28 Nisan 2016 Perşembe

DüşünYaz 3 Birinci Adım İlk 10 Yazı



Ezgi Karayel / Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi
"(İnsan ahlaki bir varlıktır) ifadesi, yalnızca insanın ahlaki davranabildiğini anlatır, yoksa sadece onun ahlaki bir muameleyi hakettiğini değil. Ahlaki eylemde bulunmak insana özgü olsa da, ahlak-dışı bir muameleyi hak eden hiçbir canlı yoktur. Birinin bir kediye işkence etmesi, yalnızca canilikle açıklanamaz, yaptığı, bir insana eziyet etmesi kadar ahlak dışıdır."Yavuz Adugit -Şeyler ve Insanlar syf. 131
“İnsan ahlaki bir varlıktır” ifadesi alıntıda incelenen yönünden çok daha temel bir noktadan ele alınmalıdır ve bu nedenle bu yazıda öncelikle insanın sahip olduğu ahlaki değer ithafının doğruluğu sorgulanacaktır, ancak bu ifadenin kanıtlanmasının ardından alıntıdaki diğer unsurlar sorgulanabilir. İnsanın “ahlaki” boyutuna yönelik bu ön kabul göz önünde bulundurulduğunda bahsedilen bu ‘ahlaki olma’ durumunun kriteri ne olmalıdır? –Soruda kullanılan meli/malı kalıbı ahlak felsefesinin normatif bir felsefe dalı olmasından ve bu yazının konuya doğal değil normatif bir açıdan yaklaşacağından dolayı yazı boyunca kullanılacaktır.- Öte yandan insanın ahlaki olduğu kabul edildiği taktirde, insanın ahlak-dışı muameleyi hak edip etmediği tartışılmalıdır. Hak kavramı bu noktada ne ifade eder? Hak ve ahlak arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir? Son olarak, insan-hayvan ayırımı noktasında ahlak ve hak kavramlarının sadece insana mı yoksa aynı şekilde hayvana ve hatta dünyaya ait kavramlar olup olmadığı açıklanacaktır.

Öncelikle, insanın ahlaki bir varlık olması yönündeki görüşler Kant’ın ödev ahlakı ile açıklanabilir. Kant ödev ahlakında insanın herhangi bir şey kendi içsel değerinden ötürü değil bir ödev kaygısı içerisinde yapmasının o aksiyona ahlaki bir değer katacağını savunur. Örnek olarak, bir insanın içinde kıskançlık duygusu barındırmıyor olması ve sonucunda kimseye bu yönde bir eğilimle yaklaşmıyor olması durumu, o insanı ahlaki yapmaz, fakat kıskançlık gibi duyguları barındırıyor olmasına karşın insanlara ödevine duyduğu saygıdan ötürü kıskanç davranmıyor olması o insanı ahlaki yapan değerdir. Ödev Kant’ın tanımında yasaya karşı saygıdan dolayı yapılan davranışlardır ve yasayı oluşturan ögeler ise yine Kant’ın evrensel yasa kavramı ile ilintilidir. Bu noktada, bir eylemin ahlaki olarak kabul edilmesi için onun herkes tarafından yapıldığı koşulda kendi değeri ile bir çelişki yaratmaması gerekmektedir. Yavuz Adugit’in Şeyler ve İnsanlar adlı kitabında bahsedilen duruma geri dönüldüğünde bir insanın bir kediye işkence etmesi onun ahlaki bir davranış göstermediğini çünkü ödevine karşı geldiği sonucunu verir. Aynı örnek evrensel yasa kuralına uygulandığında yani, herkesin kedileri öldürdüğü bir evrende hiç kedi kalmayacağından ve bu durumun kedi öldürme eylemi ile bir çelişki yaratacağından, çünkü öldürecek kedi kalmamış olacaktır, bu eylem ahlaki olarak kabul edilmez. Yani, insanın ahlaki bir varlık oluşu insanın ödevine ne kadar bağlı hareket ettiğine bağlıdır.

Ödev ahlakının insanın ahlaki değeri anlamında temel olarak ele alınması ahlak felsefesini Epiküros gibi haz, acı ve mutluluk gibi sübjektif kavramlar üzerinden tanımlamak veya Sartre gibi bütünüyle ahlak kavramına karşı çıkması noktasında alıntıda yer verilen örneğe bir çözüm arayışında ya da açıklama çabasında yeterli olamamasından ötürüdür. Ahlak felsefesi gibi normatif felsefe dalları gereklilik kipi üzerine kurulmuş olmanın ötesine gidemeyecek olsalar da işlevsellik ve açıklanabilirlik açısından değerlendirildiğinde tartışılmaya gereksinim duyulan bir alandır. Bu noktadan yola çıkarak insanın ahlaki varlığının kanıtlanabilirlik noktasından öte, açıklanabilir ve sonucunda işlevsel bir boyutta ele alınması gerektiğine varılır. İşlevsellik ile kasıt bu durumda yararcı bir bakış açısından değil daha çok ahlaki olana ve yasaya saygı sonucu oluşan eylem boyutunda ele alınmalıdır. Sonuç olarak insan ödev ahlakına uygun davrandığı noktada ahlaki kabul edilir bunun nedeni olarak ise bu bakış açısının meli/malı kullanımının doğurduğu belirsizlikten uzak ve aynı zamanda tümden bir itiraz sonucunda oluşan işlevsizlik boyutunda olmamasıdır.

İnsanın herhangi bir ahlaki davranışı hak edip etmediği hak kavramının bir hukuk düzeninden kaynaklanıyor olması nedeniyle ilintilendirmesi zor bir noktadadır. Hak kavramı bireylere kanuni bir boyutta sağlanır ve bundan ötürü otorite veya kanunen yetkili makamın bireyin ahlaki değerleri ile ilgili bir bağının olmaması durumunda bu iki kavram birbirini açıklayamaz. Ek olarak, ahlak kavramının otonom ve hak kavramının hetoronom olması nedeniyle de kavramlar doğrudan birbirlerini içermezler. Devlet bir insanı öldürmenin yanlış olduğunu savunurken bunu toplumsal düzen boyutunda yapmaktadır ve durumun yanlış olması argümanını ahlaki değerlere dayandırmamaktadır. Bir insanın herhangi bir ahlaki davranışı hak etmesi olayı bu durumda yanlış bir kullanım olacaktır. Bu ifadenin kanıtlanacağı noktada, ifadenin insanın ahlaki davranışlar sergileme gerekliliğinin ve aynı şekilde ahlaki muamele görme isteğinin otonom olarak gerçekleşmesi ve durumun hak ve özgürlükler ile paralel amaçlara hizmet etmesi durumuna evrilmesi gerekmektedir. Bu ayarlama sonucu ifade doğrudan ahlak-dışı muameleyi hak edilmeyecek bir seviyeye koymaktan ve ahlak ile hak etmek arasında doğrudan bir ilişki kurma yanlışını yapmaktan uzaklaşarak farklı bir açıdan iki kavramı birbiriyle ilişkilendirir. Ayrıca hak kavramını insandan öte her canlıya mal etmek ifadede yapılan başka bir yanlışa örnek olacaktır. Hak kavramı hayvanlar üzerine kendisini yetkili konumuna koyan insan tarafından sağlanmaktadır bu durumda bir hayvana işkence etmek veya üzerinde otorite kurma arasında bir fark olmadığı görüleceğinden bu durumunda ifadenin savunduğu ilke doğrultusunda ahlak dışı olması gerekir. Bu durumda burada bir çelişki vardır. İnsan kendi üzerine kendi türünden başka varlıklara tanıdığı yetkiden aldığı haklarını aynı şekilde başka bir türe sağlayabileceği yanılsamasıyla bunu kendi kendine meşrulaştırır, bu yüzden hayvan ve insan arasında bir hak üzerinden tanımlanana bir ilişki kurulması çelişki doğuracağından olanaksızdır.

Hayvan ve insan ayrımına gelindiğinde konunun ikinci önerme ile çelişki içerisinde olmasını önlemek adına herhangi bir ayrımın olmadığı kabul edilmelidir yoksa üçüncü cümlenin açıklanması insan ve hayvanın hak konusunda yarattığı çelişkili durum nedeniyle gerekli olmayacaktır. Burada bahsedilen durumdan bir önceki paragrafta açıklanan durumu desteklemek adına tartışılacaktır. İkinci cümlenin ahlak-dışı muameleye hiçbir canlının maruz kalmaması gerektiğini önerdiğinden hayvanlar bunun dışında görülemezler. Ancak, ifadede belirtilen fakat önemsenmeyen bir nokta da, sadece insanın ahlaki değerlere sahip olduğu kabulünün ardından hayvanlarında ahlaki muameleyle karşılaşması gerektiği kabulüdür. Bu durumda ahlaki değerlere sahip olma ile ahlaki muamele görmek ayrı konumlandırılmışlardır. Hak kavramının yetki ile ilişkili olduğundan dolayı ve ahlak’ın ise içsel bire değer olarak kabul edildiğinden ve tek yetkinin kişinin kendisi olduğundan dolayı hayvan ve insanın ahlaki değerleri ve gördükleri muamele konuları da aynı ayrım söz konusu olacaktır. Bir hayvana zarar vermeme durumu insanın kendi değerlerinden mi yoksa yetkinin yararcı politikaları veya evrensel yasa nedeniyle uygulanan kurallardan mı kaynaklanmalıdır? Kant’ın ödev ahlakına göre yararcı politika ve evrensel kuralın sonucunda paralellik göstereceğinden içsel değer bu noktada önemini yitirecektir. Aynı şekilde işlevsellik boyutunda hayvanların zarar görmemesi doğal dengeler açısından mantıklı ve olumlu bir yaklaşım olacaktır.
Sonuç olarak, Yavuz Adugit’in Şeyler ve İnsanlar adlı kitabında geçen alıntı ilk olarak insanın ahlaki değeri boyutunda sorgulanmıştır. Bu sorgulama Kant’ın ödev ahlaki ile açıklanmış ve bu dayandırmayı ise ahlak felsefesinin bütünüyle meli/malı kalıplarına bağlı kaldığının ama bu dayandırmanın en işlevsel boyutta algılanması gerektiği ile açıklanmıştır. İkinci olarak hak kavramı ile ahlaki değer arasındaki bağın zayıf ve ifadedeki tanımı ile birbirini açıklayamadıklarından bahsedilmiş bu iki kavramın birbirlerini açıklamaları noktasında ifadenin kavramların sonuçlarının paralelliklerini içermesi gerektiğine değinilmiştir. Son olarak, insan ve hayvan ayrımı noktasında hem hak tanıma anlamında hem de insanların ahlaki değere sahip oldukları, bu değerler bütününe hayvanların yoksun kaldıklarının ama aynı zamanda onlarında ahlaki muamele görmeleri gerektiği anlamında oluşan çelişkiler açıklanmıştır. Yani, bu alıntı, başlangıçta açıklanabilir bir durumda olsa da ve düzen içerisinde kendisini ve işlevselliğini kanıtlıyor olsa da tanım yönünden eksik ve bundan kaynaklanan çelişkilere yol açmaktadır.


İhsan Barış Gedizlioğlu / Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
Bu yazıda Baurdillard’ın “başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir*” önermesini mantıksal anlamda ele alacağım. İnceleme ve eleştiri başlıca üç noktada şekillenecektir: (I) Baurdillard’nın önermesi bilimsel olarak geçersiz bir genellemedir. (II) Baurdillard’nın önermesi felsefi olarak netlikten ve açıklıktan uzaktır. (III) Baudrillard’nın önermesi semantik olarak anlamsızdır. Sonuç olarak bir bütün olarak önermenin metafizik bir önerme olduğu ve belki de pesimistçe edilmiş şairane bir sözden öte felsefi ya da bilimsel bir anlam taşımadığı savunulacaktır.
Öncelikle Baurdillard’nın önermesini bilimsel anlamda ele almak istiyorum. Bu inceleme sırasında öncelikle bir dilsel analiz yapmak gerekmekte, zira önermenin temelinde yatan çok önemli bir özellik vardır: Genelleme. P önermesi mantıksal ve anlamsal açıdan ele alındığında karşımıza özne-yüklem formunda sabitlerden arınmış ve yalnızca değişkenlerin olduğu bir tablo çıkar. [(x) F(x, a)]** Teknik terimlerden arındırırsak şöyle de denebilir: P, “Kadınlara uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz” ya da “eşcinsellere uygulanan şiddete…” ya da “azınlıklara uygulanan…” ve benzeri bir sabit terim yerine “başkalarına” yani az önce örneklendirdiklerimin tümünü ve hatta sayılamayacak kadar çok grubu ve bireyi kapsayan bir değişken kullanılmıştır. Bunun ışığında önerme kesinlikle genel bir özellik taşır.
Bu genellik aynı zamanda zamansal bir genellik de taşımaktadır. Bunu zaman kipinden ya da az önce tanımladığım değişkeni daha geniş bir tanım kümesinde ele alarak da söyleyebiliriz. Her halükarda son tahlilde görülür ki P önermesi kesinlikle geleceğe dair bir tahmin önermektedir. Bu da bize P’yi bilimsel bir hipotez şekilde ele almamıza olanak sağlar. Ne var ki asıl soru onun iyi bir hipotez olup olmadığıdır.
Hipotezler değerlendirilirken başlıca üç ana prensip kullanılır. (1) Occam’ın Usturası ismiyle de anılan basitlik prensibi. Occam’ın Usturası uyarınca daha iyi bir hipotez her zaman aynı fenomeni daha az terim ve daha basit bir yolla açıklayan hipotezdir.
Sanıyorum P önermesi bu prensipte o kadar kötü bir performans göstermez, hali hali hazırda yalnızca bir sabit, bir değişken, bir evrensel niceleyici ve bir de fonksiyonla önermeyi ifade etmek mümkündür ne var ki sabit basitçe elimine edilebilir.***
(3) Ölçülebilir olmak: Bu prensibe göre bilimsel bir hipotez objektif araçlarla ölçülebilir olmalıdır. Bu yüzdendir ki bilimsel ekipmanlar ve matematiksel formüller fizik, biyoloji, kimya, psikoloji gibi bilimlerde sık sık kullanılırken, psikoanaliz ve astroloji gibi göstermelik bilimlerde hiç görülmezler.
Sanıyorum bu bağlamda P önermesi o denli başarılı değildir. Hatta birincil elden bir ölçüm içeren P önermesi bu ölçümün nasıl yapılabileceğini önermez. Örneğin, “herkes bir diğerine 700N’luk bir şiddette bulunur” ya da “100atm’lik şiddet uygular” tarzından objektif olarak ölçülebilir bir birim ve yöntem sunsaydı sanıyorum daha bilimsel ve daha iyi bir hipotez olurdu. Ne var ki böyle bir bilimsel objektiflikten yoksundur P önermesi.
(3) Çürütülebilir olmak: Bu prensipse Popper’ın bilim felsefesi literatürüne hediye ettiği bir kriterdir. Basitçe önerdiği şey bilimsel bir hipotezin çürütülebilir olması gerektiğidir. Yukarıda nasıl psikoanaliz ve astrolojinin objektif olmayışlarından ötürü bilimsel karakterden yoksun olduklarını savunduysam bu sefer de onların çürütülemez olduklarından bilimsel olmadıklarını savunuyorum. Öyle ki hiçbir veri, gözlem, deney ve benzeri data bu tür hipotezleri çürütemezdir. Her seferinde astrolog ya da psikoanalist size tutarlı ve geçerli bir cevap verebilecektir. Bu onların kusursuz hipotezler olduklarını değil bilimsel olmadıklarını gösterir.
Sanıyorum son olarak P önermesi de bu prensiple çelişmektedir. Örneğin başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendisine ne kadar şiddet uygulanacağını bilemeyeceğini iddia eden biri çeşitli argümanlar öne sürebilir. Az sonra anlatacağım gibi kaygan zemin safsatasından bahsedebilir ya da zorunlu koşulların eksikliğinden söz edebilirler. Yine de P önermesinin savunucuları ortada objektif bir şiddet ölçer olmayışından ötürü bu tanımın içine “psikolojik şiddet” ya da “toplumsal şiddet” ve hatta kimi durumlarda “zevk veren şiddet” tarzı ilginç yorumlar sokacaktır. Buysa genel hatlarıyla P önermesinin çürütülemez olduğunu gösterir.
Sonuç olarak söyleyebilirim ki P önermesi tek başına yalnızca basit bir hipotezdir. Ne var ki ne ölçülebilir ne de çürütülebilir olmadığı için iyi bir hipotez olmaktan uzaktır. Bununla birlikte şu karşıt durumları da göz önüne alırsak sağlam+ bir hipotez bile olmadığı görülür.
Öncelikle kaygan zemin safsatasından bahsetmek istiyorum: “Bugün X yapan, yarın Y yapar” ya da “bugün bunu X yapıyorsa, yarın Y yapar” ve benzeri türdeki düşünce oluşumlarına kaygan zemin safsatası adı verilir. Buradaki ana problem belki de en kolay yeter sebep ve zorunlu sebeplerle açıklanabilir.
Diyelim ki X insan grubu A eylemini gerçekleştirmektedir. Benzer şekilde aynı zamanda bir de Y insan grubu vardır. X’in A yapması için aynı zamanda F, G ve H gibi bazı zorunlu sebeplerin de olduğunu var sayalım. Eğer ki Y bu zorunlu sebeplerden yalnızca F ve G’yi gösteriyorsa bu durumda A yapması için yeter sebep yoktur ve dolayısıyla “bugün X, A yapıyorsa, yarın da Y, A yapar” demek son tahlilde hatalı olacaktır. Sebebi zorunlu sebebi yeter sebep yerine koymaktır.
Sanıyorum net olarak ifade edilmemiş olsa da P önermesinde de benzer bir sorun vardır. Başkalarına şiddet uygulanıyorsa ve bu şiddet de X-birim ise, bu aynı şekilde bize de X-birim şiddet uygulanacağını gösterir mi? Zorunlu olarak değil!
Farz edelim ki başkaları F, G ve H özelliklerine sahip olsunlar ve bu özellikler tek başlarına zorunlu ve kolektif olarak yeter sebep olsunlar, eğer ki biz de F, G ve H özelliklerini gösteriyorsak ancak bize de X-birim şiddet uygulanacağını söylemek iyi bir hipotez olabilir ki o da şiddetin rastgele olmayan bir algoritmayla uygulandığını varsaymaktadır… Sonuç olarak diyebiliriz ki başkaları ve biz arasında bir eşlik ilişkisi kanıtlanmadan önermenin bilimsel anlamda doğruluğu ve hatta sağlamlığı için büyük şüpheler vardır. Son tahlilde görülmüştür ki P önermesi ne çürütülebilir ne de test edilebilirdir, üstüne üstlük hakkında çok basit bir kaygan zemin safsatası şüphesi doğmaktadır.
Felsefi olaraksa P önermesi netlikten uzaktır. Burada ifade edilmesi gereken önermenin ikinci kısmıyla alakalıdır.++ Görülür ki şiddet ve kötülük arasında bir bağ kurulmaktadır. Burada sorulması gereken soru hangi ölçüye kadar şiddetin kötü olduğudur. Bu tutum kesinlikle sonuçcu (consequentialist) bir yaklaşımdır; yani, bir eylemin iyi ya da kötü olarak nitelendirilmesi için sonuçlarının irdelenmesi gerektiğini savunur. Eğer başka türlü olsaydı, Kant gibi, iyi niyetin eksikliği kötülüğün egemenliğiyle özdeşleştirilirdi. Ne var ki ortaya konan duruş hatta faydacı (utilitarian) olarak ifade edilebilir.
John Rawls faydacı okulu ikiye ayırmıştır. Ona göre bir kenarda Eylem-faydacıları ve bir kenarda da Kural-faydacıları vardır. Aralarındaki benzerlik ikisinin de eylemleri sonuçları açısından değerlendirmeleriyken temel ayrıştıkları nokta bunu nasıl yaptıklarıdır.
Eylem-faydacıları bir eylemi iyi yapan şeyin içinde bulunduğu durumdaki sonuçlar olduğudur, yani bir hayli olay bazlıdır. Örneğin bir grubu kurtarmak için cinayet işlemek onlar için faydalı ve dolayısıyla ahlaki bir davranıştır.
Diğer yanda kural-faydacılarıysa bir eylemi iyi yapan şeyin içinde bulunduğu durumdan bağımsız olarak, kavramsal ve anlamsal olarak sonuçları olduğudur, yani olaydan bağımsızdır. Örneğin kural-faydacıları cinayetin her koşulda acı getirdiğini ve zevk sağlamadığını söyleyerek cinayetin asla iyi bir eylem olamayacağını savunurlar.
P önermesi sanıyorum bunlardan ikinci kategoriye düşmektedir: Bir eylemi kesin acı olarak ifade etmektedir. Öyle ki faydacı bir yaklaşım benimsemiş olsa bile, P önermesini savunan biri karşılığında tüm insanlık kurtulacak olsa bile bir kişiye karşı (mesela bir teröriste) şiddet kullanılmasının yanlış olduğunu savunur.
Bu durumda şöyle bir paradoks basitçe kurulabilir: Farz edelim ki bir terörist hücre bir düzine insanı kaçırmıştır. Polisler çıkan bir çatışmada hücre elemanlarından birini yaralamayı ve ardından da yakalamayı başarmıştır. Terörist hücrenin kaçırdığı insanlara işkence edeceği ve onlara şiddet uygulayacağını ve polisin ele geçirdiği teröristin kaçırılanların nerede olduğunu söylemesinin tek yoklunun da ona şiddet uygulanması gerektiğini var sayarsak, polis ne yapmalıdır?
Bu sorunun cevabı olduğuna inanmıyorum. En basit haliyle şu söylenebilir: Eğer ki polis eylemsiz kalırsa bu durumda insanlara şiddet uygulanmasına göz yummaktadır; eğer ki göz yummazsa kendisi başkalarına şiddet uygulamaktadır ki iki durumda da P önermesini savunan biri çıkmaza girmektedir.
Basitçe bu ahlaki çıkmaz gösterileceği gibi söylenebilir ki P önermesinin aksine bir Eylem-faydacı hali de mümkün değildir. Bu durumda da yukarıdaki paradoks temelinde felsefi anlamda netliği eksiktir.
Son olarak P önermesi bir de anlamsal açıdan ele alınabilir. Öyle ki kötülüğün egemenliği anlamlı bir kullanım değildir. Basitçe bunu Carnap’ın Ampirizm, Semantik ve Ontoloji+++ adlı eserinde gösterdiği, bir şeyin anlamlı olması için algılanabilir olması gibi basit bir prensiple açıklayabiliriz. Daha öncesinde Russell, “Fransız Kralı keldir++++ ” gibi cümlelerin nasıl yanlış olduğunu gösterdiyse Carnap da bu kez “iyi” ve “yokluk” gibi sözlerin anlamsız ve dolayısıyla onlar hakkında kurulacak her türlü cümlenin de yanlış olduğunu savunur.
“İyilik” başlı başına algılanabilir bir kavram değildir. Bu da en temel haliyle Carnap’ın savının zeminini oluşturur. Eğer ki iyilik algılanabilir değilse bu durumda dilimizin içinde anlamlı olması da imkansızdır. Öyleyse onunla ilgili kurulacak her türlü cümle yanlıştır. “Kötülüğün egemenliği” de böyle bir şeydir. Kötülük zaten kendi başına algılanabilir bir söz değilken bir de kötülük kişileştirilmiş ve bir hükümdara ya da hükümete benzetilerek egemen haline getirilmiştir. Tıpkı olmayan bir kral kel olamayacağı gibi olmayan bir kavram da egemen olamaz.
Fazla söze gerek kalmadan sanıyorum açıktır ki anlamsal açıdan P önermesi açıkça yanlıştır. Burada belki de Frege’nin bir sözünü hatırlamak yerinde olacaktır: “Belirsizlik şiir için bir erdem olsa da felsefe için bir günahtır.” Sanıyorum ki P önermesinin de kaderi budur. Felsefi açıdan büyük günahlara bulaşmış olsa da tıpkı Papaz Martin Niemöller’in Nazi Almanya’sındaki ortam için dedikleri gibi vurucudur.
Önce Yahudiler için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben Yahudi değildim
Sonra komünistler için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben komünist değildim
Sonra sendikacılar için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben sendikacı değildim
Sonra benim için geldiler
Ve artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı...
Belki de P önermesini doğru mu değil mi diye parçalamaktan ziyade onun şairaneliğinden büyülenip, pesimizminden ders çıkarmalıyız.

Notlar:
* Bu önermeye bundan sonra P diyor olacağım.
** Mantıksal form şu şekilde okunabilir: Tüm x değerleri için, x F özelliğine sahiptir. Burada x’in tanım kümesi şiddet uygulanılabilecek ve bunun farkına varabilecek her şeyi kapsar niteliktedir.
*** Basitçe “herkes, diğerlerine aynı ölçüde şiddet gösterir” denseydi ‘siz’ ve ‘başkası’ gibi sabitlere ihtiyaç kalmadan aynı anlam ifade edilebilirdi.
+ Doğru, sağlam, tutarlı üçlüğünü göz önünde bulundurarak
++ Alıntıda noksan olduğu için “Kötülüğün Egemenliği” ifadesini gerçek anlamında ele alacağım.
+++ Empiricism, Semantics and Ontology; benzer çizgide Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, Hume’un İnsan Doğası ve diğer mantıkçı pozitivistlere bakılabilir.
++++Şu an Fransa’da bir kral olmadığı için ve olmayan birine kel demek yanlış olduğu için cümle yanlıştır.



Ahmet Sakal / TED Ankara Koleji
"(İnsan ahlaki bir varlıktır) ifadesi, yalnızca insanın ahlaki davranabildiğini anlatır, yoksa sadece onun ahlaki bir muameleyi hakettiğini değil. Ahlaki eylemde bulunmak insana özgü olsa da, ahlak-dışı bir muameleyi hak eden hiçbir canlı yoktur. Birinin bir kediye işkence etmesi, yalnızca canilikle açıklanamaz, yaptığı, bir insana eziyet etmesi kadar ahlak dışıdır."Yavuz Adugit -Şeyler ve Insanlar syf. 131
Bilinç, Etik ve Varoluşsal Ayrımcılık

Jose Saramago’nun “Körlük” isimli yapıtı, kendi benliğine körleşen insanın yaşadığı ahlaki çöküntüyü ve modern toplumdaki ahlaki eksikliği irdeleyen bir eserdir. Saramago, kurgunun ilerleyen kısımlarında, okurun karşısına, ahlaki değer ve yargılarını tamamen yitirmiş, hayvandan farkı olmayan bir insan modeli çıkarır. Bu insan, kendi karnınını doyurmak için bir başkasının yemeğini çalmaktan kaçınmayan, en ilkel dürtüsü olan yaşamda kalma dürtüsünün verdiği kaçınılmaz irade ile öldürmekten çekinmeyen bir insandır. Bu insan, eylemlerinin ahlaki nedenlerinden çok sonuçlarını umursamaz ve Saramago’nun deyimiyle “ikinci bir ten olarak kuşandığı bencilliğini” her şeyin önüne koyarak ahlaki sorgulamada bulunmadan her türlü pragmatist davranışı çekinmeden gerçekleştirir. Sonuç tablosunda, modern hayatın getirdiği bütün ahlaki değerler yok olduğu ve insanın, kendi ahlakını kendi egosu ve benliği üzerine kurduğu bir kaos hali hakimdir. “ Peki, bencil ahlak ne derecede doğrudur? “ sorgulaması, Saramago’nun okura ustaca yaptırdığı bir sorgulamadır aslında kurgu boyunca. Bu noktada sormak gerekir, bencil ahlakın türler boyutunda yansıması olan, ve terazinin tarih boyunca insan tarafında ağır bastığı, ve muhtemelen basmaya devam edeceği türcül ahlak ne derecede doğrudur?

İnsanın ahlaki bir varlık olması, veya tersinden düşünürsek insan dışında hiçbir canlının ahlaki birer varlık olmaması, insanı diğer varlık ve canlılara karşı sınırsız bir özgürlük haline mi kavuşturur, yoksa tam tersine, insana taşıması ağır bir sorumluluk ve bir anlamda ahlaki bir varlık olarak, hiçbir ahlak dışı davranışta bulunmama ve ahlak dışı eğilim göstermeme zorluğunu mu yükler? Bu sorunun cevabında elbette ki ahlak dışılığın tanımını da yapmak gerekir. Ahlaki eylem, Kant’ın da üzerinde durduğu üzere, eylemi gerçekleştirme sebebimiz olan niyetin, ulaştığımız zorunlu, genel geçer ve nesnel ahlak yasası ile uyuşuyor olmasından doğan temellendirme ile gerçekleştirilen eylemdir. Öyleyse tümel uzlaşı sağlanacak genel geçer bir kuralın desteklemediği herhangi bir niyet ile hareket etmek, ahlak dışı eylemlerle sonuçlanır. Oysa Kant’ın dediği gibi ahlaki eylemlerde vicdanın insana yüklediği ödev ve sorumluluk duyguları her zaman ahlaki sonuçlar verecek olgunluk veyahut yeterlilikte gelişmemiş olabilir. Varoluşçulukta yer aldığı şekilde, insan kendi özünü kendisi oluşturur. Öyleyse bir ahlaki eylemin doğruluğu değil, sorumluluğu ancak ve ancak vicdana ve benliğe yüklenebilir. Oysa ahlaki eylem, kişiler üstü olmalı, benlikler üstü olmalı, egolar üstü olmalıdır. Yani ahlaki eylem, yalnızca ve yalnızca evrensel geçerlilik taşıyan genel geçer kurallar ile eylemi gerçekleştiren bilincin niyetinin uyuşması ile ortaya çıkar. Öyleyse ahlaki olarak iyiye ulaşmak isteyen, erdem bilincine kavuşmuş insan, ahlaki bir varlık olmasından ötürü sonsuz bir özgürlüğe değil, öte yandan çok daha büyük bir sorumluluğa mahkumdur çünkü eylemlerinde evrensel ahlakı gözetmek zorunda kalır. Bu noktada şu sorunsalla karşılaşırız, öyleyse insan, ahlak dışı muamelelerde bulunmamak gibi bir sorumluluk ile var olan bir varlıktır. Lakin bu çıkarımın sorunsallı kısmı şurdadır, zaman gösteriyor ki insan, henüz kendi türüne dahi ahlaki yaklaşım sergileyemiyorken biz kalkıp ondan türcül dürtülerden kurtularak, egosantrik anlayışından sıyrılarak tüm canlılara ahlaki yaklaşmasını bekliyoruz. Peki insanın böyle davranmıyor olmaması hangi evrensel ahlak kuralında yer alıyor? Hemen söyleyelim, “İnsanlara karşı ahlak dışı davranmama” kuralında yer alıyor. Şimdi de bu çıkarımızı açıklayalım.
Kollektif bilinçaltımız ve maruz kaldığımız uyaranlar, bize henüz ahlaki temel sahibi olmadığımız çocukluk döneminden itibaren bencilliği telkin eder. Çünkü etrafımızda gördüğümüz dünya, ne yazık ki bencillikler üzerine kurulu, pragmatist yaklaşımın yüceldiği ve çıkarın yani faydanın putlaştırıldığı bir zemin oluşturur. Yine aynı bilinçaltımızda şu vahşi kodlar gizlidir: “Hayvanlar, konuşmadıkları için onlar ağlamaz, onların canı yanmaz ve onlara üstün gelen bizlerin onlara reva gördüğü her şey onlar için kabul edilebilirdir.” Bu vahşi tutumun temellerinden çok sonuçları bizim için daha önemlidir. Sonuç olarak hayvan, insanın bir mülkü olarak görülmüştür tarih boyu Lakin La Mettrie’nin de dediği üzere bir insanı bir hayvandan ayıran yegane şey nicelik farkıdır. Tüm canlılar nitelik bakımından, yani öz bakımından aynıdır. Öyleyse türcü bütün yaklaşımlar, insana karşı yapılan ırkçı ve egoist bütün yaklaşımlar ile aynı kefede değerlendirilmelidir ve aynı derecede yanlıştır. Bu sebeple ahlak dışı muameleyi hak eden hiçbir canlı olamaz çünkü insanın kendisi ahlak dışı bir muameleyi hak edemez. İnsanın hak etmediği hiçbir davranış ta başka bir canlıya gösterilemez çünkü yalnızca nicelik farkı olan varlıklar olan biz ve öteki canlılar arasındaki etkileşim, farklı renk iki insan arasındaki etkileşimin tamamen aynısıdır. Yeşil elma ile kırmızı elma arasındaki tek fark niceliktedir, eğer bir hüküm kırmızı elmayı kesmeyi yasaklıyorsa, bu, elmanın varoluşunun getirisi olarak yeşil elma için de geçerlidir; yani hayvanı kapsayan herhangi bir hak, insana da aittir, insanı kapsayan herhangi bir hak da hayvana da aittir; bu karşılıklı bir önermedir ve bu önermenin doğruluğu bir bilincin değil tümüyle varoluşun getirisidir. Bu doğrulamanın aksini iddia etmek, varoluşsal ayrımcılıktır ki ayrımcılığın en fenasıdır. Bu ayrımcılık, daha varoluş aşamasında yapılmış olup insanın var ettiği her türlü kural ve normu kendisi için de geçersiz kılar yani insanoğlu, lendi değerlerini kendi eliyle, kağıttan kuleler misali yerle bir etmiş olur. Tıpkı Saramago'nun "modern insanı"nın yaşadığı ahlaki çöküş gibi... Öyleyse ahlak kuralları, ahlaki doğrular ve yanlışlar, yalnıza bu yargıları meydana getiren insanları kapsayamaz. Gary Francione’nin de değiği üzere, “Bir insanın ya da hayvanın ahlaki statüsünün o hayvan ya da insanı dünyaya getirenler tarafından belirlenemeyeceği gibi, ahlaki bir kavramın uygulanması da onu tasarlayanlar tarafından belirlenemez. Ahlaki haklar, sadece onları tasarlayanlar tarafından belirlenmiş olsaydı, insanlığın büyük bir kısmı ahlaki topluluktan dışlanmış olurdu.” Yine şöyle devam eder Francione, “hayvanların hak anlayışını geliştirmemiş olmaları ya da bunu kavrayamayacak olmaları önemli değil, insanların haklarından yararlanabilmek için potansiyel olarak bu anlayışı geliştirebilecek olmaları ya da bunu kavramaları gerekmiyor. Örneğin, ileri derecede zeka geriliği olan bir insan bir hakkın ne demek olduğunu kavrayamayabilir, ama bu, onu en azından kaynak muamelesi görmeme temel hakkından mahrum bırakabileceğimiz anlamına gelmez.”
Haliyle bu noktada niyet ile ahlak ilişkisi de sorgulanmaya açıktır. Çünkü, bir kediye zarar vermek isteyen insan, daha başlangıçta kavramsal hata ile başlar. Niyeti bir kediye zarar vermektir oysa unutur ki kedi, varoluşu itibari ile bir canlıdır. Oysa insan da bir canlıdır ancak ona zarar vermek ahlak dışı olarak tanımlanır. Durum itibari ile diyebiliriz ki –girişte de belirttiğimiz üzere- bir canlının ötekinden daha gelişmiş olması yahut bir canlının bilinç sahibi olmaması, kendinden üstün olan canlı tarafından, bilinci ile özgür hareket eden bir canlı tarafından zarar görmesini meşru kılmaz çünkü ikisi de öz itibari ile canlıdır ve yalnızca gelişmişlik olarak ifade edebileceğimiz nicel bir fark, düşünebilme yeteneği, alet kullanabilme yeteneği, bunu meşru kılmaz; aksine, biz insanlara çok daha büyük sorumluluklar yükler. Bu sorumluluk bir canlı olan insana zarar vermeme bilincinin bir canlı olan kediye, yahut bir canlı olan ağaca da zarar vermeme bilinci ile özdeşleştirilmesi sorumluluğudur. Nietzche’ye göre insanlar, ahlaki bir varlık olmakla beraber kendilerini daha üstün bir varlık olarak kabul etmişlerdir ancak bu kabullenme, hala insanın özünü değiştiremez –buradaki öz, insanın varoluşundan taşıdığı nicel kalıplar olarak ele alınmalıdır-, insan hala anatomik ve psikolojik bağlamda bir hayvandan nicel farklılıklardan -nicel farklılıkların tamamı da varoluş sonrasında oluşturulan öz kapsamında ele alınabilir- öteye geçemeyen bir “canlı”dır. Bu nedenle, varoluşun getirileri, “İnsan ve hayvan birbirinden ayrıştırılamaz. Birini düşünmek diğerini de bu düşünceye katmayı ve yendiden formüle etmeyi gerektiriyor, çünkü hayvan insan tanımına yerleştirilmiş. Tersinden de öyle.” diyen Jacques Derride’yi haklı kılar niteliktedir. Niyet ile ahlakın farklı bir boyutta ele alınması da niyetin toplum bilinci bağlamında değerlendirilebileceğidir. Bir savaş, en basit anlamıyla insan öldürmektir ancak hiçbir savaşçı, yaptığı bu vahşeti, tek başına suçsuz bir insanı öldürmekle eşdeğer tutmaz. Voltaire’in belirttiği şekliyle, “Öldürmek yasaktır, dolayısıyla tüm katiller cezalandırılır, tabi kitle halinde ve trompet eşliğinde öldürmedikleri sürece.”den ibarettir bu husus. Oysa etiğin temelini vicdandan öte bir yere koymuştuk ve evrensel bağlamda doğrular ve yanlışların varlığından söz etmiştik. Öyleyse savaşmak, kendini savunmadığın sürece yanlıştır, tıpkı kendini savunan bir insanın işlediği bir cinayette suç aranamayacağı gibi. Bu nedenle şu da görülmektedir ki niyet, ahlaki kuralların bariz anlamda esnetilmesine de sonuç oluşturabilir ancak hala öldürmek, kendini savunmadığın sürece öldürmek anlamını taşır. Tıpkı bir hayvanı öldürmenin de geçerli bir sebebi olmadığı sürece bir insan öldürmek demek olduğu gibi.
Yani demek isterim ki, beni, yani bir insanı bir hayvandan, bir kediden; yahut herhangi bir canlıdan, bir ağaçtan ayıran tek iki şey vardır o da düşünen ve parçaları farklı yerleştirilmiş, kimi parçası daha fazla, kimi parçası daha eksik bir makine olmamdır. Evrensel ahlak kurallarını ben, yani insan koyar ve sırf onu oluşturabilen ahlaki bir varlık olmasından ötürü onu devam ettirmek sorumluluğuna da mahkum edilmiştir. Ahlaki bir varlık olması demek ona, kendinden başka hiçbir canlıya karşı ahlak kurallarını gözetmeme hakkı tanımaz. Öyleyse insanın, özde bir olduğu bir canlıya kendi türüne yapmadığı bir davranışı yapmak gibi bir hakkı yoktur, daha da ötesinde, bir insana zarar vermek bir canlıya zarar vermektir; öyleyse bir canlıya zarar vermek de bir insana zarar vermektir. Yani evrimin patronu ve galibi olan insanın, kendinden daha alt basamakta yer alan bir canlıdan kendisini farklı görüp farklı muamele uygulaması hastalıklı bir düşünceden öteye gidemez. Düşünebilmek, bilinçsiz olanı yok saymayı değil, önemsemeyi gerektirir. Gerçekten erdemli olan, bir başkasına zarar vermez. Bir başkasına zarar vermeyen de varoluşsal ve ahlaksal olarak bir başka canlıya zarar veremez. İnsan, ahlaki eylemlerinde bir başka canlı ile kendisini ayrıştıramaz. Çünkü bu, varoluşsal ayrımcılığın ta kendisidir. Varoluşsal ayrımcılık, insanın kendisine yaptığı bir hakarettir; kendisini, kendi eliyle, kendi haklarından mahrum etmesidir yani bir insanın düşündüğünde temellendiremeyeceği ancak yalnızca egoist dürtüleriyle yola çıkarak anlık ve aşağılık hazlarını tatmin etmek için uğradığı hastalıklı, hem de bulaşıcı bir hata, bir tereddüttür. Bu sebeple Theodor Adorno’nun da dediği gibi, “Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp, ‘Ama onlar hayvan’ dediği zaman başlar.”


Eda Şemsioğlu / İzmir Amerikan Koleji
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard

AHLAKEN SIRADANLAŞMIŞ DAVRANIŞLARIN EGEMENLİĞİ

Jean Baudrillard'ın “Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir." sözü ahlak anlayışı üzerinden bir kaç bakış açısından değerlendirilebilinir. Bir toplumda gözlemlenen davranışın kişi tarafından deneyimlenmesi mümkündür çünkü toplum içerisinde benzer ahlaki davranışlar gözlemlenir ve benzer eylemler aynı şekilde nitelenir. Eylemler, ahlak çerçevesinde normalleştikleri için bilinçsiz bir şekilde aynı toplum içinde yaygın olarak gerçekleştirilirler.

Ahlak algısı, kişinin içinde bulunduğu toplumdaki deneyimlerine göre oluşur. Tek bir kişi söz konusu olduğunda, ahlaktan bahsedemeyiz. Ahlak, toplumun bireylerinin birbiriyle etkileşimi sonucunda ortaya çıkar.

Ahlak kurallarının her toplumda aynı olmadığını gözlemleyebiliriz. Bazı toplumlarda kabul gören unsurlar, bazı toplumlarca ayıplanabilir. İnsan aynı insandır ancak toplumsal bazda kabul edilen davranışlar farklılık göstermektedir. Bu durumda, ahlak anlayışının insanın biyolojik yapısından çok, kültüre ve bakış açısına bağlı olduğunu söyleyebiliriz ve bu düşünce, ahlak kurallarının toplumdaki bireylerin etkileşimiyle ortaya çıktığını destekler.

Ahlak kurallarının oluşmasında bir çok unsur rol alabilir. Coğrafi koşullar, kültürel miras ve din, bu unsurlara bir örnektir. Özellikle din anlayışı ve dinin barındığı ahlaki değerler, genel toplum ahlakını oldukça etkilemektedir. Ancak tabi ki, bütün bu unsurlar, insanın bakış açısına bağlı olarak ahlaki değere dönüşür. İki farklı kişinin, aynı dini metinden çıkarımı farklı olabilir ve bunun doğrultusunda iki kişi farklı değerleri benimseyecek ve bu değerleri farklı ahlak kurallarına dönüştürecektir. Bilgi kişinin bakış açısından bağımsız olarak var olamaz. Kişinin duyularıyla algılanacak ve zihninde bilgi olarak yer edinecektir. Kant'ın kritisizmini ele alırsak, var olan duyumsanacak ve zihindeki algılama alanlarında değerlendirilerek bilgiye dönüşecektir, yani kişinin bakış açısı ve algısı bilginin oluşumunda etkilidir. Ahlaki değerleri de bilgi olarak ele alırsak, onların da kişiden kişiye farklılık göstereceğini ve bakış açısından bağımsız olarak var olamayacaklarını söyleyebiliriz.

Bireysel ahlaki değerler arasında, topluluktaki çoğunluk ortak bir nokta bulursa, bu ortak nokta genel ahlaki değer olarak kabul edilebilinir. Dolayısıyla, her ne kadar ahlak anlayışı bireysellik taşısa da, toplumsal bir boyutu da vardır. Bu toplumsal boyut da toplumdan topluma, bakış açısının değişkenliği nedeniyle farklılık gösterebilir. İnsanlar doğdukları andan itibaren toplumsal ahlaki değerlerden etkilenirler. Yemek yerken ağız şapırdatmanın kabul edilemez olduğunu savunan ebeveynlerin bütün çocukları muhtemelen yemek yerken ağızlarını şapırdatmayacak, bu eylemi gerçekleştirenleri onaylamayacak ve kendi çocuklarına da aynı öğüdü verecektir. Her ne kadar karşı çıkmaya çalışsak da, bebekliğimizden beri maruz kaldığımız ahlak kurallarından kendimizi tamamen soyutlamamız pek mümkün değildir. Kavramları yanlış ve doğru olarak değerlendirmeye ve nedensellik kurmaya küçük yaşta başlarız. Bir bireyin kimliğinin oluşmasında en etkili dönem çocukluğudur. Bu dönemde çevresini gözlemleyerek davranış biçimlerini taklit eder, kavramları inceler ve anlamaya çalışır. Büyürken, büyük kardeşinin yere her yemek düşürdüğünde cezaya maruz kaldığını gören bir çocuk, yere yemek düşürmenin yanlış olduğunu düşünecektir. Yanlış ve doğru kavramlarını, etrafımızdakilere bağıl olarak yaratırız. Başka bir bireyle olan ilişkisini olumlu ya da olumsuz etkilediğini gözlemleyemeyecek bir birey, sosyal davranışlarında doğru ya da yanlış ayrımlarını yapamayacaktır. Doğru ve yanlış kavramları da, ahlak anlayışına dahildir ve toplumsal etkileşim sonucunda ortaya çıkar.

Aynı ortamda yetişen insanların, ahlak değerlerine dair verileri bebeklik ve çocukluk dönemlerinde topladıkları için, benzer ahlak değerlerine sahip olacaklarını düşünebiliriz. David Hume'un, bireylerin sürekli kurduğu nedensellik üzerine geliştirdikleri alışkanlıklarla hareket ettikleri düşüncesi bu durumu destekler. Aynı ortamda bulunan bireyler benzer fenomenleri algılayacak ve benzer nedensellikler kuracaklardır. Eğer zihinlerinde kurdukları bu bilgileri sorgulamaz ve alışkanlıkları çerçevesinde düşünmeye devam ederlerse, aynı ahlaki değerleri takip edeceklerdir.

Aynı ortamda yetişen insanların, toplumsal değerlerle ilgili alışkanlıklarını sorgulayıp onları yok etmedikleri sürece, benzer ahlak değerlerine sahip olması, ortak davranış biçimlerinde bulunacaklarını gösterir. Bir ortamda gözlemlediğimiz davranışların, aynı ortamdaki diğer insanlar tarafından da gerçekleştirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Özellikle bu ahlak kurallarına bağlı olan iyi ve kötü kavramları ile ilgil bir davranışsa.

İyilik ve kötülük anlayışının ortaya çıkması için birden fazla bireyin olması zorunludur. Çünkü iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış gibi, bağıl kavramlardır. İyilik ve kötülük kavramlarının bağıl olduğunu düşünmemiz için bir çok neden vardır. Her şeyden önce iyilik ve kötülük kavramları birbirlerine bağıldır. Hegel'in düşüncesini ele alırsak, iyilik ve kötülük birbirinin zıttıdır ve bu zıtlıkta var olabilirler. Bağıl olduğunu düşünmemize neden olacak bir durum da, iyiliğin ve kötülüğün neden oldukları sonuçlara göre değerlendirilmesidir. Örneğin eylem yararcılığında, eylemler neden olduklar yarar ve zararlar karşılaştırıldığında hangi taraf ağır basıyorsa o tarafla nitelendirirler. Daha çok yarar yaratan bir eylem, zarar içeriyor olsa dahi, iyi olarak değerlendirilir. Bu değerlendirmenin yapılabilmesi için, sonuçlara bakılması gerekmektedir, yani bireyin kendisi dışında deney yapması ve sonuçları görmesi gerekmektedir. Eylemin etki göstereceği bir çevre ya da insan olmalıdır. Bu durumda iyilik ve kötülük kavramları eylemden başka varlıklara muhtaçtır. Aynı zamanda, sonuçlar her insan tarafından ayrı olarak değerlendirilir ve yarar ve zarar kavramları kişinin bakış açısına da bağıldır. Yarar ve zararın öznelliği, iyilik ve kötülüğün de öznel olduğunu belirtir.

Ahlakta iyilik ve kötülüğün, sonuçlar üzerinden değerlendirildikleri için bağıl olduğunu belirtildi. Fakat Kant'ın dediği gibi eylemin sonucu yerine eylemin amacının niteliği iyi ya da kötü olduğuna dair belirteç ise, bu argüman geçersiz olacaktır. Bir eylemin iyilik ya da kötülük olması için ahlaken iyi ya da kötü olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Kant'a göre bu değerlendirmeyi amaç üzerinden yapmalıyız. Amacı nitelendirirken de iyi ve kötü kavramlarına ihtiyaç duyarız ve eğer zaten iyi ve kötü kavramları bağılsa, amacın nitelendirilmesi ve dolayısıyla eğlemin nitelendirilmesi de bağıldır.

İyilik ve kötülük, ister sonuç ister amaç değerlendiriliyor olsun, ahlak anlayışına göre değerlendirilmektedir. İyi ve kötü kavramları, ortak ahlaki davranışlara sahip bir toplumda, aynı eylemlere atfedilecektir çünkü topluluğun bireyleri eylemi benzer bir bakış açısından gözlemleyecektir. Bu durumda benzer eylemler, aynı topluluktaki bireyler için benzer nitelikler taşıyacaktır.

Jean Baudrillard'ın “Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir." ifadesindeki şiddeti kötü bir eylem olarak ele alabiliriz çünkü kötülüğün egemenliği ile şiddetin bir kaç kişi tarafından uygulanması bağdaştırılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, aynı toplumun bireylerinde benzer ahlaki değerler vardır. İyilik ve kötülük anlayışı da ahlaki değerlere bağlıdır dolayısıyla, benzer ahlaki değerlere sahip kişiler, benzer iyi ve kötü eylemlerde bulunacaktır. Bir toplumda gerçekleşen ahlaki değerlere bağlı bir eylemin, aynı toplumdaki bir başka bir birey tarafından gerçekleştirilmesi bu durumda oldukça olağandır. Dolayısıyla, başkalarına uygulanan bir davranışa bakarak, aynı ortamda kendimize uygulanacak eylem hakkında sağlam bir fikir edinebiliriz. Aynı zamanda, kişi kendi bireysel ahlak anlayışı çerçevesinde benzer eylemleri aynı kategoriye sokabilir. Dolayısıyla gözlemlediği benzer eylemleri, eğer birini kötü olarak değerlendirdiyse, kötü olarak değerlendirecektir. Bireyin, başkalarına uygulanan olumsuz hareketlere bakarak, kendine uygulanacak olumsuz hareketleri görmesi bu şekilde açıklanabilir.

Jean Baudrillard'ın ifadesine farklı bakış açılarından bakabilir. Bu bakış açısında "kötülüğün egemenliği" ifadesine dikkat çekebiliriz. Modern filozoflardan Hannah Arendt kötülüğün sıradanlaşmasının ve sıradanlaşarak daha sık yaşanmasının sebebinin kötü niyetten çok, bulundukları eylemi değerlendirme hatalarından dolayı gerçekleştiğini ifade eder. Eylem yararcılığında, kişiler eylemin sonuçlarını değerlendirerek eylemin iyi ya da kötü olduğuna karar verir. Ancak bireyler her zaman her eylemi sürekli değerlendirmezler. Bu oldukça yorucu ve yavaşlatıcı bir süreç olurdu. Bunun yerine genellikle toplumsal ahlaki değerler çerçevesinde olan alışkanlıklarımıza olan uygunluklarına göre eylemleri değerlendiririz ve düşünmeden harekete geçeriz. Kural yararcılığına göre, genelin iyiliğine göre hareket ederiz ve bu genel toplumsal değerlere yani ahlak kurallarına göre değerlendirilir. Eğer bahsedilen şiddet, kişilerin düşünmeden toplumsal kurallar çerçevesinde gerçekleştirdikleri bir eylem ise, toplumdaki diğer bireyler tarafından kural yararcılığı anlayışıyla sorgulanmadan uygulanacaktır. Normalleşmiş eylemler, kültürün ve ahlakın parçası haline gelmiş eylemlerdir.

Toplumdaki bireyler, şiddet eylemini kendi toplumsal değerleri çerçevesinde olumsuz görmedikleri için uygulamaya devam ediyor ya da değerlendirseler kötü olduğunu anlayacak olsalar bile sorgulamadan hareket ediyor olabilirler. Birinci durum, görüş ayrılıklarına dayanmaktadır. Eğer bir eylem, gözlemleyenin aksine topluluk tarafından olumsuz olarak görülmüyor ve ahlaki değerlerden güç alıyorsa, o toplulukta oldukça sık rastlanan bir davranış olacaktır. Töre cinayetinin norma dönüştüğü bir toplumda, bu şiddet oldukça sık yaşanacak ve garipsenmeden uygulanmaya devam edecektir. "Kötülüğün" ya da şiddetin "kötülük" olarak yargılanmadığı bir toplumda, ki kötülük kavramı bağıl ve öznel olduğu için mümkündür, davranış yaygın olarak devam edecektir. Eylem bireyler tarafından değerlendirilmeden alışkanlık ile yapılıyorsa, bu durumda farkındalık yaratılarak ve eylemi sorgulamaları sağlanarak eylemin gerçekleştirilmesi durdurulabilinir. Ancak bu farkındalık yaratılmadan, insanlar toplumsal kurallara uygun hareket ederek ait olma ihtiyaçlarını giderirken, eylem topluluktaki bir çok kişi tarafından gerçekleştirilecektir. Şiddet eylemi, ahlaki değerler içerisinde normalleştirildiğinde bilinçsiz olarak uygulanacaktır ve bilinçsiz olarak alışkanlıktan yapılan eylemler davranışlarımıza oldukça hakimdir.

"Egemenlik" ifadesi şiddet eyleminin normalleşerek hayatın yaygın ve farkına varması zor bir eyleme dönüşmesi nedeniyle kullanılmış olabilir. Genellikle yaptığımız her eylemi sorgulamayız, özellikle günlük rutinimizin bir parçası ise. Yabancı bir bakış açısıyla karşılaşıp kendimizi sorgulamak zorunda kalmadıkça, yani herkesin aynı ahlaki değerlere sahip olduğu güvenli bölgemizden çıkmadıkça davranışlarımı sorgulamak zorunda kalmayız. Kendimize karşı olan bu körlüğümüz, alışkanlıklarımızın ve toplumun bize normal olarak dikte ettirdiği kavramların hayatımızın sağlam parçaları olmasına neden olur. Dolayısıyla, normalleşen bu eylemler gerçekten de hayatımıza egemendir. Aynı zamanda, bireyler için kendi bakış açılarını sorgulamak oldukça zorlayıcı bir eylemdir. İnsan kendi bakış açısının filtresinden geçirerek algıladığı için, varlığı algılarken ister istemez kendini merkeze koymaktadır. Bu nedenle, bakış açısının ve normlarının sorgulanması kendi kişiliğinin ve algısındaki varoluştaki yerinin sorgulanmasına neden olur. Sorgulanma rahatsız edici bir süreç olabilir çünkü tüm bildiklerimiz, kendi varoluşumuz ve niteliğimiz riske girer ve insan varoluşunun anlamsız ya da güçsüz olduğunu düşünmekten rahatsızlık duyar. Sonuç olarak, insanlar genellikle bakış açılarını etraflıca ve dürüstçe sorgulamaya çok istekli değildir ve bu nedenle normalleşmiş davranış biçimlerine dair yüksek bir farkındalıkları yoktur. Sorgulamayarak, ahlaki değerler doğrultusunda edindiğimiz ve bilinçsizce sürdürdüğümüz eylemleri uygulamaya devam ederiz. Baudrillard'ın bahsettiği durumda da uygulanan şiddetin toplum tarafından olumsuz olarak görülmediğini düşünebiliriz. Kötü davranışlar, kişi kötü olduğunun tamamen bilincindeyse çok tercih edilmez çünkü kişi uzun vadede kötü eyleminin onu olumsuz etkileyeceğinin farkındadır ve insan her zaman duygusal bir dürtü olarak kendi iyi durumunu gözetmektedir. Şiddetin uygulandığı toplumda uygulanan şiddet bu nedenle, o toplumca iyi olarak değerlendirilmekte ya da hiç değerlendirilmemektedir ve böylece normalleşmiş ve egemenlik sağlamıştır.

Bireyin davranışlarında ve ahlak anlayışında içinde bulunduğu toplum çok etkilidir. İçinde bulunduğumuz toplumca normalleşmiş eylemleri farkındalığımız dışında gerçekleştirebilir ve onları sorgulamadan uygulayarak, bireysel davranışlarımızda ve toplumun genel davranışlarında egemenlik sağlama gücünü veririz.



Oğulcan Angı / Adem Tolunay Anadolu Lisesi
Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır."Arthur C. Clarke
Pragmatist bir faydası var mıdır yalnız olmanın veya yalnız olmamanın,
bizi korkutan yalnızlık mı yoksa evreni paylaşmak mı?
14 milyar yıl önceydi. Bir kelimeyle başladı her şey. Madde, düşüncenin en mükemmel hali...
Olasılıklar sonsuz. Olasılıkları yaratacak, olasılıkları düşünecek, olasılıkları sorgulayacak bir varlığın var olması kaç milyarda bir ihtimaldir?
Sonsuz olasılıklar evreninde yalnız olmak yahut kelimelerin yetmediği, düşün bile ulaşamadığı bir yerde başka bir sorgulayan varlık olma olasılığı?

İki büyük görüş yahut gözlükle bakmak gerekecek olasılıkların başlamasına.Materyalizm ve İdealizm gözlüğü.
Bir kelimeyle başladı her şey ''Ol'' ya da eşit olasılıkla ''ol''ması gerekti evrenin ve bir maddeyle başladı her şey.
Teolojik olarak bakarsak varlıktan önce vardı(?) ide.Fikri atan olasılıkları başlatan ilk neden varlıktan önce olan ide.
Pozitivist davranırsak metafiziği yok saymamız gerekecek ama Descartes'in Metodik Şüphesi gibi şüpheyi bir araç olarak kullanmayı seçersek her ihtimali değerlendirmek gerek.
Metafiziksel bir olgu sebepse bize -ki hak dinlerde bahsedildiği gibi yalnız olmadığımız doğruysa- sorgulamak düşer olasılıklar arasında ihtimali düşük olan bizlere.

Fermi paradoksunda bahsedilen gibi,''Evrenin bilinen büyüklüğü ve yaşı, teknolojik açıdan gelişmiş durumda olan birçok dünya dışı uygarlığın var olmasını gerektirir. Ancak bu hipotez, destekleyici herhangi bir kanıtın henüz gözlenememiş olması sebebiyle, çelişkili gözükmektedir.''Küçük bir hesapla 100 milyar gezegende bir yaşam olduğunu var sayarsak sonsuza yakın gezegene sahip evrende neden başka medeniyetlere ait deliler yoktur?
Hatta yeni bir olasılık eklersek;
''Pragmatist bir faydası var mıdır yalnız olmanın veya yalnız olmamanın,
bizi korkutan yalnızlık mı yoksa evreni paylaşmak mı ?''
Olasılıklar dahilinde Michio Kaku konuyu farklı bir açıdan değerlendirmekte.
Biz bir karıncayız ormanın ortasında ve ormanın yakınında otoban yapılmakta. Karınca olan bizler ne otobanı anlarız ne de amaçlarını ve zannetmem de hiç birisi bir karıncaya(!)
''-Biz burdayız !
-Biz otoban yapıyoruz.'' diyeceğini ve bizim durumuz belki de bu olasılık gibi evrende bir karıncayız.

Arthur C.Clarke'ı afallatan iki olasılıkta yeterince afallatmakta bizleri.
İnsanlığın gözü fenomolojik bakarsa evrene Tanrıya ulaşır, amacı da insanın Tanrı olmak değil midir zaten ?
Sonsuz kaynaklar bütünü, aşılmayacak mesafeler, öğrenilecek sonsuz bilgiler sanki hepsi bilinmeze aç olan biz dünyanın gelişmiş maymunları için yalnızlığı hatta paylaşmayı bile göze almaya yetmez mi?
Bundandır sorması evren bizim mi , bizlerin mi ?
İki olasılıkta düş kurmak için mükemmel.
Ama insanların en kötü özellikleri olan bencillik ve aç gözlülük temel sorunları görmeyi unutturmakta.

Evreni dünya diye varsaysak.Farklı ülkeleri de evrenin farklı köşelerinde olan medeniyetler olarak görsek hem delilimiz de bol.Adalet de eşitlik olsa.
Ergenliğinde olan insanlığımız Hendonist Tanrı olma mücadelesinde evren yerine dünyayı paylaşabilse, kaldırsa sen Andromedalısın sen Hoaglısın gibi söylemleri...
Temel sorunlarımızı çözmeden öğrensek yalnız olmadığımızı, ne yüzle bakabiliriz yalnızlığımızı paylaştıklarımıza ?
Bazen yolun sonu değil yolun kendisidir güzel olan.
Büyük bir kütüphanede kaybolmuşsak ve kitapların dilini bilmiyorsak öğrenmekten başka ne çare var ?
Fakat daha bilmiyoruz yalnız olup olmadığımızı ama bir şeyi biliyoruz bu dünyada yalnız değiliz.
İnsanlar, farklı insanlar, fakir, zengin, kısa, sarışın ve aç insanlar ve doğa.
Paylaşsak, afallamak yerine mutlu olsak.
Her zaman bir sonuca ulaşmak gerekmez bazen en güzeli amaçtır.
Alsak kolumuzun altına kitabımızı desek;
''Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı.
Ama en iyisi yalnızlığı düşünmek yerine kaldırsak başımızı sonsuz yıldızlarla dolu tabloya bakıp bilgiye aç sevgi dolu gözlerle bağırsak,neyden geldiğimizi bilmiyoruz ama neden geldiğimizi biliyoruz desek.
Ve kitaptan bir şiir okusak aşka, eşitliğe, adalete ve mutluluğa dair.

Evet, evet gökyüzünden kayan şey bu sefere yıldız değil...

Alıntı yapılan kaynak:https://tr.wikipedia.org/wiki/Fermi_paradoksu



Gülşah Dim / İzmir Amerikan Koleji
Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır."Arthur C. Clarke
KENDİ EVRENİMİZ
Biz insanlar öylesine sınırlı bilgiye sahibiz ki... Gördüğümüzü, hissettiğimizi, bildiğimizi sandığımız bu dünya, bu evren aslında bilinmezlikten başka bir şey değil. Biz insanlar hem çok şüpheciyiz hem de çok çabuk kanıyoruz aslında. Bize söylenilen her şeye inanmak için çok derin bir arzu duyuyoruz çünkü ancak bu şekilde kendi varlığımızın bilincine varıyor ve aidiyet hissediyoruz. Cevabını veremediğimiz sorulara başka insanlardan, kitaplardan alıntılarla yanıt veriyoruz ve bir sonuca ulaştığımızı sanıp mutlu oluyoruz. Doğru kabul edilen bilginin peşinden gitmekle "doğru"nun tarafında olduğumuzu düşünüyoruz.
Gözlerimizin önünde bir perde var sanki... Bu perde bazı şeyleri görünür, bazılarını ise görünmez kılıyor. Zaten hem çok çabuk kanmamıza hem de şüpheci olmamıza bu sebep oluyor. Gördüklerimize aldanıyoruz ve kör bir inatçılıkla varlıklarını savunuyoruz. Görmediklerimize ise kuşkuyla yaklaşıyoruz. Sonra birileri gördüklerimizin aslında var olmama, görmediklerimizin ise daha gerçek olma ihtimalini söylüyor, afallıyoruz.
Soyut şeyler görülemez zaten, ancak hissedilebilir. Sınav da burada başlıyor bizim için. Hissettiğimizden ne kadar emin olabiliriz? Hangisi daha gerçektir; görülen mi hissedilen mi? Bunun yanıtını aramaya dış dünyadan önce iç dünyamızda başlıyoruz. Birine olan sevgimizi sorguluyoruz mesela... Gerçekliğinden emin olmak için defalarca kendimize sorular soruyor, gözlerimizin önüne olaylar getiriyoruz. Yine de çoğu zaman adını koyamıyoruz hissettiğimiz duygunun. Birden bire öfkelenip birden bire sönüyoruz. Yarım saat öncesine kadar son derece gerçek olan, içimizi yakan öfke yerini boşluğa bırakıyor. Birkaç dakika önce bulutların üzerindeyken, aniden yere çakılabiliyoruz ve o mutluluk hiç var olmamış gibi hissediyoruz. Eskimiş mezar taşlarının altında yatan insanların bir zaman kanlı canlı hayatta olduğuna bile inanamıyoruz bazen. Çünkü ne aşkı görebiliyor gözümüz, ne öfkeyi, ne mutluluğu, ne hüznü, ne de ölümü... Bunların hepsi birer kavram, hepsi soyut.
İçinde kendi sıradan hayatlarımızı sürdürdüğümüz bu gizemli evren bize hem görünür hem görünmez şeyleri sunuyor. Biz, varlığından çok emin olduğumuz benliğimiz... Ailemiz, sevdiğimiz insanlar, her gün gördüğümüz kişiler... Hepsi gerçek. Onların yanında yalnız değiliz. Bu evrende milyonlarca insan var ve bu kalabalığın içinde yalnız olmak imkansız. Peki bu "yalnız olmayan kalabalık" yalnız mı acaba? Bu kalabalık kendi içinde mi evrilip sürükleniyor? Evrenin göremediğimiz yüzünde neler var? Duygular, ruhlar nereye gidiyor?
Biz insanlar güçsüzlüğümüzün farkındayız aslında. Sınırlarımızı biliyoruz. Bu yüzden üstünde bulunduğumuz evren sahip olduğumuz değil, ödünç aldığımız bir nesne gibi geliyor. Bu "nesne"yi kimileri bir lütuf kimileriyse bir ceza olarak görüyor ve herkes kendi payına düşeni yapmaya çalışıyor. Kimimiz hediyenin tadını doyasıya çıkarırken kimimiz cezanın bedelini ödemeye veriyor kendini.
Asıl soru şu ki; bu evreni bize kim ödünç verdi? Yine gözlerimizin önündeki perde bu sorunun cevabından emin olmamıza izin vermiyor. Ancak gördüğüne inananlar ve hissettiğine inananlar olarak ikiye ayrılıyoruz. Bazen bu ikiye ayrılma durumunu kendi içimizde yaşıyoruz. Bizden üstün bir varlığın, bir yaratıcının olma ihtimali bizi hem huzura erdiriyor hem de korkulara salıyor. Huzur veriyor çünkü hayal gücümüz görmediğimiz o varlığı istediğimiz konuma koymamıza izin veriyor. En zor anlarımızda yanıbaşımızda olabilen, içimizden konuşsak da bizi duyabilen, iletişime geçmek için hiçbir kanala, kendimizi anlatmak için hiçbir zorlamaya ihtiyaç duymayacağımız bir varlığın olması bizi ruhen rahatlatıyor. Cevabını bulmak zorunda olduğumuzu hissettiğimiz sorular kendiliğinden yanıtlanmış oluyor. Varoluşa, iyiliğe, kötülüğe, yaşadıklarımıza, bu dünyada olma sebebimize dair bütün sorularımız son buluyor. Aynı zamanda korkuyoruz. Böyle bir üstünlüğü aklımız almıyor ve kendi küçük, kusurlarla dolu bedenimize ve yanılgılarla dolu beynimize bakıp çaresizlik hissediyoruz. Bizi en ince ayrıntısına kadar bilen ve yönlendirebilen bir gücün karşısında çırılçıplak kalıyoruz. Biz insanlar kendimize o kadar saygı duyuyoruz ki bu düşünce hoşumuza gitmiyor. Sınırsız hayal gücümüz bu üstün varlığı korkunç bir konuma getiriyor.
Karanlıkta mumla dolaşmak gibi bu his. Sadece bir yere kadar çünkü görebilme yetimiz. Karanlık neyi saklıyor bilemiyoruz. Mumun aydınlattığı alanın arkasında ne var bilemiyoruz. Bulunduğumuz yerin sınırını göremiyoruz. Küçük bir odada mıyız yoksa uçsuz bucaksız bir düzlemde miyiz anlayamıyoruz. Her yeri aydınlatacak bir ışık arıyoruz var gücümüzle. Cesaretimiz mumun ucundaki titrek ateşe bağlı, bir rüzgara bakıyor tüm algımız. Bu evrende yalnız mıyız? Hangisi daha ürkütücü olur karar veremiyoruz. Karanlığın içinde bizim göremediğimiz ama bizi görebilen birisinin olması mı yoksa nerde bittiğini bile bilmediğimiz bu yerde yalnız kalmak mı?
Bilim, her geçen gün yeni sorulara cevap buluyor. Bilim sayesinde insanlık gözüyle görmediği şeylerin de var olabileceğini anladı. Bilimin hem insanlara bunu gösterip hem de onları soyut kavramlara inanmaktan uzak tutmaya çalışması insanlığın yıllardır süregelen bu ikilemini gösteriyor. Sürekli olarak araştıran, deneyler yapan insanlık hem evrende yalnız olduğumuza hem de olmadığımıza dair kanıtlar arıyor. Roketler uzaya fırlatılıyor, gezegenlerde yeni oluşumların izlerine bakılıyor, maddeler sonu gelmez parçacıklara ayrılıyor. Bunların hepsi yeni bilgilere ulaşabilme, elimizdeki mumun ışığını biraz olsun güçlendirebilme gayreti...
"Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır." Bu aslında evreni değil, kendimizi anlamlandırma çabamızdır çünkü asıl sorular "Ben kimim? Neden buradayım? Varoluşumun anlamı ne? Nereye gidiyorum?" gibi kendi evrenimize ait sorulardır.

Belki bilinmek istenen ama asla cevabı tam olarak verilemeyecek sorulardır bunlar, tıpkı Kant'ın dediği gibi:

"Ne olduğumuzu anlamayı umamayız. Belki bir çiçek ya da böceği tam olarak anlayabiliriz ama kendimizi asla. Bütün evreni anlamayı ise daha da az umabiliriz."



Lal Karaarslan / V.K.V Koç Özel lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
ALİCE'İN HARİKALAR LABİRENTİ
Geçenlerde ailemle meyvemizi iştahla yerken haberleri izliyorduk. Suriye'deki savaş ile ilgili görüntüler ekrana geliyordu. Üzülerek ve canımız sıkılarak izlemeye devam ettik: sonuçta farkında olmalı ve bu insanların acısını yok saymamalıydık. İki dakika sonra reklamlar geldi. Ve bizim üzüntümüz bir anda yok oldu. Hayatımıza devam ettik ve o görüntülerin bahsi bir daha açılmadı.

Bu konuya gerçekten değinen ilk kişi Jean Baudrillard olmuştur. "Simulasyon" adını verdiği bu kuramında, modern insan, televizyonun ekranında gördüğü sorunları görüntüye indirgeyecek ve buna duyarsızlıkla yaklaşacaktır. Her şeyin farkında olan ama rahatına düşkün olan toplum, hiçbir şey yapmayacak ve sessiz kalacaktır. Medyanın asıl amacı insanlara dünyalarında olanlara karşı duyarlılık kazandırmaktı, en azından çıkış noktası böyleydi. Ancak şimdilerde medya sadece sansasyonel eğlenceye dönüşmüş, ve insanların monoton hayatına renk katma amacına girişmiştir. Haberlerin bile toplumsal yapının standartlarına göre çekici kabul edilen insanlar ve gür sesler tarafından sunulmasının getirilerinden biri de onu duyduğu haberlere karşı daha az duyarlı yapmaktır. Kendi beyninde ve medyanın ellerinde yok olan insan bir eyleme girişmeden ve bir ses çıkarmadan yaşayan robotlara dönmüştür.

Yani medya da Althusser'in DİA'sına (Devletin İdeolojik Aygıtı) dönüşmüştür. Devlet ve sistem, medyanın gücünü kullanarak haberleri bir "meta" haline getirmiş ve bununla insanları bilgilendirmiş, ve hatta o kadar çok bilgilendirmiş ki insan artık kötülüğün yok olamaz olduğuna inanmıştır ve bu yüzden, susmuştur. Aslında Suriye'deki savaş devam etse bile bizler için o artık geçmişin konusu olmuştur. O zaman yapılması gerekilen insanlara haber sunmamak mı? Elbette ki hayır. Ancak bu haberlerin bize ne için verildiğini unutmamamız gerek. Söylediğimiz iki yarı üzüntü dolu sözcüğün kimseye bir faydası olmadığını bilemeli asıl amacın bu acıyı yok etmek olduğunu kendimize hatırlatmalıyız.

Eğer sistemin toplumun görüşleri üzerindeki direk etkisini irdelersek: Kapitalizmin getirisi olan bireyselcilik ve başarıya özlem duyguları insanın içini boşaltmış, onu yüzeysel bir varlık haline getirmiştir. O kadar ki beynini sadece kendi geleceği ile donatan insan yerle temasını kaybetmiştir. Milan Kundera “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı kitabında ağırlığın insanı dünyaya indirdiğinden bahsetmektedir. Burada fiziki bir ağırlık değil de daha çok sorumluluk ve düşünmek gibi mecazi bir yükten söz edilmektedir. Duyguların zaman zaman bir ağırlık olduğu bilinmektedir, ve modern insan bu ağırlığı taşıyamayacak kadar tembeldir. Sonunda da tutulduğu bilgi yağmuruna duygusuz yaklaşacaktır.

Sorunun tamamını sisteme yüklemek belki de filozoflarca en fazla tüketilen fikir. Mesela insan ticareti ve kölelik daha kapitalizmin bahsi bile yok iken vardı. Hatta o zamanlar medya bile yoktu. Peki, bu iki çağı ortak paydada birleştiren nedir? Dogmatizm. Ortaçağ'daki skolastik düşüncenin yükselişi ve günümüz insanının teknolojiye olan bağımlılığı. Elimizdeki teknolojinin nasıl işlediğini bilmememize rağmen onu kullanmamız, bizim sorgulamamızın nasıl köreldiğine dair bir ipucu verir. Dine ve din adamlarına olan sonsuz güvenin Ortaçağ insanının eleştirel bakışını körelttiği gibi bizler de devamlı tüketen ancak tükettiği şeyin ne olduğunu bile bilmeyen robotlar haline geldik. Şimdi sorumu biraz değiştirip tekrar soruyorum: bu iki çağ insanını birleştiren ne? Sorgulamamak.

Sorgulamayan, insanlara özgül yetisi olan düşünmeyi kaybetmiş insan başkalarının acısını anlayabilecek bir insan değildir. O insan kendi dünyasında çoktan yok olmuştur. Bencilleşmiş ve kendi çıkarlarına odaklanmıştır. Başkalarının acısını farkına varacak veya umursayacak konumda değildir. Nazi zamanlarında Almanya'da yaşayan bir papaz kötülüğe sessiz kalmak hakkında şunu söyler: "Yahudileri almaya geldiler, sesimi çıkarmadım. Sendikacıları almaya geldiler, sesimi çıkarmadım. Beni almaya geldiklerinde sesini çıkaracak kimse kalmamıştı." Korkmuş ve bencil insan ses çıkarmaz. Ancak sonunda onu da almaya gelirler. Gözüne perde inen insan şiddeti kabul eder ve bu sessizlikle büyüyen şiddet onun kapısını çalana kadar da sessizliğini korur. Çünkü korku içinde olan insan soru sormaz.

Din bundan beslenmektedir, cehennem düşüncesi insanları o kadar korkutmaktadır ki, birçoğu dini sorgulamadan kabul etmektedir. John Stuart Mill'e göre bir yönetici olmasının tek sebebi de budur. Çünkü bizler özümüzde kendi hayatına gereğinden fazla önem veren korkaklardan başka bir şey değiliz. Bir yönetici ve din kitabı da insanları güvende tutar, onlar için düşünür ve bu sayede toplum "sürü insanı" haline gelir. Bir koyunla insanı ayıran şeyi feda eder: düşünmeyi. Ve özünde empati yeteneğini de kaybeder. Çoğu erkeğin kadına yapılan şiddete karşı sessiz kalması hatta çoğu kadının sesini çıkarmaması aslında kadına şiddetin bu kadar büyük bir sorun olmasında önemli bir rol oynamıştır. Şiddete maruz kalmayanlar bunun için ufak bir şükran duyar ve hayatlarına devam ederler. Nazi Almanya'sının yakınlarından geçen iki Rus askeri, birkaç Yahudiyi görmelerine hatta kurtarabilecek kadar yakın olmalarına rağmen o zamanlarda geçerliliğini sürdüren Rusya-Almanya barışının bozulma tehdidi ile onları kurtarmaz ve yollarına devam ederler.

Nazilerden bu kadar çok örnek vermem şaşırtmamalı, zira korkuyla beslenen totaliter ve şiddet yanlısı bir rejim benimsenmiştir. Örnek verdiğim insanların tamamı kendi çıkarları ve hayatlarını daha değerli görmüş ve kaçmışlardır. İşte Hannah Arendt'in belirttiği "kötülüğün sıradanlığı" buradan gelmektedir. İnsanların zihninde kendi hareketleri her ne kadar aşırı olursa olsun haklı çıkmaktadır, çünkü kendileri diğerlerinden daha önemlidir. Bir hırsızın aç kalmamak için çalması, kendini yemeği veya parası olan insandan önde tutmasıdır. Ancak o hırsızın anlaması gereken, o ve diğerleri olmadığı ve biz olduğudur. Aksi takdirde kendisi için daha büyük kötülükler yapabilir. Kötülüğe sessiz kalan insan, kendi çıkarları için sessiz kalmaktan daha korkutucu şeyler yapacaktır.

"Dünya kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir." demiş Einstein. Kötülük gücünü sessiz kalanlardan almaktadır. Kapitalizmin ve medyanın bencilliği ve tembelliği körüklediği, dinin düşünceye balyozla vurduğu, korkunun beyne bir sis perdesi indirdiği bu dünyada zavallı insanın suçu nedir peki? Bunlara izin vermek mi? Bunlara izin vererek nasıl bir zarar yarattığını görememek mi? Hatta aslında görmek istememek mi? Modern insanın suçu düşünmemektir, onun için düşünen insanlara boyun eğmektir. Diğerlerini diğer olarak görmektir. Evet, belki şiddetin olmadığı bir dünya ütopiktir, ancak daha az şiddet her zaman bir adım ileridedir. Tek yapmamız gereken televizyonları kapatıp koltuktan kalkmak ve şiddete karşı tüm gücümüzle mücadele etmektir.

Okyanus Kar Şen / Sainte Pulcherie Fransız Lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
Güç Aşkı ve Yolunu Şaşırmış Devlet

Proudhon, köleliğin cinayet olduğu gibi, mülkiyetin de hırsızlık olduğunu söyler, bana sorarsanız haklıdır da. Kölelik bir insanın insani özelliklerini ondan çalıyorsa bu onu öldürmekle eşdeğerdir, mülkiyet ise aynısını toprağa yapar. Proudhon da bunu aynen bu şekilde açıklar. Peki hal böyleyken, insanoğlu tüm tarihi boyunca neden köleliğe ve
mülkiyete bel bağlamıştır?
Neredeyse istisnasız, tarih boyunca gücü elinde tutan herkes kendi halkına şiddet uygulamıştır. En çok silahı olan, en çok toprağı olan, en çok askeri olan, veya çok istisnai de olsa en erdemli olan başa geçmiştir her zaman. Bu 'en'ler hükümdara güç vermiştir, ve bu gücü devlet diye adlandırdığımız bir yapı kurmak için kullanmıştır. Başlangıcında içinden çıktığı toplumu korumak için var olan bu devlet, zaman içinde bozulmuş, amacını yitirmiştir. Spinoza'nın varolma ve eyleme gücü diye adlandırdığı şeyin daha fazlasını istemiş, bencilleşmiştir. Kendi varlığını korumak için her yola başvurmaya hazır hale gelmiştir. Bu yollar toplumun belirli bir kesimini kılıçtan geçirmek, dini kullanmak, başka toplumları ve hatta kendi toplumunu sömürmek olabilir.
Peki bu sömürü düzeninde kendimizi her türlü devletin her an üzerimize salabileceği tehlikelerden nasıl koruyacağız? Cevabı insani oluşta aramak gerekli. Spinoza, Etika'sının ikinci kitabında insanın kendine benzer bulduğuyla kendini özdeşleştirebildiğini açıklar. Bu özdeşleştirme sonucunda, bizim bedenimize dair oluşturmuş olduğumuz imajlar sayesinde, özdeşleştirdiğimizin acısını kendimizde duyarız, sevincini paylaşırız. Öyleyse, başkalarının, bizden kilometrelerce uzak da olsalar duydukları acıyı hissetmemiz için gerekli olan tek şey, ortak olan yanlarımız üzerine düşünmektir. Günlük hayatta kullandığımız anlamıyla hiçbir ortak yan bulamasak bile, en sonunda onların da insan olduklarını hatırlarız. Daha basitçe, empati kurarız.
Tehlike bizden uzakta da olsa, aslında bizi şiddet gören bir toplumdan ayıran tek şeyin mesafeler olduğunu kavrarız; gerek sosyal sınıflar arası, gerek milletler arası, gerek ilçeler, iller arası. Otorite, bir gün varlığını koruyabilmek adına gerekli görürse, bizim de pekala maaşımızı vermeyebilir, bizi işten çıkartabilir, nasıl yaşayacağımıza karışabilir ya da bizi öldürebilir. Hepsini yapmayı meşru görecektir, vaktiyle köleliği ve şimdi de mülkiyeti ve sonuçlarını meşru gördüğü gibi.
Öyleyse toplumun düşmanı kendi içinden çıkartmayı seçtiği günah keçileri değildir; gayrimüslimler ve Müslümanlar, inanlar ve ateistler, kadınlar ve erkekler, eşcinseller ve heteroseksüeller, X milletinden olanlar ve Y milletinden olanlar... Devlet, post-modern eşitlik anlayışını, daha iyi yaşama isteğini veya dini inançları kullanarak bu karşıtlıkları birbirine düşürür ve asıl düşmanı unutmalarını sağlar: Kendisini. Hitler vaktiyle Yahudileri ekonomiyi ellerinde tutmakla suçlamamış mıydı?
Spinoza, insanın duygularını zorunlu olarak duyduğunu söyler: "...zorunlu olarak nefret ederiz." , "...zorunlu olarak severiz." vesaire. Bu zorunluluk Hegel'in diyalektiği tarafından da desteklenmektedir. Dinin öngördüğünden farklı olarak, insanın özgür iradesi yoktur. Düşündüğümüz her şey, yaşayıp gördüklerimiz tarafından bize zihnimizde oluşturulan imajlar yoluyla düşündürülür, istemli veya istemsiz olarak. Sokakta bir köpeğe tekme atıldığını görürsem köpekler hakkında onlara kötü davranıldığına ilişkin bir imaj oluştururum. Biri bana sokakta bir köpeğe tekme atıldığını gördüğünü söylerse, aynı imajın daha güçsüzünü oluştururum. Ancak bana aynı gün 20 kişi bir köpeğe tekme atıldığını gördüklerini söylerse, bu imaj belki kendim görsem oluşacak olan imajdan daha bile güçlü olacaktır.
Şimdi aynı şeyi, biraz değiştirerek ele alalım: Farklı bir milletten, örneğin Nikaragualı biri sokakta yürürken bize ortada hiçbir görünür sebep yokken küfretsin. Bu olay sonucunda zihnimizde oluşacak ilk imaj, Nikaragualılar'ın kötü insanlar olduğu olacaktır. Eğitimimize ve hayata bakışımıza bağlı olarak bu imajı sadece o Nikaragualı'ya hatta sadece o'na indirgeyebiliriz. Bu bizi Nikaragualılardan intikam almaya itmeyecektir. Şimdi, devlet elindeki medyanın Nikaragualıların bizim güzel ülkemizde kötü giden her şeyden sorumlu olduğunu durmadan söylediğini düşünelim. Etkisi muhakkak ilkinden çok daha yüksek olacaktır, çünkü bu söylem muhakeme yeteneğimizi elimizden alır, hayatımızda daha önce yaşadığımız ve öğrendiğimiz her şeyi yok saymak zorunda bırakır, ve doğrudan söylenene odaklanırız. Ve "zorunlu olarak" Nikaragualılara karşı bir nefret duyarız. Bu andan sonra ters giden şeylerin arkasında yeni bir neden aramaya gerek yoktur, suçlu Nikaragualılardır. Bunun modern dünyadaki adı algı yönetimidir.
Bu yöntem sayesinde devlet, uyguladığı ya da uygulamayı planladığı şiddete destekçi bulmuş olur. Suçu kendinden atmış, tahtını korumaya almıştır. Bu yapılan kesinlikle ahlaksızdır, ancak bunu farkedecek durumda değildir toplum. Bu yöntem halkı Yahudilerin suçlu olduğuna inandırmak için, kadınları düşük maaş almalarının sebebinin devlet değil de erkekler olduğuna inandırmak için, ülkenin belirli yerlerinde insanların evlerine tank toplarıyla ateş edilmesinin sebebi sanki devlet değil de evi tank ateşine tutulan insanlarmış gibi göstermek için kullanılabilir. Halk ya yapılanlara fiili olarak destek çıkar, ya da fiilen tarafsız kalarak veya fikren de tarafsız kalır gibi görünerek, farkında olmadan, suç ortaklığında bulunur, bir gün tüm bunların kendisine de yapılmasının uygun görülebileceğini düşünmeden.
Bu çıkmaz sokağın sonundaki duvar, aslında tırmanabileceğimiz yükseklikte: İnsanların insan olduğunu unutmayarak, bize dokunmayan yılanın bin yaşadıkça bir gün bize de dokunacağını anlayarak, kendimizi günümüz medyasından kurtararak, her şeyin görünmeyen bir yüzünün olduğunu kavrayarak bu duvarı tırmanabiliriz. Tırmandıkça aslında halklara şiddet uygulayanın bu günah keçileri değil, devletlerin ve adı konmamış otoritelerin güç hırsı olduğunu görürüz. Duvarı aşınca karşımızda bulacağımız uçsuz bucaksız bir deniz olur. İnsanca yaşayabileceğimiz bir toprak bulmaya çıkarız o zaman da, kimsenin şiddete maruz kalmayacağı, kimsenin şiddet uygulamayacağı, hiçbir anlamda.

Handenur Şamlıoğlu / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi

"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
VAR OLMANIN ANLAMI

"Ahlaki çöküş kapasitemiz sınır tanımıyor.İşlemek istediğin bütün suçları işlemeden rahata ermeyeceğiz... “(Guida Ceronetti). Günümüz çağı şiddet , hırs , başa gelme , güvensizlik gibi bilgisizliğin ve erdemsizliğin ortaya attığı kavram bulutlarıyla dolu bir sis içinde. Herkes bu durumdan şikayetçi ama kimse karşı çıkamıyor ya da kimsenin artık karşı gelecek umudu kalmamış. İnsanlar her gece evlerinde haber izlemek için televizyonlarını açıyorlar. Haberler beklenen gibi daha farklı şeyler olamaz : Taciz , savaş , mutsuz ve umutsuz insanlar. Bu başlıklara olan halkımızın verdiği en büyük ve tek tepki ‘kanalı değiştirmek’... Sanıyoruz ki eğer kanalı değiştirip bizi mutsuzluğa sürükleyen haberleri görmezsek bu olaylar hiç yaşanmamış olacak ya da yaşansa bile unutulmuş. Kanalı değiştir butonuna bastığımız an herhangi bir kanaldaki her hangi bir diziyi izlerken buluruz kendimizi. Konu önemli değil nasıl olsa. Aklımızı meşgul etsin biz düşünmeyelim... Kendimizi boş şeylerle uyuşturmak praxislerimizin farkına varmamak dünyadaki kötü şeylerin biz o güzel kanepede otururken asla başımıza gelmeyeceği anlamına gelmez. Aslında boş oturduğun her an kötülük sana bir adım daha yaklaşır...
Sokratesin dediği gibi “ Kötülük gençtir hızlı koşar. “ (Sokrates in Savunması). Sokrates ‘ e göre kötülük bilgisizlikten doğar. Bilgi ise ne bilip ne bilmediğinin farkında olmaktır. Günümüz çağında bu kadar sınırız bilgi erişimi ,müthiş donanımlı üniversiteler, elini sallasan on farklı üniversitede yüksek yapmış insanların dolu olduğu şu zamanlarda, bu kadar büyüklükte durdurulamayan kötülüğün insanlar arasında yayılması dünyanın en büyük ironisi değil midir? Madem bu kadar bilgili insanlar var herkes master yapıyor , o kadar fazla okumuş insan var ki en iyi yerlerde bile okuyanlar iş bulamıyor neden kimse başa gelip bir şeyler yapmıyor? Bütün o sözüm ona yeni Einsteinler dünyanın kendi sonunu kendinin getirdiğini görüyor ama bir şey yapmıyor ? Yoksa yapmaya mı üşeniyor. Etrafımız Nicollo Machiavelli’ ci insanlarla dolu.Onu kendilerine göre en yüzeysel şekilde yorumlayıp iyi olanı yaptıklarını düşünüyorlar. İnsanın doğası bencillik mi? İktidar için her şey mübah mı? Ya sizler o küçük kendi mego iktidarlarınızda yüzerken insanlar boğuluyorsa ? İnsanlar kendi kendileriyle suç ortaklığı yapıyor. Kötülüğün egemen olduğu ama artık egemen olmakta kalmayıp daha ileri şeyler olmak istediği şu günlerde bilinç ve farkındalık onların bize ve diğer insanlara karşı kullandığı sınırsız etkili bombalar karşısında ki bizim en büyük silahımız olacaktır.
Görmüş olduğumuz ama pek fazla umursamadığımız başka insanların başına gelen taciz , savaş , sömürü gibi başlıklar kötülüğün bu kadar hızlı koştuğu dünyada neden bir gün bizim kendi hayat gazetelerimizin anabaşlığı olabileceğini düşünmüyoruz? Bir yerlerde adını hiç bilmediğimiz daha önce hiç sohbet etmediğimiz veya edemeyeceğimiz hayata geldiğinden beri belki ona hiç insan gibi davranılmamış insan olduğundan bir haber kişiler var. Bu onların suçu mu yoksa sistemin mi? Augustinus ‘ un hayatını kaplamış bir soruyu biz bir dakika düşünsek sadece... Tanrı dünyaya neden kötülüğü koydu ? Şu sıralar aklımı kurcalayan en büyük soru bu. Eğer Tanrı kötülüğü koyduysa bile onu yayan bizleriz ve bunu kendi çıkarlarımız için isteyerek yapıyoruz. Aslında kendi isteklerimizin bile farkında değiliz. Biz insan olduğumuzun farkında değiliz. Günümüz teknolojisinin ilerlemesi bizi yapaylaştırdı. Etrafımız similasyon insanlarla dolu. Varlar , konuşuyorlar , çalışıyorlar ama bir o kadar da yoklar. İnsanı insan yapan duyguları ona insan olmanın varoluşundan gelen düşüncesi değil midir? Peki neden insanlar bu kadar yapmacık. Ellerindeki o küçük her an yanlarından ayırmadıkları kendi kara kutularıyla her hangi bir sosyal ağ ile paylaştıkları gönderilerin dünyaya karşı yapmaları gereken sorumluluklarını yerine getirdiğini hissettiriyor onlara?
Bir gün birimiz bir yerden kayarak düşsek ikinci gün bu durumu paylaştığımız bir insan oradan geçerken daha duyarlı olur. O zeminde ilerlerken daha tedbirlidir. Bu kendini kayırma duygusudur. Kendimizi başımıza gelecek böyle küçük durumlarda bile düşünürken bizim kayma tehlikesi bir zeminden geçip en fazla düşüp popomuzu acıtacağımızı düşündüğümüz ve telaşlandığımız saniyelerde başka bir yerde başına gelenleri düşünüp telaşlanacak süresi bile olmayan insanların bir saniye içinde ölüp 3 gün boyunca ana haberlere çıkıp daha sonrasında hiç varolmadıkları şu dünyada kötülük kavramını nasıl tanımalıyız ?
Günümüzde kötülük kavramı çok farklı bir boyutta. Ülkeler kötülük kavramları boyutlarını yarıştırıp iktidarlarını bir çatı altında toplamaya çalışıyor. Zamanı geliyor kötülüğü biz kovalayacak duruma düşüyoruz. İnsan olduğum için utandığımı hissediyorum bazen. Çünkü beni ben yapan insan yapan önemli özelliklerimden biri empatidir. Ya haberlerde izlediğim bu kirletilmeye zorlanmış dünyanın haberleri benim , insanlığın , dünyanın başına geleceklerinin küçük birer 10 dakikalık fragmanlarıysa? Fragmanlar yayınlanacak şeyin vizyon tarihlerinden biraz öncesinde insanların kafasında bir düşünce oluşturmak için yayınlanır. Ya bu haberlerdeki durumlarda öyleyse? Bu demek oluyor ki hepimizin o evlerimizde oturuduğumuz büyük koltuklardaki rahatımız kaçacak değil mi? Peki hayatımızı başımıza gelecekleri düşünüp böyle kötümser kötümser mi geçireceğiz? Hayır. Biz bir aradayken hala insanken ve öyle kalabilmişken düşünürken, duygularımız yok edilmemişken önemliyiz. Tepki vermemiz , korkmamız , çözüm sürecine girip kafamızı patlatmak için bunların bizim başımıza gelmesine gerek yok. Zaten şuan bizim gibi kişilerin başına geliyorlar. Bu kötülüğün önüne hep birlikte bir duvar örmeliyiz ve giydiği paten ayakkabılarını ayağından almalıyız. Yoksa bizi insan olmaktan ve düşünmekten , bir arada olmaktan uzak , kendimizin etkisi altında olmayan başkalarının çıkarlarıyla yönlendirilen beyin sürüleriye dolu bir George Orwell 1984 dünyası bekliyor.
Dünya bize en büyük tiyatrosunu sergiliyor. Yönetmen tabii ki olmazsa olmazımız kötülük. Oyuncular biz insan denilen insan olmaktan bi haber yaratıklar ve işlenen konumuz yabancılaşma. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetlerimizden kurtulmamız gerek. Kötülüklerin nedenselliklerini sorgulamalıyız ve onları başka insanların doxalar halinde getirdiği alışkanlık kalıbı halinden çıkarıp yok etmeliyiz. Sorgulmalıyız. Rene Derscartes in dediği gibi “ Cagib ergusum.” yani “ Düşünüyorum öyleyse varım”. Beyinlerimizi rahatlatıp o uyuşukluğun bize verdiği rahatlığı yaşarken değil kötülüğe çözüm arayıp zihnimizde şimşekler çakarken çözüm üretmeye çalışırken biz varız. O zaman insanız. Uzaktan güzel ve heybetli görünen bir Condillac heykeli olmaktansa kendimizin ve başkalarının küçük ve sinir bozucu at sineği olmalıyız. Kötülüklerin erken uyanıp koşuya çıktığı şu dünyada uykumuzdan uyanıp yüzümüzü yıkayarak kendimiz için ve başkaları için bir umut olabiliriz. Dünyayı ben mi kurtarıcam dogmalarından uzak bir hayat sürmeliyiz. İnsanlık Nietzsche nin dekadent kavramını yaşayıp yapış yapış olan tüm o etikelerinden kurtulup, praxislerinin farkına varmaya başlayayarak, varlığını insallıkla temellendirerek bunu erdemle sağlamlaştırarak tekrar hayatlarını ve amaçlarını gözden geçirmelidir. Eğer bir şeyi sadece nasıl hissettiğinize dayanarak yaparsanız bu hiçbir biçimde iyi bir eylem olmaz. Bilerek ve farkında olarak eylemde bulunmasaydık makinelerden farksız olurduk.( Kant - Felsefenin Kısa Tarihi) Bizi birbirimize yabancılaştırıp makineleştirmeye çalışıp duygularımızı körelleştirip , insan olduğumuz için utandıran bu kirli dünyayı artık değiştirmenin vakti gelmedi mi? Senin başına gelen benim başıma gelebilir , bunun olasılığı her zaman vardır. Benim yapmam gereken erdemimi koruyup bu dünyadaki insanlığa karşı olan ahlak ödevimi yerine getirmektir. İnsan gibi varolmaktır bu koca yaşlı dünyada.

Utku Bilgin / ODTÜ Geliştirme Vakfı Lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard

Çizgi romanlardaki süper kahramanları özel kılan ve sevilmelerini sağlayan paylaştıkları ortak noktalardır. Bu ortak noktalardan bazıları süper güçlere sahip olmaları, havalı giyinmeleri olabilirken, süper kahramanları insanlar tarafından sevilen kılan kötü egemenliğine karşı verdikleri savaş ve mücadeledir. Kötülük kavramını anlamak için Heraklitos'un ortaya attığı diyalektik kavramını göz önünde bulundurmak gerekir. Kötülüğün dünyada var olmasının tek nedeni, dünyada iyiliğin olmasıdır. Baruch Spinoza'ya göre iyi faydalı olan, kötü ise faydalı olana ulaşmamıza engel olandır. Kötülüğün kaynağı tarih boyunca hep tartışılan bir konu olmuştur. Kötülük kavramını ilk ele alanlardan biri olarak Platon, mükemmel olan ve değişmeyen formlara dayalı düşünsel dünyayı, mükemmel olmayan ve değişken maddesel dünyadan ayırır. Bununla birlikte insanın ruh ve maddenin birleşimi olduğunu savunur. Ruhun insanın iyi parçası, maddenin ise kötü parçası olduğu görüşünü ortaya atarak bunu üzerinde temellendirmiştir. Buna göre Platon, maddenin ruhun hapishanesi, ruhun ise maddede mahkum olduğunu söylemiştir. İnsanın kötülük yapmasının nedenini insan ruhunun maddedeki esareti ile açıklamıştır. Platon'a göre kötülük insan doğasında vardır. Bunun yanı sıra, Platon kötülüğün duyular dünyasına ve maddeye ait olduğunu savunurken bunun nedenini iyi ideasının yoksunluğuna ve eksikliğine bağlamıştır. Kötülüğün bütün insanlar için ortak yanı, tarih boyunca korkulan bir olgu olmasıdır. Örnek vermek gerekirse Maniheizm gibi bazı inançlarda iyinin kaynağı ışık, kötünün kaynağı karanlık olarak gösterilmiştir; çünkü karanlık, bilinmezliği ve korkuyu insanlara hatırlatan bir kavramdır.
Kötülüğün doğasıyla ilgili bir başka nokta da kötülük öğrenilemez; çünkü Platon'un da bahsettiği gibi kötülük insanın içindedir. Augustinus'a göre, "eğitim iyidir ve eğitim öğrenmeden gelmektedir. Bu yüzden kötülük öğrenilmez. Çünkü, eğer kötülük öğrenilse, o zaman kötülük eğitimin bir parçası olur ve böylece eğitim de iyi bir şey olmaz. Fakat, eğitim iyidir. Bu nedenle de, kötülük öğrenilmez ve de onu biz kimden öğrendik diye sormakta anlamsız olmaktadır " (İstencin Özgür Seçimi Üzerine Kitap I Bölüm 1). Augustinus, bu konudan doğan bir soruyu ele alır, kötülüğü öğrenmiyor isek neden kötülük yaparız? Augistinius ilk başta kötülüğün kaynağını arzu ve şehvete bağlamıştıysa da aklın bunlardan daha güçlü olduğunu ve kötülük yapma nedenimizin özgür irademiz olduğunu kabul etmiştir.Evrende kötülük diye bir kavram yoktur, kötülüğü insanın özgür iradesi doğurur.
Kötülük, tarih boyunca çeşitli insanlar ve sınıflar tarafından bir araç olarak kullanılmıştır. Çeşitli dönemlerde insanlara kötülük yapılarak ders verilmek istenmiş, böylelikle kimi yöneticiler, din adamları insanlar üzerindeki iradelerini sağlamlaştırmak istemişlerdir. Niccolo Macchivaelli : "Ben cennete değil cehenneme gitmek istiyorum; çünkü cehennemde papalar, krallar ve prenslerle beraber olurum, oysa cennette sadece dilenciler, keşişler ve havariler var." sözünde de belirttiği gibi kötülüğün korku ve bazı diğer olgular üzerinden nasıl bir araç olarak kullanıldığını gözler önüne sermiştir. Galileo gibi bilim adamları şiddete maruz kalmıştır; çünkü gücü olanlar, güçlerini ve otoritelerini kaybetmemek istemişler, bu yüzden insanları başkaları üzerinden susturmaya çalışmışlardır. Philo ve Demea canlılar arasında bir mücadelenin varlığını kabul ederler. Güçlüler güç ve istek endişesi içindeyken zayıflar kendilerini koruma endişelerini sürekli korurlar. İşte bu iki dürtü canlı varlıkların hayatına acı verir. Philo’ya göre canlılar dünyasında “güçlüler zayıflara sürekli saldırır; onları korku ve endişe içinde bırakır.
Kötülüğün egemen olduğu dünyamızda kimilerine uygulanan şiddetle diğerlerinin susturulmak istenmesi, artık görmeye alışkın olduğumuz bir tablodur. 27 Ağustos 1896 Zanzibar Savaşı'ndan örnek vermek gerekirse, İngiltere gaddarca, güçsüz rakibine karşı ölümcül silahlar kullanmış, ve bunun sonuncunda Zanzibar askerleri, insanlarının öldürüldüklerini görünce 38 dakika sonra teslim olmuşlardır. Bu savaş, tarihe dünyanın en kısa savaşı olarak geçmiştir. Burada da kötülüğün egemen olduğu toplumlarda şiddetin özellikle başkaları üzerinde ne kadar etkili olduğu gözler önüne serilmiştir.

Hiç yorum yok: