11 Haziran 2023 Pazar

Deniz Ali Demir / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / istanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Dokuzuncusu

Final Yarışması Yazısı

“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay. 

KURT-INSAN VE MAKINE-INSANIN ÇATIŞMASI

İnsan, doğduğu andan ölene dek kendisiyle olacak tek kişidir. İnsan doğal bir durum olarak tüm iliklerine kadar yalnızdır ve yalnız olmaya mahkumdur. Bu yalnızlığı unutmak için kafasında oluşturduğu bir ilüzyona inanmak durumundadır. Bu ilüzyon sosyal bir kabul edilişle benliğini başka insanlara teslim etme şeklinde ortaya çıkabilir. Kendi kendiliğiyle barışık olmayan ve yalnızlığını 'evet'leyemeyen birey başka bir kaçış yoluna sahip değildir ve kendinden fiziksel bir yok oluşla vazgeçmek yerine psikolojik bir ölümü tercih edebilir. Bu psikolojik ölüm kişinin ebedi yalnızlığına karşı geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır. Bu deneme, insanın başkalarından vazgeçemeyişini ve kendi olma yükünü omuzlarından atma tutkusunu edebiyattan ve sinemadan karakterler arası kurulan benzerliklerin yanında şiir dizeleri ve aforizmalarla açıklayacaktır.

Dostoyevski'nin karakteri suçunu bilir ve cezasını ararken -benliğinin, yaptıklarının ve yaşadığının farkındadır- Kafka'nın karakteri cezasını bilerek suçunu arar. Kendi iradesini 'diğerleri'nin eline bırakmıştır, hayatının hakimiyetine sahip değildir ve kara yılan efsanesindeki adam gibi içine girip bir defa onun iradesini ele geçiren yapı kişiyi özgürsüzlüğe bağımlı hale getirir. İnsan sahip olduğu tüm özgürlüklerin sonuçlarını kabullenmenin getirdiği Bulantı ile yaşamaya mahkumdur ve onu bu tutsaklıktan, özgürlüğün esaretinden kurtaracak fırsata sıkıca sarılır. Kendi özgürlüğünü kullanarak özgürsüzlüğü seçer. Seçme hakkını teslim edecek ve onun yerine seçimlerini yapacak olan otorite, bir lider veya sosyal bir yapılaşmanın ötesinde kendisini kaybederek gerçekliğini unutması şeklinde meydana gelebilir.

Kendiliğini teslim etmenin siyasi boyutunu incelediğimizde birey kendi içindeki şeytanlaştırılmış düşünceleri kabullenecek bir lidere ihtiyaç duyar. Bu lider kültürel bir propaganda yaparak ve hedef kitlesindeki topluluğun geçmişteki tarihi aşağılanmalarını tekrar gündeme getirerek onları ait hissettirir. Bir kere bu aitliği hisseden kitle artık körü körüne bir tutkuyla kafalarında karizmatikleştirdikleri bu lidere düşük otokontrollü benliklerini adayarak özgürlüğünü liderin eline verir. Lider ise kendi kabul görmemiş taraflarını, muhalifi şeytanlaştırarak ve kötücül benliğini muhalife projekte ederek, kendi ne ise karşısındakini o olmakla suçlayarak bir kurtuluşa erer. Bu iki taraflı bir kurtuluştur: hem birey kendiliğini liderle hem de lider kendiliğini paylaşılmış sosyal travması olan kitlesiyle birbirine benimsetir ve ortaya tek bir kendilik çıkar. Otoritenin seçimlerini yaptığı tek bir benlik altında devasa insan yığınlarını kapsar. Fakat bu 'sorumluluktan kurtuluş'a bağımlı olan kitle için geri dönüş yolu çoktan geçmiştir ve kişiler bireyselliğini kaybeder. Liderine yapılan saldırı, ona yapılan saldırıdır. Lideri ne derse o'dur. Kitlesel teslim oluşta yalnızlık böyle unutulur. Robotlaşmış, itaatkar, adeta bir makineler topluluğu oluşur.

Camus, Sisifos Söyleni'nde insanın içindeki kendiliği ve yabancılaşmada kaybedilen şeyi bir kurt olarak görür: "Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu. Yaşam karşısında uyanıklıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izlemek ve anlamak gerekir." İnsan iki uçlu bir çubukta kurt-insan ve makine-insan spektrumunda incelenebilir. Kurt-insan bireyin özünde olduğu, dürtüleri ve hedeflerini kaybetmemiş ve anı yaşayan bir yapıda iken makine-insan gittikçe yalnızlaşan modern insandaki sonsuz bir kabul ediş ve kavrayış sonucu meydana gelen kan dondurucu potansiyellere sahip mekanikleşmeyi temsil eder. Her şeyi bilimsellikle anlayan ve açıklamalar bulan günümüz çağı insanı, onca kavrayışın içinde tepkisizleşir, hissizleşir. Hissizleşmenin ve kendini unutmanın barındırdığı potansiyel Himizu adlı filmde bir şey hissetmek için tanımadığı bir insanı öldürdükten sonra "Kim olduğumu söyleyin bana, kimim ben?" diye nidalar atan karakterde gözlemlenebilir.

Yaşam kişi için bir tiyatro sahnesine dönebilir ve içlerindeki tepkisizliğin üstünü örtmek için bireyler rol yapmaya başlarlar, sahteleşirler, samimiyetsizleşirler. Dazai'nin Öğrenci Kız adlı eserindeki karakter "Artık yaptığım rolü, rol yapmamış olmak için yapmadığımda bile yeni bir role bürünmüş oluyorum." der ve özünde ne kadar büyük bir hiçlik içerisinde kaybolduğunu olduğunu vurgular. Modern insanın düştüğü durum da rolleşmelerin içinde kaybettikleri benliklerine kavuşamamalarıdır. Fakat rol yapmada insanı güvende hissettiren, tepkililiğin sorumluluğundan uzaklaştıran bir memnuniyet vardır. Bir aktör ya da bir kamera gibi hissetmenin getirdiği yabancılaşma insanı yabancı olma duygusuna bağlar ve bu bağlılık bireyin bunu savunma mekanizması olarak kullanmaya alışmasıyla psikolojik problemlere yol açabilir.

Kendilik kavramından kopmaya bağımlı olan birey bir süre sonra gerçeklik algısını yitirerek varoluşunu unutabilir. Camus'nun Mersault karakteri öylesine 'yabancı'dır ki bir cinayet işlediğinde ne yaptığı eylemin ne de eylemin getirdiği sorumlulukların farkındadır. Kendini tamamen soyutladığı bu gerçeklik onun gerçeği değildir artık. Böylesine bir bağlantı kopuşu psikolojide disosyatif rahatsızlıklarla açıklanır. Özgürlüğün getirdiği buhranı yaşayan Sartre'ın karakteri bir diyalogun ortasındayken "Bulantı bir anda üzerime çöktü. Kim olduğumu, nerede olduğumu, ne yaptığımı bilmiyordum. Görüşüm kendi kendine dönmeye başladı." diyerek anlattığı durum insanın çevresiyle zihinsel bağlantısının kesilmesi durumunda ortaya çıkan bir derealizasyon atağına oldukça benzerdir. Bu buhran bir düşünce olmaktan öteye geçerek insanın zihnini ele geçirir ve onu kurtarmak için gerçeklikten kopuşu bir savunma mekanizması olarak kullanmaya başlar. John Malkovich Olmak adlı filmde karakterler hayatı birkaç dakikalığına başka birinin vücudunda yaşamak için tutkulu bir arzuya sahiplerdir ve bunu bir kez deneyimleyen karakter tekrar tekrar deneyimleyebilmek için dehşet verici bir çaba gösterir. Bu bir tür zihinsel cennettir, kurtuluştur. Bir süreliğine yaptığın hiçbir aktiviteden ve seçimini yaptığın hiçbir karardan sorumlu olmamak insanın benliğini kaybetme ve başkalarına teslim etme arzusunu tetiklemekle kim olduklarını unutabilecekleri psikolojik bir ölüme doğru sürükler. Filmdeki karakterlerin yaşadığını, disosyatif rahatsızlığı olan bireyler kendi vücutları içinde yaşar: kendileri olmadıklarını hissederler, bedensel ve çevresel bağları koparak dünyayı başkasının gözlerinden seyrediyormuş yanılgısına kapılarak asıl kendilerini bir tür korumaya alırlar. 

Nietzsche'nin "İnsan duyacaklarından korktuğu için gerçeğe kulağını kapatır." sözüyle bireyselliğini kaybeden bireyin gerçeğe kulak asmamasının sebebini gerçek dünyanın ona getirdiği sorumluluklardan ve yaşamaktan -yaşamaktan kasıt kendin olmaktır, kendin olmadığın bir yaşam yaşanmamıştır- korkmasıdır. Yaşanmamış bir yaşamı yaşamasıdır. Anne Sexton, "sıfatları yoktur korkunun/fakat yine de boğan seni/korkunun ta kendisidir" diye yazmış ve suda boğulmaktan korktuğu için boğulmaya çalışmasını fakat boğulamayışını anlatmıştır, Suda Boğulma Denemeleri adlı şiirinde. Gerçeklikten korkan insanın da gerçekliğin içinde boğulması aslında imkansızdır. Onu boğan durum korkusudur ve korkusundan kurtulduğunda gerçeklikte zaten boğulmayacaktır. Bu korkudan kurtulması için de içinde bulunduğu sonsuz yalnızlığı 'evet'lemesi ve gerçekliği kabullenip  aşması gerekmektedir.

"...ben daha yaşarken bana bir hayalet rolü oynatıyor ve besbelli bir kişilik olmak için, var olmaktan vazgeçmem gerektiğini ima ediyor." diyerek parçalanmış benliğinin nasıl gerçeklik ve dünya tarafından hayaletleştirildiğinin farkında olduğunu belirtir Andre Breton, Nadja adlı eserinde. Kişi ancak bireyselliğini ve yalnızlığını kabullenip parçalanmış benliğinin parçalarını toplayarak, ona var oluşundan vazgeçmesiyle bir toplumsal kişilik adayacak olan sisteme karşı, asıl benliğine uygun bir kişilik bir araya getirebilir. İnsan; başkaları olmadan mutlu olmayı, kendisi olmayı bir yük olarak görmemeyi öğrenmek için kendisini başkalarının iradesine teslim etmeden ve bu kişileri tanımadan önce dönüp kendisini tanımalıdır. Bireyin kendisiyle tanışması ve başkasıyla tanışması arasında çok bir fark yokken, kendimize dönmek her zaman daha zordur. Kurt-insan kendinde dönükken, makine-insan başkasına dönüktür. Yaşamımız boyunca içimizde birikmiş tüm nefretsellik, kendi kendine duyulan kin insanda acıyı hak ettiğine inanmaya ve kendine duyulan bir tiksintiye dönüşür. Bu sebeple birey kendine dönmekte zorlanır. Burada ihtiyaç duyduğu içindeki birikmiş başkaldırının yönünü değiştirmektir. Kendine karşı beslediği başkaldırıyı dış dünyada var olmasına karşı yaptığında ancak kişi gerçekliği kavrayabilir. Kafka'nın karakteri aksine suçunu değil cezasını arayacaktır artık çünkü suçu dış dünyaya başkaldırısıdır ve bunun farkındadır. Bir kurt gibi uluyacaktır ve kurt-insan olarak varoluşuyla bir başkaldırı ortaya koyacaktır. Kurt-insanın yaşam biçimi klasikleşmiş Ölü Ozanlar Derneği sloganıyla "Anı yaşa!"maktır. Daha önce hiç yaşamamış gibi hissedecek kadar anı yaşayarak kendi yalnızlığıyla barışık bir hayat sürecektir bu yalnız kurt.


2. Adım Yazısı

“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder.
İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

İNSANIN ANLAM ARAYIŞINDA KAVRAYIŞ VE ÖLÜME TESLİM OLUŞU

İnsan, sahip olduğu çevresel ve öz farkındalık potansiyeliyle hem hayatı boyunca kurduğu bilgi kulesini Descartes'sal bir şüpheye teslim etme noktasındaki öz bilinçililik hem de yaşamın anlamını iliklerine kadar kavramak için kendini yoran bir dış bilinç geliştirebilir. Diğer canlılardan böylesine bir 'farkındalık' kabiliyetiyle ayrılmak insanın başının etini yiyip bitirecek iç sesin bir laneti midir? Descartes'in "Düşünüyorum, o halde varım." sözü çağlar ilerledikçe "Kavrıyorum, o halde kabullenirim."e dönüşmüştür. Bilimin gelişmesiyle hayatımızın içindeki en küçük etkenler için kolayca bulabildiğimiz açıklamaların bilgisiyle ortaya çıkan birey düşünmekten gittikçe uzaklaşır, ona düşünecek bir çıkarım kalmadan önüne sürülür nedensellikler ve kavraması beklenir. Kavramaya alışan birey pasifleşip kendinden ve çevresinden uzaklaşma eğilimine girerken hayata derin bir anlamsallık katma derdiyle ölümün yol açtığı anlamsızlık ve hiççilik labirentine giriş yapar. İnsanla ve evrenle ilgili kavradığı onca durumu ölümün kollarına kendini bırakmak uğruna mı kavradığını düşünürken lanetlendiğini fark eder. Fark etme lanetiyle lanetlendiğini fark etmesi bu lanetleniş-fark ediş döngüsündeki en uç fark ediş olur. Bu deneme, modern insanın anlam arayışında kayboluşunu edebi eserler ve sinema kurgularıyla kurulan bağlantılarla açıklayacaktır.

"Bu modernlikti bizi hasta edebi -tembel barışlar, korkak tavizler, modern Evet ve Hayır’ın bütün erdemli kirliliğiydi. Her şeyi 'kavradığından' dolayı her şeyi 'bağışlayan' bu hoşgörü, bu manda yüreklilik, bizim için scirocco’dur." diyerek modern insanın boyun eğen anlam arayışını ve kavrama merakını kınar Nietzsche, Deccal'de. Bu tip bir insan öylesine bağışlayıcı bir kavrayış içindedir ki ona yapılacak bir ihanetin bile arkasında yatan psikolojik sebepleri centilmen bir telafi etme yolu olarak görebilir. Duygulardan gittikçe uzaklaşır ve her aksiyonunu hoşgörüyle temellendirir. Kim olduğuna, nereden geldiğine, ne istediğine ve sonuç olarak benliğine yabancılaşır. George Lukacs'ın "şeyleşme" kavramındaki şeyler, yani modern kavrayış, özne olmuş; insanlar nesne olmuştur. Kavrayışın kontrolü ele geçirmesine izin veren modern insan eninde sonunda kendini kaybederek nesneleşir.  Bunun yanında Yakınçağ yabancılaşmasındaki nesneleşme sürecini tetikleyen önemli tarihsel etkenlerden biri Sanayi Devrimi'yle ortaya çıkan emek-işçi yabancılaşmasıdır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken yaşamın derinliğini ve asıl olması gereken içeriğini daha iyi anlaması beklenecek insan daha çok keşfettikçe ve teknolojiye uyum sağladıkça hem yaptığı işe, insanlara, kendine yabancılaşan hem de artık bilimsel açıklamalarla üstünü kapatabildiği doğaüstü inançlarla maneviyatını güçlendiremeyen modern insanın benliğini koruyabilmesi gittikçe zorlaşır.

"Makinalaşmak İstiyorum!" diye trrrrum'lar Nazım Hikmet. Makineleşen dünyaya karşı makineleşmeyip içindeki insani parçalara tutunarak kendi özünü görmeye çalışmak ve makineleşme arzusu, anlam arayışı uğruna insan zihninde bir savaş verir. İnsan zihni bu noktada makineleşmeyip özüne sadık kalırsa her şeye derin ve şiirsel bir anlam, ebedi bir sonuçsallık yüklemeye çalışır. Fakat ölüm, ebedi bir amacın ya da anlamın da ölümüdür. Ölümlülük çıkmazı insanlığın sahip olduğu en çaresiz çıkmaz ve kusurdur. Ölüm öncesine meal biçmeye çalışan insan her davranışını, sözünü, kararını sorgulayıp aklında tekrar tekrar oynatarak kendini yargılayan mükemmeliyetçi bir döngüye girer. Oysa ki mükemmel bir yanılsamadır ve ölümlülüğün varlığının yanında mükemmel bir hayat anlamı bulmak imkansızdır. Siyah Kuğu ve Whiplash adlı filmlerde anlatılan mükemmeliyetçi sanatçı hikayelerinin her ikisi de seyirciye rezil olup kusurluluklarını yaşayıp kabullendikten sonraki performanslarında mükemmel oldukları ilüzyonuna kapılırlar. Hayattaki her insanın kaderindeki o kusur da ölümdür fakat öldükten sonra kusurluluğumuzu fark etmemiz bir işimize yaramaycaktır. Çok üzerine düşünülerek arayış içinde yaşanan bir hayat kusurluluğu ve anlamsızlığının absürdlüğü kabullenilmedikçe insanı asıl yaşamın kendisinden çok uzak, düşünceli, nihilist noktalarına çekerek bireyin kendine acı çektirir.

"Kendimizi kedilerin sahibi sanabiliriz ama öyle değildir. Kediler basitçe arkadaşlıklarının zevkini yaşamamıza müsaade ediyorlar." diyerek ben-merkezli insanın bir kediyi kendi anlam arayışına dahil etmeye çalışması fakat canlının kendi kusurluluğu ve canlı etkileşiminin asbsürt basitliğiyle kurulmuş bağın ne kadar "kasıntı"lıktan uzak olduğunu açıklamıştır Genki Kawamura, Bir Gün Kediler Dünyadan Yok Olsaydı adlı romanında. Ölüm, kendi varoluşunu sorgulayan insana bakıp mırlayan bir kedinin umursamazlığı kadar vardır ve gerçekleşecektir. Mırlayan kedinin karşısında bulantı dolu bakışlar vermek değil, kusur ve anlamsızlıkların varlığını kabul ederek o kediye karşılık mırlamayı seçmektir yaşamak. 

1. Adım Yazısı


KAFESTEKİ ÇOCUĞA DÖNÜŞ: VAROLUŞ SANCISI VE ÖLÜM ÇIKMAZINDAN KURTULMA

"Bahçıvan bir gül fidanı besleyebilir de, kurutabilir de; ama onun gül fidanı değil de, bir meşe palamudu olmasına karar veremez" diye anlatır Horney, Çalınan Çocukluk'u.  Çocukluğun getirdiği şeffaflık, Nietzsche'ye göre üst insanlık, onun meşe palamudu olmasına karar vermeye çalışılarak elinden alınır. Henüz dünyanın onun varoluşuyla ilgili yapacağı acımasız yargıları umursamadan gül fidanlığını bir gül fidanı gibi yaşayacak, zamanla dikenlerini de filizlendirerek gelişecektir fakat dünyanın insanın üzerine koyduğu varoluşsal bulantıyı temsil eden bahçıvana batar bu dikenler: Bahçıvan özgürlüğün getirdiği kafestir ve eline aldığı makasla "özgürlük" adı altında biçmeye başlar gül fidanını. Onu meşe palamudunun kafesine sokar, üst insanlığını elinden alır ve gülün tek tek kestiği dikenlerini, özgürlüğünün getirdiği sorumluluğun katlanması gerektiği sonuçlarıyla tehdit edercesine batırır güle. Kendisi olma olgusuna veda ederek psikolojik bir ölüm yaşar çocuk. Bulanmış, kayasının altında ezilmek üzere ya da meşe palamudu olmaya zorlanmış bir benlik girdiği bu kafesten nasıl çıkar? Bu deneme; insanın varoluşuyla yaşadığı çatışmayı ve onu kıpırdamasını engelleyecek, melek yüzlü şeytan edasıyla yaklaşacak olan özgürlüğün getirdiği kafese girişini varoluşçu düşünürler ve gizdökümcü edebiyattan örneklemeyle açıklayacaktır.

İnsan kendinden habersiz bir biçimde var olmuştur. Mümkün müdür ki ona sorulması var olmadan önce? Sartre'nin bulantısal tasvirindeki insana var oluş zigot olduğu anda onun başına konan ve ölene kadar uçmadan, gözünü kırpmadan duran bir baykuş gibi musallat olmuştur ve sürekli öterek karanlığı anımsatır ona. Çoktan var olmanın tutsağıdır ve var olmanın getirdiği bütün özgürlük ve sorumluluklar onu bir bataklıkmışçasına aşağı, zihninin anlamdan uzak derinliklerine çeker. Anlamsızlığın getirdiği nihilist kıvılcımlar gittikçe büyüyerek bireyin dünyayı kendi gözleriyle görmesini engeller. Benlik bir otorite gücü tarafından değil, kişinin kendi bulantısıyla kafese kapatılır. Asıl ve en acılı kafestir bu, kişinin kendi içinden çıkan. Varoluş öylesine utanç vericidir ki birey benliğiyle kararlarını özdeşleştirip, seçimleriyle bir gördüğü özü ile üstüne yıkılan tüm sorumluluklarının ona getirdiği dehşete karşı yenilir. Hayat boyunca gittikçe artar bu bulantı. Her gün yapılan yeni hareketler, verilen yeni kararlar dikenleriyle batar insana. Varoluşumuz içi hava dolu bir balon gibidir ve gittikçe batırılan iğne sayısı artar balona. Balon ise direnir patlamadan ve kendi deliklerini tamir etmeye çalışır.

Nietzsche'nin üst insan görüşünde insan hep eksik bir varoluş içindedir ve üst insan olmak için kendini aşmaya ve eksikli varoluşunu tamamlamaya çalışır sürekli üst insana ulaşmak için. Peki ya bu eksiklikler doğuştan mı gelir? İnsanın doğduğunda bir çocuk olarak üst insanı temsil ettiğini söyler Nietzche. Henüz hiç iğne batırılmamış bir balon, binlerce türden dünyevi kafesin içine henüz sokulmamış bir benliktir çocuk. Fakat Çalınan Çocuk'taki bahçıvan geldi mi ona da batıracaktır ilk iğnesini. "Sen meşe palamudusun!" diyecektir ona ve üst insanlıktan düşüşüne yol açacak domino taşı etkisinin ilk hareketini vurmuş olacaktır. Benliğin zihnine bir kere girer bu sözcükler ve artık dış dünyanın etkisi bile olmadan zehirlenen bu zihin kendi iğnelerini kendi üretmeye başlar. Uyuşturucuya bağımlı bir birey gibi insan beyni, kendine batıracağı bu iğneleri bir yolunu bularak elde eder ve kafesini kendi örmeye başlar: örgüden bir kafes çıkar ortaya. Dış dünyanın da tetiklemesiyle bu "üst insanlıktan düşüş kafesi"nin insanın tüm benliğini hapsetmesi kaçınılmaz hal alır.

Sosyal dünyanın bizim kafesimize eklediği örgülere baktığımızda hayatımız boyunca yaptığımız sosyal, siyasi ve toplumsal birleşmeleri sağlayan her türlü eylem bizi başka bir kalıp yargının kafesine sokar. Birlikte vakit geçirdiğin, herhangi bir düşüncesini olumladığın bir grup insanın diğer insanlar tarafından ön yargılaştırdığı niteliklere sen de sahipmişsin gibi görülür. Hayatımız boyunca örgüsünü devam ettiririz bu kafesin: politik örgüler, cinsel örgüler, varoluşsal örgüler, ... Hepsi birleşerek bizim için bir ön yargı algısı oluşturur. Kafesin dışarıdan gözüken kısmıdır bu.  Husserl’in fenomenolojisiyle var oluş ve tüm yüzeysellikler paranteze alınarak kalıp yargısal bakış açıların ötesine geçilmelidir. Birey kendine dair ön yargılarını, duyusal geçmişini ve yaşadığı akılda kalıcı olayların hepsini paranteze alarak ancak kafesin ötesini görmeye çalışabilir. Var oluşun ve  parantezin arasındaki tüm bulantıların içinde kaybolan o öz aranır durulur. İnsanın özü bir inciyse, kafesi açılması zor bir istiridye kabuğudur. İstiridye kabuğu da estetik olarak güzel gelebilir bir insana fakat inciyi görene kadardır yalnızca bu yanılgı. Kafesini beğendiğini sanan insan da kendi özünü gördüğünde ancak "kafesini beğenme kafesi"nden çıkabilir.

“Varım, varım, varım,” diye haykırır Sylvia Plath, Sırça Fanus adlı romanında. Var oluşunu olumlamayı amaçlarken kendini her türlü öznellikten arındırmıştır. Bu olumlama girişimi bireyi özünden uzaklaştırarak var olduğu gerçekliğinin bilinmez dünyasına çeker. Proust’un “Ben sadece atan bir kalptim.” sözüne de aynı biçimde bilinmezlikle özdeşleşmeye yol açmasından dolayı karşı çıkılır. Bu örneklerde varoluşun kafesi hissedilmekle birlikte sevilir, hatta onunla bir olmak arzulanır. Varoluş güzel gözükür insan gözüne bir istiridye kabuğu gibi ta ki özü temsil eden inci açılana kadar kabuktan.  Özünü gören insan kafes parmaklıklarının arasından dışarıda neler olup bittiğini görmeye çalışmayı bırakır ve kendine döner, kendini tanımaya ve meşe palamudu olmadan önce ne olduğunu hatırlamaya çalışır. Bunu yaptığında bir sihir olur adeta ve kendine bakan insanın kafesi, infaz edilen mahkumun asma ipinin kopması ve ölümden dönmesi gibi, görünmez oluverir. Kafes kalkar ortadan ve birey benliği ve özüyle özdeşleşir, şimdiye kadar kendi haricinde özdeşleşmeye çalıştığı onca şeyden sonra. Fakat insanın özünü bile terk etmeyecek bir gerçeklik çatışması vardır: Ölümün kafesi.

Sartre “İntihar dünyada var olmanın başka bir yoludur.” diyerek intiharı bir var olma aracı olarak görür. Oysa olumlanılması gerekilen şey özdür. Özsüz bir varoluş; kansız damarların, kalpsiz kanın işe yaramayacağı gibi işe yaramaz. Elde vardır fakat işlevsizdir, sadece vardır. Vücudunun objeleştirilmesini ölümle bir sayan Sylvia Plath, Lady Lazarus adlı şiirinde "Ölmek,/Her şey gibi, bir sanattır,/Bu konuda yoktur üstüme." diyerek yaşamı boyunca kapatıldığı cinsel kafesle her zaman zihninde olan ölüm kafesini birbirlerine benimsetmiştir. Asla bizi terk etmeyecek olan ölüm kafesi; bize bambaşka kafesleri anımsatır durur ve bireyin kurtuluşu gittikçe zorlaşır. İncisinin parantezlerinin arasından absürtçe parlayarak herkesin ağzını olası tüm eleştirel ve hayranlıkla dolu açılarda açık bırakmasına göz yumamaz sancılı. Gözlerini kapatıp üçüncü şahıs bakış açısıyla kendini düşündüğünde bilinmek için bekleyen bir öz değil, ağızsız ve gözsüz bir yüz görür; bu yüze hiçliğin bıçağını saplar. Gözlerini, ağzını baştan yaratmak yerine onu yok eder ve kanlarından alnına “ölümü seç” yazar. Öz, henüz çiçeklenmeden bulanmış ve kırmızıya boyanmıştır. Bütün seçim haklarının getirdiği bulantıya ölümü seçerek son verme çıkmazı, anlam arayışı labirentinin olasılıklarını ortadan kaldırmıştır.

Camus’vari bir çıkar yol bulacak olursak: Varolduğunu ve bunun nedensizliğini bilmek yeterlidir. Varsın, varsın, varsın: varız ve neden varolduğumuzu bilmemiz imkansız. Varolmak için bir aracı aramaya gerek yoktur. Varoluşumuz zaten bu dünyaya getirebileceğimiz en büyük isyandır. İntihar halatının sıkıca çekildiği noktayı tetikleyen tüm etkenlere karşı basit ve bunaltıyı savururcasına ortaya absürtlüğün farkındalığı konularak varolma araçları kenara itilir, varoluşçuluğun halatları kopartılır. Biyolojik evrim teorisinin son aşamasının bilişsel karşılığıdır bu: Ayaklanılır, baş kaldırılır, bireysellikle bağımsızlık ve kurtuluş elde edilir. Hiçbir şeyin mükkemmel olmayışını ve absürt oluşunu kavrayan insana bir konfor hissi ve sorumlulukları üstlenmeyi sorun etmeme umursamazlığı dalgası vurur, bulantıdan çıkış yolu gözükür. Artık absürtlüğün baş kaldırısıyla var olan kişi özündeki parçaları birleştirerek büyük resmi görür, Stoacı bir tavırla kendisinin en iyi halini ortaya çıkartır. Bir anka kuşunun yeniden doğuşuymuşçasına kusursuzluk ve sorumsuzluk, kalıp yargı ve öz, özgürlük ve mahkumiyet diyalektikleri sentezlenip birbirine dolanarak özün bilgilerini dengeler. Umutsuzluğun küllerinden yeniden doğar birey. Sahip olabileceği tek kurtuluşla hala buradadır ve dünyaya karşı sahip olduğu bu yeni bakış açısı onu kurtarabilecek tek şeydir. Camus’un “Hayatın asıl anlamı seni kendini öldürmekten alıkoyan şeydir.” sözüyle bulur kendini. Böylelikle tutunur insan dünyanın onu sürüklediği uç noktaların arasındaki dengeye ve bu dengeyle özünü baştan bilir, baştan görür daha önce görmesini engelleyen onca perdenin arkasındakini. Kafesin örgüleri bir bir çözülür, arkasında korkuyla bekleyen o küçük çocuğa varılır eninde sonunda. İçindeki küçük çocuğu sanki sen değilmişsin de senin çocuğunmuş gibi bir şevkatle yaklaşarak baştan tanımaktır kafesten çıkış.

Hiç yorum yok: