan iyi bilemez, bu yüzden bireyin kendisi tarafından değil ama başkası tarafından koyulmuş kurallar ona sadece acı çektirecek, daha da kötüsü bu bastırış sonsuza kadar sürmeyecek, bir patlama ile ortaya çıkacaktır. Cinselliğin bastırıldığı toplumlarda cinsel şiddet ve suçlar artar. Günümüz dünyasındaki gözetim ve baskılar sonucu ruhsal bunalımlar zirveye çıkmıştır. Siz Okulda da, Fabrikada da gözetim halindesinizdir. Belirli şeyler yapılmalı ve belirli şeyler yapılmamalıdır. Yaparsanız ödülü ve yapmazsanız cezası bulunur ancak bu ödüle rağmen çoğu insan buralardan adeta kaçar. Çünkü 'Tek'e bir başkası belirli bir davranışı dayatmıştır, bu onun istediği şey değildir bu yüzden hayıflanır, bahane bulur ve fırsatını bulduğu an kaçar. Modern iktidar gerçekten de gözaltıdır(1) ve gözetilen insan bu tahakkümü iliklerine kadar hissederek bunalmaktadır.  Fabrikadan kaçan bir işçi, okuldan kaçan öğretmen veyahut öğrenciyi siz zevkle bir işle uğraşırken görebilirsiniz ancak aynı kişinin zevkle kitap okurken molayı beklediğini göremezsiniz. Aradaki fark nedir? Kitap okurken çocuk bunu kendi ilgi ve istenci doğrultusunda yapmıştır. Bu aktivite ona keyif verir ve keyif aldığı şeyden de çok daha kolay bir şekilde bilgiyi öğrenebilir. Ancak bu kişi okula kendi rızası olmadan adeta 'fırlatılmıştır', ne istediğini önceden hesaplayamamıştır, bu yüzden motivasyonu yoktur. Keyif alamaz, bu yüzden öğrenmek yerine derslerden kaçar. Hocaları ona gelecek planlasa da bu hayatın bahsettiğim gibi bir baskılar ve yabancılaşmalar yığını olduğunu gördüğü için bu gelecek için uğraşmak yerine akşamları kafede arkadaşları ile kafede sohbet eder. Ölünce ise elinde yukarıdaki örneğimdeki gibi koca bir zararlar yığınından başka hiçbir şey kalmaz. Halbuki bu çocuk kendi hazlarını kendi belirleseydi, kendisinin istediği türdeki insanları ve istediği türde davranışları; o pek iyiliksever (!) toplumumuz ona tahakkümler, zorlayıcı ve başkaları tarafından konmuş kurallar,  gelenekler ile sağlamasaydı da bu çocuk bazen duvara çarparak ama kendi kararları ile bulsa ve ahlakını kendi belirleseydi? Yaşamı sevecekti, o ölümü bekleyen insanlardan değil, kitap okurken mola vermek istemeyen çocuk gibi ölümü istemeyen mutlu bir insan olacaktı, o gibi başkaları da mutlu olacaktı. İşte zevk ve huzur dolu bir yaşam!

Peki ya farklılıklarımız neden önemlidir, neden aynı kişiler site oluşturamazlar? Herkes sizin gibi olsaydı yeni kitaplar okuyabilir, yeni müzikler dinleyebilir miydik? Hayır. Sizin biricik olmanız gibi başka insanlar da biriciktir ve her insan kendi nev-i şahsına münhasır zevklerini keşfeder. Arkadaş ilişkileri farklıdır, aradıkları insanlar farklı olacaktır. Kişi kendini keşfederken elbette yolunu bazen kaybedecek ancak dersler çıkarıp devam edecektir. İşte bu farklılıkların yarattığı insanlar da farklı şeyler yaratacaktır. Biri müzik konusunda bir eser üretecek, kimisi filozof olacaktır. Kimisi doktorluk kimisi felsefe alanında gelişecek, hem kendilerine hem de başkalarına fayda sağlayacaklardır. Herkesin aynı olduğu bir dünyada işbölümü çeşitlenmez ve insanlar farklı konularda derinleşemez, farklı insanların birbirlerinden faydalanması üzerine kurulu olan 'Site'ler ortaya çıkmazdı. Kimileri aynı alanda farklı şeyler üretecektir. İşte o zamandır ki bizler için tercih şansları doğar. Herkesin aynı olduğu bir dünya monotondur, keşifler ya da hareketlilikler olmaz. İnsanlar birbiri ile konuşmaz, ilgi göstermez. Siz neden aşık olursunuz ? Çünkü o kişi sizi tamamlayacaktır, sizin diğer yanınızdır yani o kişi farklıdır. Onun ruhunun o farklı ortamını, gizemli dehlizlerini keşfeden kaşif olmak için yanıp tutuşursunuz. Herkesin karıncalar gibi aynı olduğu bir dünyada 'aşk' olmazdı.  Herkes aynı olsaydı sanat da olmazdı. Sanatçılar duygularını başkalarına ağızları ile anlatamazlar çünkü onlar farklıdır, bu duygularını soyutun somuta geçiş boyutu olan sanat eserine aktarırlar ve kendilerini ifade ederler. Herkesin aynı olduğu bir dünyada akademik ve düşünsel ilerleme de olmazdı. A aynı konu hakkında farklı fikirde, B farklı fikirde diyelim. İki kişi tartışır ve doğrularını ortaya atarlar, iki kişi de farklı açıları öğrenir ve birbirlerini çürütür. Doğrular çatışır ve içlerinden 'Hakikat'e yakın olanı diğerinin de doğru taraflarını da kendine eklemleyerek galip gelecektir. Herkesin birbirinin klonları olduğu bir dünyada ilerleme de olmazdı. Sadece koskocaman bir açıkhava hapishanesi oluşacaktı.

Peki ya bu dünyada farklı hazlarda olanlar birbirini bastırmayacak mıdır? Bence hayır. Hürriyetin meyvelerini yiyen bir çocuk, kendisinin biricikliğinin farkına varacak, kendi nev-i şahsına münhasır zevklerini tatmin edebilecek ve dolayısı ile de fayda ve mutluluğu maksimize edebilecektir. Bu zevkleri tadan bir çocuk elbette bir diğer insanı da serbest bırakmak isteyecek, onu zorlamayacaktır. Çünkü o bilecektir ki onun mutluluğu ve ilgi alanlarında verimli olması, kendisine de fayda sağlayacak ve toplum birbirlerinin alanlarına saygılı bireylerden oluşacaktır. 

Toparlayacak olur isem günümüz dünyasında insanın 'tek'liği ve biricikliği toplum, okullar, fabrikalar dahil tüm yapılar tarafından baskı altına alınmıştır. Bu ise başkalarının haz ve isteklerinin onunla aynı olmayan 'biricik' bireylere dayatılmasıdır, bu ise sadece acı, gözetim ve dolayısı ile bunalım getirir. Eğer insanlar serbest bırakılır, kendi hazlarını kendileri keşfeder ahlaklarını kendileri belirlerse yani 'farklı' olurlarsa işte ancak o zaman mutlu,  düşünsel anlamda ve her alanda ilerleyen, huzurlu bir dünya ortaya çıkacak. Bir 'Site' oluşabilecektir.

(1) Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev., Mehmet Ali Kılıçbay, İMGE KİTABEVİ YAYINLARI, 2019

                                      

Birinci Adım Yazısı

"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."  Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, s.113

HAKİKATE EL ELE YÜRÜYEN İKİ KARDEŞ: FELSEFE VE ÖZGÜRLÜK

Felsefe, bir düşünce sanatıdır, hakikat arayışına çıkılan bir yoldur. Özgürlük ise bir başkası tarafından engellenmeden kişinin istediğini seçebilmesi, düşünebilmesi ve yapabilmesidir.

Hakikat arayışına çoğu zaman filozoflar yalnız çıkmaktadırlar, zaten hakikate ulaşmaya çalışmak bu yüzden onurlu, değerli değil midir? Hakikat fikir prangalarını kabul etmez, hakikat çoğunluk ya da azınlık dinlemez. Hakikat oradadır ve ona ulaşmak isteyen gerekirse yalnız şekilde, gerekirse taşlanarak ona yürümelidir. Bu yüzden filozoflar dışlanır ve otoriter olan her zihniyet bu çok sesliliğe, ve hakikat arayışında vazgeçilmez bir yere sahip olan tartışma ortamına düşmandır, işte tam da bu yüzden, 'özgürlük' felsefe ile el ele hakikate yürür. İkisi birbirinden ayrılamaz, birbirlerine kenetlenmişlerdir. Filozofların hakikat arayışına destek olmak için ne para, ne de başka bir destek gerekir, gölge etmemekten başka, yani ifade ve siyasal özgürlükten.

"Sokrates hem yerin altındakileri hem de göktekileri araştırır. İşgüzarın biridir. Bu nedenle de suçludur. Başkalarına da aynı şeyleri öğreterek, kötüyü iyiymiş gibi gösterir."(1)

Bu Sokrates'e yöneltilen suçlamadır. Sokrates hakikat arayışında kimseden korkmamış ve cesur bir şekilde doğru bildiğini tartışan biridir ancak bireyin cesur olması eğer toplumun ve yönetimin yapısı otoriter ise tek başına bir şey getiremez, ne var ki idama mahkum edilmiştir. Bu idamın sebebi nedir? Sebebi ifade özgürlüğünün ve birey haklarının olmamasıdır. Bu iki kavramın olmadığı yerde 'hakikat' de, 'tartışma ortamı' da barınamaz.

Aklımıza birkaç filozof getirelim, İmmanuel Kant, John Stuart Mill, Max Stirner. Bu 3 insanın düşünce sistemleri, etik anlayışları ve yaşadıkları toplumlar farklı olabiilir, ortak olan tek yanları özgür bir toplumda yaşamış olmalarıdır.

Hakikat arayışına genelde yalnız çıkılır demiştim, bu yalnızlık tehlikelidir. Felsefi fikirler her zaman dönemi tarafından radikal 

 ve aykırı görülmüştür. Aykırı olan 'çirkin ördek yavruları' her zaman toplumdan dışlanmıştır, bu farklılıklara olan tahammülsüzlük halkların kalbinde her zaman barınacak olan evrimden miras olan nahoş bir dürtü, davranıştır. Bu kalplerde olan dürtüyü tamamen silmek gibi bir amacım ya da çabam yok, bu dürtünün milyonlarca yıldır içimizde yer edinmiş ve kolay kolay dışarı atılamayacak bir şey olduğunun farkındayım, bir romantik veya ütopyacı gibi insanın mutlak iyiye yönelişinden medet ummuyorum, bu fikrin gerçekçi olduğunu düşünmediğim için bu dürtüden kimseyi arındırmaya çalışarak vaaz de vermeyeceğim. Benim istediğim, filozofun bu taşlanmaya dayanabileceği ancak bu taşlanmaya dayanabilmenin ancak ve ancak mutlak düşünce ve tartışma özgürlüğünde olacağı fikrinden dolayı, umduğum mutlak fikirsel ve özgürlüğün olduğu bir dünyadır.

Hakikat ancak ve ancak bir azınlığın anlayabileceği veya anlayamasa bile peşinden koşacak, bu hakikat arayışında ellerinde doğuştan veyahut sonradan edindiği kelepçeleri söküp atacak kadar cesur insanların ilgilenebileceği bir şeydir. Dünya üzerindeki radikal değişim adımlarını gözümüzün önüne getirelim, bu değişimleri toplum mu yoksa birey mi başlatmıştır? Çoğunluk genellikle hakikate susamış değildir. ''Kitle hakikate aç değildir; hep illüzyonlara kucak açar. Ayrıca uysal bir sürü gibi efendisiz duramaz. İtaate susamıştır.''(2) der Freud. Çoğunluk için hem felsefe hem de diğer sanatlar uğraşlar birer zaman kaybından başka bir şey değildir. Felsefe yapabilmek için açık ve özgür bir zihin, bolca boş zaman gereklidir. Toplumun genelinde ise bu iki özellik de yoktur. Felsefeci kişinin yeri geldiğinde bu zamana kadar edindiği fikirlerin artık yanlış olduğunu bazen merak bazen ise keder ile anlaması gerekmektedir, bu ise ancak bir avuç zihnin yapabileceği iştir. Bu yüzden hakikat arayışı hor görülür, bu yüzden felsefe onlar için zaman kaybıdır ve hakikate giden kilometre taşları çoğunluk veya toplumun bütünü tarafından değil, bir avuç özgür zihin tarafından döşenmiştir. Siz bir Auschwitz'teki SS subayına ya da Holodomor sırasında halkın mallarını ellerinden alan bir Sovyet komiserine düşünce özgürlüğünden, tartışma ortamından veyahut şu anlık fikirlerinin bir zaman tamamen yanlış olduğunu düşünebilme ihtimalinden bahsettiğinizi düşünebiliyor musunuz? Eminim ki ağzınızdan bu sözcükler döküldüğü anda artık bu katılaşmış kalpler, donmuş zihinler için ''şeytandan' ve ''düşman''dan başkası olmayacaksınızdır. Unutmayalım ki kritisizmin geliştiricisi olan Kant'ın memleketinin insanları, Hitler'i başa getirmiştir.  Bu yüzden fikirlerin ifade edilme özgürlüğü topluma karşı korunmalıdır. Zaten topluma güvenilmeyeceğinden değil midir ki birey hakları çoğu ülkede anayasa tarafından oy çokluğuna karşı güvenceye alınmıştır? İşte benim bahsettiğim yegane hakikate destek, yegane koruyucu budur.

Hakikat arayışı için otoriteden bağımsızlık da gerekmektedir, otoriteryen zihniyetler her zaman durgun bir toplum istemiştir. Sadece işinde çalışacak ve hiçbir eleştiride bulunmayacak uslu bir çocuk gibi olan bir toplum onların hayallerini süslemiştir. Bu yüzden bu durumu eleştirecek, insanları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik edecek insanları baş düşmanları edinmişlerdir. F.Hayek kolektivizme karşı savaştığı ve ''birey''i savunduğu için vatanından İngiltere'ye gitmek zorunda kalmıştır. Nazilerin başa geldiklerinde yaptıkları ilk işlerden biri Marx'ı, Freud'un kitaplarını şölenler eşliğinde yakmak olmuştur. Goebbels günlüğünde bundan zevk aldığını yazamadan edememiştir ki şahsi olarak, bu zevk zannederim ki otoriteryenizmini ve baskıcı zihniyetlerinin halk tarafından 'felsefe' ile sorgulanıp hakimiyetlerinin biteceği korkusunun son bulmasıdır.  Felsefe, ''hakikat arayışı'' bir kez daha tekrar edeceğim gibi ''pranga'' ya da ''dogma'' kabul etmez, işte bu özgür düşünce tiranları her zaman ''korkutmuştur'' ve ellerine geçen ilk fırsatta özgür düşünceyi ortadan kaldırmışlardır.

 Bu yüzden felsefe daha doğrusu metinde genel olarak yazdığım şekli ile hakikat arayışının sınırları, toplum ya da bir otorite tarafından çizilmemelidir. Çünkü toplum hakikati arayamaz iken, otoritelerin otoritesi ise hakikat arayışı ile tehlikeye girer, öyleyse bu tartışma özgürlüğünün sınırları ne olmalıdır? Bence sınırı olmamalıdır. Özgürlük ve felsefe hakikate yürüyen iki kardeş olarak ayrılmamalıdır. Çizilen sınırlar tamamen subjektif ve çizen zümrenin yararına olan sınırlar olacaktır. Bir kimsenin hakikate  yakın olduğunu iddia etmesi doğal gözükebilir. Subjektif olan felsefede her okuyucu ya da felsefeci bunu iddia edebilir ancak düşüncelerin sınırı işte bu bir subjektif fikir sahibi tarafından çizilince elimize geçen tek şey fikirlerimizi ifade etmemizin ve düşünce özgürlüğümüzün kısıtlanması olacaktır, bu ise saf olarak zarardan başka bir şey değildir. Tabi burada bazı fikirlerin gerçekten de absürt ya da aptalca olduğu itirazı gelebilir - bu da bir subjektif düşünceden başka bir şey değildir- ya da bazı düşüncelerin insanlara gerçekten zarar verebileceği itirazı gelebilir. Bu fikrin savunucuları Hegel'e katılmakla beraber bazı fikirlerin tehlikeli olduğundan dolayı yasaklanması gerektiğini ortaya sürer. Yazdığım gibi her fikir ortaya atıldığı ilk zamanlarda radikal kabul edillir ve dışlanır, dolayısı ile bu fikir ile biz Galileo'nun düşüncelerini mahkum edebiliriz. Çünkü onun fikirleri birçok Hrıstiyanı üzmüştür. Bunun yerine sınırsız ifade özgürlüğünün savunucusu olan John Stuart Mill'in ortaya attığı şu fikre bakabiliriz:

1.Eğer bir düşünce tamamen yanlış ise onun ifade edilmesine izin vererek onun ne kadar 'yanlış' olduğunu açıkça görebiliriz.

2.Eğer bir düşünce kısmen yanlış ise onun yanlış bölümlerini eleştirerek ve doğru bölümlerini kabul ederek düşüncelerimizi gözden geçirir ve iyileştiririz. Başka bir deyişle ''Hakikat''e bir adım daha yaklaşırız

3.Eğer bir düşünce doğru ise bu fikrin gerekirse çoğunluğun hoşnutsuzluğuna rağmen ifade edilmesine izin verisek ''Hakikat''e yaklaşırız (3)

Toparlamak gerekir ise Hakikat arayışı yoluna ancak bir avuç açık zihin yalnız şekilde çıkabilir. Bu fikirler hakikat arayışında olmamış ve olmayacak olan toplum tarafından hor görülecektir ve sorgulamayan, durgun bir toplum isteyen otoriteryenler tarafından ise baskılanmaya çalışılacaktır. Bundan dolayı hakikat arayışı ancak siyasal ve ifade özgürlüğü ile olabilir. Bu ifade özgürlüğünün ise bazı savunucularının ifade ettiği gibi sınırı olmamalıdır çünkü bu sınırlar subjektiftir ve bu subjektif sınırlar sadece düşünce özgürlüğünü kısıtlar. Bundan dolayı biz ''Hakikat''e yürüyen iki kardeş olan ''felsefe'' ve ''özgürlük''ü kesinlikle ayırmamalıyız. Ne az, ne çok.

KAYNAKÇA

(1)Freud, Sigmund, Kitle Psikolojisi,(Çev. K. Şipal), Say Yayınları,2017

(2)Platon (2006). Sokrates'in Savunması, (Çev. E. Gören), Kabalcı Yayınevi

(3)Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019


Hiç yorum yok: