29 Nisan 2016 Cuma

DüşünYaz 3 İkinci Adım İlk 10 Yazı


Sözeri Şahin / Kadıköy Rıhtım Final Fen Lisesi
''Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya konduklari anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkansız olanı denememiz gerekir.'' Z. Bauman - Yaşama Sanati s.35

Sosyolojiye yeni bir soluk getiren Bauman bir yazısında "Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya kondukları anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkânsız olanı denememiz gerekir." demiş. Kitaplarını okurken bilgisine çok saygı duyduğum ve iyi niyetine güvendiğim bir insan olan Bauman’ın bu sözü genel hatlarıyla doğru gözükse de birkaç küçük hatası var bence. Bir kere oyunun içine bir zorunluluk katması işi biraz garipleştiriyor çünkü hepimiz biliyoruz ki insan hiç de insan gibi yaşamak zorunda değil. Bauman’ın sanat gibi yaşamak dediği şey tıpkı sanat gibi çok emek istiyor, çok yorucu ve çoğu zaman maddi olarak tamamen kârsız. Bauman’la hitap ettiği insan tipi arasındaki iletişimsizliğin sebebi çoğunluğumuzun aslında arkamızda değerli bir eser bırakmaya çabalamayışı ve bize öğretilen çaresizlik. Kişinin toplumu değiştirmeye neden meyilli olmadığını inceleyelim önce hadi. Korku, baskı, alışma, tembellik, yalnızlık duygusu ve risk alma korkusu elimizi kolumuzu bağlayan şeylerin başında geliyor. İçinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda görüyoruz ki pekâlâ yaşanılabilir bir dünya, aç-açıkta değilsek, elimize az çok para geçiyorsa sistemi değiştirmek zorunda değiliz. İnsanoğluna her daim az dahi olsa elinde olan, geleceği vaat edilen şeyden daha değerli geliyor. Komünistler zekice bir taktik izleyerek sistemin işlemesine en büyük darbeyi vuracak ve sayıca en fazla olan kesimi yanlarına çekmeye çalışıyorlar: İşçileri. Fakat muhtemelen devrim gibi dünyanın en riskli işi için, risk alma şansı en az olan gruba ihtiyaçları olması onlar için büyük bir handikap. Bir işçinin devrim başarısız olursa, başına gelebilecek iki ihtimal var: Hapishanede çürümek ve acı çekerek ölmek. Öyleyse bana sorarsanız bir işçiyi devrime motive etmeniz için iki şey lazım: Ya akşam yiyeceği yemek hapishane yemeğinden daha kötü olmalı ya da yaşadığı hayat ölümden. Marx “Zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var” derken aslında oldukça haklıydı, Engels’in İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu isimli eserinden öğrendiğimiz üzere o yıllarda pek çok evde tuvalet, banyo, yatak dahi yoktu. İnsanlar tüm gün çalışıyor, sonra da kulübelerine doğru yürüyorlardı. Hatta o yıllarda Jack London ülkesindeki çocuklardan bazıların Güneş’i görmediğinden bahsediyordu; çünkü bu zavallıcıklar Güneş doğmadan işe gidip Güneş battıktan sonra işi bırakabiliyorlardı. Motor seslerinin fazlalığından olsa gerek halk Marx çığlığını duyamadı ancak kapitalistlerin aklına harika bir fikir geldi: “Hey, neden onlara zincirleri dışında kaybedecek bir şey vermiyoruz?”. Sosyal demokrasinin doğuşu İngiltere’de çok ucuza mal oldu: İnsanlara tuvalet ve yatağımsı şeyler verdiler. Türkiye’de ayaklanma hareketlerinin söndürülmesi ise beyaz eşya dağıtımı kadar kolaydı. Şu an bir işçinin kira da olsa bir evi, son model olmasa da bir telefonu ve muhtemelen kendisine çok pahalıya patlıyor olsa da okutması gereken bir çocuğu var. Bir işçinin hayatının bitmesi için hakkında bir kompradorun “Bu anarşist” demesi yeterli. İşçi çoğu zaman yalnız hisseder çünkü kabul etmek gerekir ki sistem mantıksız olabilir ama devamı için gerekli mekanizmalar çok iyi kurgulanmıştır. Gerçi “Bu ülkeyi ben mi kurtaracağım” diyen insanlar bunu hep birlikte söyleseler sanırım tarihte duyulmuş en yüksek seslerden biri olurdu ama bunun önünde çok engel var. Montesquieu “Ayrı ayrı birer ahlaksız yaratık olan insanlar, toplu oldukları zaman Namuslu Kişiler Olurlar.” derken çok haklıydı çünkü toplum kişi onun faydasına çalışıyor olsa dahi kendisinden farklı bir şey yapan insanları sevmez. Dâhiyane fikirleri dahi toplumsal normlara, gelenek göreneklere aykırı olduğu için red edebilir, ya da sadece keyiflerini bozduğu için. Ki geleneklere, sadece gelenek olduğu için değer verilmesi ilginç bir norm, hele de bu ahlak konusundaysa. Tarih boyunca birçok bahtsız, bu mavi gezegen üzerinde yaşadı ve öldü; dünyanın her yerinde farklı ahlaki normlar oluştu, öyle ki birinin övgü saydığını öbürü hakaret saydı. Benim anlamlandıramadığım şey insan geleneklerimiz her zaman doğrudur dediğinde kabaca “Dedelerimin doğru dediği şey doğrudur çünkü annem falanca milletten bir adamla evlenmeyi seçti” demiş olmuyor mu? Dahası çoğu zaman verdiğimiz emeğin karşılığını da alamıyoruz çünkü insanlar iyiliğe karşı çoğu zaman nankör davranıyor. Gerçi iyilik dediğimiz şey kolay bir şey olsaydı zaten daha çok insan yapardı değil mi? İyiliğe sonuçtan bağımsız olarak devam etmeliyiz çünkü aksi takdir de bunun adı en iyi ihtimalle alışveriş olur. İnsanları kendimiz mutsuz olma pahasına mutlu etmeye çalışmalıyız (söylemesi ne kadar kolay değil mi?).
Marx kendisini Frenhofer’e benzetirmiş çünkü sonunun onun gibi olmasından ve anlaşılmamaktan korkarmış. Vallahi okur olarak benim beklentim böyle yazılarda epey yükselir çünkü yazar durumun vahametini ortaya koymuştur, artık çözüm önerisi sunması çok zorlaşmıştır ve şişirilmiş kavramlar üzerine uzun nutuklar nedense beni güldürür. Bu yazı biraz Camus'nün dönüşümüne benzeyecek sanırım, başta umutsuz olan ancak sonrasında tek şansının başkaldırmak olduğunu fark eden... Camus demişken onun durum ne kadar vahim olursa olsun toplumu değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışan karakteri Doktor Rieux'u anmamak olmaz. "Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölünceye kadar reddedeceğim" diyordu ya başarı ihtimali çok düşük olsa da vebaya karşı savaşmış olmayı tek ahlaki seçenek olarak gören o güzel karakter; vallahi benim de tek geçerli de bu sanırım. Yalancının mumu ne zamana kadar yanar bilmiyorum, tek bildiğim mahşer terazisi her gece uykumun önüne kurulur. Uyumamı engelleyen ya da mutlu rüyalar görmemi engelleyen bir şeyler varsa şayet ben huzurlu olamıyorum. Açıkça söylüyorum size bu dünyayı değiştirebileceğinizi düşünüyorsanız ve insanlar için kendinizi fena etmek istiyorsanız kapitalist bakış açısıyla bunlar dünyanın en saçma şeyleridir. Ekmeğini bölersen azalır ve şayet senin elinde bir lira varsa benim elimde olabilecek bir lira başka bir yerdedir; kapital mantık işte bu kadar basit. Siz Tesla gibi tüm dünyaya bedava elektrik vermeye çalışacaksınız ama kitaplar iş adamı Edison'u yazacaklar, Jonas Salk gibi çocuk felcine aşı bularak milyonlarca çocuğun hayatını kurtaracaksınız, dahası bunu yedi trilyon (evet yeni parayla) dolardan vazgeçerek yapacaksınız ama adınızı bile duyamayacaklar, Willie Lynch'in zencileri parçalayarak köleleri eğittiği memlekette Malcom X gibi "Ben gerçeğin peşindeyim, kimin söylediği önemli değil. Ben adaletin peşindeyim, kim için veya kime karşı olduğu önemli değil." diyeceksiniz ama sizi öldürecekler, Hypatia gibi bilim meşalesini taşıyacaksın ama sonun hiç hoş olmayacak, Peygamberlerin dahi taşlandığı şu dünyada Gandhi olacaksınız ve tüm kariyerinizi bırakıp job yiyeceksiniz defalarca ama umarım sonunda şunu diyebileceksiniz : Önce seni görmezden gelirler , sonra alay ederler , sonra seninle savaşırlar, sonra sen kazanırsın! Dostum kimse bu dünyada mucizeyi denemenin mantıklı olduğunu savunamaz bana ama bugün medeniyet dediğimiz şeyi bu birkaç yürekli insana borçluyuz işte. Başını yastığa koyduğunda uyuyabilmek hem, az bir şey mi?


Lal Karaarslan / V.K.V Özel koç Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

ÜRETİLMİŞ TANRI
Yunan mitolojisinin üzerimde her zaman cezbedici bir etkisi olmuştur. Hatta Olympos Dağı’nın sakinlerini, özellikle insana benzerlikleri ve mükemmel olmayışları sebepleriyle ayrı bir severim. Aslında aydın olarak nitelendirilen Nietzsche’nin Übermensch’i de düşününce tanıdık gelir, temelleri Zeus’a dayanmışsa demek ki.

Mitolojide bile yöneten ve yönetilenler vardır. Bu, insanların yönetilme ihtiyacına işaret eder, ya da eder mi? Yönetici (güç sahibi kimse/iktidar) olgusunun ortaya çıkışı insanların doğasıyla ilişkilendirilir, tam bir muamma olan insan doğasıyla. Yüzyıllardır süren siyaset felsefesindeki en büyük tartışmaların ana kaynağı. Mesela, anarşizme yöneltilen en büyük soru, “İnsan kendini yönetebilir mi?”, sosyalizme yönetilen, “İnsan yetinmeyi öğrenebilir mi?” ve insan doğasına en uygun görülen kapitalizme yöneltilen ise, “Kapitalizm insanda var olan çıkarcılık ve bireysellik duygularını pekiştirir mi?” olarak özetlenebilir. Sistem, insan doğasına uygun ancak aynı zamanda onu ileriye götürmelidir, bu sebeple insan doğasını bilmek ve anlamak gereklidir.

Özellikle toplumun ve medeniyetin insan doğası üzerindeki etkisi, en çok Rousseau ve Hobbes tarafından tartışılmış ve birbirine neredeyse taban tabana zıt iki görüş ortaya çıkmıştır. Rousseau, insanın özünde paylaşmayı bilen, iyi niyetli ve vahşi olduğunu ancak, medeniyetin ve toplumun bir getirisi olarak kendi çıkarlarını gözeten tek örnek canavarlar haline geldiğini söylemiştir. Ona göre, devlet toplumun mülkiyetini korumak için çalışır ve adaletsizliğe sebep olur. Rousseau daha kötümser bir bakış açısıyla, insanların ulaştığı bencillik seviyesinden, medeniyeti yok edemeyeceğimiz için ‘kurtulunamaz’ demiştir. Bu noktada Romantizm ile çatışmıştır. Hobbes da anlayabileceğiniz gibi tam tersi bir yön seçerek medeniyeti savunmuştur. İnsan, doğası sebebiyle bencildir, toplumun refahını sağlaması için devlete ihtiyaç duyulur. Kişilik özelliklerinin bu tezleri üzerindeki etkileri bilinmez. Ancak, burada bu iki düşünürün asıl ters düştükleri, insanların medeniyetin koşulları olmadan nasıl davranacakları, yani özleridir.

Ancak ikisinin de katıldığı nokta şudur ki, sistem, insanı etkiler, onu günümüzdeki haline şekillendirir. Buradan günümüz yasalarının ve yönetim biçimlerinin de bizi etkilediği sonucuna varabiliriz. Kişinin çevresi tarafından şekillendirildiği düşüncesi realizmin ve natüralizmin ilkelerindendir. Bu düşünceye göre eğer koşullar el verirse bizler, kendi perspektifimize göre aklımıza gelen en büyük kötülüğü yapabilir hale geleceğiz. Arendt’in oluşturduğu “kötülüğün sıradanlığı” öbeğini buradan anlayabiliriz. Kendi mantık çerçevemizde yaptığımız kötülükleri meşrulaştırmamız bu kötülüklerin her insan tarafından yapılabildiğine işaret eder.

Çevremizde olan bitenlerden bu denli etkilendiğimize göre, yaşam koşullarımızı ve davranışlarımızı dikte eden yasalar, enine boyuna düşünülerek oluşturulmalıdır. Yoksa şiddet yanlısı ve totaliter yasalar, şiddet yanlısı insanlar ortaya çıkartır. Mussolini’nin faşizmi ve totaliter rejiminin –ki zaten ilk totaliter kavramının doğuşu- bitişi askeri başarısızlıkları sonucu gerçekleşmiştir. Şiddettin ironisi buradadır işte; onu yaratanı yok eder. Her zaman daha güçlü vardır ve en güçlü her zaman daha acımasızdır. Başarısızlıkları olmasa bu rejimin devam edeceği düşüncesi sadece yapısı gereğiyle değil aynı zamanda anlaşılabilirliğiyle ürkütücüdür. Çünkü kişi totaliter yapının oluşturduğu dinamiği devam ettirirse teröriste dönüşür, nefretin sonucu daha büyük nefrettir. Terörü azaltmak için alınacak olan en büyük önlem daha baskın bir yönetim biçimi olacağından bir kısır döngüye girilmesi kaçınılmazdır. Günümüzde de görüyoruz ki, terör bulaşıcıdır, totaliter rejimin sadece bir yerde bulunması yeterlidir. Günümüzde bomba korkusu içinde büyümüş olan bizler buna örneğiz.

Baskıcı rejim acımasız bir çobanı ortaya çıkardığı gibi, “sürü insanını” da çıkartır. Nietzsche’nin ortaya attığı bu kavram, modern insanı tanımlar. Otoriteye olan bağımlılığı, durmak bilmeden çalışması ve kendi düşüncelerini sentezlemeden yoksun olması, sürü insanını “ideal vatandaş” yapar. Nietzsche’nin Übermensch fikri de sürü insanının tam tersidir; kendi ahlak kurallarını yaratabilecek kadar cesur ve bilgilidir. Ona göre, her insanın asıl isteği daha güçlü olmak, Übermensch olmaktır ve bunun tek yolu “iyi ve kötünün ötesini” anlamaktır, bu kavramları oluşturabilmektir. Ancak böyle bir insan yönetebilir veya en azından yönetmelidir. İrdelenmesi gerekilen bir başka hatta en önemli konu, “sürü insanını” oluşturan faktörlerdir.

John Stuart Mill’in “Özgürlük Üzerine” adlı eserinde anlattığı gibi, insan kendini korumak için otoriteye sığınır ve bir yöneticiye gereksinim duyar. Yüzyıllardır bu geleneğin var olması hem bu önermeyi kanıtlar hem de bize belki de insan doğası hakkında bilgi verir. Günümüzde politikacılar, insan doğasının görünen kısmını cezbetmeyi başardıklarında yönetici konumuna gelirler. Tembel, rahata konan ve kabul görmek isteyen egolarına da hitap ederler. Yöneticinin de insan olduğu unutulmamalıdır. Sonuçta, insan doğası hakkındaki bilgilerimiz, nasıl bir yöneticinin, hangi koşullarda, nasıl davranacağını göstererek bize yardımcı olabilir. Bu bilgiler kullanılarak insanlar daha rahat kontrol altına alınabilirler. Veya insanlık bir yönetici grubuna gereksinim duymadan güvenli bir hayat yaşamayı öğrenebilir.

Bu nedenle, yöneticinin/yönetim şeklinin insanların davranışlarını kontrol ettiği genel geçer bir önerme olmalıdır.
Sürü insanı ve totaliter rejimlerin iktidara gelişlerini anlamak için insan doğasını inceleyen bir bilim dalı olan psikolojinin, “Stockholm Sendromu” adını verdiği fenomene göz atmalıyız. Bu sendromda, kişi ona baskı ve şiddet uygulayan kişiye bir süre sonra bağlanır. Psikologlara göre bunun en büyük sebebi, hayatta kalma içgüdüsüdür. Kişi, kendi yaşantısının devamı için saldırganına bağımlı olduğuna kanaat getirir. Bu sırada saldırgan ise, küçük iyilikler yaparak “gönüllü bir kurban” yaratmak ister. Tüm bunların sonucunda, ezilen ve ezenin arasında bir bağ meydana gelir. Devlet, önce sizi onlara bağımlı olduğunuzu ve ihtiyacınız olduğunu söyleyerek kapana kıstırır, daha sonra küçük iyiliklerle gerçek bir tehlikede olduğunuzu reddetmenize sebep olur. Bu da elbette, devlete daha da bağlanmanıza sebep olur.

Genel olarak tüm devletler bu bağlamda irdelenebilir ancak, Hitler’in korku rejimi öncesi, insanlar onun, onları kurtarabileceğini düşünmüş, tanık oldukları şiddeti görmezden gelmiş, bir süre sonra, hala kurtuluşlarının onda gizli olduğunu düşünerek yaptıklarını onaylamışlardır. Belki de, otoriteye karşı gelmenin getireceği sonuçlarla karşı karşıya kalmaları ve kaosu birinci elden görmeleri onlara otorite sevgisi aşılamıştır.

George Orwell’in, “1984” isimli romanında, “Büyük Birader”, insanların düşüncelerini ulaşabilecekleri kaynakları değiştirerek kontrol eder. İnsanlara zor zamanlarında yetişen büyük bir kahraman olarak atar kendini. Bu sırada koyduğu yasalar harfiyen izlenir ve mutlak güce ulaşmayı başarır. Günümüz dünyası 1984 distopyası olmadığımızı kanıtlamak amacıyla –bu sayede daha kolay mutlak güce ulaşılır- yasaları denetleyen organlar icat eder. Ancak bu organlar bile kendi çıkarlarını gözeterek halk için olumsuz etkileri olacak kararlar verebilirler. Bu kararlar genellikle, yöneticinin çıkarlarına paraleldir. Ve yönetici de kendi çıkarlarını ön planda tutabilir.
Bu olasılıklara rağmen vicdanımız ve davranışlarımızı bu denli etkileyen yasaların bazen bize sorulmadan yürürlülüğe konması düşündürücüdür. Henry David Thoreau, “Kişi vicdanını yasa koyucunun eline bırakmalı mıdır?” sorusunu sormuştur. Sonuç olarak yasa koyucu kendi çıkarları ve dünya görüşüne paralel yasalar koyar. Gerekli olan şey ise, her bir yasanın her bir maddesinin oylanmasıdır. Bu sayede halk kendi güvenliğini sağlayan yasaları seçer. Arendt’e göre; eğer yasaya saygı duyarsak terör ve totaliter yapıdan kaçınabiliriz. Toparlamak gerekirse, yasa her zaman şiddeti en aza indiren ve halkı kollayan bir unsur olmayabilir. Bu yüzden körü körüne bağlanmak bizim güvenliğimizi tehlikeye attığı gibi, bizi sürü insanına çevirir. Birçoğunuzun aklında bu oylamanın geçerliliği var, olması da doğal. Sonuçta halk, kötülüğün sıradan olma özelliği ve yöneticinin söz oyunları ile kendi değil, yasa koyucunun çıkarlarına uygun seçimler yapabilir. Gücü verenin halk olmasına rağmen, bu güç altında ezilecek olan da halk olacaktır. Ve yönetici sürü insanı tarafından pohpohlandıkça daha otoriter bir çizgiyi takip edecektir.

Bozuk plak gibi tekrarlamaktan nefret etmeme rağmen her kapının çıktığı yere çıkacağım: Eğitim. “Bilgi güçtür,” Francis Bacon’ın da dediği gibi. Eğitimli bir halk, hem kendi vicdanını oluşturarak pasiflikten aktifliğe geçer hem de halkın güvenliğini sağlayacak seçimler yapar. Aynı zamanda sürü insanı olmaktan kurtulmuş olur. Ancak en önemlisi, terör, ancak insanın doğasına uygun bir sistemle durdurulabilir ve ancak o zaman yasaların barışçıllığından bahsedilebilir. Çevremiz bizi bu denli etkilerken yasalar, yönetiliş biçimimiz, “insanı” sorgulayarak oluşturulmalıdır. Yoksa geleceğimiz sahte Zeuslar tarafından dikte edilecektir. Bugün, bu insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu kadar hassas bir konuyu halletmesi için devletlere güveniyoruz, ancak başka sistemlere el uzatmadan önce kendi sistemimizi oturtmalıyız, zaten bunu da açıkça görebiliyoruz. Peki, terörden ne zaman kurtulabiliriz? Baskıdan kaçış, baskıya boyun eğmekle değil, baskıyı sorgulamakla olur. Her türlüsünü.


Ömer Yağcı / üsküdar Amerikan Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

Birey, Kimlik ve Otorite
Varoluşu itibariyle politik bir canlı olan insan için, toplumsallık bir ihtiyaç olmasının yanı sıra, birçok olası tehdidi ve tehlikeyi beraberinde getirir. Schopenhauer'in dediği gibi, insan zekası evrendeki en tehlikeli silahtır, ve bu silahın toplu halde 'şeytani', Arendt'e göre banalliği bile yeterliolan, bir otoriteye tesliminin büyük bir felaket doğuracağını kestirmek güç değildir. Bu tehlikeyi önlemek için çoğu kültür, bireyi toplumsalın altında ezmiş ve otoriteye boyun eğmenin dışlanmamanın tek koşulu olduğunu insanların aklına kazımayı amaç edinmişlerdir. Ancak ekonomik koşulların üstyapıya bir etkisinin sonucu olarak, Rönesans döneminde erekselliğin nedensellikle değiştirilmesi, algının öznelliğinin ortaya çıkışına ve Irving Janis'in 'groupthink' dediği anlayışın zayıflamasına neden olmuştur. Özellikle bilimsel yöntemin sentezi olarak ortaya çıkan gelişmelerin bir ürünü olan Protestan ahlak, günümüz bireyselci anlayışın temellerini atar; bu ahlakın nüfuzu, dinsellikten kapitalizmin gelişmesiyle evrenselliğe doğru genişlemiştir. Tüm bu olumsuzlamalara rağmen kimlik sorunu varlığını korumaktadır. Bu konuyu ele almak için birey- devlet (otorite) ilişkisi incelenmeli ve hangi yolun en adil ve 'erdemli' olacağına karar verilmelidir.
İki siyasi uç olarak görülen sosyalizm ve liberalizm de, esasında devlete ve ileri bir aşama olarak otoriteye karşıdırlar. Liberaller devleti zorunlu bir kötülük olarak nitelerken, sosyalistler onu egemen sınıfın baskı aracı olarak görürler. Liberaller, dünyanın ticaret ve mülkiyet ekseninde dönmesine yönelik olarak parayı mutlak otorite olarak gördükleri için, bireyleri örgütlemek bakımından güçlü bir görüş öne sürememişlerdir. Sosyalizm ise Hegel’ci diyalektiğin başaşağı ederek farklı bir devrim stratejisi sunar. Sosyalizmin ayırt edici özelliği, Marx'ın deyimiyle, 'ayaklanmanın da savaş gibi bir sanat' olarak görülmesidir. Bu önerme savaşan bireylerin bir ideolojiyle donatılmasını öngörür ve bu ideoloji ortodoks Marksizm’in 'büyük Öteki'yi kullanışı bakımından, cult of personality'nin yanında determinizm ve evrim gibi 'ayetler', dinlere benzetilmesine yol açmıştır. Bu bireyin kendi kararlarını vermesini engelleyen tözdür ve özgürlüğü kısıtlama bakımından dinlerden bir farkı yoktur. Ayrıca Marx, iktidarı ele geçirecek işçi sınıfının daima kendini feda ederek varlığını sürdüreceğini öngörmektedir. Böylece bireyler, bu 'ulu' kitsch uğruna, Kundera'ya göre bu evrensel bir özgürlük yürüyüşüdür, toplumsal uğruna kendilerini gönül rahatlığıyla feda ederler; en tehlikeli silahları otorite tarafından ele geçirilmiştir.
Bu ideolojilerin bireyin kimliğini iktidarın pisliğinden temizleyemeceği görülmektedir. Bu elbette ideolojiye karşı a priori olarak kullanılacak bir argüman değildir; sadece içeriklerinde barındırdıkları tehlikeye dikkat çeker. Bu noktada tamamen günahsız olarak sunulan ve erginlik durumuna ulaşmak için yegane yol olarak görülen ,sapere aude! , yani Aydınlanmanın barındırdığı ideolojik boyut da gözler önüne serilmelidir. Böylece 18. yüzyıl filozoflarının şu anki kimlik sorununu yönelik geçerli bir yol gösteremedikleri görünebilir. Slavoj Zizek, bu ideolojinin varlığını 'Aydınlanma Nedir?' de insanın özgür düşünmesinin ancak itaat etmesi koşuluyla olabileceğini öne sürerek gösterir. Böylece 'Yasa yasadır'ı kabul eden birey, içsel olarak özgür düşünebileceği bir alan yaratmış olur. Ancak, bu alanın kabul edilen adetlerden ve otoriteden bağımsız olabileceğini iddia etmek büyük bir hata olur. Bunun gözardı edilmesinin nedeni ,Zizek'e göre, artı-keyif yani jouissance'dır. Yani bu 'mutlak buyruğun' arkasında müstehcen bir süperego tatmini yatmaktadır. Bu sav Descartes'ın ormanda kaybolan bir insanın yapması gereken tek şeyin tek bir yönde sonuna kadar yürümesi gerektiğini söyleyen alegorisiyle güçlenir. Kişi 'ergin olmama durumundan kurtulmak' için de Mussolini'nin iktidarı neden ele geçirmek istedikleri sorusuna verdiği cevaba benzer şekilde, 'ideolojik biçimin tutarlılığını' her şeyden üstün tutmalıdır. Sonuç olarak, Kant'ın koşulsuz buyruğu hem ahlak hem bireysel kimlik alanında dinci anlayışın tam tersi olarak amaç olarak araçları haklı çıkarmayı görmüştür; ancak yine de ideolojinin verdiği şeytani artı-keyiften sıyrılamamış ve kitlelere empoze edilen afyonun panzehiri olacak kudrete sahip olamamıştır. Ayrıca Descartes’ta da görülen bir kural olan, yaşadığın kültüre uyum sağlama teması, toplumsal sistemin işlemesine herhangi bir tezat oluşturmamakta ve bireyi vaat edilen ergin konuma ulaştıramamaktadır.
21.yüzyılda ise bireyselci (individualist ) ahlakın bir sonucu olarak, her birey kendi refahı için mücadele vermekte ve bu amaç için devletin varlığını zorunlu olarak kabul etme ihtiyacı hissetmektedir. Bu, günümüzde ideolojinin ne denli gelişkin bir yapı olduğunu gösterir. Çünkü ideoloji artık fertleri tek çatı altında toplamakla sınırlı değildir, birbirinden ayrıksı görünen olgular bile onun altında huzur içinde yaşarlar. Burada tehlike arzeden olgu ise bireylerin bu gizli-ideolojiyi farketmemesi veya etmek istememesidir. They Live filminde John Nada, taktığı gözlük sonucu tüketim toplumunun ideolojik boyutunu görmüştür, ancak bu gözlüğü bir arkadaşının takmasını isteyince, bu arkadaşı sanki göreceğinin ne olduğunu sezgisel bir biçimde biliyor gibi, bunu a priori reddetmiştir. Günümüzde de kendilerini bir iktidara veya ideoloji teslim etmeyip kendi konforları için yaşayan insanlar iki noktayı gözden kaçırmaktadırlar. İlk olarak, iktidarın simgesi olarak devlet asla tarafsız değildir ve yanında olduğu tarafın çıkarlarını gözetmek için ‘oyunun kurallarını ‘ koyar. Bu ideolojidir ve günümüzde insanların özgür olduklarına inandırılışları bunun en ileri aşamasıdır. Nietzsche, devlet aygıtının öncül amacının devletin varlığının zorunlu olarak görünmesi, yani bireylerin devletsiz yapamayacaklarına inandırılması olduğunu söylemiştir. Bu ondan yüz yıl sonra, Althusser’ın otoritenin, tarihi, zorunluluğa dönüştürme gerekliliğiyle paralellik içindedir. Yani ideoloji, varlığını tek yol olarak sunar ve vazgeçilmez olduğunu kanıtlama gereği bile duymaz. İkinci nokta ise, varoluşçuların özgürlüğe en çok inanılan bu yüzyıllarda, ona yaptıkları ‘acıklı’ vurgudur. İnsan özgürdür, ancak bu onun inanılmaz bir sorumluluk taşımadığı demek değildir. Bunun nedeni, insan ne yaparsa yapsın, tümeli kapsayacak şekilde, herkese bir yol önermesidir. Sartre bunu evlenen bir çift örneği üzerinden açıklar. Bu çift kendi özgür kararları vermeleri yanı sıra, tüm insanlar için tekeşliliğin uygun yol olduğunu gösterirler. Tüketim toplumu ideolojisi ise somut (görünür) bir ‘büyük Öteki’ barındırmasa bile, bir anlamlandırmalar bütünü olan tüketimin kutsanmasına neden olmuştur. Baudrillard’ın deyimiyle ‘sadece tüketim tüm ideolojilerin yerine geçebilir’. Böylece insanlar kendi kararlarını verdiklerini sanırken, toplumsal çarkın dönmesi için bir araçtan öteye gidememişlerdir ve oluşturdukları kimlik toplumsal koşullarının ötesine geçemeyip , hızla tüketilen ‘fast-food’ gibi bir metadan öteye değer taşımamıştır.
Tüketimin bir ürünü olarak, günümüz siyaseti incelendiğinde, alt-yapı ve üst-yapının birbirlerine ne derece bağlı oldukları görülür. Medya tarafından belirlen ihtiyaçlar, siyasetin de magazinden ayrılması güçleşen bir alan olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Kitle iletişiminin bilgiyi ve kültürü iyice dışlamaları sonucunda ise, bireylerin kararları kör inançtan sıyrılamamıştır. Global bir tehdit olan terör bunun bir sonucudur. Varlığını, üretim biçimi, üretim ve toplum arasındaki uzlaşmaz çelişkiden doğan olumsuzlamalardan sağlayan kapitalizm ise bireye kimlik konusunda yeni alternatifler sunar gibi görünmekle beraber -insan hakları, hayvan hakları, çevrecilik- bunlar tüketim toplumunun ‘her şeyi deneme’ yasasının bir sonucudur. Bireye mutsuz olma hakkı tanımamakla beraber, ‘Bir de İsa’yı deneyin!’ gibi sloganlar bu kimliğin kör bir şekilde sarınılan ‘fun-morality’ ile birleşerek insanın kendisini tanımlamak için kullandığı her imgenin seçilme aşamasının, süpermarketten süt alırkenkinden farksız bir boyuta taşınmasına neden olur. Yani, tam anlamıyla sığ bir düzlemde varlıklarını sürdüren bu kimlikler, içerikleri bakımından -sanılanın aksine- toplumsal düzene, ideolojiye ve iktidara derinden bağlıdır.
Sonuç olarak, iktidar bireyi kendi birincil amacı için araç olarak kullanırken bu amacı tarihsel bağlamından koparıp, evrensel bir gereklilik olarak göstererek, kitleleri kendi hizmetkarı yapmaya çalışır. Toplumsala zincirle olan bireye ise, bu tuzağa düşmemek için kendi değerlerini yaratması gerektiği söylenir. Bu formül sayılı kişi için uygun olsa bile, otoriteye bağlılıktan alınan gizli keyifle sarhoş olan ve her türlü günahından bu yolla arınan bireye, yolunu değiştirmesi sonucu edineceği somut bir yarar gösterememesi üzerine, haz ilkesine dayanarak kurulmuş günümüz düzeninde, yüksek çapta bir ilgi çekmemektedir. Bunun nedeni, bireylerin kimliklerini iktidar sembolleriyle örtüştürmekten zevk almaları değil, kolaya ve konfora doğru giden en kısa yolun bu olduğu içindir. Dediğimiz gibi, bu yolu seçerek insanlar, en tehlikeli silahlarını, tanımadıkları bir güce teslim ederler ve toplumsalın altında ‘hiç kimsenin bilemeyeceği bir ölümle yitip giderler.’


Sinem Toy / Antalya Anadolu Lisesi
''Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya konduklari anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkansız olanı denememiz gerekir.'' Z. Bauman - Yaşama Sanati s.35

İmkansızlığın Seçimi
Hayatlarımız birer sanat eseridir ve hayatlarımızın ustaları bizleriz. Fakat yaptığımız sanat eserinde yaşadığımız kapital dünyada ne kadar özgür olabiliriz ? insan davranışlarında , hayatında yaşamak istediklerine ve hatta düşünmede ne kadar özgürdür? Örgütlenmiş toplumlarımız bize yapabileceğimiz şeylerin listelerini veriyor ve bireyler buna itaat ediyor.. yaratıcılığımız bu yapılabilecekler listesinden çıktığında Nietzche'nin Ecco Homo'sunda yazdığı gibi zorunluluk olan toplum etiğini yaşayan bireyler tarafından çoğu zaman olumsuz karşılanıyor. Ve belki de yaşayabileceklerimize dair yaratıcılığımız bizi makyavelizm in sularına çekiyor ve yarattığımız benlik egoist veyahut en uç anlamıyla – zannımca – anarşist oluyor. Peki bütün bu durumlara bize sürükleyecek olan bauman ın bahsettiği ‘imkansız’ ne kadar imkanlıdır? Örneğin deneyler yapmak istediğimiz için bir insanı toplumdan alıkoymak istesek bu sizce de yaratıcı –iyi ve kötünün ötesinde- ve bir o kadar da imkansız değil midir? Yaşadığımız toplumların moraliteleri bizim bu denli yaratıcı olmamıza izin vermezler. Peki onların moralitelerinin iyi olarak tanımladığı yönde yaratıcılık göstermeyi denersek ?
Sanat eserimizi yaşarken ortaya çıkacak olan, nasıl bir toplumda yaşadığımızı sorgulayarak kendi farkındalığımızı yaratma ve bu toplumda ne yapmak istediğimizi belirleme sorunsalıdır. Bir insanın istediğini yapabildiği yer ve ideallerini veya düşüncelerini özgürce kurabildiği yer onun ütopyasıdır. Şuan yaşadığımız dünya ise bir bireyin isteyebileceklerini sınırlandırmaktadır. Eğitim görmek ‘iyi’ bir meslek edinmek bu dünyanın sınırlı olan isteyebilecekler listesine ulaşabilmemiz için neredeyse zorunlu bir yoldur günümüzde. Bunların yanı sıra yaşadığı örgütlenmiş bürokratik ve kapital dünyanın etik anlayışına uygun davranan ve bir aile kuran birey toplumun bize çizdiği ülküdür (idealdir). Fakat bu birey hayatını , değerlerini ve sanat eserinde kendi imkansızını sorgulamadığı sürece bir insan olamayacaktır yalnızca Nietzche'nin bahsettiği gibi bir insansı olarak kalacaktır. Sorgulamak istediğim kendi yaşamımızı –sanat yapıtımızı- ortaya çıkarırken karşılacağımız ilk sorunun toplumun bize doğduğumuz andan itibaren yedirmek istediği bakış açısını, bize sunulan her türlü dini, ahlaki, örfi ve yasal dayatmaları bir kenara koyarak kendi değerlerimizi yaratabilmemiz olacaktır. İnsan olabildiğince kendi benliğini, idea larını, moralitesini kendi yaratmalıdır hayatının başında.
Bir başka açıdan, karşılaşabileceğimiz bir sorun ise yapmak isteyeceklerimize – imkansızlarımıza- dair bir liste kurmayı reddettiğimizde ortaya çıkar. Karşımıza çıkacak olan gerçeklik Sartre'ın da hakkında yazdığı insanın özgürlüğe mahkum olduğu gerçeğidir. Varoluşun bize getirdiği özgürlük, toplumların moraliteleriyle bizim için ahlaki davranış zorunluluklarına dönüşür. Aslında bize getirilen bu özgürlük toplum ahlakının eseridir. Bizi sosyal rollerin oyuncuları haline getirir. Biz kendimize idealler kurmak istemesek bile toplum bizim için o idealleri çoktan kurmuştur . örneğin eğitimimiz zorunludur. Bunu iyi veya kötü olmasını kendi benliğimizde sorgulamamızın ötesinde toplumun yapısında eğitim görmüş birey iyi bir bireydir ve idealdir. Bunu biz belirlemedik ve bir birey olarak varolduğumuz için bu ideale uymak zorundayız. Bu somut bir özgürlük zorunluluğu örneğidir. Sartre'ın bize asıl bahsetmek istediği gibi benim de değinmek istediğim çoğu durumda kendi kararlarımızı vermek zorunluluğumuz ve buna rağmen yapmak istediğimize karar verdiğimiz bazı imkansızların toplum moralitesi tarafından banlanmasıdır. Ayrıca değinmek istediğim bir husus ise bütün bu durumlara rağmen, toplumda çoğu bireye sorduğumda -siz de sorabilirsiniz- ahlak kelimesinin onlara iyi şeyleri çağrıştırmasıdır. Etiği sorguladığımızda aslında onun topluma iyi olarak yedirilmiş zorunluluklar olduğunu görürüz. Toplumun ürettiği çoğu birey ise -tıpkı toplum ahlakının istediği gibi- ahlakı iyi olarak görür. Kapitalizm kendi imkansızlarını sorgulamayan ve sürekli tüketen bireyler yetiştirmiştir kendine ve istediği gibi kendi yarattığı ahlaka uyan bireyler.. bizim karşılaştığımız bir sorunsalda sınırlarımızı sorgulayarak genişletmektir ufkumuzu, onların aksine.
Toplumun ‘iyi’sinin (ideasının) farkında olup, toplumun yaşama sanatının kurallarıyla yapıtımızı kurmak istersek imkansızlarımızın hedonizme dayalı olanlarını gerçekleştirerek eudaimania yı (mutluluğu) elde edebilir miyiz? Bu durumda pragmatik bir birey, istediği hazları elde edebilir. İyiyi bu şekilde öznelleştirmek ve hazları amaç edinmek, onları elde ettiğinde kendi belirlediği imkansızları gerçekleştirmesi anlamına gelebilir. Lakin bu durumda ortaya çıkabilecek sorun toplumdaki bireylerin, hedonist bireyin kendi haz ve faydasını tek geçerli iyi kabul etmesinden (egoizminden) dolayı onu yalnız bırakabilirler. Halbuki bu durumda olacak olan, hazcı bireyin gerçek özgürlüğü bulmasıdır. Çünkü gerçek özgürlük insanın, toplumun ona yedirdiği sosyal rollere karşı çıktığında bulacağı yalnızlıktadır. Sorguladığı, kendi değerlerini ve benliğini yarattığı bu durumda yalnızlığı o insanın gerçekten var olduğunun ve özgür olduğunun ispatı değilse nedir?
Sonuç olarak birey, hayatını, benliğini, toplumun ona gösterdiği ahlakı sorgulayarak kendi istediklerini – hatta yapabileceği imkansızlarını- belirleyebilir veya aksi şekilde toplum moralitesinin ona sunduğu sosyal rollerin oyunculuğunu sorgulamadan üstlenebilir. Birey hayatı sorgulama özgürlüğüne sahip olduğu gibi, kendi tercihlerini yapma özgürlüğüne de sahiptir . Farkındalığını, istediklerini ve hayatını kendi oluşturacağı benliğiyle seçmesi ve eudamania yı bulması aslında yalnızca onun düşünme isteğindedir.


Hüma Kocaarslan / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi
" Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır. '' ( H. Arendt, Vies Politiques, 227- 228.)

İyi bir insan olmak ne demektir? Bugüne kadar iyilik birçok şekilde açıklanmıştır. Hegel kötülüğü ve iyiliği zıtlıklarından yararlanarak açıklamıştır. İyilik “kendinde (an sich)” ve “kendisi için (für sich)”dir, bütün belirlenimlerin özü, hakikat yasası ve dünyanın mutlak son amacıdır. İyi ve kötü karşılıklı birbirlerini gerektirir. Biri diğerini zorunlu kılar ve kendini diğeri aracılığıyla ilişkilendirir. İyi ve kötünün; diğerini, kendisinden bir başka olarak ayırmak ve diğerinin ortadan kaldırmasına bağlı olarak, kendisine dayanabilmesi için bizzat zorunluluk arz ettiğini söylemiştir. ‘’İnsanoğlu hiç de kötü yaratılmamıştır; ama hastalandığı gibi kötüleşir de.’’diyen Voltaire hiçbir insanın kötü yaratılmadığına inanmıştır. Ama insanın zamanla çirkinleşip kötüleştiğini savunmuştur. Çünkü kendini farkında olmaktan bir adım daha uzaklaşmıştır insan. Gün geçtikçe sorgulamamış, düşünmemiş, tartışmamış, çevresinden biraz daha uzaklaşmış…

Hannah Arendt ‘’İyinin düşmanı düşünce yokluğudur.’’ derken insanın sorgulamamasının gelişi güzel yaşayışının ona getirdiği kötülüğü anlatmaya çalışmıştır. O insan sadece kendisine de değil aynı zamanda çevresine de zararlı olmaya başlamaktadır. İyi olmak ister belki de insan, buna farkında olmakla başlaması gerektiğini bilir. Düşünmek ister, ama zordur. Çünkü öyle bir zaman gelir ki insan kendi sandığı bilgiyi bile inkar etmek zorunda kalır. Her ne kadar insan iyi olmaya çalışsa da onu bile yarım yapar. Nikos Kazancakis, ‘’Dünyayı bugünkü duruma getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım sevdalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan!’’ demiş ve buradan insanın yarımlığını göstermiştir.

İnsan bugüne kadar iyilik yaparken bile kendini düşünmüştür. ‘’iyi olmak’’ kavramını kendisi için istemiştir. Her seferinde olduğu gibi yine bencilliğine yenik düşmüştür. Hatta bunu yaparken bir kere bile acaba dememiştir. Egoizim (bencillik) insanın yaratılışında vardır belki de ya da zamanla kazanılmış günahlarımızdan sadece biridir. Sürekli tartışma konusu olmuştur, sorgulanmıştır. Kötülüklerimiz bencilliğimize dayandırılmıştır zaman zaman. Egoizm kavramı nedir peki? Temsilcisi Thomas Hobbes’dir. Ona göre insanın hep ‘’ben sevgisiyle’’ hareket etmesidir. Freud sayesinde popüler kültüre girmiştir. Aristoteles toplumdaki insanları bencillikle suçlamıştır, bencil insanları yermiştir. Dante, İlahi Komedya adlı eserinde ben olgusunu ele almıştır ve bunu yedi büyük günahtan biri saymıştır. Küçük istisnalar dışında kötülüğün temellerinden biri olarak ele alınmıştır. Çünkü toplumda ‘’hepimiz sayesinde birimiz yaşar’’ düşüncesine inanılmıştır.
Başından beri hayatı bir yerden başlayıp bir yerde biten bir yol olarak görmüşüzdür. Her şeyin birbirini takip ettiğini, çoğu şeyin sabit olduğunu düşünmüşüzdür. Oysaki zamanın bile birbirini takip etmemektedir. Nasıl, niye denilebilir belki ama öyle bir şeyler yapılır ki geceden sonra sabah gelmez, ikindiden sonra da akşam olmaz. Yani zaman sizi değiştireceğine siz zamanı değiştirirsiniz. Tamamen ipler insanın elindedir ve her şeyin belirleyicisi de kendisidir. İnsan bunları yok sayarak kolaya kaçmış, her şeyi oluşuna bırakmıştır. Kendi hareketlerinden taviz vermemiş, bir kere de geri çekilip ‘’Ben ne yapıyorum?’’ dememiştir. Öyle bir hal almıştır ki insan kendi yarattığı çirkin düzen içerisinde kaybolup gitmiştir. ‘’Kirlenmiş bir nehirdir insan.’’ demiştir Nietzsche. Kirlendiğini bile bile devam edendir insan. Varoluşunu neden olduğunu hiç düşünmeden yaşayandır. Sartre varoluşçulukta insanın önceden tanımlanmamış bir varlık olduğunu savunmuştur. İnsanın yaşadıklarıyla kendi tanımını oluşturacağını söylemiştir. Tercihlerin hepsi kendisine aittir. ‘’Var olan her şey nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rastgele ölür. Kendimi geriye doğru verip gözlerimi kapıyorum. Ama o anda, imgeler kendilerini toparlayıp sıçrıyor ve gözlerimi varoluşla dolduruveriyorlar. Varoluş insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.’’ Demiş Jean Paul Sartre. Burada insanın nedensiz bir şekilde ortaya çıktığını ama zamanla bir amaç halini alması gerektiğini savunmuştur.

Bir amacı vardır insanın; bir varoluş sebebi... Farkında mıdır peki? Uğruna bir şey yapar mı? Sartre’e göre varoluş özden önce gelir ama Heidegger’e göre varoluşun özü kendinde saklıdır. Heidegger yaşadığımız dünyanın ortak ve zorunlu olduğunu savunmuştur. Bu ortak alan uğruna bir şeyler vermemiz gerekir. Bu kendi kişisel iyiliğimizden, başkalarına karşı olan iyiliğimizden daha önemlidir. Çünkü topluma karşı yapılan iyiliktir; bütünedir ve etkisi daha büyüktür. İnsan var olduğu günden itibaren yok olacağı günü beklerken aynı zamanda yok olacağı günden korkar. Ölüm korkusu işte, her şeyden kaçış sebebi insanın. Ölüm insan için bir hiç ve olumsuzluktur diğer basit korkuları gibi birer obje değildir. Bu korku ile yaşayamaz insan; yaşasa bile ona yaşam denilemez. Schiller’in de dediği gibi ‘’Ölümü göze almazsan yaşayamazsın.’’ Bu korku ile uzaklaşır insan yaptıklarından da yapabileceklerinden de. Erdemli bir insan olmaktan, yapabileceği düşünebileceği her şeyden kaçar. Oysa bilmez ki giderken arkasında güzel şeyler bıraksa, unutulmaz olarak da ya da olmayarak onun arkasından geleceklere birkaç şey kattığını bilse ne ölüm ne de başkaları korkutabilir onu. Herakleitos’un da dediği gibi ‘’Bir ölüm onurlu olursa en büyük ödülünü almış olur.’’ Bunu bilerek yaşamalı insan, bunu bilerek yaşatmalı kendisini.

Geçmişiyle, bugünüyle, geleceğe duyduğu endişeleriyle, önyargılarıyla, bencilliği ile yaşamamalı insan; yaşadıkça hem kendisine hem de çevresine kaybettirir. Bir günlük iyiliği ona yeterken, bırakabileceği güzel izleri kaybeder. ‘’Dünün üzüntüleri ve yarının endişeleriyle donatılmış bir kalpten, bugün için bir şey bekleme…’’ derken ne de doğru söylemiş Hannah Arent.


Hilâl Altun / Şavşat Ç.P.A.L
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)
- BURADA MISIN? -

Hadi, Arno Gruen' in söylemek istediğini kavramaya çalışalım. Aslında Aristoteles' in de demokrasi adına söyledikleriyle benzer nitelik taşır. Halk kendi gücüne varabilir veyahut bir canavar yaratabilir.''Neyin doğru olduğunu bilen, doğru olan şeyi yapacaktır.'' diyor Sokrates. Hadi burada halk kavramını azcık kenara koyalım ve bireye indirgeyelim. Peki şimdi ne olacak? İnsan, iktidar ve güçler... Ne kadar güçlüsün? İktidar ve o kişi kadar mı? Elbette ki o kadar güçlüsün ama ona dönüşmediğin sürece.

Uyan! Gregor... Böcek yerine kendini iktidarda bul. İnsanlığını kaybetmiş olmaz mısın? Yapma... Her 'insan' bilir güç ve yaptırım birbirine paralel olarak ilerlediğini. Bunu temellendirecek olursak en güçlü insanlar her zaman en baştadır ki hayat zaten bir bürokrasidir. Bunu bütün toplumlarda görebiliriz. En gelişmemiş olan toplumların dahi kabile reisi vardır. Bu en gelişmiş toplumda da farklı şekillerde görülür. Kan içmeyle toplumdaki gücünü gösteren gelişmemiş bazı kabileler modernleşir ve ünlü restoranlarda çok büyük paralara kan çorbalarını içerler. İçinde bulunduğumuz durum da işte buna benzerdir.

Tüketici toplumdan üretici topluma geçtiğimiz zaman bunun meyvelerini almaya başladık. Kast sistemini garipsemiş yada yadırgamış olsak dahi aslında en çok içinde olan bizleriz. İlla bir statü belirlememize de gerek kalmaz. Kendini onun gibi hissetmen yeter. Kastlar arası nikah, meslek - vb.- kurallar için illa onun ırkına yahut kastına mensup olman gerekmiyor. Öyle bir durum ki bu kendini onun yerine koyman yetiyor.

Benim yerime geç demiyor sana iktidar ama öyle güzel kokular ki bunlar gidiyorsun,gidiyorsun,gidiyorsun... Peki başka emriniz var mı efendimiz? '' Eyy, ademoğlu! Peki insaniyetin?'' diye vaaz verir gibi konuşuyor. Çarmıhını kendi sırtında taşıyan ademoğlu hemen cevap veriyor. '' Şehitler ölmez efendimiz. '' Güzel gözlüler de çok çabuk alışıyor alışamayacağı şeylere.

İktidar ve insan hep aynı yol ve ayrı arayışlarla bir arada yürürler. İktidara çiçek, peki ya sana? Sana da hizmet. Öyle güzel bilirler ki bağımlı olduğumuzu. İnsan etine olan düşkünlüklerini bir nebze dahi göremeyiz. Çünkü bizde efendimize bağımlıyızdır. Yavaş yavaş büyürüz, gelişiriz. Sadece büyür ve gelişiriz. Satır aralarına gizlenmiş şeyleri bir nebze olsun göremeyiz. Oysa basit bir Narcissus yatar içimizde. Sadece kendimize aşık olmayız birde bize benzeyen bir kişiye aşık oluruz. İşte o zaman bazı semboller belirir karşımızda bu sadece kırlarda insanların karşısına aniden çıkıp korkutan Pan değildir. Asıl korkutucu olan içimizde dolaşan diğer tanrılardır. Bütün söylediklerimiz ve yaptıklarımız ondan kaynaklıdır ama bu tanrıyı göremeyiz, dokunamayız ama aslında biz ve o biriz. Aynı hamurdan çıkmış küçük tanrılar. Hiçbir zaman yerini göremeden ve bilemeden içimizde olduğunu biliriz. İktidarı nesnel tanrı olarak ele alalım. Ksenofanes, '' İnsanlar, tanrıları kendilerine bakarak yarattı.'' diyordu. '' Ölümlüler, tanrılarının da kendi gibi doğduklarına, benzer giysileri, sesleri, biçimleri olduğuna inandılar. '' bunun düzenli bir şekilde ifadesidir. Demokrasinin iktidara getirdiği büyük çoğunluğu ifade eden güç de bunu güzel bir şekilde temsil eder. Birde buna dini karıştırdık mı işte o zaman Thor' un çekicini Jotunheinmen' in alıp kaçması gayet normaldir. Zeus' un yalan olduğuna bir şekilde inananlar ve yalanlayanlar modernize edilmiş dinlere kendilerini müthiş şekilde kaptırırlar. İnsanların zaaflarını, kusurlarını ve korkularını bilen iktidar da bunu çok güzel kullanır. İnsanların temelini kaydırmak bu kadar kolaydır. Bencillik duygusunun ağır bastığı bir toplumda iktidarın bunu kullanması ve insanlık adına bir şeyleri yok etmeleri de çok normal karşılanabilir. Kim kullanmaz ki zaafları, duyguları ve insaniyeti. Özellikle en üst kısımlar bunları kullanmayı öğrenip gelmiştir bu aşamaya. Zaten düzen ve ahlakın ağır bastığı siyasal rejimin olduğunu düşünmüyorum. Bir şeyleri konuşturmanın zamanı geldi. Dürüst olalım, iktidar, dinler ve tanrılar ben ölünceye kadar.

Evet efendimiz!
Bahçedeki yaprakları süpürdüm
Kediye sütünü verdim, işe geç gitmedim
Kirayı yatırdım, fazla içmedim
Balkabağımı parlattım efendimiz
Yılbaşında kabak tatlısı da yaparız
Hayır, şeytanım çatlamadı, çatlamıyor.
Islık çalmam ve parmaklarımı da hiç kıtlatmam
Yarın karlar erirse,
Yüzüm geçit verirse gülümserim birilerine
Peki gülümserim efendimiz
Başka emriniz?

( Didem Madak - Karşılıksız Hayat )


Hatice Nur Ağba / Çukurova Anadolu İmam Hatip Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

- UNUTTUK, HATIRLAYACAĞIZ, HATIRLAMAK ZORUNDAYIZ!-

İnsanlık tarihi insanlığa yakışmaması gereken, fakat maalesef ki artık yakışmaması için hiçbir sebep kalmamış "kara lekeler" ile dolu, her geçen gün de bunlara yenileri ekleniyor. Bunun sebebi de öyle çok karmaşık, anlaması güç bir şey değil.Düz bir mantık kurmak gerek sadece..."İnsanlıkta bir sorun varsa, İNSAN olmakla ilgili bir sorun var demektir."
İnsan olmak; en basit manasıyla diğer insanların da insan olduğunun farkına varabilmek, yani empati duygusunu hissedebilmektir. Empatiye "duygu" diyorum çünkü empati E.Stein'in de belirttiği gibi, önceden planlanmayan, tıpkı diğer duygular gibi o an hissedilen, başkasına öğretilemeyen bir kavramdır. İşte insanlığın, insan olmanın temeli olan bu duyguyu kaybediyor olması aslında başımıza gelen ve gelecek kötülüklerin en büyük nedenlerinden biridir. Empati dugusunun böylesine yitirilmesinin sebebi ise insanların - aslında yine kendi zayıflık ve yetersizliklerinden dolayı- bir otoriteye bağlanarak, bireysel dugu ve düşüncelerine zamanla yabancılaşmasıdır. Çünkü empati duygusunun temelini tamamen bireysel bir kavram olan "vicdan" oluşturmaktadır.
Günümüzde Orta Çağ Avrupası'nda değiliz ama anlaşılan o zihniyet pek de değişmemiş olacak ki birçok insan hala aklını ve vicdanını devlet otoritesine, bağlı oldukları cemaate veya siyasi oluşuma; ve hatta terör örgütüne emanet ediyor, edebiliyor. İşte bu da kendi aklını ve vicdanını kullanmaya cesaret edemeyen, günden güne daha da kendisine yabancılaşan,vicdanı körelen, empati duygusu yok olan, kısacası insanlığını yitiren toplumları oluşturuyor.Örneğin; herhangi bir siyasi partiye mensup bir kişi, başka bir partiye mensup kişiden sırf bu sebepten nefret edebiliyor. Bu durum, onların duygusal ve fikri yönden paylaşım yapmalarının önüne adeta bir set çekiyor.Maalesef ki bu bahsettiğim en basit örneklerden biri. Gelin bir de ülkemizdeki son hain saldırılardaki bir canlı bombayı ele alalım. Nasıl bir psikoloji bir "İNSAN" a bunu yaptırır, onu; diğer insanları düşünmekten bu kadar alıkoyar? İşte bu durumdaki birinin artık insan olmakla bir alakası kaldığını düşünmek oldukça güç. O artık sadece bağlı olduğu, insanlığın yüz karası terör örgütlerinden birinin varlığıyla var olan, terör örgütünün, terör örgütü olarak varlığını devam ettirmesinde bir piyon işlevi gören bir "insan(?)"dır.Yaptığı şeyin doğruluğunu veya sonuçlarını düşünmekten aciz, sırf yap denildiği için yapan bir insan(?)... Madem bu konuya girdik, devam edelim:- Zaten nereden tutsak elimizde kalıyor, insanlık olarak bir ayıbımız daha açığa çıkıyor.-Siyasetçilerin dillerine pelesenk olmuş "Terör dünyann neresinde olursa olsun insanlık suçudur." klişesine rağmen, fiili olarak bu yönde davranabilen ne kadar insan var? Brüksel'de , Paris'te patlamalar olduğunda yeri yerinden oynatan dünya basını, dünya siyasetçileri, hatta ve hatta dünya vatandaşları ülkemizdeki patlamalar olduğunda neden dut yemiş bülbüle döndüler? Çünkü empati duygusunu uzun zaman önce unuttular.
Empati o kadar ilginç bir duygu ki; zamanında Alman askerlerinin Arno Gruen 'in dediği gibi kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleştirip insan oluşlarının zeminini yitirmesi, bu sebepten dolayı bir Yahudiyi öldürürken veya işkence ederken "Ben ne yapıyorum" diye sormak yerine "Ben ülkeme hizmet ediyorum" demesi insanlığın kara lekelerinden olan Yahudi katliamını, Auschwitzi beraberinde getirmiştir.Fakat gelin görün ki sırf bu yüzden dahi karşısındakini daha iyi anlaması gereken Yahudiler, bugün Nazilerle aynı konuma gelmiş ve yıllardır Müslümanları katletmişlerdir. Şu an İsrail askerleri tıpkı o nefret ettikleri Alman askerleri gibi davranmaktadır. İşte bu da A.Gruen'in bahsettiği, insanlık olarak içinde bulunduğumuz kısır döngüyü gözler önüne serer nitelikte.
Geçmişin kara lekelerini silemeyiz belki fakat en azından insanlık olarak gelecekte de bunlara yenilerinin eklenmesini engelleyebiliriz.Bu noktada Anadolu düşünürlerimiz bizim için en güzel örnekler...Yunus Emre gibi yaratılanı Yaradan'dan ötürü sevebilmeli, Mevlana Celaleddin Rumi gibi "Gel, ne olursan ol yine gel." diyebilmeli, kendi aklımızla düşünüp, kendi vicdanımıza kulak verebilmeliyiz. Hani şu siyahların oturamadığı bank var ya; işte o banktan bir beyaz olarak da en az bir siyah kadar nefret edebilmeliyiz. Dini, dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, görüşü, mezhebi ne olursa olsun sırf "insan" olduğu için tüm insanlığı kucaklayabilmeliyiz. Hem belki birilerine fiili olarak empati kurmayı öğretemesek de, empatiyi onlara hatırlatabilir, kendimizce Sokrates'lik yapabiriz. Sonuçta bir insan olarak hepimiz biliyorduk empatiyi; sadece koşullar bize bunu unutturdu. O zaman en kısa zamanda insanı insan yapan bu duguyu hatırlamamız, hatırlatmamız, şu içinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkmamız dileğiyle...


Ahmet Sakal / TED Ankara Koleji Vakfı Özel Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

İKTİDAR - İNSAN İLİŞKİSİ ÜZERİNE

“O bir avcı değil. Bize hiç et bulamazdı o. Sınıf temsilcisi de değildi okulda. Nereden çıktığını bilmiyoruz onun.” (Sineklerin Tanrısı, Golding, 154)

Golding’in her türlü otoriteden uzak bir adada, bir grup öğrencinin hayatta kalma ve yeni bir düzen tesis etme çabalarını anlattığı kitabı “Sineklerin Tanrısı”ndan alınan bu alıntı, liderlik tartışmaları sırasında bir çocuğun ağzından dökülür. Ne yani, lider olmak için avlanıyor olmak şart mıdır yahut sınıf temsilcisi olmak mı gerekir? Tabi ki de bugün açıktan açığa bunlar haykırılmıyor olsa da egemenlik ve iktidar kavramları söz konusu ise modern toplumların avlanmak veya sınıf temsilciliği yerine koyduğu birtakım sembol ve ögelere sahip olmanın zorunluluğu hissedilir. Ancak söz konusu eğer her türlü denetim ve otoriteden uzak bir grup çocuk ise bunların açıktan açığa söylenmesinde bir sakınca yoktur keza bulunanlardan hiçbiri kendini ve isteklerini maskeleme ihtiyacı duymamıştır. Öteyandan, günümüz toplumlarında ve günümüz siyasetinde, egemenliğin sarsılması ve iktidarın eleştirilmesinden duyulan korku, bu tip primitif dürtü ve duyguların bazı semboller ile maskelenmesini bir nevi zorunlu kılmıştır. Şöyle ya da böyle, eğer söz konusu insan ve iktidar ise iktidar, canlı bir varlık olarak ele alınmalıdır. Tıpkı bir insanın sahip olduğu en kuvvetli dürtü olan hayatta kalma dürtüsü gibi bir iktidarın da temeline inildiğine, orada dizginlenmesi çok güç olan bir süreklilik dürtüsü ile karşılaşılır. Bu süreklilik dürtüsü, iktidarın varlığını daim kılabilmesi adına sahip olduğu ve hükmettiği bütün organlarca sorgulanmadan benimsenir hale gelen bir dürtüdür. Öyle ki iktidarın hükmüne giren insanlar, bir süre sonra kendi benlikleri gibi iktidarın varlığını da savunma gayretinde bulunurlar. Bu gayret, bugün ancak bazı semboller aracılığıyla yürütülebilmektedir. Şöyle ki, nasıl ıssız bir adada bir grup çocuk iktidarı sınıf temsilciliğiyle, avlanma ve karın doyurmayla özdeşleştiriyor ve bu dürtülerini besleyen kimseye iktidarı atfetmek istiyorlarsa günümüz modern insanı da aynı şekilde kendi benliğini özdeşleştirdiği bir takım semboller ve ideolojiler aracılığıyla kendi bağımsız iradesinin bir kısmını iktidara devrederek güvenlik ve aidiyet duygusu temin eder, bu yol ile kendi varlıklarını sürdürmeyi garantilemiş olduklarını hissederler. Bu hissiyat, bilinç dahilinde gerçekleşen bir hissiyat değildir çünkü binlerce yıllık birikim ve tecrübenin verdiği bir önlemle artık kontrol dışı bir reflekse dönüşmüştür. Bu hissi duydukları anda da, artık kendilerini, iktidarın varlığına bağımlı hissederek iktidarın devamlılığı için çaba sarfeden bireylere dönüşürler.

Bu, bana soracak olursanız Hobbes’un devlet modelini andıran bir yapıya sahiptir. Ona göre nasıl devleti oluşturan toplum, kendi güvenliği için bir takım özgürlüklerini devlete devrederek kendini koruma altına alıyorsa, iktidarı meydana getiren zümre (iktidarı yalnızca siyasetçilerin oluşturduğu bir yapı olarak görmek yanlıştır, iktidar, kendisini destekleyen toplumsal zümrenin de katılımıyla var olmuş bürokratik bir yapıdır) de kendi özgürlüklerinin bir kısmını iktidara devrederek kendini güvenlik ve aidiyet (bunlara insanın temel dürtülerinden ikisi demekte bir sakınca görmüyorum) içinde hisseder; bunun da ötesinde, birliktelik duygusunun ve bir iradeye teslim olmanın rahatlığını bir dayanak olarak görür. Böylece, özgürlükleri halihazırda bir çok unsur tarafından kısıtlandırılmış olan birey, belirli bir ideolojinin boyunduruğu altına girmiş olur. “İyi bir şeyler elde etmek istiyorsak bir şeyler feda etmeliyiz.” mantığının doğrulandığını söyleyebilirim. Çünkü insanlar, bahsettiğimiz kaygılarını güvence altına alırken aslında kendilerini tek bir kalıba –iktidarın dayattığı kalıba- sokmayı da bu anlaşmyla kabul ederler. Öyleki artık kendi güvenceleri demek, iktidarın varlığı demektir ve onlar da kendilerini korumanın gereğini yaparlar, iktidarın devamlılığını sağlamaya çalışırlar. Bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Bu boyunduruk altında yetişen ve bu ideolojilerin dayattıklarıyla gelişen bireyler de bulundukları durumdan daha iyisini düşünemediklerinden ötürü sistemin devamlılığı için potansiyel kazançlar haline gelirler. Böylece sistem, içinden çıkılması güç bir kısır döngüye girmiş olur. Çünkü insanların gözünde artık iradelerini bir üst iradeye devretmek doğal ve normal olan bir durum halini alır. Böylece birey, insan olmanın temelinden uzaklaşarak özgür düşünme, üretme, tasarlama yetisini kaybeder.

Orwell, 1984 adlı yapıtında şöyle der : “Parti, iktidarı kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu. Parti iktidarda olmak istiyordu çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen dolayısıyla kendilerinden güçlü birileri taradından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf, korkak yaratıklardır.”. Bu, aslında bir manipülasyon tekniğidir de aynı zamanda, “Parti, iktidarı kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için ister.”. Çünkü çoğunluğun ilkel dürtülerinden ilham alan bir iktidarın çoğunluğun iyiliğini istediğini iddia etmek, partinin bunu kendi iyiliği için yapmadığını iddia etmek kadar saçmadır. Çünkü belirtilen durumda artık insan yoktur, insanların ortak iradesinden oluşan ve yine insanların ortak iradesini yönlendiren bir erk vardır. Bu erk, sürekliliğini garantilemek adına her yola başvurabileceğinden aslında bilinçli/bilinçsiz bir teslimiyetin sonunda meydana gelen ve sonunda iktidarın kendisi hariç onu meydana getirmiş tüm bireylere zarar veren bir yapı haline dönüşür. İşte, Arna Gruen’in bahsettiği kısır döngü de budur.
Peki, insanların kendilerini güvence altına almak adına kimliklerini özdeşleştirerek iradelerinin bir kısmını teslim ettikleri bu semboller nedir? Bu semboller, gerek bilinçaltını uyaran gerekse çağın eğilimlerine göre uzmanca belirlenen ideolojik unsurlardır. Ancak burada daha önemli olan soru, insanların bu durum karşısında kendi iradesini koruyup koruyamayacağıdır. Bu noktada şunu söylemekte fayda var ki aslında kimliklerini bu sembollerle özdeşleştirerek irade kaybına uğrayan bireyler, aslında özgür düşünebilme ve bağımsızlık bilincinin eksik olduğu, zayıf karakterlerdir. Kolay manipüle edilebilen bu karakterler, primitif dürtüleri ile hareket etmekten vazgeçememişlerdir ve sağlamlaşan iktidarların da ilgi odağı olmuşlardır. La Boetie’nin ortaya attığı Gönüllü Kulluk kavramına benzer şekilde bilinçli bir teslimiyet içine kolayca girebilirler ve bu sistemin devamlılığını sağlamak için adaydırlar. Çünkü ortaya koydukları kimliğin sönüklüğü, kendilerini sürünün peşinden gitme ihtiyacına götürür.

Özellikle kapitalizmin ve turbo kapitalizmin sonrasında ortaya çıkan “sürünün peşinden gitme” ihtiyacının etkili olduğu bu şekillenmede semboller, tek tip insan yaratırcasına özleri değiştirmeye başlar. Yani Sartre’ın ortaya sürdüğü “İnsan kendi özünü kendi şekillendirir.” fikri artık yavaş yavaş etkisini kaybederken, “İnsanlar bir araya gelerek iktidarı şekillendirir ve sınırları belirlenen iktidar, kendisini var edenlerden bağımsız olarak onları şekillendirir.” haline dönüşmüştür. Böylelikle, Arno Gruen’in dediği gibi “Bir başka tehlikeyi de vicdanın yerini görevin, kimliğin yerini de iktidarka özdeşleşmenin aldığı ‘bürokratik kişilik’ oluşturur”. Bu da demek oluyor ki kendi kişiliğini kaybeden insanlar, iktidarın uzvu haline gelerek koskoca bir yapının tek tip parçaları haline gelirler. Yani bir manada, insanların iradelerinin sömürüsünden beslenmeye başlayan iktidar, adeta Fordizm’in siyasi yansıması şeklinde bir tip seri üretim fabrikası halini alır. Bu sorunun çözümün de ancak demokrasi ve özgürlük bilincinin eğitilmesiyle olabileceğini düşünenlerdenim.

Yani, "Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar." demekle Arno Gruen, iktidarın –yani benim görüşüme göre kollektif bir idare oluşumunun-, kendisini bu iktidar ve iktidarın ideolojik sembolleriyle özdeşleştiren bireylerin iradesinden beslendiğini, insanların iradelerinin bir kısmını bir üst akıl olarak iktidara devretmeleriyle var olan bir yapı olduğunu, lakin bu yapının tüm bu koalitif iradeden bağımsız şekilde kendisini var eden iradeleri tek bir öze indirgeme çabasında olduğunu, ve bu özün, iktidarın kendi kalıbı olduğunu; öte bir deyişle aslında soyut bir varlık iktidarın amacının kendisini, kendi kalıbına soktuğu insanlar aracılığıyla somutlaştırma olduğunu; bu esnada da kendisini var eden bireylerin bir takım dürtülerinin doyurulmasına yönelik davranmasının ve bireyler tarafından özdeşleştirilerek benimsenmenin bir sonucu olarak bireylerin, iktidarın varlığını sürdürme ve koruma çabasında olduklarını anlatmaktadır. Evet, yerinde olduğunu düşündüğüm bir örnek oldu: iktidar, ayaklı iktidarcıklar oluşturarak kendini somutlaştırmakta, etten kemikten bir yapıya büründürmektedir. Böylece birey, kendisini korumakla iktidarı korumak arasında bir fark görmediğinden iktidarın sürekliliği için insani temellerinden, özgür iradeden vaz geçmek pahasına olağanüstü bir çaba göstermektedir. Demokrat Parti’nin “Yeter söz milletin!” sloganıyla ve halkı önemseyen fikri semboller yardımıyla halka aşıladığı güven duygusunun getirdiği başarı da bu örneği somutlaştırmıyor mu? O kadar uzağa gitmeye gerek yok diyenlerdenseniz, zaten sokağa çıksak göreceğiz ki dünyada iktidar, kendisini ayaklı iktidarcıklara dönüştürme işini de ustalıkla becerir hale geldi çoktan.


Ahmet Berke Duman / Meram Fen Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

Sosyal psikoloji kimlik kavramının tanımını kabaca şöyle yapar: ''Kimlik, bireyin kendisini toplum içinde nasıl gördüğü ve toplumun, bireyi toplumu oluşturan bir unsur olarak nasıl gördüğüdür''. ''Kimlik nedir?'' sorusu ile bilimsel manada en çok uğraşan iki bilim dalı sosyoloji ve psikolojidir. Sosyoloji kimliği toplum gözüyle incelerken psikoloji bireyi kendi gözünden inceler. İkisi de kimliği siyasi, ekonomik, kültürel kimlik gibi özelleşmiş parçalara ayırarak incelemek zorunluluğundadır. Zorunluluk olmasının dışında hem incelemenin yapılmasını isteyen devletler, kurumlar için hem de incelemeyi yapacak bilim insanları için bu bir ihtiyaçtır. Bireylerin kimliğini oluşturan pek çok etken vardır ve bu etkenler tek veya birkaç kalıba indirilemeyecek kadar fazladır. Bu yüzden incelemeler bireylerin kendi kimliklerini tanımlamakta en çok kullandıkları bazı kimliklerde yoğunlaşmıştır.Bu yoğunlaşmanın yaşandığı kimlikler aynı zamanda iktidar ile bizatihi ilgili olan kimliklerdir.Bunlar siyasi, ekonomik, etnik ve dini kimlikler olmak üzere dört temel başlığa indirgenebilir.
Peki ya iktidarlar kimlik konusunda kendilerini nasıl konuşlandırır? Tarih şeridini incelediğimizde ayrı ayrı her türden kimliği yansıtan iktidarlar kurulmuştur, yıkılmıştır, yerlerine başka bir kurgudan gelme yeni iktidarlar gelmiştir. Örnek vermek gerekirse etnik iktidar deyince hiç şüphesiz akla ilk gelen iktidar pratikleri yirminci yüzyılın ortasına doğru kendini gösteren Hitler'in Nazi Almanya'sı ile Mussolini'nin faşist İtalya'sıdır. Başka bir temel kimlik olan dini kimlik üstüne inşa edilen iktidar yapılanmaları ise bilinen tarihin her noktasında karşımıza çıkmaktadır. Siyasi-ekonomik iktidar yapılanması ise etnik-dini yapılanmaların kusurlarını ortaya koyduğu ve bunların yarattığı çelişkiler sonucunda ideal olan bir modele ulaşma iddiasındaki Sovyetler Birliği'nde görülür. Dini kimlikler üzerinden oluşturulan iktidarların dışına çıkarak gelişen siyasi, ekonomik, etnik temelli yapılanmalar tarih sahnesine son birkaç yüzyılda ancak adım atabilmiştir. Bunun sebebi binlerce yıllık dini statu quo'nun kimlik konusunda kendisi dışındaki anlayışları geçilmez duvarlar örerek uzakta tutmayı başarmasıdır. Bu duvarları da bizzat varoluşunu iktidara dayayan insanlara ördürmüştür.
Bu iktidar yapılanmalarının kendilerini yaşatacak bazı semboller bulması elbette doğaldır.Davut Yıldızı, Gamalı Haç, Hilal... Bu semboller iktidarı kuran yapıların kitleleri diri tutmak ve yeri geldiğinde mobilize etmek adına kullandıkları araçlardır. Herhangi bir sembole sahip olmadan kurulup yaşatılabilmiş bir iktidar düşünülemez. Kitlelerde bu sembolleri benimsemeye ve korumaya oldukça müsait olmuşlardır ve uzun bir süre daha olacaklardır. Büyük muharebelerde sancaktarlık yapan bireylerin kahramanlıkları o muharebenin diğer bütün unsurlarının önüne geçebilir veya on yedi kez yaralanmasına rağmen ölümüne kadar savaşlara katılan Nicolas Chauvin'in öyküsü günümüze ahmaklık olarak değil yurtseverlik olarak gelebilir.
Birey kendi varoluşunu bir dine, bir bayrağa, bir partiye bağlayabilir. Bu bağlanma öyle bir noktaya gelir ki birey bağlandığı unsurun yitiminin kendi yitimi anlamına geleceği konusunda saplantılara kapılır ve kendi hayatı pahasına dahi savunuculuğa geçer. İşte böyle bir durumda bireyin kendi bilinci başta olmak üzere bireyi birey yapan her türlü şey artık var olan iktidar yapılanmasının malı haline gelir.
Michael Foucault iktidar-kimlik-birey üçlüsünü ilgilendiren ''Ben iktidar teorisyeni değilim... Kendiliğin kendilik üzerine düşünümünün tesis ediliş biçimi ve bununla bağıntılı olan hakikat söylemi üzerine çalışıyorum'' derken bize iktidarın, kendisinin de demiş olduğu gibi hangi temelde oluşmasını bütün halinde açıklamaktan ziyade; iktidarın bireyi kendi kimliğini oluşturmasını sağlayacak hakikatler üzerinde düşünebilmesini sağlamakla sorumlu görmüştür. Focault bunu derken toplumsal sistemi oluşturan statu quo'nın duvarlarında gedikler açılacağını bilmektedir. Aynı şekilde yapılanmalarını güçlendirerek korumak zorunda olan iktidarların buna kolayca izin vermeyeceğini de bilmektedir. Zaten bu izin vermeyiş de toplumsal sistemin devamlılığını sağlar.
İyice budanmış, sıkı sıkıya kontrol edilen eğitim sistemi ve bu sistemin ürünü olan toplumun kültür havzasında yetişen birey bu sistem içinde öğretmen, gazeteci, bilim adamı olabilir hatta siyasi basamakların en üstüne tırmanabilir. Fakat sistem içi bu başarılardan sonra yine kendisi gibi belirli kalıpların içine hapsedilmiş bireyler oluşması için çalışır. Bu çalışma ile de sistemin sürekliliğini sağlar. Süreklililiği sağlayan birey ne kadar bilgili olursa ne kadar hakikat yanlısı olursa olsun aslında sahip olduğu hiçbir şeydir. Çünkü sahip olduğu kırpılmış, silinmiş, atlanmış bilgidir, hakikattir. Theodor Adorno ''Bilginin iktidarla ilişkisi sadece uşaklıkla değil, hakikatle de ilgilidir. Çoğu bilgi eğer güçler ilişkisiyle orantılı değilse, biçimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun geçersizdir '' diyerek bir konuda daha bireyleri uyarır. Bilgi, hakikat konusunda bulunduğunuz mertebe yerel ve küresel hegemonyaya hizmet etmiyorsa toplum için hegemonların engellemesiyle asla geçerli hale getirttirilmeyecektir.
Bu durumda ''Hakikatı bulmak, kimlikleri kırmak ve iktidar yapılanmasını en doğru temelde yeniden oluşturmak isteyen biri ne yapmalıdır ?'' sorusu çok önemli bir hale gelmektedir. Cemil Meriç, Taine'den bahsederken ''Taine 12 ciltlik 'Çağdaş Fransa'nın Kaynakları' adlı eserini 'Fransa'yı Fransa yapan sosyal kuvvetler nelerdir ?' sualine cevap vermek için yazar'' der. Biz artık yirmi birinci yüzyılda bu soruyu ''Bireyi birey yapan sosyal kuvvetler nelerdir? '' olarak revize ederek sormalı ve bu sorunun cevaplanmasını psikoloji, sosyoloji gibi beşeri bilimlerin tekelinden çıkararak bütün bir insanlık için ödev haline getirmeliyiz. Bu ödev sonucunda bireyler ilk defa liberal kavramlandırmaların dışına çıkarak gerçekten bir birey haline gelecektirler. İşte bu sayede kimlikler daha da çeşitlenecek ve bu çeşitlenme kimlikler üzerinden iktidar sağlamayı olanaksız hale getirecektir. Bireyler yeniden insan oluşlarının gereklerine dönebilecek ve kısır döngüyü kıracaktır. 


Can Okan / Emlakbank Süleyman Demirel Anadolu Lisesi

''Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya konduklari anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkansız olanı denememiz gerekir.'' Z. Bauman - Yaşama Sanati s.35

Farkında olalım ya da olmayalım,hoşumuza gitsin veya gitmesin,yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Bauman'ın bu ilk cümlesinde yaşamlarımızın bir sanat yapıtı olarak değerlendirilmesinde ilahi bir kavramın yapıtı, eseri mi yoksa yaşamlarımız kendi eserlerimiz mi ? Sorusunu kendime sordum. Yaşamlarımız aslında kimin eseridir ? Sorusu daha yerinde olur aslında. Eğer kendi kendimizin eseri değilsek yaşama sanatı dediğimiz şey bize ne ifade etmelidir ? Kendi kendimizin eseri olmadığımız durumunu inceleyelim. Şahsen bu fikir bana hitap etmez. Sartre gibi bireyin kökten özgürlüğünü savunmak bana hep doğru hissettirmiştir fakat ikinci durumumuz yani kendi kendimizin eseri isek eserlerimizi yani yaşamlarımızı nasıl yaratmalıyız nasıl değerlendirmeliyiz ? Daha doğrusu kendimizi neye adamalıyız ? Değer yargılarımız tam da bu noktada devreye giriyor sanırım. Görünen o ki sorular soruları doğuruyor. Bauman'ın alıntısının yapıldığı kitabında şunu diyor: ' Mutluluğu ararken, kader dediğimiz şeyin ağlarında debelenen bir piyondan mı ibaretiz yoksa seçimlerimiz sayesinde kendi yaşamlarımızı yaratan sanatçılar mıyız ? Bauman' da bizim gibi bu iki ilginç ve hakkında düşünülmesi gereken durumlar arasında kalmışa benziyor. Bu iki durumun ortak noktası özgür irade de çatışıyor. Eğer özgür irademiz varsa kendi kendimizin eserleri yani kendi yaşamlarımızı 'yaratan' sanatçılar olmuş oluruz ki bu durum da önceden değindiğimiz gibi sanatçı olarak bizim ne yapmamız gerektiği sorusunu doğurmuş oluyor. Eğer özgür irademiz yoksa debelenen piyonlar olmuş oluyoruz. İki durum da zor bir çıkmaz. Özgür iradenin var olup olmadığı sorusu felsefeyi uzun zamandır meşgul etmiştir ama biz Bauman'ın kabul ettiğini edelim yani yaşamlarımızın sanat eseri olduğu gerçeğini.
Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmemiz gerektiğini ve karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerektiği fikri ortaya çıkıyor. Çoğu insan sorunlar belirleme fikrine sıcak bakmaz hatta sorunlar kendimizin belirlediği değil bizden bağımsız bizi engelleyen şeyler olarak görülür. Ama burada ise sorunlar belirlememizi,yaratmamızı hatta açıkça karşı konulması güç olanları belirlememiz gerektiğine nasıl yaklaşılmalı ? Bauman bunun her sanat ustasının yapacağını da belirtiyor aynı zamanda. Sanatçı benim gözümde meraklı bir çocuktur. Meraklı çocuğun merakı, keşfetme duygusu tarif edilemeyecek bir düzeyde olmasına karşın merak ettiği şeyi kurcalamak, özümsemek, onla oynamak ister ve hatta bunu hepimizi imrendirecek bir mutlulukla yapar. Böylelikle Bauman'ın sanat ustası ile meraklı çocuğu uzlaştırmak gerekirse eğer sorunlar belirlemenin aslında içimizdeki meraklı çocuğu yaşatma anlamına gelebilir çünkü sorunlar çözülmeyi bekler bu uğraş demektir tıpkı meraklı çocuğun merakını giderebilmesinin tek yolunun uğraş olması gibi. Öyleyse belirlememiz gereken sorunları, sorunlar olarak bakmak yerine çözümlenmesi, uğraş verilmesi gereken şeyler olarak bakabiliriz. Sanatçı kişilerin, toplumların korktuğu, kaçındığı şeyler üzerinde durma cesaretine sahip olmalıdır perdeyi aralamak, ne olduğunu irdelemek ister meraklı çocuk gibi eğer bunlar yoksa bunları kendi kendine yaratmalıdır ve tam olarak da denilmek istenen budur. Karşı konması güç olan sorunlar belirlemek. Tıpkı Schiller'ın sanat-oyun ilişkisi gibi ''İnsan oynadığı sürece tam insandır'' der Schiller. Karşı konulması güç olan sorunlar belirlemek ve onları çözme uğraşına girmenin kendisi bir oyuna dönüşmüş olur.
İmkansız olanı denememiz gerekir.
İmkansızdan bahsettiğimizde aslında neyden bahsetmiş oluyoruz ? Kendi yaşamlarımızın sanat yapıtı olduğunu düşünürsek ve sanatçı olarak ortaya problem koymamız gerektiğini de bilirsek bu bize imkansızı deneme cesaretini verir mi ? İmkansızı sırf imkansız olduğu için mi denemeliyiz yoksa deneme sürecimizdeki mücadelenin, uğraşın getirdiği hazdan, o başarma olasılığını düşünürken ki hissettiğimiz duyguyu tatmak için mi imkansızı denemeliyiz ? Denememiz kendimizi var etme çabamızın kabullenişi anlamına mı gelir ? İmkansız zaten imkanı olmayan şey olduğu için bunu denemek ilk başta saçma gelebilir ama bence yaşama sanatında demek istenilen şey imkansıza imkansız demeden denemenin yarattığı şeydir. Tıpkı kendi yaşamlarımızı yaratan sanatçılar olarak yarattığımız şeyin kendisi gibi. Bu 'şeyler' yaşamı anlamlandırmaya giden yoldaki taşlardır.
Böylelikle hepimiz yaşamlarımızı yaratırken zor sorunlar seçmeli onları çözmeye çalışmanın verdiği duygunun değerini bilmeli ve ona sahip olmalı aynı zamanda imkansızı denemeliyiz. Belirlemek,denemek ve yaratmak arasındaki bağlamlarda birey veya toplum yaşama sanatının güzelliğine ve zorluğuna tam anlamıyla ulaşabilir.

Hiç yorum yok: