11 Haziran 2023 Pazar

Giray Alkan Erdinç / Hisar Okulları / İstanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Üçüncüsü



Final Yazısı

“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.

Kirpiler: Birey, Öteki ve Topluma Dair

Sosyal bir varlık olan insanın, "ben olmayan" (öteki) ile ilişkisi toplumsallaşmayı, hatta en geniş anlamıyla yaşamın kendisini ilgilendiren temel bir problemdir. Bir münzevinin yaşamı, her ne kadar -Nietzsche'ye atıfla- yeni değerlerin yaratımının ön şartı olarak anlaşılabilir olsa da "yaratımın" materyali; kapanılan, dönülen iç dünyada değil insanda ve başkalarıyla kurulan ilişkidedir.  İnsanın kendisiyle olan ilişkisi ise, diğer her türlü ilişkinin bir "ilk denemesini", insanın kendi ötekisiyle yüzleşmesini işaret eder. Dolayısıyla, "ötekiyle" ilişkim "beni", kendimle olan ilişkimse "ötekileri" ve onlarla olan ilişkileri şekillendirir. Lakin problem şudur ki, Sartre'ın da işaret ettiği üzere "öteki" benim için cehennemdir ve insan, bu cehennemde sıkışmış, bu uzama hapsedilmiştir. Bu yazıda, bireyin (individual) gücü üzerinde düşünülürken, iç dünya - toplum çatışması ele alınacak, toplumsal yaşamda bireyin hakikatle olan ilişkisi irdelenecektir. 

Freud'un kullandığı benzetmeyle kirpiler, üşüdüklerinde birbirine sokulmakta ve bu yolla ısınmaya gayret etmektedir. Fakat sırtında dikenleri olan bu hayvanlar, ne zaman birbirlerine haddinden fazla sokulsa, sırtlarında kendilerini savunmaları için doğanın onlara armağan ettiği dikenler, diğer kirpilere batarak onların canını yakmaktadır. Bu alegoriyi biraz daha genişletirsek canı yanan kirpinin diğer kirpilere doğru sıçrayacağı ve onları da yaralayarak ucu görünmez bir zincir var edeceği açıktır. Bu durum, kökünde "güçsüz" bireylerin birbirini tamamlamak gayesiyle (net bir bilincin varlığı burada şüphelidir çünkü ilk toplumlar / ilkel komünel  topluluklar biyolojik ilişkiler ve doğal ihtiyaçların ürünüdür) kurulan toplulukların geniş bir spektrumda dahi ironik güçsüzlüğünü gözler önüne sermektedir. Benim yaralanmam, ötekinin yaralanmasına yol açar, o zaman işin en uç noktasında "benim kanım", aslında ötekinin kanıdır. Ortak kan anlayışı, bir yandan toplulukların fedakarlık etrafında biçim alan -ki fedakarlık zorunludur çünkü feragat edilmeden toplumsallaşmak olanaksızdır- yapısına ışık tutarken diğer yandan da saf bir ütopyaya gönderme yapmaktadır. Nitekim, Ponty'nin de işaret ettiği üzere her insan yalnızdır, bu yalnızlık hem psikolojik bir iç dünyayı gerektirirken hem de egoist bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Diğer taraftan, tasavvufî bir bakış açısıyla bireye seslenen Mevlana ise "İnsanlarla bir oldun mu bir madensin, bir ulu deniz.  / Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dane." diyerek bireyin acziyetini de yüzüne vurmakta ve onu ötekiye doğru döndürmektedir. Dolayısıyla, her ne kadar bireyi tamamlamak üzere ortaya çıkmış olsa da toplulukların gücü ve özünde yatan ilkelerin geçerliliği bireyin yalnızlığı karşısında önemli bir soru işaretidir ve aciz bireyin yaşamını nasıl devam ettireceği sorusu da burada önemlidir.  

Topluluk ve iç dünya ilişkisinde ise karşılıklı bir durum mevcuttur. Heidegger'de "aletheia" kavramı varlığın, doğrunun açığa çıkışını ifade eder. Yaşam, var oluşa dairdir fakat var oluşun belirdiği anlar "dasein"den kopulan, ortak bağlamdan uzaklaşılan anlardır. Hakikat, bu anlarda, bu kopuşta belirmekte, kendini örten örtüyü kaldırmaktadır. Hakikat, insan kitleden koptuğunda ortaya çıkmaktadır. Ancak bu demek değildir ki insan, hakikate ulaşmak amacıyla bir münzevi yaşamı sürmeli, "bir damla olarak okyanusa katılmalıdır.". Aksine, yine Heidegger'e atıfla yalnız kalışlarımız bile kitlenin özelliklerini göstermektedir. Ben, aslında ötekidir ve benden kaçış yoksa ötekiden de kaçış yoktur. Toplu yaşam, fikrin de ötesinde belirli bir yaşam biçimini ve dünya algısını insana sunar, bu noktada hakikat, kişinin kendini ötekiden soyutlamasıyla değil (bu mümkün de değildir) onlar aracılığıyla şekillendirdiği dokuyu kendi dokusunda, düşünce aracılığıyla harmanlayarak ortaya koymasında yatmaktadır. İnsanın önündeki perde, bu yolla kaldırılmakta ve görüşü de bu yolla keskinleşmektedir. Hakikatin ifade edilişinin en üst formuysa Heidegger'de şiirdir. Kirpilere dönecek olursak Derrida, şiiri ifade etmek üzere kirpi metaforuna başvurmaktadır. O yaralanan kirpi, şimdi kabuğuna çekilmiş, toplumsalın köşesine sıkışmıştır ve dikenlerine dışa doğru döndürerek hakikati haykırmaktadır. Bu sessiz bir haykırıştır, "varlığın evinden" (dil - Heidegger) dışarıya doğru yayılan bir dalga biçimindedir. Hem bir kapanmayı, hem de dışa doğru bir haykırışı gerekli kılar ve şiir, bireyin "kendi olma yükünün" en çok hissedildiği andır. "Var oluşun dayanılmaz hafifliği"nin artık kitleden kopuşla beraber katlanılmaz bir ağırlığa dönüşmesidir. Kişi, burada kendi hakikatini yaratmak zorundadır, toplu bir uzamda tutsak olarak, tutsak olmasına rağmen kendine dönüşün bir çabası ve Dionysos'un şarabından tat alınmasıdır. Hakikat önemlidir çünkü yanında sorumluluğu da getirmektedir. Hakikati söylemek, toplu yaşamın içinde onu ifade etmek, bir ödev eylemidir fakat kişi, bu noktada ödeviyle birleşmekte, onun ağırlığı altında ezilmektedir. 

Hakikati inkâr etmenin veya ifade etmemenin ağırlığı ise hakikatin kendi ağırlığından daha ağırdır. "Parrhesia" (doğruyu söyleme) hiyerarşik olarak düzenlenmiş (Foucault'nun analizinde) bir toplumsal yapıda, üst pozisyondakine yöneltilen bir eleştiridir. Bunun da ötesinde, hakikati ve Antik Yunan'daki anlayışla, içinden geçeni olduğu gibi (retoriğe başvurmadan) söylemektir. Oedipus'un ölümünün ardından çocuklar arasında yönetimin paylaşımı noktasında bir anlaşmazlık belirmektedir.  Kardeşler her ne kadar ülkeyi senelik yönetme konusunda bir anlaşmaya varsalar da büyük kardeş, tahtını devretmemiş ve Polyneikes'i sürgüne göndererek bir tiranlık kurmuştur. Polyneikes, demokrasinin ve bir anlamda da hakikatin sürgüne gönderilmesidir. Anne Iokaste'nin de ifade ettiği üzere, hakikati söylememek, sürgünle cezalandırılmış olmak, bir kölenin yaşamına benzemektedir.

Ötekinin hayalinde sıkışmak; hem kişinin düşünce dünyasını bozduğundan, onu elde edilemez ötekide, sahip olunmaz ve denetlenemez bir insan ve ayrı bir bilinçte sıkıştırdığından hem de bu elde edilemezliğe rağmen ona sürekli erişmek istendiğinden trajiktir, hatta kişinin kendi iç dünyasının ortasında beliren bir tümörü andırmaktadır. Ötekiyle olan bu birleşme veya elde etme isteği, platonik aşk gibi durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bir ötekiye bağlanmak fikri, son derece ilgi çekiciyken üzerine düşünmeye değerdir. Jean Baudrillard, baştan çık(ar)manın gizemine gönderme yapmakta, "Baştan Çıkarma Üzerine" eserinde de dişil olana dair bir sorgulamaya girişmektedir. Dişil olan, "eril olmayandır" yani o, paradigmaya, düzene ötekidir. Ötekidir fakat karşıt değildir, negatiftir, cinsiyetin ikili yapısını doğrudan bozan unsurdur ve biriktirdiği enerji ile eril tarafından erişilemeyen güçle (doğurganlık) dişil olan öteki bir çekim alanı yaratır. Ataerkil düzen yorumunun aksine tarih, gizli bir dişil egemenliği şeklinde de okunabilir demektedir Baudrillard. Bu şekilde, aslında ötekinin gizemine ve "kölenin, efendiyi şekillendiren örtülü gücüne" dikkat çekmektedir. Ötekinin, -geniş anlamda- anlaşılmazlığının yarattığı gerilim ve ortaya çıkan çatışmalar, ilişkilerin baştan belirlenmiş bir kuralıyken Ponty'nin de söylediği gibi başkaları olmadan, "dünyanın rengine kanmadan" mutlu olmak da olanaklı değildir. Tipik bir çıkar ilişkisinin ötesinde, ortak bir paydada buluşmanın, anlaşılmanın, hatta zıttına çatışmanın hazzı; yaşamı, yalnız birey için yaşanır kılmaktadır. Biyolojik gerekliliklerin ötesinde sosyal gereklilikler de bu noktada önemlidir ve tam anlamıyla "yalnız" bir insanın yaşamına devam etmesi imkânsızdır.

Toplu bir yaşamın oluşturulma sürecinde ise bir düzen oluşturmak ve hiyerarşiyi yerine oturtmak amacıyla "ötekilerin" varlığı kaçınılmazdır. Oğuz Atay'ın "Beyaz Mantolu Adam" öyküsünde karakter, ekonomik durumuna ve cinsiyetine ters olmasına karşın "beyaz bir manto" almaktadır. Bu manto; karakterin toplum içindeki "mutlak öteki"liğinin sembolü olarak belirmekte ve adam etrafında kendiyle alay edenlerle karşı bir kelime konuşmamakta, onların teklif ile sorularına cevap vermemektedir. İşin sonunda; adam, bu "toplu yaşamdan" denize doğru koşarak ve bir intihar yoluyla kaçmaktadır. Yabancı olan kişi, toplumsallaşmanın kurbanıdır çünkü en çok fedakarlığı ondan yapması istenilir. Yabancı olan, sembolik olarak intihar etmeli, kendi düşüncelerini, kimliğini ortadan kaldırmalıdır. Bu dayatıcı tutum, topluluk olma sürecinin sosyal tahakküm yönüne de ışık tutmakta ve kimliğin dönüştürülme sürecini görünür kılmaktadır. 

İçinde bulunulan toplulukların çeşitlenmesiyle beraber kimliklerin sayısında da kayda değer bir artış olmuş ve işin siyasî tarafı iyice karışık bir vaziyete bürünmüştür. Fiziksel kimliklere dijital olanlar eklenmiş ve piyasanın kolunun her yere ulaştığı sistemde, bireyin özgürlüğü (en azından görünürde) maksimize edilmiştir. Birey, ekonomik özgürlüğünün ardında (her an manipülasyonun hâkim olduğu bir sistemde özgürlük ne kadar mümkünse ) psikolojik ve sosyal denetlemeler içindedir. Her kimlik, belirli bir tip kurarken bölünemez olan birey, ironik şekilde "kitlelere ayrıştırılmıştır", insan tipleşmiş, karakter içsel derinliğini yitirmeye başlamıştır. Öteki kaybolmuştur çünkü her şey birleşmiştir. Bireyi, eylemesinde özgür bırakıp tercihlerini yönlendirmek onun üzerinde daha baskın bir tahakküm oluşturmaktır. Kitlelere katılarak bu sistemi önleme düşüncesi de çoğu durumda sistemin kendisine eklemlenerek onun gölgesinde oynanmakta, mağara duvarına yansıyan gölgelere yumruk savrulmaktadır. Diğer türlü, tamamen bireysel bir kayıtsızlık ile oyuna katılmama durumu ise yapay ilişkiler düzeninde varlığı sürdürmeyi olanaksız hale getirmektedir. Bireyin söyleme değil, düşünce özgürlüğü neredeyse elinden alınmaktadır. Chul Han'ın da yer verdiği "Tanrı, beni benim istediğimden korusun!" sözü, kıymetlidir ama ne istediğim belirsizken bu söz de pratikte havada kalmaktadır.

İnsan, dünyayı şeylerle olan ilişkisi noktasında algılamakta ve Ponty'e göndermeyle, kendisi de bu uzamın bir parçası olmaktadır. Uzam; saf değildir, benim şeylerle olan ilişkim, mesela tatlı ve yapışkan olan balı algılama yöntemim/biçimimle, önceden algıladıklarım ışığında şekillenir. Varlıklar sabit bir uzama serpiştirilmiş değildir, onları benim için kendi algılayışım şekillendirir ve her algı da beni oluşturur. Aynı doğrultuda, ötekiyle olan ilişkilerim beni, ben de ötekileri oluştururum. Bu ilişkiler ağının oluşturduğu topluluk ise bir kirpi sürüsünün dinamiklerini andırır. Bazı zamanlar birbirini ısıtan, bazı zamanlar yaralayan, bazı zamanlar da sessizce direnişe geçen kirpileri. Toplumsal oluşumun yarattığı ayrımlarla, "yalnız insan", ancak başkalarıyla birlikte var olmaktadır. Yeni postmodern dünyada, kitleler çoğalırken karakterler gittikçe silikleşmektedir. Buna karşın, ötekinin gizli kuvveti her dönem için geçerliliğini korumakta ve hakikati kovalayan kirpiler, "hayaletler"e dönüşerek zamanın her aşamasında "insan"ı takip etmektedir.

2.Adım Yazısı

Hayatın Trajedisi

“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

Ölüm bilinciyle yaşamak veya öleceğini bilmeye rağmen yaşamaya devam etmek hayatı, daha baştan  "trajik" bir süreç hâline getirmektedir. Varlığa eklemlenemeyen ve var oluşun içinde hiçbir yere konumlandırılamayan ölüm, insanı yaşamın içinde ve ölümden sonraki süreçte anlam aramaya iterken olayları rasyonel, somut bir zemin üzerine oturtma isteğini de tetiklemiştir.  Her ne kadar ortaya konmuş her düşünceyi bir tür ölüm kaygısına mal etmek insana yapılacak ciddi bir haksızlık olsa da evrimsel süreçte varlığını devam ettirmeye koşullanmış bir hayvanın sahip olduğu bu bilinç, onun laneti olarak belirmektedir. Absürdist bir perspektiften, Tanrılarla didişmiş Sisifos'un trajik mücadelesi, insanın anlam arayışını açık şekilde yansıtırken hayatın değerini de kendi içinde kurmaktadır. Ölüm, yaşamın hem gölgesi hem de bir tamamlayıcısıdır, Baudelaire'in dizelerinde ifade ettiği üzere, "Yer, içer bir Şeytanlar takımı beynimizde, / Ve ne zaman solusak, dolar ciğerimize, / Boğuk iniltilerle, Ölüm, görünmez ırmak.”.

Yaradılış mitine gönderme yapılacak olursa, insanın yaşama atılışı daha temelden ona verilmiş bir cezadır ve insanın cezalandırılma sebebi de bilgi ağacından yediği meyvenin sağladığı bilinç ile insanın hissettiği utanma duygusudur. Bilmek, yanında her zaman sorumluluğu da getirmektedir ve insana “önceden sağlanmış” bir anlamlar sistemi sunulmadığından onu kendi kurması veya önceden sağlandığı iddia edilecekse de bu anlamı kendisinin keşfetmesi gerekmektedir. Yaşamın doğuşu, büyük sözün, “ana” logosun çiğnenmesiyle gerçekleştirmektedir ve yarı şiirsel bir ifadeyle insan, sorumluluğunun sebebi olan aklıyla kurmuş olduğu logosentrik anlatılar aracılığıyla, bir bakıma, temel sözün himayesi altındaki istikrar ile birliğe tekrardan kavuşmayı hedeflemektedir. 

Antik Yunan’da, anlam konusunda zıt cephelerde konumlanmış iki felsefi görüş, anlamın anatomisini çıkarmada yardımcı olabilir. Bu noktada, Platon’un “idealar evreni” etrafında şekillenen görüş, yaşamın ötesinde var olan bir boyutta, şeylerin formlarının asıl hakikati var ettiğine inanırken erdem ile rasyonaliteyi birbiriyle sıkı ilişki içinde ele almakta ve “Devlet”te kurulan hiyerarşilere, ayrımlara dayanan idealist bir düzende kendini göstermektedir. Nitekim, Sokrates, baldıran zehrini içmeye, inandığı hakikat ve anlamlar rehberliğinde tereddütsüz yürümektedir. Sokrates, Derrida’nın “Ölümün Armağanı”nda analiz ettiği üzere; sahip olduğu idealler, doğruluğundan emin olduğu erdemleri ve ölüm sonrası yaşam inancı sayesinde zehri gönül rahatlığıyla içmektedir. Bu yolla, ölümü rasyonalize edebilirken aklının sorumluluğu aracılığıyla, ölümü deneyimleyerek “ölümü” fethetmektedir. Doğru olmanın gerektirdiği sorumluluk ve kişinin bu yoldaki görüşleri, onun ölümü aşmasında önemli bir rol oynamakta ve Sokrates, hem ölümün armağanını almakta hem de bu armağanı öğrencilerine bırakmaktadır.  Diğer taraftan, bu idealist bakış açısının karşısında hakikatin göreceli bir kavram olduğunu savunan Sofistler yer almaktadır. Logosun mutlaklığı ve hakikatin hiyerarşi yaratan dikte edici yapısına karşı Sofistler, bu dünya içinde, realist ve/veya pragmatist denebilecek bir yaklaşımla belagat üzerinde dururken “söz”ün içeriğinden ziyade biçimine ve yarattığı etkiye önem vermektedir. Mutlak hakikatin varlığını savunan ilk görüş, ölümle doğruluk aracılığıyla bir yüzleşmeyi gerektirirken ikinci görüş ise ölüneceği bilinciyle ve yaşamın anlamının değişkenliği inancıyla hayatın içinde bir akış, öğreti yaratarak sistemin kendi düzeninde var olmayı gerektirmektedir. Diğer taraftan, Sokrates öncesi felsefeye, Nietzsche’nin ifadesiyle “Yunanların Trajik Çağında Felsefeye” de bu noktada bir parantez açmak gerekir. Tragedyada, yaratımın, coşkunun temsilcisi olan Dionysos ile düzen sağlayıcı Apollon arasındaki birlik; Sokrat felsefesiyle beraber sekteye uğrarken Dionysos ve yaşamın “bulanıklığını” ortaya koyan her tür düşünce, aklın rasyonelleştirici yapısına karşı açık bir hedef haline gelmektedir. Bu durum, aklın ölümü rasyonelleştirme aracılığıyla ele geçirme uğraşındaki yapaylığı ve rasyonalitenin vurdumduymaz kibrini ortaya koymaktadır.

Ölüm bilinciyle ortaya konan düşünceler, çoğunlukla “nasıl yaşanması” gerektiği düsturu etrafında şekillenmektedir. Dinler, ideolojiler gibi üst-anlatılar aracılığıyla insanlar, yaşamı genel geçer bir temele oturtmaya ve hayatın içinde bir anlam bulmaya çalışmışlardır. İnsanın, etrafta gördüklerini açıklayabilme gayesiyle kurduğu mitolojilerin (mitos) ve düşünce yoluyla oluşturduğu din ile ideolojilerin (logos) temel olarak bir anlamlandırma -her ne kadar bilgi açısından gittikçe karmaşık hâle de gelse- amacı etrafında kurulu olması, insana her soluğunda eşlik eden ölüm bilincinin yoğun etkisini yansıtmaktadır. Akıl ile şüphe öncülüğünde bir arayışa giren Descartes, hakikate ulaşmak amacıyla sepetindeki tüm elmaları çıkarmakta ve düşünce öncülüğüyle elmaları sepetinde toplamaya başlamaktadır. İnsana düşünebilme yetisi sebebiyle atfettiği ayrıcalıklı konumda Descartes, insanlara “akıllarını doğru şekilde” kullanma sorumluluğu yüklemektedir. Cogito’nun gereği olarak rasyonalite, insanı var eden unsur olmakta ve insan, var olmayı sürdürebilmek adına aklını kullanmakla mükellef kılınmaktadır. Bu arayış sürecinde Descartes, Tanrı kestirmesiyle yoluna devam ederken hayvanlara da birer otomat pozisyonunu layık görmektedir. Fakat Merleau-Ponty’nin “Algılanan Dünya” başlıklı konuşmalarında ifade ettiği üzere hayvanlar, dünyaya bir biçim sağlarken var oluşlarını sürdürme yolundaki biyolojik çabalarıyla bir miktar saygıyı da sonuna kadar hak ediyorlar. Filozofun deyimiyle hayvan, “anahtarı elinde olmayan bir dünyaya fırlatılmış bir varoluşun çabası”nı gözler önüne serdiğinden insanın imgeleminde ve anlatılarda önemli bir yer sahibi olmakta. Dahası, sahip oldukları fikirler, insanın varlığıyla bütünleştiğinde nihilist çizgide yer alan Cioran’ın ifadesiyle tüm cinayetlerin sorumluluğunu da tapınmalar üstlenmektedir. İnsanlığın yaşadığı mezhep kavgaları, katliamlar, büyük savaşlar; oksimoronik biçimde bilinçli bir varlığın kendi yaratımına tapınmasıyla var olan dramatik sonuçlardır.   

Kolektif yaşamın gereği olarak, insanın etrafıyla kurduğu ilişkilerde ahlak, ciddi bir düzenleyici misyonu görmektedir. “Yasa” kavramı ile emirler etik bir zeminin kuruluşu için kritik önemdedir. Anlamın gülünç olduğu ne kadar iddia edilirse edilsin yasasız bir dünyanın Saramago’nun “Körlük” kitabındaki salgın sonucu beliren sefil düzenden pek bir farkı muhtemelen olmayacaktır. Yasa, dışsal bir zorunluluğu gerektirmemektedir, tersine Kant’ın “Kategorik Imperativ”inde olduğu üzere, kişi yasaya dışsal faktörlerden soyutlanma yoluyla ve eğitim aracılığıyla inşa edilen bir değerler sisteminde ulaşabilmektedir. Bilincin kendisi, -Tanrı’nın varlığına dayansın veya dayanmasın- yasayı zorunlu kılmaktadır. 

 İnsan, fırlatıldığı dünyada çok boyutlu bir etkenler ağının ortasına konumlanmıştır. Algıyı şekillendiren bir dil düzeninin, post-endüstriyel göstergeler bombardımanının ve spesifik bir zamansal-mekansal anlayışın ortasında yaşamını sürdürmektedir. Heidegger’e atıfla, yalnız kalışımızın bile kalabalığın özelliklerini yansıttığı bir ortamda, ontolojik hakikatin ötesinde bir anlam aramak Gray’in de belirttiği üzere kedilere gülünç gelebilir. Her şeyin güç istenci etrafında şekillendiğini söyleyerek sözde gerçekleri kullanışlı yalanlar olarak gören Nietzsche, anlamın politik boyutuna parmak basarken dekonstrüksiyona yolu açan üst-anlatıların bozunum sürecinin de önüne açmaktaydı. Anlamlar sisteminin çöküşüyle beraber ortaya çıkan Nihilizm ve absürdizm benzeri felsefi akımlar eli boş kalan insanın acısını göstermektedir. Araçsal aklın, doğayı rasyonellik içinde eritme çabasının eleştirisini sunan Frankfurtçular’ın ardından ve ortaya çıkan postmodern anlayışta, anlamın kurucusu doğrudan birey olmaktadır. Metin, metafizik anlamının ötesinde çok katmanlı yapı-sökümsel yorumlar vaat etmektedir. İçsel yapıdaki her hiyerarşi tersine dönebilmekte, merkezler artık dinamik bir vaziyette bulunmaktadır. Uzam dahî kişinin algısıyla şekillenmekte ve Baudrillard’ın simülasyon teorisinde hakikat iyice erimektedir. “Simülasyon ile Simülakrlar”da ikonoklast dönemin analizini yapan filozof, Tanrı’nın ikonalarının onun yerini alarak ardındaki anlamsızlığa, boşluğa işaret ettiğini söylemektedir. Günümüzde de her yeri kaplayan simülakrlar anlamın tamamıyla ortadan kaybolmasına ve ölüme; boşlukla, hiçlikle karşı koyulmasına yol açmaktadır.

İnsanlık, ölüm gerçeğine karşı trajik yaşamda anlam bulma çabasıyla birçok anlatı kurmuş ve doğru olanı bulma yolunda mücadele etmiştir. Anlatılar, akıl ve inanç sistemleri günümüzdeki karmaşık teknoloji çağında iyiden iyiye sarsılmaktadır. Bu noktada, kişinin kendinden sonra da anısını sürdüren ve ölüme inat bir direniş olarak beliren sanat, yaratıcı doğasıyla insanların, karmaşık bir zamansal ağda iz bırakmasını sağlamaktadır. İnsana her soluğunda kendini hatırlatan ölüme karşılık insanlık, Klimt’in “Ölüm ve Yaşam” tablosunda olduğu üzere kollektif bir hafızada, yaşamın döngüsünde direnmektedir.  

1. Adım Yazısı

“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

Tarihin merkezine konumlandırılmış uygarlık illüzyonunun; insanı tarihin ucundaki ütopyaya ulaştırmak yerine ona ütopyaların varlığını unutturması ironik olduğu kadar acı bir durumun da yansımasıdır. O uygarlıktır ki insana hak ettiği onuru vaat ederken yok saydığı ötekilerin varlığı sayesinde dimdik ayakta durabilmiş ve işin sonunda hem doğaya hem gerçeğe hem de insanın kendisine karşı kocaman bir yutucu ve iğdiş edici mekanizmaya dönüşmüştür. Bu noktada, ufacık bir azınlığın lüksü adına insanlık üretken bir makineye indirgenip yaratma yetisinden yoksun bırakılmış ve yaratıcı olarak kişi; kolu kesik, gözleri bağlı bir biçimde kendini üretime sunan saf bir üretici ile rızalı tüketici konumuna yerleşmiştir. Bu dönem, "tarihin sonunu" bir şekilde teşkil ediyorsa bu, ancak sakatlanmış yaşamların ilerlemeyi olanaksız kılan fakirliği ile kaybolup yeniden üretilen gerçekliğin geleceğe doğru yeni bir açılımı imkansız kılmasından ileri gelmektedir. Bu yazıda, çölleşen uygarlığın, kendisinin eseri olmayan unsurları sindirme süreci üzerinde durulurken insanlık aşiretinin hakikat ve evren ile olan kavgası da irdelenecektir. 

Duraklama olmaksızın sürekli üretimi mümkün kılmak, insanı denetlenebilir ve kaydedilebilir bir parçaya dönüştürmeyi gerekli kılmaktadır.  Bu durumun sonucu olarak, Byung Chul-Han'ın "Şeffaflık Toplumu"nda detaylıca ortaya koyduğu üzere her şey şeffaflaşmakta ve birer sergi ürününe indirgenirken enformasyon halini almaktadır. Maksimum fayda, her tür gizin elimine edilerek açığa vurulmasını gerekli kılırken yapbozun aykırı her bir parçasını da kurmuş olduğu global ve bir o kadar da mikro iktidarlar alanında sisteme entegre etmektedir. Kitle, bir "teşhir toplumu" halini alırken derinlik ile yavaşlık da yetersizliğin ifadesi olan birer negatif kavram halini almaktadır. İnsanın faydası için yaratılmış düzende, artık her tür organik unsur sistemin işleyişinin önünde köstek olurken imha edilmesi de zorunlu düşmektedir. Hal böyle olunca, insan ilişkileri de hayalî kimliklerin kol gezdiği ve gösteriye uygunluk kaygısıyla insanların çırpınıp imgesel kimliklerin birbirleriyle çarpıştığı bir arenaya dönüşmektedir. İnsan, hakikatin kaybolduğu yeni uygarlık düzeninde keyfini gönüllü olarak kandırılmakta bulmaktadır. Roland Barthes'ın "Çağdaş Söylenceler"de betimlediği üzere dünya, bir gösteri güreşi (Kaç) ringine bürünmektedir. Kişiler, hem kurgunun büyüsüyle sarhoş olup yapaylığın yarı bilinçli farkındalığıyla kendilerinden geçerken hem de oyunun fazla yapma ve sahte bir hal almasından hoşnut olmamaktadır.  Bireyler, imgesel kimliklerin radikalliğinden (iyiye karşı hain benzeri) zevk duyarken duyguların açıkça fakat -yapısına aykırı şekilde- bir o kadar da tekdüze gösterilmesinden haz duymaktadır. İmge ile duygular dahi artık mülk edinilir hale dönüştürülmekte, kategorik ayrımlar vasıtasıyla hem karakterden hem de derinlikten yoksun kalmaktadır. O halde, hakikat bayağılığı ve imkansızı yansıtırken mutlak verim üzerine kurgulanmış "Cesur Yeni Dünya"da sahip olmanın doruklarında olan kişi için gösteri ile sergiler, Huxley'in romanındaki sedatif somaların yerini tutmaktadır.  

Hızlı bir işleyişi öngören kârın maksimizasyonuna uyuşturma ve haz ile erişmek çelişkili görünüyor olsa da bireyin sistemli bir şekilde ehlileştirilme sürecine göz atmak, durumu daha anlaşılır kılmaktadır. Foucault'nun analizini yaptığı disiplin toplumunda, panoptikonun varlığı önemli bir yer tutmaktadır. Jeremy Bentham tarafından bir hapishane modeli olarak ortaya konan panoptikon, Klasik Dönemde iktidarların karakterini çözümlemek adına kullanışlı bir araçtır. Model, merkezde bulunan bir kule aracılığıyla gözetleyenin varlığından habersiz bir şekilde birbirinden ayrı hücrelerinde konumlandırılmış mahkumları ön görmektedir. Bu yolla, minimum masrafla maksimum düzen sağlanabilir. Toplum içinde sınıflandırılmış gruplar görünmez bir kuleden kendilerine gizlice fısıldanan emirlere göre kendilerini dönüştürmektedir. Herkes, görünmez bir prototipe en uygun hale gelmek adına çırpınırken durmaksızın gelişmek de bireyin temel gayesi olmaktadır. Diğer taraftan; bu anlayış, güç odaklarının görünmezliği ve dağılmışlığına rağmen hâlâ masraflı olmakta ve direnişlere yol açmaktadır. Kontrol süreci; teknolojinin de gelişimiyle beraber tahakküm aracından kontrol aracına ve en nihayetinde de herkesin bir diğerinin bekçisi olduğu modern uygarlıkta bir gönüllü teslimiyet halini almaktadır. Kişinin benliğini gönüllü teslimi ile keyif merkezli bir kontrol, her tür mekanizmanın en etkilisi olurken tamamen görünmez hale gelmiş bir iktidar sistemi ile arka plandan işleyen teknolojik süreçler de insanı ağında hapsedip sürekli üretmeye teşvik etmektedir. Devasa bir reklamlar ağı aracılığıyla insan satın almaya yönlendirilirken her şey satın alınabilir gözükmekte ve insanın kimliğini sahip oldukları belirlemektedir.

Tüketilenler, her ne kadar bireyi içten içe kuruyor olsa da vaziyet, en sonunda Erich Fromm'un bahsettiği üzere bir "nekrofili" (ölüseverlik) halini almaktadır. İnsan, satın aldıklarını kontrol edemez hale gelip piyasa manipülasyonun bir kuklası halini aldığında organik olana sırtını dönmekte ve o meşhur uygarlık, koca bir cesetler zinciri var etmektedir. Canlı olana karşı bir tür sırt dönüşün yansıması olan bu kopuş, hem simgesel hem de eylemsel boyutta uygarlığın evrenle olan küskünlüğünü de yansıtmaktadır. Bu dengesizlik hali; kendini iklim değişikliği benzeri küresel boyutta bir denge yoksunluğu formunda da görünür kılmaktadır. Fromm, bu noktada insanın önüne "sahip olmak" ya da "olmak" ayrımını çıkartırken temel antagonizmayı da formülize etmekteydi. Fakat ayrım, (her ne kadar sembolik de olsa) böyle bir ayrımla da sınırlı kalmamakta ve piyasa, Baudrillard'ın fazlaca üzerinde durduğu gibi kendi hakikatini kendi kurgular hale gelirken kendine has bir hiper gerçeklik boyutu da oluşturmaktaydı. Bu simülarklar düzeninde artık organik domatese gerek yoktu, hatta domatesin kendisine bile gerek yoktu çünkü "post-truth"un büyüsü kendine göstermekte ve simülarklar evreninde her şeyin anlam ile biçimi bir şekilde ters yüz edilirken üretimin, yalnızca üretmek için üretimin, sindirici yapısına eklemlenmekte ve "karnavalın ritüellerini" belirlemekteydi. Her zaman Batı'nın mülkü olmuş uygarlık, içinde bulunulan Antroposen Çağ'da dünyaya iyice ihraç edilir olmuş ve "öteki" kültürler de bu uygarlığın görkemi önünde erir hale gelmiştir. Bu karnavalın ve verimlilik ile üretim ekseninde şekillenen sistemin sağlıklı bir biçimde işlemesi imkansız hale gelirken Baudrillard'ın "Karnaval ve Yamyam"da ortaya koyduğu üzere aşirete dönüşmüş dünyada sistem, bir yamyam veya hastalıklı hücre misali hakikat ile beraber kendini de yok etmektedir. 

Zenginleşme amacı, her açıdan akışkan ve hızlı bir düzeni gerekli kılmaktadır. Fakat bu hız, bir yandan üretirken diğer yandan da düşünceyi yok etmektedir. Heidegger'in belirttiği tarzda düşünsel anlamda bir "çölleşme" meydana gelmekte ve bu kurak arazi, bir enfeksiyon misali insanın dört bir yanı sarmaktadır. Üretim fazlalığı, yaratımı dışlamakta ve her tür aykırı gerçeklik ile yaratımın yok sayıldığı bir vaziyet yeni gerçekliğe dönüşmektedir. Yaratıcının dahi ne hikmetse altı günde yaratıp bir günde dinlendiği bir evrende insan, her daim veriler tarafından sarılmış bir vaziyette sürekli meşguliyet halinde yaşamaktadır. Bu hız, milyonların sefalet içinde yaşamını sürdüğü bir düzende hem her türlü direnişin önüne geçmekte hem de Grimm Kardeşler'in "Tavşan ile Kirpi" masalındaki tavşan misali gözleri hırstan görmez olmuş bir halde kendini tüketip imha etmektedir. Dahası, yerinde duran kişi de hızlı birey de tanımlanabilir olmakta ve tanımlanabilir olan da yutulmaktadır. Kendisine uygun olmayanı dışarıda bırakan kapitalizm, Deleuze ile Guattari'nin ifade ettiği üzere insanın yer ile yurdunu da elinde almakta ve onu parçalara ayrıştırıp sistemin işleyişine entegre etmektedir. Dünya ufak bir azınlığa cennet olsun diye dünyanın ezici bir çoğunluğu sefaleti en uç noktasına kadar yaşamakta fakat herkesin payına düşen düşünsel zayıflık olmaktadır.

Ütopyalar artık hatırlanmaz olmuştur çünkü hakikat defalarca parçalanarak atomize hale gelmiş ve her tür organik, inorganik unsura yabancılaşan uygarlık, düşünsel bir kuraklık içinde kâr üretmek adına bireyi her şeyden yoksun hale getirmiştir. "Yer Altından Notlar"daki gibi insan, bir böceğe dahi dönüşemez olmuştur. Şeffaf dünya, evrene küskün koca bir aşiret olurken bir yamyam misali kendini sindirmektedir.  

Hiç yorum yok: