11 Haziran 2023 Pazar

Zeynep Duru Albayrak / İstanbul Enka Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Beşincisi


Final Yazısı

 "Cinsiyetçilik kendini ifade etmek için ırkçılığa, ırkçılık da cinsiyetçiliğe başvurur. Irklılaştırma ve toplumsal cinsiyetlendirme, paralel ya da analojik süreçler değildir, iç içe işler." Emmanuel Levinas, Zaman ve Başka, Fol Kitap

Cinsiyetçilik ve Irkçılık Bağlantısının Analizi

Toplumdaki rolümüz, yerleştirildiğimiz katman, iç içe geçerek sarmaşıklaşmış bir sistemler ağından oluşur. Bu sistemler, toplumsal öteleme ve farklılaştırmaya dayanarak herkesi birer kutuya ayıran standartlardan oluşur. Örneğin cinsiyetçilik, toplumsal standartı erkek olmak üzerine kuran, ardından bunun dışında kalan öte kimliklerin karşısına hayatın her köşesinde çıkan problemler oluşturan bir sistemdir. Bunun gibi sosyal sınıflandırma sistemleri kişilerin toplum içerisindeki varoluşlarını etkiler, onlara hangi gözle bakılacağına, nasıl yaşayacaklarına karar verir. 

Genellikle, teoride bu sistemlerin her biri ayrı olarak ele alınır. Üniversitelerin cinsiyet araştırması için ayrı ırk araştırması için ayrı dersleri vardır. Bu alanlarda, akademik olarak ayrı çalışmalar yürütülür. Literatürde yer alan eser, konuşma ve tartışmaların çoğu tek bir marjinal kimlik özelliğini analiz eder. Ancak gerçek hayatta, insan akışkan bir varoluşa sahiptir. Birey, kadın olduğu için yalnızca bu özelliğe sahip olacak veya siyahi olduğu için yalnızca ırk sistemi üzerinden sosyal bir katmana yerleştirilecek değildir. Birey, kendisini etkileyecek birden çok ötekileştirilmiş kimliğe sahip olabilir. İşte bu durumda, toplumun bastırdığı gruplardan birden fazlasında yer alan kişi, bir “kesişim noktası”dır.

Birden çok sistem, bu bireyin kimliğini hedef alacak şekilde “kesişmiş”lerdir. Örneğin beyaz bir kadının deneyimlediği hayat ve sosyal yapı, siyahi bir kadının deneyimlediği gerçeklikten farklı olacaktır. Bu fark, yalnızca bir toplumsal sistemin ele alınışı söz konusuysa göz ardı edilecektir. Bu farkın yok sayılması; feminizmin sadece beyaz kadınlara, siyahi hakları hareketlerinin de yalnızca siyahi erkeklere odaklanmasına sebep olur. Ancak o halde siyahi kadınların haklarını savunan bir hareket yok mudur?

İşte bu noktada kesişimsel feminizm devreye girer. Toplumdan uzaklaştırılmış, ayıplanmış kişiler çoğu zaman birden çok azınlık grubuna dahillerdir. Kesişimsel feminizm, bu kadınların yani birden çok katmanlı baskıya uğramış kadınların feminizmidir. En ücra köşelerde bırakılmış, unutulmuş ve silinmiş kadınların feminizmidir. Çünkü kadınların tüm problemleri, beyaz kadınlarınkinden ibaret değildir. Yalnızca beyaz kadınları hedef alan bir feminizm algısı, ırk ve cinsiyetin iç içe geçmiş sistemler olduğunun inkarıdır. Radikal bir toplumsal değişim ve kurtuluşa, hakları yenen her kesimi dahil etmeden ulaşmak mümkün değildir.

Amerikan yazar Audre Lord, bu konuyla ilgili şu fikrini belirtmiştir :

“Kadınlar olarak bazı sorunları paylaşıyoruz, bazılarını paylaşmıyoruz. Siz çocuklarınızın büyüyünce ataerkil düzene katılıp aleyhinize tanıklık edeceklerinden korkuyorsunuz; Biz ise çocuklarımızın bir arabadan sürüklenip sokakta kurşuna dizilmesinden ve onların ölme nedenlerine sırt çevirmenizden korkuyoruz.” - Audre Lord

Bu alıntı, tek katmanlı beyaz feminizmin duyarsızlığına dikkat çeker. Beyaz kadınları problemleri yalnızca ataerkil düzenledir. Onların karşı karşıya olduğu tek sistem budur. Bu nedenle, siyahi kadınlar kendilerine kurtuluş sözü vermiş beyaz feministlerin, ırk sorunları oluştuğunda onlara sırtlarını döneceklerinden korkarlar. Çünkü bazı kadınların savaşı yalnızca bir sistemledir. Bazı kadınların verdiği savaş yalnızca cinsiyetçiliğe karşıdır, oysa bazılarının savaşı hem ırkçılığa hem de cinsiyetçiliğe karşı olmak zorundadır. Bu durumda, karşılarına tek gözlü tek dişli bir canavar değil, üst üste çıkmış ve iç içe geçmiş bir çok canavarın gücünde olan devasa bir yaratık çıkan kimseler de vardır. 

Beyaz feminizm, kaçınılmaz bir şekilde ayrıcalıklı kimselerin feminizmidir. Bu ayrıcalık, feminizmde derinleşmeyi ve sosyolojik konumlandırmayı her tarafıyla analiz edebilme becerisini öldürmüştür. Oysa ki toplumda hem kadın, hem siyahi, hem de diğer ötekileştirilmiş kimliklere sahip insanlar; çoğu zaman en büyük insan hakları gelişmelerine önayak olan kimselerdir. Bu kimseler, tekrar tekrar silinmiş, tarih içerisinde hak ettikleri önemi görmemişlerdir. Devrim, sosyal hiyerarşinin en alt basamağında olan, ‘En öteki’ insanlardan doğar.

Örneğin, 1969 yılındaki Stonewall ayaklanmaları sırasında insan hakları ve kuir birey hakları için ayakta durmuş en önemli figürlerden biri Marsha P. Johnson’dır. Marsha P. Johnson, siyahi trans bir kadındır. Bunun yanında düşük sosyo-ekonomik kesimdendir. Bu anlamda dört farklı baskıcı sistemin hedef aldığı bu kadın, Stonewall ayaklanmalarının başarıya ulaşması ve kuir bireylerin hak mücadelessinin ilk adımlarının atılması için büyük önem taşımıştır. Bir nevi, özgürleşme mücadelesini o başlatmıştır. Baskının karşısında ötekileştirilmiş kimlikleriyle ayrı ayrı değil, bu kimliklerin bütünü olarak durmuştur. Böyle figürler, hak mücadelelerinin ön saflarını oluşturmuşlardır. O halde feminizm veya ırkçılık karşıtı hareketlerde onların varlıklarını tanımak çok önemlidir.

Kesişim noktası ilan edilen bu insanlar, saldırıya uğramaya daha yatkınlardır çünkü onları hedef alan sistemler onları savunmasız kılar. Bu durumda karşılaşabilecekleri saldırılar yalnızca bir kimlikleri üzerinden değil, ikisinin de üzerinden olur. Örneğin siyahi bir kadın hem kadınlara karşı gösterilen saldırganlığa hem de siyahi bireylere uygulanan şiddete açık bir noktadadır. Kendisine yapılacak bu saldırılar, iki marjinal kimliği üzerinden de ifade edilebilir. Üstelik, kendisine ırkçı bir bakış açısıyla yapılacak olan bir saldırı cinsiyetçilikle birleşerek kendini o boyutta da gösterebilir. Bu duruma örnek; siyahi insanların yıllarca köle ticaretine maruz kalmaları, beyaz insanların evlerinde ağır işleri, temizliği ve hizmet görevlerini yerine getirmeleri ancak siyahi kadınların bunun üstüne bir de köle satıcı ve sahipleri tarafından tecavüze uğramalarıdır. Siyahi kadınlara yapılan haksızlık, köle ticaretinin yanında cinsel saldırı yoluyla da gerçekleştiğinden katmanlanmıştır. Onlara gösterilen ırk bazlı saldırı, cinsiyet bazlı bir saldırı üzerinden de kendini ifade etmiştir.

Bu konunun bir başka boyutu, aynı anda birçok marjinal kimliğe sahip olmanın yanında, bir çeşit marjinal kimliğe sahip oluşun bir diğer marjinal kimliğe sahip olmayı da beraberinde getirmesidir. Yine ırk ve cinsiyet kavramları üzerinden konuşacak olursak, bir kadın olmanın, veya siyahi olmanın, veya siyahi bir kadın olmanın finansal anlamda etkileri vardır. Kadın ve erkek üzerinden yapılan maaş karşılaştırmasının ırk değerlendirmesinin dahil oluşuyla daha da detaylandığı söylenebilir. “Erkeklerin kazandığı her 1 dolar için, aynı pozisyondaki bir kadın 83 cent kazanır.” bilgisi her kadın için doğru değildir. Çünkü her kadın beyaz değildir. United Way verilerine göre; beyaz bir erkeğin kazandığı her 1 dolar için beyaz bir kadın 83 cent, siyahi bir kadın 64 cent, melez bir kadın 63 cent, hispanik bir kadın ise 57 cent kazanır. (“Day 16: Intersectionality of Wage Gaps and Wealth Inequity”) Bu durumda kadınlar adeta sahip oldukları her marjinal  kimlik için ekstra cezalandırılmakta, penalize edilmektedir. Yani sosyo-ekonomik anlamda düşük bir kesime ait olma, başka marjinal kimliklerin bir getirisidir. Siyahi nüfusunun yüksek olduğu yerlerde yoksulluğun ve suç oranının daha fazla olmasına benzetilebilir bir durumdur bu. Siyahi ve Hispanik kadınlar, doğadan gelme bir nedenle düşük ekonomik sınıflara ait değillerdir, ancak sosyolojik nedenlerle genelde bu sınıflara ait olmuşlardır. Marjinal kimlikleri, onları finansal bakımdan da alt kesme mahkum etmiştir.

Kesişimsel Feminizme bu nedenle ihtiyaç vardır. Toplumdaki adaletsizlikler, bazı bireyleri diğerlerine göre daha çok etkiler. George Orwell’in yazdığı gibi “Her hayvan eşittir, ancak bazıları daha eşittir.” Bu alıntıyı sosyalist bir bakış açısının ötesinde de ele almak mümkün. Eşitlik, ekonomik alanın da ötesinde, her alanda yakalanmaya çalışılan bir olgu. Günümüzde pek çok hareket, pek çok vatandaş hakkı gözeten topluluk, eşitlik iddiası ile ortaya birer mücadele koyuyorlar. Ancak kimi insanlar, bu mücadelelerin odaklandığı ana grup olmalarından kaynaklansa gerek, ‘daha eşit’ bir konuma ulaşıyorlar. Oysa eşitlik herkes için olmalı, aksi takdirde aktivistlerin uğruna savaş verdiği olgu gerçekten eşitlik midir?

Katmanlı ötekileştirilmeyi anlamak için, son olarak bir de ırk ve feminenlik ilişkisine bakılmalıdır. Irklar, bilinçdışı bir şekilde çeşitli seviyelerde maskülenlik ve feminenlikle bağdaştırılmaktadır. Bu çağrışım, birtakım ırk bazlı nefret suçlarına beraberinde getirir. Örneğin, 2021in Mart ayında ABD Atlanta’da gerçekleşen toplu katliam, asyalı kadınları hedef almış bir saldırıydı. Farklı spa ve bakım merkezlerinde çalışan 8 asyalı kadın bu saldırının kurbanlarıydı. Vakanın soruşturması sırasında, saldırıyı gerçekleştiren adamın bir çeşit “Asyalı kadın fetişi”ne sahip olduğunun ortaya çıkmasının ardından, otorite figürleri bu saldırının resmi olarak bir nefret suçu, yani spesifik bir azınlık grubunu hedef alan bir suç olduğunu duyurdu. (“8 Dead in Atlanta Spa Shootings, With Fears of Anti-Asian Bias (Published 2021)”) Asyalı ırklar, toplumsal bağlamda bir çeşit feminenlik algısıyla yaftalanmakta. Bu ırk, otomatik bir feminenlik çağrısını beraberinde getiriyor. Sonuç olarak da, asyalı kadınların hiper-feminen birer obje gibi görülmesi, bu vaka gibi hastalıklı sonuçlara sebebiyet veriyor. Irk ve cinsiyet ifadesinin bağdaşması, Asyalı kadınları etkilediği gibi Asyalı erkekleri de etkiliyor. Sonuç olarak Asyalı erkeklere ait bir otomatik feminenlik algısı da, bireysel kimliği tamamen göz ardı ederek, doğuyor.

Benzer bir durumdan siyahi bireyler de etkileniyor. Ancak bu ırkın beraberinde getirdiği, adeta iç içe geçtiği cinsiyet bağdaştırması ise maskülenlik üzerinden. Siyahi bir birey olmak, toplumsal bağlamda ‘maskülen’ sınıflandırmasını beraberinde getiriyor. Sonuç olarak, siyahi kadınların erkeksileştirilmesi, veya erkek olmakla suçlanması gibi birtakım olaylar doğuyor. Bunun yanında, spor dünyasındaki büyük bir tartışma ve vaka da bu çağrışımın bir sonucu. Siyahiliğin, kadınların algılanış biçimlerini maskülenleştirmesi, olimpiyatlarda gerçekleşen ‘ırksal profilleme’ olaylarına sebebiyet veriyor. Bu ‘ırksal profilleme’, dereceye giren siyahi kadın sporcuların beyaz sporculara göre orantısız bir şekilde testosteron testlerine maruz bırakılmaları anlamına geliyor. Yıllardır devam eden bu fenomen, pek çok siyahi kadının olimpiyatlardan men edilmesine, ve dereceye giren birçok siyahi kadının cinsiyeti hakkında spekülasyonların oluşmasına yol açıyor. Toplum, siyahi kadınların ‘kadınlık’larına karşı çıkma, bunu inkar etme eğiliminde.

Bu ön yargıyı ve ırk-cinsiyet karmaşasını en iyi yansıtan vakalardan biri “Caster Semenya” vakası. Caster Semenya, 2012 ve 2016 olimpiyatları 800 m koşu şampiyonu olan Güney Afrikalı bir kadın sporcu. (Winkler) Bu başarısı tüm Güney Afrika’da kutlanmış olan Semenya, Tokyo olimpiyatlarında ülkesini temsil edemedi. 2016 olimpiyatlarındaki başarısının ardından kendisinin cinsiyeti hakkında çeşitli spekülasyonlar oluşmaya başladı. Bir çok kimse, siyahi fenotipinden ve bunun getirdiği önyargı ve çağrışımlardan yola çıkarak Semenya’nın erkek olduğunu iddia etti. Bunun yanında pek çok söylenti de haberlerde yer aldı. Aynı pozisyondaki beyaz bir kadın hakkında iddia edilemeyecek şeylerdi bunlar. Ancak siyahiliğin masküleniteyle olan bağdaştırılışı, medyanın Semenya’nın kimliği ve kadınlığını sorgulama cesaretini bulmasını sağladı. Semenya, olimpyatlarda standart olmayan yani çoğu kimseye yapılmayan testosteron testlerine tabi tutuldu. Tarih boyunca bu testler, spekülasyonlar üzerinden yalnızca siyahi kadınlara yapıldı(Bu durumun tek eksepsiyonu beyaz bir Rus sporcu, ancak bunun dışında hedef alınan her kadın siyahi). Kendisini bu testlere tabi tutup ardından sporuna devam etmekten men eden olimpiyat kurulunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıyan Semenya, öz kimliğini ve otonomisini geri alabilmek için hukuksal mücadelesine devam ediyor. 

Özetle ırk ve cinsiyet, pek çok farklı açıdan kesişerek farklı sonuç ve etkilere sebep oluyor. İkisini gerçekçi bir perspektifle birbirinden ayrı ele almak mümkün değil. Bu bakımdan ırkçılık ve cinsiyetçilik paralel ilerleyen doğrular değiller; aksine pek çok noktada kesişen, sosyolojik bakımdan olayları ve kimlikleri kompleksleştirici ve daha çetrefilli kılan birer eğriler. Kimi zaman birbirlerinin etkilerini yankı etkisi yaratarak büyütüyorlar, ki bu da hem cinsiyetçilik hem ırkçılığa maruz kalan kimselerin hayata dair deneyimlerini zorlaştırarak onların bastırılmış kimliklerine katmanlar ekliyor, kimi zaman da bazı gruplara karşı ön yargılar oluşturarak onları basmakalıp kutulara yerleştiriyorlar. 

Bu gibi durumlar nedeniyle kesişim felsefesine ihtiyacımız var. Toplum ele alınırken tek taraflı bakış açıları yeterli kalmıyor. Örneğin indeterminist bir felsefi bakış, bu kesişimsellikten mahrum. Bireyin sınırsız özgürlüğü olduğunu varsayan felsefe, birçok marjinal kimliğe sahip olan insanları ve bu yazıda yer alan birçok vakayı göz ardı ediyor. Toplumun farklı kesimleri için farklı özgürlük alanları söz konusu, ve bunun inkarı bir sürü grubun silinmesi demek. Bu nedenle, felsefi düşünce her zaman çok taraflı olmalı. Yani aynı anda, aynı duruma veya kişiye ait pek çok farklı özelliği değerlendirebilmeli. Kesişimsel feminizm felsefesinin de temelinde yer alan bu çoklu bakış açısı, cinsiyet teorisi ve ırk teorisinin arasında büyük bir ayrım olamayacağının da bir kanıtı. 

Bireye ait düşünceler, bireyi etkileyen her bir sistemin konuşulmasıyla doğru şekillenebileceğinden, hem sosyoloji hem felsefe hem de psikolojinin göz ardı etmekten çekinmesi gereken en büyük alan kesişimli kimlikler konusudur. Kişi varlığına ait her özellikle mevcuttur. Bu özellikleri birbirinden ayırarak mikroskop altına almak yalnızca yanıltıcı olacaktır.

Kaynakça :

“Day 16: Intersectionality of Wage Gaps and Wealth Inequity.” United Way for Southeastern Michigan, https://unitedwaysem.org/equity_challenge/day-16-intersectionality-of-wage-gaps-and-wealth-inequity/. Accessed 10 June 2023. 

“8 Dead in Atlanta Spa Shootings, With Fears of Anti-Asian Bias (Published 2021).” The New York Times, 26 March 2021, https://www.nytimes.com/live/2021/03/17/us/shooting-atlanta-acworth. Accessed 10 June 2023.

Winkler, Matteo M. “The Uncertain Promise of Human Rights in Sports: Understanding the Caster Semenya Case.” HEC Paris, 23 July 2021, https://www.hec.edu/en/knowledge/articles/uncertain-promise-human-rights-sports-understanding-caster-semenya-case. Accessed 10 June 2023.


2. Adım Yazısı

 “Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

Varoluşumuzda anlam arama güdüsü bizi hayvanlardan ayırır. Ancak bu ayrım bizi ne üstün kılar ne de mutlu. Aksine birçok insanı hem toplumdan hem de gerçeklerden soyutlar. Anlam bulabilme telaşına kapılan insan da bu anlam arayışı tarafından acıya ve hüzne hapsedilir. Oysaki kişi neyi yapıyorsa onu yapar, ne hissediyorsa onu hisseder, topluma karşı ne katkı sağlıyorsa o katkıyı sağlar. İnsan kimse odur, ve kim olduğunu kendisi seçer. Önceden gelmiş bir özü, kendi var olmadan var olmuş bir amacı, hayatının da yaradılıştan gelme bir anlamı yoktur. İnsan önce var olur, sonra özünü yaratır, bu nedenle vaktini ve odağını özden gelme bir anlam aramaya harcamamalıdır. İnsanın böyle bir anlama olan inancı ise, kediler gibi var olan, ve yalnızca var olmasını bilen yaratıklara komik gelecektir. İnsan, anlam arayışı içerisinde bu kedilere ancak şapşal, kaybolmuş, kafası karışık ve sakar gözükecektir.

Birçok eserde işlendiği ve tartışıldığı gibi, hayatın anlamına ve onu bilmeye yüklenen değer hayatın kendisine yüklenebilecek olan değerden kısar. Örneğin Albert Camus'nün kitabı "Yabancı"da işlemiş olan absürtlük fikri, bu 'öz,amaç' arayışı ve anlam sorgusunun ne kadar abeskleştiğinin bir anlatısıdır. Kitap "Aujourd'hui maman est morté. Ou peut-etre hier, je ne sais pas", yani "Annem bugün öldü. Ya da dün de olabilir, bilmiyorum" şeklinde başlar. Bu başlangıç şok etkisi yarattığı gibi aynı zamanda kitabın geri kalanı boyunca tekrarlanacak olan yabancılaşma temasına değinir. "Yabancılaşma" fikri modern toplum bağlamında gerçektir, bir yandan da hayattaki önem sırasını doğru kuramıyor oluşumuzun cezasıdır. Hayatlarımıza dair değer algısına sahip olmanın şartını yalnızca anlam bulabilmeye bağladığımızda, yaptığımız şeyin anlamsızlığı ve beyhudeliği bizi zaptedecektir. Başladığımız noktaya dönmekle beraber, anlamsızlığın komikliği de gözümüze çarpacaktır. Üstelik de anlam peşinde koşan, bunu dert edinen kimse topluma yabancılaşacaktır. Öyleyse toplumdan uzaklaşan bu kişinin tümel halka da bir katkısı olmayacaktır. "Anlam"ı takip ederek adeta "toplum"un içinden çıkacak, toplumdan tamamen soyutlanacaktır. Böyle bir yabancılaşmanın yaşanmaması hayatın akışının korunması demektir. Bir kediymişcesine var olamayan birey mutsuzluğa, dışlanmaya, yalnızlığa mahkum kalacaktır. Bu nedenle de anlam arayışı beraberinde hüzün getirir.

Hayat, ona dair aşırı bilincimizden ve medeniyetler boyu sürmüş olan devamlı anlam sorgulamalarımızdan dolayı her zaman bizlere sert gelecektir. Natüralist bakış açısı kazanmış, somutluğa önem vermiş, hayatı bir deney gibi yaşayıp bu deneylerin tüm sonuçlarını öldükten sonra geleceğe miras bırakmış toplumların alınyazısı çirkin bir çıplaklıkla hayatın bu sertliğini görebilmektir. Bu bireyi yabancılaştırır. Öz'e dair bitmez bir sorgulama, onu her sorudan önce sorma fikri, hayatlarımızdan bir adım geriye açılıp da yaptıklarımızın ne kadar küçük, ne kadar insan, hatta belki de ne kadar komik olduğunu anlamamızı önler. Yani anlam sorgusu hayatın kendine ait değerini yitirtir. Belki de anlam bulamamaktan çıkarılabilecek daha önemli bir şeyler yatar hayatlarımızın altında. Belki de anlamsızlık anlamın ta kendisidir, belki de yalnızca saçmalıyoruzdur. Belki de hayatlarımızda Nietzsche'nin iddia ettiği derecede yokluk söz konusudur, ancak bu durum onun bakış açısı tarafından ele alındığı kadar olumsuz değildir. Ahlakın Soykütüğü Üzerine'de Nietzsche'nin "Neden acı çekiyorum?” En cesur ve acı çekmeye en yatkın hayvan olan insan, acıyı bu şekilde inkar etmez: Bunu ister, hatta arar, yeter ki ona bir anlam, acı çekmenin bir amacı gösterilsin." ifadesini kullanması da insanın anlam arayışı uğruna kendini hapsettiği sefaleti anlatır. Bir anlam vaad edildiği takdirde insan kötü yaşamaya razıdır. Bu durumda ‘anlam’ olgusuna verilen değer insanı mutsuz olduğu, kötü diye değerlendirdiği durumlardan çıkmaktan alıkoyar. Bunların bir anlamı olduğuna, bir plana hizmet ettiğine inanan kişi, tıpkı çektiği acıların onu cennete götüreceğine inanan, bu yüzden onlara razı olan bir kimse gibidir. Anlam arayışı insanı bu denli hapsediyorsa, bilinçten doğmuş olan ‘öz’ sorgulaması iyilikten çok kötülük yapmaz mı?

Bu anlam sorgusunun absürtlüğü, kediler tarafından fark edilse bizi alay konusu kılacak olan bu takıntımız, bizim bildiğimiz ve onların bilmediği bir gerçekten kaynaklanır. Biz ölüceğimizin farkındayızdır, ama onlar değildir. Varoluşun kesin bir sonu olması; insanı bu denli bir panikle anlam, amaç, tutunabileceği herhangi bir disiplin aramaya iter. "Madem bitecek, onu anlamlı kılmalıyım." fikri bireyin üstüne büyük bir baskı düşürür. Oysa hiçbir kedi bugünü de anlamlı kılma kaygısıyla uyanmaz. Onlar yalnızca bugün de var olmanın peşindelerdir. Biz anlama önem verip din, felsefe gibi araçlar kurmuşken onlar ise var olmaya devam etmek için keskin diş ve tırnaklar gibi araçlar kullanırlar. Her ne kadar fiziksel araçları ilkel olarak değerlendiriyorsak da şunun inkarı yoktur ki; Kediler bizlerden daha mutludur. Çünkü onlar ölümden korkup her günlerine bir anlam biçmeye çalışmazlar. Yaşamı tekrar tekrar analiz ediyor oluşumuz onu gerçekten yaşamamıza engel olur. Tek derdi var olmak olan bir kedi daha iyi, daha adanmış bir şekilde yaşayacaktır. Nazım Hikmet'in "Yaşamaya Dair" şiirinin bu dizeleri güzel birer örnektir : Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın / Bir sincap gibi mesela / Yani, yaşamın ötesinde ve dışında hiçbir şey beklemeden / Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak. Peşine düşülen sorular bireyi hayatın kendisinden uzaklaştırıyor, onu tam ters yönde koşturuyorlar ise, kedilere kalan da tabiki bu abesliğe karşı keyifle mırlamaktır. 

Özetle; var olduğumuz gerçeği, bir kediye kedi olmanın yetmesi gibi, bizler için yaşamaya dair yeterli bir anlam doğurabilmelidir. Diyelim ki bu varoluş anlamsızdır, bırakılsın da öyle olsun. Bu anlamsızlık bir başka anlamı doğurabilir. 'Anlam'ı aramayı bırakmak ise bizleri özgürleştirebilir, topluma kazandırabilir, hüzünlerimizden kurtarabilir ve bizlere hakkını vererek yaşamayı öğretebilir. Yaşam, zaten var olan ve var olanları barındıran bu olgu, bulunması dert edilecek bir başka kavram tarafından gölgeye düşürülmemelidir. Ne de olsa kişi istediği gibi biri olabilir, kendine yeni bir anlam, yeni bir öz, yeni bir tanım kesip biçebilir. İnsan olduğu kişidir ve istediği kişi olmayı seçebilir. Varoluş kendiliğinden değerlidir, onu değerli sayabilmek için başka bir şey aramaya gerek yoktur. Bu prensipte yaşamak, bireyi mırıldanan bir kedi kadar hoşnut kılacaktır. Varolmak için uyanmak, uyanıp da varlığı anlamlı kılacak bir açıklama aramaktan daha doğru bir yaşama yolu olacaktır. 

1. Adım yazısı

“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

Herkesten "minimalize" etmesi beklenir. Dünyamızın geldiği son nokta, insanları hayatlarından kısabildikleri kadarıyla değerlendiren ve kimin daha çok kısabildiğini her şeyden çok önemseyen bir sıralama sistemidir. İnsan, hayata dair yaptığı, sahip olduğu, hatta sevdiği ne varsa ancak bunları kısabilirse maksimum fayda sağlayabilir. Yani faydalı olabilmek, topluma bir katkıda bulunarak değil birey olma halinden eksilerek sağlanabilir. Çünkü insanları çalışmaya teşvik ederken ortaya atılan, öğrenciler test sistemine dair endişelerini belirtmeye kalkışınca karşılarına çin seddi gibi çekilen bu "fayda" sağlama amacı ve ifadesi aslında onların kendilerine faydalı olma durumlarını temsil etmez. Bunun yerine, övülen ve her birimizin ulaşması istenen bu faydalı olma durumu hayattan alabilecekleri çoğu şeyi almış, adaletli bir dağıtım durumunda kendilerine düşecekten çok daha fazlasını elde etmiş bir avuç insan içindir. Fayda maksimizasyonu için içine girilen bu kısma, minimalize etme çabası tahmin edilebileceği gibi bireyin kendisi veya yaşadığı toplumun bütünü için olumlu şartlar oluşturmaz; kişinin mutluluğu veya zenginliği büyütmez, yalnızca küçültür. Bu durumda maksimizasyon işin neresindedir? 

Kapitalizmi ele alırken en çok kullanılan antolojilerden biri dondurma analojisidir. Bir işçi saatte 100 dondurma yapıp 10 cent alıyorsa, ancak bu bir saatlik ücretiyle 100 dondurma değil 1 dondurma bile alamıyorsa verdiği emek ve aldığı ücret denk düşmüş müdür? Peki aradaki farka ne olmuştur, bu fark kime gitmiştir? İşte tam da bu noktada bireyin kendinden kısarak, yemek yemeye gitmeyerek, molaya çıkıp annesini aramaktan vazgeçerek saatte tam 200 dondurma ürettiğini düşünelim. Bu durumda bireyin ürettiğinin saf değeri ve kazandığının saf değeri arasındaki farkı her kim alıyor ise kazancını ikiye katlamıştır. Birey kendine ait alışkanlıklarından ödün vererek bir başkasına kazanç sağlamıştır. İşin doğrusu şudur ki bu kazancın dönüp dolaşıp ulaştığı bu kişiler toplumun en zenginleridir. Dolayısıyla sayıca az olmak bir yana, nitelik bakımından kazanca ihtiyacı olmayan kişilerdir de. Zaten neye sahiplerse, ondan daha fazlasını kazanırlar. Bu bireyin gösterebileceği emek her zaman değersizdir demek değil tabi. Her birimizin topluma katabileceği birçok şey var, ama bunun yolu insan doğasına ters düşen bir hiçe dönme savaşından geçmiyor.

İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Bunun dışında da pek çok şeydir; yaratıcıdır, özgürlüğe ihtiyacı vardır, hatalar yapabileceği alanı olmalıdır, fizyolojik refaha ulaşabilmelidir. Bu şartlar bahsetmekte olduğumuz “en zengin” kesimin çalıştırdıkları kişilere sağlamayı reddettiği şartlardır. Çünkü çalışanların rahat edebilmesi, nasıl yaşamaları gerekiyorsa öyle yaşayabiliyor olmaları onları “verimli” olmaktan çıkarır. Bu şartların sağlanması işverenin cebinden para çıkması anlamına da gelir ama “verimliliği” -ki söylediğim gibi bu verim ve fayda genel birer olgu değil aksine sadece en zenginlere yarar sağlayabilen spesifik durumlardır, öyleyse gerçekten “fayda” veya “verim” oldukları iddia edilebilir mi?- düşüren faktör bu para çıkışı değildir. Verimlilik özünde insana atfedilmiş bir sıfat değildir, çünkü sıkı bir gelir gider hesabına ve makinesel bir hassasiyet ve kesinliğe dayanır. Optimal verimliliğe bir insan ulaşmaz, çünkü bu mefhum onu düşünülerek oluşturulmadığı gibi onun doğasal özelliklerine ters düşer. Kesinlik dedik, ancak insan hata yapar ve kendisine bu hataları yapmak için alan bırakılmazsa işleyemez. Bir makine ise insani özelliklere sahip değildir, sisteminde bir insanın oluşturduğu hatalar yoksa yapmak için programlandığı görevi yapacaktır. Ancak her işverenin aradığı da bu değil midir? İşverenlerin peşinde oldukları ve çalışanlarında görmek istedikleri özellikler makinelere bu kadar paralelse makineye benzeyen insanları çalıştırmak istedikleri söylenebilir. Ancak hiçbir insan doğduğu anda bu kriterlere denk düşerek var olamaz. İçinden yaşamak gelir insanın, ofisinden çıkıp iş arkadaşlarıyla konuşmak, harekete geçmeden önce düşünmek, şarkı söylemek, dans etmek ve daha nicesi. İnsan, içinde bu özellikler ölmeden makineleri değerlendiren bir standarta erişemez. Bu durumda iş başa düşmüştür. En doğal hali işverenin isteğine uymayan bireyi işveren kendi elleriyle yontup ruhsuz bir adamın heykeline dönüştürmek zorundadır, çünkü ona gelen kişi bir makine olmadığı için aranan ruhsuzluktan uzak olacaktır. Bunun ötesinde, insanlığın diğer özellikleri de “fayda”nın son durağı olan zengin kesimin ayağına bağ olur. İşçilerinin fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan bu nedenle geri dururlar. Yemek arası bu nedenle kısa sürer, ofisin koridorundaki damacanalar bu nedenle boştur, küçük bir ofiste bu nedenle altı kişi çalıştırılır ve kişisel alana yer kalmaz. İnsanın insan olmaya yeri kalmayınca bunu içselleştirerek kendisine dair insanlık algısını yitirir. Ona verilmesi reddedilmiş her insani hak onu kendi bilinci içerisinde de insanlıktan uzaklaştırır. Bu psikolojik ve daha önemlisi sistematik, devamlı ve planlı şiddet, ona uğramış kişiden geriye yalnızca kabuğunun kalmasını sağlar. Bu da onu ideal bir hizmetkar, ya da modern tabiriyle ideal bir çalışan yapar. İnsan ruhunu kaybederek  makineye dönüşür ve verimli olmaya ne kadar yaklaşabilecekse o kadar yaklaşır. İşveren kendi menfaati için çalışanlarına verebileceği insani olanakları kısmıştır ve fayda optimizasyonunu böyle sağlayabilmiştir, çalıştırdığı insanları doğal hallerinden koparıp insanlıklarına göz dikerek.

Ayrıca, varlığın devamı insanın varlıkta anlam bulabilmesine dayanır. Makineleşen bireyin bu kabiliyeti yitirmesi toplumun geleceği hakkında ne söyler? Pragmatizm, pratik sonuç alabilme ve bu sonuca kolay ulaşılacak yolu tercih etme düşüncesi, varlıkta anlam bulabilme yeteneğimizi yavaş yavaş körelten, onu öldürmeye çalışan bir tehlikedir. Bireye yalnızca ulaştığı sonucun önemli olduğu düşüncesi dayatılırsa, yaptığı yolculuğun anlamsız olduğu kanısına varacaktır. “Saatte 200 dondurma üreteceksin. Nasıl yaptığın önemli değil”. Bu direktifi alan çalışan 200 dondurma üretebildiği sürece başka bir şey yapmasına gerek olmadığını düşünür. İş arkadaşları arasındaki iletişim “gereksiz, faydasız” durumuna düştüğü için kesilecektir. Yalnızca hız ve ürün çokluğuna odaklanıldığı için ürünün kalitesi de düşecektir. Bu da müşteri memnuniyetini azaltacaktır. Yani faydaya yapılan aşırı vurgu başka yönlerden zarar demektir. Bu dondurma üretimi politikasından 0 olumlu bir sonuç alınamamıştır. Pragmatizm ulaşması imkansız bir hali hedefler, ve yalnızca sonuca önem vermek büyük resmi görmeyi reddetmektir. O zaman tek amacı optimal sonuca ulaşmak olan kişi, küçük bir grup insana sağlayacağı avantajları da uzun vadede yitirmekle beraber, yaptığı işin hakkını verme isteğini de yitirir. 200 dondurmayı öyle veya böyle üretmek, bir başka özelliğinden, nicelikten değilse nitelikten ödün vermektir. Şimdi bu düşünceyi hayatın geneline yansıtalım. Maksimum verime ulaşmanın hayattaki tek amaç haline getirilmesi hayatın geri kalan ve tamamlayıcı özellik taşıyan kısımlarından vazgeçmektir. Patronu için para kazanarak geçirdiği sürece övgüye değer bir hayat yaşadığı kabul edilecek birey yalnızca buna odaklanacaktır. Günün sonunda, maliye departmanına ne kadar katkıda bulunduysa, muhasebecinin rakamlarını ne kadar büyütebildiyse hayatı o kadar önemli olacak olan kişinin zamanının kalanına yaptığı her şey gözden düşürülmüştür. Yani maksimum faydaya ulaşma çabamız ve bu konuda izlediğimiz pragmatist yaklaşım çalışmanın dışında kalan hayatı manasız yapacaktır. Okumanın, düşünmenin, yazmanın, arkadaşlıklar kurmanın, bizi hayatta tutacak bir sebep aramanın anlamı kalmayacaktır. Anlam sorgusundan eli boş bir şekilde çıkacaktır herkes. Varlığın neden, ne uğruna devam ettirilmesi gerektiği hakkında bir argüman bulamayan insanlığın tutunacağı hiçbir şey kalmayacaktır. Oysa ki bu sorgu, insanların tüm varlıkları boyunca değindiği, cevaplar türettiği, ve kaçınılmaz bir şekilde dönüp dolaşıp geldiği bir noktadır. Benim bu yazıyı yazmamın, sizin okumanızın; yaşayan her kişinin yarın sabaha uyanacak gücü kendilerinde bulabilmelerinin sebebi bu sorgu ve ona verebileceğimiz cevaplardır. Eğer ki bu sorguya cevap veremeyeceğimiz, verme çabamızın kıymetsiz olacağı bir boyutta “maksimizasyon”a ulaşırsak, varlık büsbütün boşuna olacaktır, hiç olmadığı kadar küçülecektir. Bunu bilerek, buna inanarak ne birey yaşayabilir ne de toplum yapısı sürdürülebilir. İnsanın ruhsuzlaştırılarak faydalı bir makineye dönüşmesi varlığı sonlandıracak olan tohumları eker. 

Özetle, sayıca çok az olan bir grubun iyiliği için insanlığımızdan, doğamızdan, ihtiyaçlarımızdan, ruhumuzdan ve varlıkta bulduğumuz anlamdan vazgeçmiş durumdayız. Bütün bu fedakarlığın ne bize, ne hepimize ne de gereksinimi olan herhangi birine ulaşmadığı da bir gerçek. O halde neden hayatın insana sunabileceği bunca imkanı bütünüyle reddetmiş ve tembellik olarak yaftalamış durumdayız? Bu bir grup insan bizi buna ikna ettiği için mi? O zaman bir an önce uyanmalı, “büyüme” adı takılmış bir “küçülme”nin farkına varmalı, insani ihtiyaçlarımız bize verilmediğinde insanlığımızı değil toleransımızı yitirmeli ve ne olursa olsun hayatta anlam bulabilmeliyiz. Bunun önünde ne işverenin ne de bir başkasının durmasına izin vermeliyiz. Evrendeki yerimize, içimizden gelene sadık kalarak birey olabilme halimizi korumalıyız. Ne zaman ki içi boş bir kabuk olmayı, 200 dondurma üretmek için yaşamı yaşamaya değer kılandan vazgeçmeyi reddederiz, ancak o zaman tekrar insan olmayı başarabiliriz. 

Hiç yorum yok: