11 Haziran 2023 Pazar

Şahpar Nil Özer / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 9 Türkiye Yedincisi


Final Yarışması Yazısı

“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.

Mavi Kuşu Büyütmek

Charles Bukowski’nin “Mavi Kuş” adlı bir şiiri vardır. 

Şiir şöyle başlar: 

“Bir mavi kuş var yüreğimde 

çıkmaya can atan 

ama ben ondan güçlüyüm, 

“Kal”, diyorum ona, 

kimsenin seni görmesine izin veremem.” 

Bukowski yaşamını hiçbir zaman bir yazar olarak yaşamamıştır. Ağır ve sürekli devam gelen işlerde çalışmış ama her fırsatı olduğunda masanın başına geçip kendi kendine yazılar yazmıştır. Henüz daha genç ve dünyadaki fırsatların sonsuz olduğu dönemlerde bu yazıları yayınlatmaya çalışmış ama toplumda zorunlu olduğu birtakım mücadelelerle “kendine bir yazar” olmuştur. Bukowski’nin hayattaki temel dayanak noktalarından biri de “denememektir”. O yaşamının geri kalanında bir yazar olmayı denemememiş, birçok farklı işte çalışıp hayatını devam ettirmeye çalışırken bir yazar “olmuştur”. Yazılarını tüm dünyayla paylaşıp paylaşamamak ya da yazarlığı hayatını geçindiren bir meslek olarak hayatına taşımamak bir problem değildir. Yalnızca içerisindekileri bir kağıda dökmek, yazmak onu bir yazar kılmıştır. Bukowski’nin yaşamı ve yazarlığı Maurice Merleau-Ponty’nin Algılanan Dünya adlı eserinden alınan bu alıntı için önemli bir dayanak sayılabilir. 

Evet herkes yalnızdır, Bukowski’nin şiirindeki gibi herkesin yalnız olduğu anda içinden çıkmaya çalışan belki mavi belki pempe belki de siyah bir kuşu vardır. Ama bu kuşu dışarıya çıkarmak her zaman mümkün değildir. Özellikle Bukowski gibi çok güçlüysek içimizdeki yalnızlığı dünyayla paylaşmak çok yersiz, çok gereksizdir. İçimizdeki mavi hüzün hayattaki yaşamı kovalayabilmek için kapalı kalmaya mahkumdur. Sürekli içimizde dönüp çözümleyemediğimiz sorunları, anlayamadığımız hisleri kurcalamak günlük yaşamımızda sırtladığımız mutlu olma çabasını yersiz bir çıkmaza sokar. Ama bu çaba kuşu öldürmeye de yetmez, onu içimizden atamadığımız gibi varlığını yoksaymamız da olanaksızdır. O kuşla yaşamaya mecbur, onun ötüşünün zihnimizdeki ekolarını dinlemeye sürgünüzdür. Onunla konuşmaya çalışsak da biz sandığımız kişiden ne kadar farklı olduğuna şaşar kalırız. Bu yüzden bu denemede içimizdeki mavi kuşun bizi hem kendisine hem topluma nasıl mahkum ettiğini; mutluluğun ne olduğu ve ona nasıl ulaşıldığı üzerine farklı görüşleri, insanın iç düyası ile olan çatışması ve iç dünyanın dış dünyayla olan yok sayılamaz bağlantısını inceleyeceğim. 

Felsefe tarihindeki en temel mutluluk anlatılarından biri Aristotales’e aittir. Mutluluğu “Eudaimonia” kavramı altında “mükemmel” ve “mutlu” bir yaşam ile denkleştiren Aristoteles, mutluluğu ve mutlu bir yaşamı kendi içerisinde tutumlu ve süreklilik gösteren, insanın en büyük potansiyeline ulaştığı bir durum olarak görmektedir. Ele aldığı bu derin hedefle, mutluluğu hayatta ulaşılması gereken bir anlam haline getiren bu düşünce insanın mutluluğu ulaşılması zor bir “ideal” haline getirmesine olanak tanır. Temel anlamında bile “ mükemmel bir yaşam” ifadesi geçen bu anlayış insan yaşamını bir süreçten çok hedefe odaklı bir zaman dilimi olarak niteler. Bu niteleme Merleau-Ponty’nin sözlerinde yer alan “vazgeçememe” durumunu açıklar. İnsanın başkalarının etkisi üzerine benimsediği mutluluk fikri ulaşılması gereken temel hedefse, başka herhangi bir yarar olmaması insanı vazgeçirebilecek bir durum değildir. Mükemmel bir yaşamın karşılığında ilişkilerdeki yararı kaybetmek insanın en temel hedefi olan mutluk karşısında bir hiç sayılabilir. Ancak mutluluk da şüphesiz insana birtakım yararlar getirir ama bu yararlar insan ancak hepliğin içerisindeki hiçlikten kurtulabilirse mümkün olabilir. İnsan başkalarıyla da yalnız ise mutluluğun getirebildiği yararlar kişinin benliğine ulaşmayı başaramaz. Bu durumun anlatısı da Stoacılıktan gelir. Mutluluğu insanın ilişkilere ve durumlara yükleyebileceği bir anlam olarak ele alan Stoacı bakış açısı insan kendisine ve doğaya uygun bir şekilde yorumlamadığı sürece herhangi bir başka durum gibi ilişkilerin de insana mutluluk getirmeyeceğini savunur. Yani her duygu ve yararın temeli insanın bir şeyleri nasıl yorumladığı ve içselleştirdiğine bağlıdır. Merleau-Ponty, bu bakış açısında da “kendimiz olma yükü” ve “fikir sahibi olmaktan bağışık kılmak” ifadeleri ile yer vermiştir. Böylelikle hem insanın dışarıya bağımlılığının Eudaimonia çerçevesinde gerçekleştiğini hem de bu çerçevenin içerisinde zorunlu olarak bir benlik tesiri bulunduğunu vurgulamıştır. Yani hem kendimize bağlı bir mutluluk fikrinden hem de başkalarıyla olan mutluluğumuzdan ikisi bir arada olmadan tam bir verim almak mümkün değildir. İnsan içindeki fikirleri ve duyguları dış düşünceler ve yargılamalarla zorlamadan özel kılamaz. Başka düşünceler olmadan insanın kendisini iyileştirmesine olanak yoktur. Çünkü ortada bir itici güç yoktur. 

Aslında mutluluk probleminin en temeline inildiğinde insanın mutluluğu bir hedef haline getirmesi için de bu itici güç zorunludur. İnsan mevcut durumlarla karşılaştırmadığı ve üzerinden iyileştirmeler ve kötüleştirmeler yorumlamaları yapmadığı sürece elindekinin hangi sınıfta yer aldığını anlayamaz. Farklı filozofların mutluluğu nasıl ele aldığı üzerine çıkardıkları anlamlarla ona ulaşmak için öngörülen yolları karşılaştırdıktan sonra şimdi bu kavramın da aslında benzersiz bir değişken olabileceğine daha yakından bakmak uygun olur. Mutluluğu insan hayatının kalitesini ele alarak bu yönde pozitif bir etki olarak ele alan bir bakış açısının karşısında mutluluğu mutsuz olmama durumu ile bağdaştıran ve  mutsuzluluğun sebebi olarak insanı normal olarak benimsenen belli bir idealden uzak tutan her türlü etkeni alan bir bakış açısı vardır. Mutluluk ve mutsuzluk, iyilik ve kötülük gibi sonradan ortaya çıkan daha özel kavramları temellendiren yegane kavramlar olmak üzere filozofların en büyük odak noktalarından olmakla birlikte psikologların da üzerinde çokça durduğu parametrelerdir. Psikoloji alanında “İnsanların Motivasyon Hiyerarşisi" adlı teorisiyle tanınan Abraham Maslow, ele aldığı hiyerarşi piramidinin en temelinden fizyolojik ihtiyaçlarla başlamakla birlikte güvenlik, sevgi, saygı ve en tepede kendini geliştirme ihtiyacını potansiyel geliştirmek ve mutluluk arayışını temellendirmek için basamaklar olarak ele almıştır. Bu piramidinin her bir basamağındaki tamamlanma bir sonraki basamaktaki mutluluk için yeni bir hedefi ele almış olur. İnsanın doğal ve fiziksel ihtiyaçlarından zihinsel orak gelişimiyle birlikte şekillenmiş olan duygusal ve toplumsal ihtiyaçlara uzanan bu yolculuk en sonunda yine insanın temel ama geliştirilmiş başka bir potansiyeline ulaşmasını ele alır. Bu piramit insanın yaşamını sınırlarını nasıl sürekli daha ileriye taşıdığına dair bir örnektir. Hayatında tamamlanan her bir adımda daha farklı ve de daha gelişmiş bir başka  mutluluk alanına ilerlemek aslında insanın mutluluğu bir çeşit ödül olarak ele almasının arkasında yatan bir sebeptir. Belki de bu yüzden ödül her zaman farklı bir bağlamda yer aldığı için onu net bir anlamla ilişkilendirmek zordur. Her zaman yine kendisinden daha üstün bir kendi olma durumunu ele alacağını bilen insanın içindeki kuştan kurtulması bu yüzden zordur. Kuş ne kadar dışarıya çıksa ya da ne kadar toplumda kendine bir yer bulsa da ileriye doğru yol alan zaman ve hedefler zincirinde büyümeye ve değişmeye mahkumdur. 

Asıl sorun insan büyüdükçe içinde küçük kalan bir kuşun varlığıdır. Beslenmeyen, ötemeyen bir kuşun varlığı da yokluğu da birdir. Nasıl ki bir insan kimseyle ilişki kurmadan, bir diyaloga başlamaya zorlanırsa hiç ele alınmayan ve sorgulanmayan bir iç dünyanın da kendini geliştirmesi olanaksızdır.  dünyanın sorgulanması insanın biraz kendine düşman olmasından da geçer. Kendi fikirlerinden ebediyen memnun olan ve bu memnunluğun yarattığı uyuşuklukla kendisini ve yaşamını daha iyiye kılamayan bir insan dış dünyada da kendisini bulamaz. Çünkü onu rahatsız eden ve bir arayışa iten bir kıvılcım yoktur. Bu durum Bukowski’nin bir başka sözünü akıllara getirir: “Çok uzağa gittik ama aslında hiçbir yere varmadık, Çok uzun yaşadık ama neredeyse hiç yaşamadık.”. Birey yaşamı ve zamanı kendi içerisinde ileriye taşımadığı sürece, vardığı nokta ya da yaşamının amacını elinde değerledirmedikçe karşısına çıkacak farkındalık budur. Bu söz hem işaretlenmesi gereken değişimleri göz önünde buludururken hem de aslında zamanın ve yaşamın sonu gelmez hedeflere ve ideallere yol gösterdiğini vurgular. İçimizdeki kuşun ne kadar yaşayacağı ya da ne kadar ötüp ne kadar uçacağı bizim onu nerede konumlandırdığımıza bağlıdır ama dürüst olmak gerekirse aslında hiçbir şeye de bağlı değildir çünkü gelecek bir bilinmezliktir. Hayatta birçok farklı ilişki, gelişim ve ders çıkarma potansiyeli olduğu sürece kuşun ne kadar ilerleyebileceğini kestirmek belirsizdir. 

Makalenin en başında bahsettiğim “Mavi Kuş” şiirinin en az başı kadar derin ve belki daha özel bir de sonu var:

Geceleri bazen herkes uyurken

Diyorum ki, orada olduğunu biliyorum

bu yüzden üzülme

Sonra onu geri koyuyorum

Ama biraz şarkı söylüyor

Orada, ölmesine izin vermiyorum

Ve biz böyle birlikte uyuyoruz

Gizli anlaşmamızla

ve insanı ağlatacak kadar 

güzel, ama ben 

ağlamam, ya 

Siz?

Çok özel bir edebi eser olan bu şiir, insanın yalnızlığının kırılganlığı ardında yaşadığı yüzleşmenin ve bu yüzleşmenin insanı kendisiyle ne kadar yakınlaştırdığının bir örneği. İnsanın kendi varlığını ve içini fark ettiği anda içinde bir şarkıyı ve hislerini nasıl kolay karşılayabileceğini gösterirken, insanın kendine verdiği bu kısa esin onu sonsuza kadar tek başında olmaktan nasıl kurtardığını gösteriyor. Benliğinin yok olup gitmesine izin vermemekle birlikte onu korumaya devam etmeye çalışmanın yarattığı mücadele evet belki de “Bir insanı ağlatacak kadar güzel”. Ama şiirin sonunda okuyucunun hikayesine dahil olduğunu fark eden Bukowski gibi, belki de “kimsenin onu görmesine izin veremeyiz” ve kendi özel anlaşmamızda her şey yok olduğunda tutunabileceğimiz, dinleyebileceğimiz o kuşun yalnızlığını normal kılmalıyız. Çünkü bu bir bilinmezliktir: Gözyaşlarımız sadece içimizdeki kuşa özel kalmalı mıdır, yoksa başkaları da onun için ağlar mı? 

                                                 

2. Adım Yazısı

“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

Kediler de sevilmek ister, aslında en çok onlar sevilmeyi ister. Belki de sevilmeyi bu kadar istedikleri ve bu isteği bu kadar açık ifade edebildikleri için çok sevilirler, çok çok mırıldarlar. Onlara şefkatle bakan, tüylerini tek tek tarayıp, onları rahat ettirmek için uğraşan insanlara da sevgiyle mırlıyor olabilirler mi? Tarih boyunca insanoğlu hayvanlara karşı üstünlüğünü tek bir özelliğiyle savundu: aklı. Bizi diğer canlılardan ayırdığını tüm kalbimizle inandığımız, bizi özel ve karşı konulamaz yapan aklımız, her birinden birer yüzyılı değiştirecek kadar kutsal fikirler çıkan rasyonel anlarımızla insanlar olarak çok değerliyiz. Hatta o kadar değerliyiz ki, aslında değersizlik biziz. Tüm dünyayı elinde tutma hakkına biz sahibiz çünkü biz aslında en küçük biz hissederiz. Bu kadar küçük aklı olmadan bir kedinin patileri karşısında bile savunmasız kalabilecek minik benliğimiz değerlerimizi beynimize bağlar. Değerlerden bu denli konuştukça, değerlere bu kadar hayran olunca aslında değerler bizden taşıp dünyada dolaşırken ellerimize bakıyoruz: Artık bir şey yok.  İşte o zaman ne rasyonalite ne de sevdiğimiz kediler yardım ediyor anlamlı hissedebilmemize. Ama biz anlamımızı paylaştık, dünyayı anlamlı bir yer yaptık, hedeflerimizi çoktan gerçekleştirdik o yüzden daha da “büyük” daha da “önemli” daha “üstün” hedefler koyduk kendimize. Sonsuzluk bile bizi bekleyemez çünkü bizim durmaya niyetimiz yok. Bu her zaman böyle midir? Bu yazıda neden her zaman olmasa da çoğu zaman böyle düşündüğümüzü, belki de düşünmek zorunda olduğumuzu, kediler gibi bize yemek verme telaşına düşecek “daha üstün” bir ırk beklemediğimizi Nietzsche’nin üstün insan kavramı ile oluşturduğu sistem, Aristoteles'in Eudaimonia ve birçok başka insan icatları perspektifinden inceleyeceğim. 

İnsan için saatlerce sabit durmak, hiçbir şey yapmadan sessizliği dinlemek zordur. Hatta bunun için çok da özel bir fiil vardır: “sıkılmak”. İnsanlar için sıkılmak bir sorundur. Herhangi bir meşguliyete sahip olmamak, üretken davranmamak; tembellik, rahatlıktır. 

Çünkü insan daha varlığının bilinen ilk zamanlarında bile kendisine bir uğraş, yaşamı için bir anlam bulabilmiştir. Bu yüzden ateş değerlidir, bir şeyler toplamak önemlidir. Hareket ve gelişme bir zorunluluktur. Nietzsche de inanlığın ve insan olmanın anlamını bu yüzden varlığının anlamıyla açıklamaya çalışmıştır. İnsanın varoluşundaki temel sorun yaşamın içerisindeki “boşluk” ve “anlamsızlık”tır. Bu yüzde Nietzsche’ye göre insanın kendisini anlamlandırabilmesinin tek yolu yaşamın içindeki bu boşluktan kurtulmak ve yaşamı anlamlandırmasıdır. Bunları yapmak için de kişinin kendisini gerçekleştirebilmesi gerekir. İnsan kendini aşarak ve potansiyelini gerçekleştirerek "Übermensch" olabilir. Übermensch Türkçe çevirisi olarak üstün insan anlamına gelir. Yani Nietzsche’ye göre kendisini gerçekleştirmeyi başarmış bir kişi, üstün bir kişidir. Üstünlüğü insanın kendisiyle karşılaştırmalı bir değişimi gözüyle bakmış olsa da insanın değişim ve birtakım hedeflerle kendisini üstün hissetmesi durumunu o da ele almıştır. Her zaman kendisini aşmaya dünyadaki boşluk hissini kendisine birtakım görevler bularak çözüme kavuşturmayı hedefleyen bu düşünce insanoğlunun hayatının anlamını kendi etkisine bağlamış olması da aklımızla bulduğumuz çözümlere verdiğimiz değeri pekiştirir.


Nietzsche’nin yön vermiş olduğu bir değer önemli kavram ise “eternal recurrence” yani bengi dönüş kavramıdır. Bu kavram aracılığıyla Nietzsche hayatın ve zamanın sürekli döngü içerisinde olduklarını ve hayatımızda yaptığımız her hareket ve etkinin zamanın bir noktasında tekrar edeceğini savunur. Bu da aslında Übermensch kavramı dahilinde bir yaşam yaşayıp yaşamımızda sahip olduğumuz etkilerin tekrarlanmasından memnuniyet duymamız gereken bir düzeyde kendimizi aşmamız gerektiğini ifade eder. Sürekli tekrar eden özenle oluşturulmuş anlar insanı ve yaşamını daha da anlamlı kılar. İnsan bu şekilde tekrar etmemesini istediği bir davranışı ya da beliğini içinden atabilir. Ancak bu kavram insanın ölümle birlikte geçici bir etkiye sahip olduğu gerçeğini biraz örtbas edebilir. Eğer ölümüyle birlikte etkisi de son bulacaksa inanın mükemmelliğe ulaşmasının ne anlamı kalır? İşte bu yüzden bengi dönüş insana geride bırakabileceği bir etkinin de umudunu verir. O zaman insanın tek istediğinin varlığının başkaları tarafından da hissedilmek olduğunu söyleyebilir miyiz?


Kediler her zaman aynı şekilde mırıldamazlar. Hüzünlü, mutlu, arkadaş canlısı ve daha birçok şekilde “anlamlandırabileceğimiz” farklı mırıldayışları farklı ruh halleri vardır. Bilimsel olarak da açıklanmış olan hayvanların hisleri de insanlardan çok farklı olmasa da insanlar bu hisler her zaman  kediler ya da başka canlılar kadar açık bir şekilde dile getiremeyebilir. İnsanın kendisine bile hak tanımadığı bu farklı hisler ve yansımaları bizim kedileri duyduğumuzda ya da kuşların cıvıltılarını hissettiğimizde verdiğimiz bir tepki ile karşılaşmaz. Bu tepkisizlik ve fark edilememe durumu insanları kendi anlamı konusunda endişelendirir. Bu yüzden bazı duyguları büyük bir açıklıkla, tüm dünyaya duyurmak istercesine dile getirmeye çalışmalarımız bizim kendimiz dışında herkesin gözünde var olduğumuzu gösterir. 

 Aristoteles, insanların rasyonel düşünebilme ve ahlaki değerlendirme yapabilme kapasitesine sahip olduğunu ve bunun benzersiz olduğunu savunuyordu. İnsanlar için en yüksek iyi olan Eudaimonia'yı, yani "mutluluk" veya "refah"ı ulaşıldığı takdirde insanın hayatını anlamlandırabilecek en büyük amaç olarak görüyordu. Aristoteles'e göre, insanlar entelektüel ve ahlaki erdemlerini geliştirerek, etik mükemmelliğe erişip Eudaimonia ya yakın bir yaşam sürebilirlerdi. Onun hayatın anlamına mutluluğu koyması ve bunun insanın varlığıyla gelen bir şey değil de birçok farklı süzgeçten geçmesi gereken birtakım yetenekler olması büyük bir tezattır. Bu durum insanın duygularını bile ancak aklının ona kazandırdıkları sonucu yaşayabileceğini söyler. Ancak bu insanın doğumuyla birlikte gelen en saf haline bir haksızlık değil midir? Anlamın ve anlam arayışının ne olduğunu bile bilmeyen bir bebeğin zamanla ailesiyle kurduğu bağın ve yaşadığı sevinç ve hüzünlerin kendisine istediği entelektüel seviyeye ulaştığı için bir ödül veyahut ulaşamadığı için bir ceza değildir diye düşünüyorum. O zaman bazı kavramları ne kadar saf olsa da insanın varlığının üzerine çok fazla şey ekleyecek kadar zorlu bir yolun ödülü olarak bir anlam hali olarak sunmak da çok uygulanabilir değildir.

Nietzsche’nin ve Aristoteles’in varlık ve yaşamı anlamlandırmaya dair kurdukları sistemler ve en uç noktada inanın anlamını hissedebileceğini vadeden kavramlar, aslında insanın kendi anlamı üzerine çok fazla düşündüğünde girdiği döngünün birer önemli örneklerdirler. Kediler gibi mırıldayıp uyumayı ve gözlerini dikip bir şeyler seyretmeyi istese çok güzel bir şekilde başarabilecek olan insanların kendi yaşamlarında bu faaliyetleri küçümsemesi ve sıkıcı bulması aslında kedilere karşı bir ikiyüzlülüktür. Kedileri sevmeyi onlarla vakit geçirmeyi bu denli seven insanların, onların yaşamını bu denli anlamsız bulması oldukça gariptir. Ancak bu ilişkideki ikiyüzlülük insanla sınırlı olmayabilir. Belki de kedilerin anlam bulduğu şey ise insanların yaşayamadığı bu farkındalıktır. Bu yüzden onları hayatımıza çağırıp sevmeye çalışmamız yaşamı görebilmemiz için bize sundukları bir şanstır.

1. Adım Yazısı

“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

-Uygarlıların ikilemi-

İnsan tanımında zaman -şu an için- tek yönde ilerler. Her zaman ileriye, daha da ileriye, durmaksızın, beklemeden, geride çok şey bırakarak, gelişmeyi umarak... "Üretkenlik daha önce hiç yapmadığın şeyleri yapabilmektir" demiş Kafka. Bu görüş zamanın yapısıyla da uyumlu bir özellik göstermekte. Daha önce görülmemiş, bilmediğimiz bir zamanda yapmadığımız bir şeyler denemek bir tür verim, küçük bir dünyada yapılmamışı yapmanın hazzını yaratır. Ancak bu verim kendi içinde birçok kez döndüğünde zaman onu beklemez. Bir bakıldığında artık o üretimin başladığı yerde değil çok daha ötesinde ama baştaki hazzın çok küçük bir miktarını başka yararlarla idame ettirmeye çalışırken buluyoruz kendimizi. Çetin Bey in “Fayda Maksimizasyonu Makinesi” olarak adlandırdığı uygarlık da böyle temellere bel bağlamış olsa gerek. Nasıl ki bir makine duracağı dinleneceği zamanı bilmezse, şöyle bir gözlerini açıp dünyaya bakacak donanımı bulamazsa böyle bir toplum da zamandan kopuk, sahip olmak için tüm gücü harcadığı donanıma erişemeden farkedemediği zamanın en ucunda bulur kendini. Bu sıkıntı aslında insan üretiminde olan her şeyle oluşur. Medyanın, besinin, sevginin ve daha birçok hayati unsurun tüketim hızı ayaklarını yerden kesmiştir insanoğlunun. Bu hızlı döngü içerisine sedece beşeri algımızı almaz, tüm kaynaklarımızı da döngüyü sonuna erdirene dek beraberinde götürür.

 Günümüzde dünya, temelde Stoacı bir etik yapsında ilerliyormuş gibi gözükmektedir. Bilginin üstünlüğü ve insanoğlunun tüm zorluklar sonunda ulaşacağı “mutluluk” olgusuna olan bağlılık, çarkın dönmesine ve her bireyin kendini gerçekleştirmeye olan inancını sürdürmesini sağlar. Ancak günümüzdeki stoa etiği olarak adlandırabileceğimiz görüş, rasyonalite ve bilgi gücünün mutluluğa katkısından çok farklı bir yönde gelişmiştir. Gittikçe artan rekabetçi yapı ve sadece iyinin paylaşılmasının yarattığı kötünün aşağılanması, insanlar arasında ruhsal uçurumlar oluşturmuş, bu uçurumlar arasından tüm fırsatlar ve aranılan gerçek mutluluk akıp geçmiştir. Çetin Beyin anlatımındaki gibi ulaşılan her fayda, bu faydanın değeceği düşünülen bir yarımda sınırlı kesime hizmet etmektedir. Ancak yakından bakıldığında aşırı zenginleşmenin faydasını paylaşan bu insanların bile bu paylaşımı kendi mutluluklarını sağlayabilecek şekilde gerçekleştiremediğini görürüz. Tüm savaş ve anlaşmalardan sonra halen belli başlı gerginliklerin ortaya çıkması, bu kesimin her an başka bir huzursuzluk için hazır olduğunu gösterir. Oysaki temeldeki amaç kendi mutluluğunu sağladıktan sonraki süreçte sahip olunan erdemdir. İşte asıl sorun da o erdeme ulaşılmanın aslında hiç istenmemesi. Rasyonal bir kişiliğe bürünmek kişinin çıkarları ve belli sınırlarından vazgeçmesi gerekir. Hiçbir istek ve kıskançlık duymadan sadece mantığa bağlı ilerleyen kimse zenginliğin sonucu oluşan tatmin duygusunun kıyasını sağlayamaz ve buna bağlı hesaplarda bulunamaz.  Tamamen rasyonal bir düşüncenin etkin olamayacağı bir toplumda ise duygular, mantık adı altında olumsuz yönde evrilebilir. Bu evrim hırs ve bencilliğin insanda yarattığı bireysellik düşüncesi ve hedeflere yönelik odakla adeta bir makine etkisi yaratır. Rasyonal olmaktan uzak, negatif duygularla yüklü kocaman bir toplum ise içerisinde belli başlı güç dağılımları yaratır. Bu dağılımlar günlük mutlulukları belli bir değer görmeyen çünkü mutluluklarını ölçümünü yalnızca kendisiyle yapan farklı bir kesim de oluşturur. Tüm evrene olan ortak etki ise büyük karşılaştırmalar sonucu oluşan üstün kesimin ideallerini daha çok yansıtır. Bu idealler olumsuz duygularla yaratılan hedeflerle dünyaya ve evrene zarar verir.  

Makineleşme ve belli başlı şeyleri genele uygulanabilir hale getirmenin olumlu bir yönü de karşıtlıkların birçoğunu içerisinde barındıran insanın bir ürünü. Bu yönde birçok atılım sağlayan ve Japon iş başarısının da bir kanıtı olarak görülen “Kaizen felsefesi”;  ismini kai -değişim- ve zen -daha iyi- sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. Daha iyiye yönelik bir değişimi söz konusu aldığı oldukça net olan bu görüş, iş dünyasında belirli bir zaman içersinde müşteri memnuniyetini maksimize etmeyi hedeflerken diğer yandan bir felsefi düşünce olarak her zaman iyileşme olarak tanımlanabilir. Bu felsefenin sonuçlarının maddi anlamda da kar getirisinin bu kadar net olmasının temelinde bu görüşün hangi amaçla uygulandığı vardır. Bu görüşe göre bir işi başarmadaki temel sır sürecin önemidir. Yani en başta bahsettiğim tek yönde yol alan zamanın etkisi en temelde ele alınmıştır. Düzenli bir ekip çalışmasının öngörülen süreçte tamamlanması ve grubun her bireyinin elindeki sorumluluğa en iyi şekilde bağlı kalması aslında toplumun oluşumundaki ve toplum içerisinde yaşama devam etmedeki en önemli ve temel sebebe ışık tutar. Sedece belli bir amaca ulaşmayı del aynı zamanda bu amacı oluşturmak için belli başlı problemlerin gözlemlerin de yapılması çok önemlidir. “Problemler gelişim yaratır” bakış açısı aslında problemleri farketebilmek için de bazen memnuniyetsizliğe hatta sadece olumsuzluklara odaklanmayı da içerisinde barındırır. Bu durumda aslında “Fayda Maksimizasyon Makinesi” aynı zamanda “Problem Çözme Makinesi”dir de. Çetin Beyin çoğunlukla değindiği çok küçük bir grup arasında paylaşılan fayda, para ve güç gibi özellikler taşıması sonucu aslında sadece zenginleşme yönündeki bir değişime değinmektedir. Ancak değişimin ve bir şeyleri geliştirmekteki bu denli başarının pozitif sonuçları da vardır. Zenginlik dışında her gün yaşadığımız problemler birçok farklı iş kolu içersindeki rekabet sayesinde ihtiyaç durumunda olan birçok insanın hayatını kolaylaştırmaktadır. Teknolojiyi ve gelişimi her zaman doğa ile bir kavga içersinde görmek bu kesimin medyada daha çok yer bulmasıyla ilgili bir sorun olabilir. Olumlu ve olumsuz sonuçları bulunan bu süreklilik değerlendirildiği bakış açısına göre bizi kozmosun çok daha ilerisine taşıyan bir araç ya da ondan gittikçe uzaklaştırıp kendi küçük evrenimize biz hapseden bir kin olabilir.

Bir sonuca varmak gerekirse hayatı kolaylaştırmak ve verimliliği arttıran birtakım kodları hayatımızda sürekli mevcut bulundurmak farklı sonuçlara neden olabilir. Bu durumun toplumun belli kesimlerini dışlayan bir eksende kullanımı, oldukça irrasyonel bir bencil bilinç sonucu uzun vadede yaşama birçok zorluk getirir. Sadece dünyevi ve maddi bir güç uğruna tüm toplumun kaynaklarının kullanılması bu kararı veren kesimin öngördüğü rasyonallik karşısında hırsına yenik düşmesinin bir sonucudur. Gerçek anlamda aklın özelliğini ele alan ve bu yolda mutluluğa da bağımsız bir iradeyle ulaşarak erdemi elde etmeyi hedefleyen stoacılık bu noktada bu kesimin bürünmek istediği bir karakter olsa da amaçların bencilliği ve stoacı düşüncenin asıl temelde aldığı doğaya uygun yaşamdan oldukça uzaktadır. Öte yandan bu düşünceyi gözlem ve problem çözme yeteneği ile elde bulunan bilgilerden titizlikle yararalanılması sonucu zamana verilen özele göstermeyi hedefleyen Kaizen bakış açısı, bir teorist olan kurucusu Masaaki Imai’nin rekabetçi başarıya doğal çözüm ahlakını gösterir. Bilgi ve gelişimi nasıl kullanacağına karar verme yetkisi en nihayetinde insanda bulunur. Bir toplumda bu iki aşık açısı da yer alıyorsa daha birçok iyi ve kötü yol için de ihtimal vardır. Kozmosun bize karşı sabırlı olmasını dilemek ve doğru yolu bulabilmek için kendimize dönmek en önemli çözüm yolu olacaktır. En nihayetinde her problem gibi kötülük problemi de çözümünde gelişimi getirir. 

Hiç yorum yok: