11 Haziran 2023 Pazar

Taylan Özgür Çelik / Özel Sanko Fen ve Teknoloji Lisesi / Gaziantep / DüşünYaz 9 Türkiye Sekizincisi


Final Yarışması Yazısı

“Yaşamdaşlık, uygarlığımızın yetmezlik noktasının özetlendiği, "yaşam insan için var, yaşam benim için var" kendiliğinden kabullenişinin, "insan yaşamın bir parçası olarak ve onun için var, ben de bu yaşam ağı için varım" anlayışına geçişi demek. Orman-yaprak metaforu ile anlatırsak; yaprağın, ormanın kendisi için var olduğu zannından kurtularak, kendisinin orman için olduğu gerçekliğini anlaması demek.” Türker Kılıç, Yeni Bilim: Bağlantısallık - Yeni Kültür: Yaşamdaşlık, Ayrıntı Yay

Töz Olmamanın Dayanılmaz Hafifiliği 

Türker Kılıç'ın yukarıda verilen alıntısında aslında insanların doğadan kopuk olmasının getirdiği yanlış düşünceler sonucunda bencilleşmesi sürecine değinilmiştir. Buna verilen orman-yaprak analojisi ise bizler için bunu somutlaştırmaktadır. Değinilmek istenen asıl nokta " uygarlık " kavramının gelişirken bir yandan da özünden ve yaşam olgusundan fazlasıyla uzaklaştığı ve bu uzaklaşmanın ise insanlığı bir çıkmazdan başka bir yere ulaştıramayacağıdır. Bir örnek vermek gerekirse bir yarışmanın kendisi için dizayn edildiğini düşünen bir kişi için yarışmanın herhangi bir değeri , mahiyeti de yoktur.Yaşamın insan için, birey için olduğunu söylemek aslında bir başka deyişle tözün insanın kendisi olduğunu söylemektir. Bu konuya ilişkin Spinoza'yı örnek vermek mantıklı olacaktır. 

Spinoza'nın düşüncelerine geçmeden önce onun fikir yapısına ait bazı kavramları açıklamak gerekmektedir. Bilindiği üzere, Spinoza kendisine öncel olarak düşünülebilecek Skolastik dönem düşünürleri ve Descartes gibi filozoflardan çok daha farklı tanımlamalara başvurmuştur. Bunlardan birisi Tanrı kavramıdır. Onun düşüncesinde Tanrı tabiat ile aslında aynı şeylerdir. Tanrı kendi başına var olmasının nedeni ve " töz "dür. Doğa ve Tanrı da aynı kavramlar olduğuna göre doğanın, yaşamın insan için var olması; nedeninin insan olması tözünün de insan olduğu anlamına gelmektedir. Ancak insanoğlu töz olabilecek kadar mükemmel değildir ki öyle olacak kavramın tamamen kusursuz olması gerekir. Oldukça basit ve bilindik bir örnekleme ile de bunu destekleyebiliriz: Filozofların uzun zamandır üzerinde kafa yorduğu yanılma problemine bir boyut kazandıran ünlü mağara alegorisi...

Platon'un mağara alegorisinde aktarmak istediği mesaj tam olarak buydu insan yanılabilir, gördüğü sadece bir yanılsama veya bir gölgeden ibaret olabilir. Bizleri bir kez yanıltan duyulara da bir daha yanıltmayacağına dair güvenmek pek mümkün değildir. Yukarıdaki anlatıma geri dönmek gerekirse, insanın kusursuz olmadığı milattan önce yaşamış bir filozofun kurduğu analoji ile ispatlanabiliyor iken kusursuz olması gereken töz kavramını insanoğlunun üzerine nasıl yükleyebiliriz? İnsanın kendisine dönüp bir depersonalizasyon durumundaymış gibi bakmasıyla kendisi de bunu anlayacaktır. Bu fazlasıyla insanı anlamsızlaştırma çabası gibi gözükürken aslında yarışçı örneğinde olduğu gibi tözün kendisi olduğunu düşünmek kişi için fazlasıyla sancılıdır. Çünkü nedenselliğin temelinde kendisinin olması diğer herşeyi nedensizleştireceği için bu hayata şevkle yaklaşması mümkün gözükmemektedir. Ancak kendisinin de tüm evreni sarıp sarmalayan bir nedenselliğin içerisinde bulması bu sancılardan kurtulması demektir. 

Başka bir açıdan bu durumun varoluşsal sancılar dışında somut örneklerini de görmek mümkündür. İnsanlığın kültür ve medeniyeti süregelen zaman içerisinde kapitalizm ve mülkün kutsallığı üzerinde yükselmeye başlamıştır. Her ne kadar Sanayi Devrimi'ne kadar bu büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmasa da bu dönemden sonra fiziki anlamda karbon salınımı, insanlar dışındaki diğer her bir canlının kıymetsizliği ve doğa tahribi; düşünsel olarak ise toplum yapısının önüne geçen bencillik ve boş vermişlik durumu bu uygarlığın bir noktada yozlaşmasına bir noktada bozulmasına bile neden olmuştur.  Bireyler her geçen gün daha da umarsızlaşmakta ve kendilerine diğer tüm kavramlardan daha fazla değer yüklemektedir.  Hatta yukarıda bahsettiğim gibi varoluşun değerini bile kendisine bağlamaktadır. Bu durumda ise bir toplum yapısından bahsetmek mümkün olamaz. Çünkü bireyin kendisi için oluşan veya oluşturulan bir olgu biriciktir ve bu yüzden bu biricik olma halini bir toplum düzeni ile heba etmek boşadır. Böylesine bencil veya kimileri için " biricik " bir yaklaşımla hareket ederek günümüzü kasıp kavuran tüketim çılgınlığına sebep olmuştur. En ufak bir hayvanı incitmekten hektarlarca ormanı yok etmeye kadar fiillere varmayı da başka bir nedene bağlayamayız. Zaten her şey benim, bizim içinse neden bunları korumak benim görevim olmalı? Gibi bir soru yöneltildiği de sıkça duyulmuştur. İnsanın sandığı gibi temel olmadığını yukarıda açıklamıştım. O halde bu yanılgı Türker Kılıç'ın da dediği gibi terk edilmelidir. 

Bu fikir bir çok dinde de yerilen bir düşüncedir. Öyle ki İslam bu konuda daha yakın olsa da yaratılanların kıymeti konusunda ayrılmaktadır. Bu yaratılan bir hayvan, ağaç ya da bir doğal alan olabilir. İnsanların umarsızca tüketip bunlara zarar vermesi hoş karşılanmamaktadır. Genellikle birbirine zıt olan görülen din ve bilim kavramları açısından da ortak kanılar vardır. Çünkü bu görüşü savunmak bilimsel anlamda da insanın tarih sahnesine çıkışından milyarlarca yıl önce başlamış olan evrenin serüveninin de reddedilmesi demektir. Big Bang'ten bu yana gelişim gösteren evren Dünya'nın insanlardan çok daha önce tarih sahnesinde olan bir çok varlığın nedensizliğini açıklamak için ise herhangi bir argüman bulunmamaktadır. Bizden belki de milyonlarca ışık yılı uzaklıkta konumlanmış sıradan bir gök isminin nedensizce varlığını sürdürmesi " boş " olarak nitelendirilebilecektir.

Birinci paragrafta bahsettiğim ikinci kez dönüş kısmına bakacak olursak, felsefenin yönü bundan uzun zaman önce doğadan insan ve topluma dönmüş; doğa felsefesi ikinci plana atılarak karşımıza daha çok siyaset, din felsefesi gibi kavramlar çıkmaya başlamıştı. İnsanın töz olma düşüncesi de tam olarak bu ikinci plana atılma durumundan kaynaklanmaktadır. Yavaş yavaş yanlışlarının fark edilmesi ile bu düşüncenin terk edilmeye başlanması bizlere gösteriyor ki bir zaman sonra yüz yıllardır hep ön planda olan konular yerlerini bu zaman diliminde arka planda eski önemine dönmeyi bekleyen doğa felsefine bırakacaktır. 

Bu konudaki yazıyı Max Ehrmann'ın Desiderata şiiri ile bir açıklama yaparak bitirmek oldukça doğru olacaktır. Zira bu çürütmelerin yalnızca filozoflar tarafından yapılmayacağını, bir şiirin de yeterli olabileceğini görmüş oluyoruz.

Tüm bunları uygularken, kendine karşı nazik ol. 

Çünkü sen de ağaçlar ve yıldızlar kadar bu evrenin çocuğusun. 

Senin de burada olmaya hakkın var. 

Kavrasan da kavramasan da evren, olduğu gibi işlemektedir.

Öncesinde bir çok tavsiye içeren şiirin bu son kısmında  Ehrmann aslında insanın anlamsız olmadığını ama evrenin temelinin de olmadığını sen de ağaçlar ve yıldızlar kadar sözleri ile açıklamaktadır. Özetle "yaşam insan için var, yaşam benim için var" düşüncesi evrenin temeline insanı koymaktadır. Bir çok nedenden dolayı kusursuz olmayan insan da o temel değildir. Yaşam insan için var olmamıştır ancak insan bu yaşamın içerisinde var olmuştur.


2. Adım Yazısı

“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder.
İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

Hayatın Anlamı ve Dünya Temsilcisi          

İnsanoğlunun hayatını bir anlama vurma çabası uzun süredir felsefenin gözde konularından birisi olmuştur. John Gray'in verilmiş olan alıntısından da anlaşılabileceği gibi bu sorun bir bakıma yağ dolu kâse tuzağına düşen bir farenin çırpınarak kurtulmaya çalışması gibidir. Fare ne kadar uğraşırsa uğraşsın, en sonunda kâsenin dibini boylayacaktır. İnsanın yaşantısı ve yararına olanların da ötesine kimilerine göre evrensel kimilerine göre tanrısal olarak da adlandırılan bir üst anlam arayışı içerisine girerler. O halde anlam arayışı nedir? Çeşitli ideolojilerin bu konuda görüşleri nelerdir? Bu anlam arayışı neden fazlasıyla abestir? Bu soruların cevaplarını incelemekle başlamak darmadağın bir görüş belirtmekten daha rasyonel olacaktır.

Felsefenin ortaya çıktığı ilk çağlardan itibaren hayatın anlamını araştırmak filozoflar için adeta bir talih kuşu olmuştur. Öyle ki her insanın hayatında en az bir kere de olsa bu durumu sorgulamış olması, bizlere bu problemin felsefenin surlarını yıkarak gündelik hayata dâhil olduğu göstermektedir. Öncelikle nedir bu "hayatın anlamı" kargaşası? Tanımından ziyade görevine dikkat çekmek daha önemlidir. Aksi takdirde öznel tanımlarla açıklamak epeyce anlaşılmaz olacak ve kulağa yanlış gelecektir. Bireyler ve onların bir araya gelerek oluşturduğu toplumlar tarihsel süreç boyunca doğumdan itibaren herhangi bir anlam olmadan yaşamlarını sürdürmenin dayanılmaz yıkıcı etkisinden kurtulmak için belirli bir varoluşsal anlama inanma ihtiyacında bulunmuşlardır. Bu anlam zamanla kişisel fikirlerden toplumları kökünden etkileyebilecek dinlere, ideolojilere, felsefeye daha sonrasında bilimsel keşifler ve sanat eserlerine evirilmiştir. Bir insan neden hayatın anlamını sorgular? Ölümlü bir varlık olan insan var oluşunu temellendirmek için kader, gaye, din, tanrı gibi kavramları düşünsel dünyasında oluşturmuştur. Çünkü kaçınılmaz ölüm bireyde bir korkunun oluşmasına neden olur ve bu nedenden dolayı bedensel olamasa da düşünce olarak ya da bir eser ile birlikte dünyevi varlığını devam ettirmek ister. 

Ortaçağ Avrupası'nda halkın toplumsal bilinci herhangi Hristiyan'ın bilinci ile sınırlıydı. Kilisenin dogmatik düşüncesinin hâkim olması, ayaktakımından en üst mertebe insanlara kadar toplumun her kesiminde kısıtlı bir gaye kavramının oluşmasına neden olmuştur.  Thomas Aquinas Tanrı'nın "Hareketsiz Hareket Ettirici" ve her şeyin ilk sebebi olduğunu vurgulamaktaydı. Ona göre Tanrı insanoğlunun zihin yoluyla kavrayabileceği alanın dışında kalmaktaydı. Eğer zihin yoluyla Tanrı'yı kavramak imkânsız ise toplumun kavrayabileceği başka bir kavramın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. O da "kusursuz cennet" kavramı olmuştur. Her ne kadar içeriği dinden dine, mezhepten mezhebe değişse de ortak kanı cennetin bir insanın dünyada kesin olarak ulaşamayacağı huzur ve mutluluğa erişmeyi sağladığıdır. Ortaçağ'da ise cennete ulaşmak neredeyse hayatın tek amacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Vaat edilmiş kusursuz cennete ve sonsuz mutluluğa kavuşmak, her şeyin ötesinde olan Tanrı'nın sevgisini kazanmak dönemin yegâne hayat amacı olarak görülmekteydi. Bu sayede toplum var olmanın dayanılmaz ağırlığından dayanılmaz rahatlığına ulaşmış, iktidarı elinde tutan kilise ise istediği gibi hüküm sürerek bir çeşit kazan-kazan ortamı oluşmuştur. 

Biraz daha geriye gidecek olursak karşımıza İlkçağ filozoflarının düşünceleri çıkacaktır. Dini bir anlamdan ziyade daha yararcı ve bireysel görüşlerin olduğu söylemek mümkündür. Helenistik felsefe düşünürü Zenon tarafından kurulan Stoacı düşünceye göre hayatın anlamı mantık merdivenlerinin basamaklarını tırmanarak mutluluğa ulaşmak, etiğe ve doğaya uygun bir biçimde yaşamaktadır. Mantığı kavramak önemlidir çünkü mantık; bilgelik, adalet, yiğitlik, ölçülülük, dürüstlük erdemlerini teker teker içine alan bir erdemdir. Erdemler olmadan da kişinin mutluluğa ulaşmasının mümkün olmadığını iddia ederler. Ancak başka görüşlere göre ise etikten daha gerekli başka kavramlar hâlihazırda mevcuttur. İlerleyen dönemlerde en popüler ideolojilerin arasına giren Pragmatizmi de etkileyen Hedonizme göre mutlak anlamda hazzın iyi olduğunu, insan davranışlarının da nihai olarak haz sağlayacak bir şekilde planlanmasının gerekliliğini, sürekli olarak haz sağlayana yönelmenin en uygun davranış biçimidir. Ayrıca bu haz geçmişte veya gelecekte değil tam olarak yaşanan anda aranmalıdır. Buna bağlı olarak da hayatın anlamının duyusal ve tinsel anlamda haz almak olduğunu söyleyebiliriz. Ancak her zaman için haz almak mutluluğun kaynağı mıdır? Bunun için bir düşünce deneyi kuralım. Bir kazandığı tüm parayı ona hoş gelen örneğin kitap almak gibi şeyler için harcayıp bitirmektedir. Ancak zaman geçtikçe şu anda ona haz verecek olan kitap alma eylemini gerçekleştirebilmesi için gerek parayı daha önce harcamıştır ve şu anda haz alma durumundan olabildiğince uzaktır. Böyle bir durumda anlık zevklerin hayatın anlamı haline gelmesi ve kendi geleceğini adeta bir pamuk ipliğine bağlaması kişi için fazlasıyla mantıksız gelecektir.

Peki, hayatın anlamını aramak neden gereksizdir? Bahsettiğim üzere bu anlamın öznel bir yargı olduğu ve cevabının oldukça farklı olabileceğini gördük. Bu tarz yargıların yalnızca üstümüzdeki ağırlıktan kurtulmak veya insanları yönlendirmek olduğu söylenebilir. Tam bu noktada az önce de bahsettiğim gibi dinler insanları ortak bir kanıda bir araya getirmekte oldukça başarılı olmuştur. Belirsizlik durumdan kişisel anlamlara, oradan da dini dogmalara ve felsefi düşüncelere varılması her ne kadar kulağa çok uç bir örnek gibi gelse de bir ressamdan farklı değildir. Ressamın fırça darbeleri tuval üzerinde bir iz bıraktıktan sonra ressamın varlığı son bulsa da ondan sonra yaşayacak bir temsilci konumundadır. Niteliğinin azlığı ya da fazlalığını önemli görmez çünkü asıl mesele nitelikten daha çok ölümden sonra herhangi bir şekilde var olabilmektir. Düşünürün ortaya koyduğu felsefi düşünce de tabloda olduğu gibi onun belirli bir süre dünyadaki temsilcisi olur. Hatta şanslıysa yüzyıllar önce yaşayan Platon, Aristo, Zenon gibi filozoflar gibi oldukça uzun bir süre olabilir. 

Dini görüşlerde de durum aynıdır. Joseph Smith'in 19. yüzyılda kurduğu Mormonluk tarikatı günümüzde bile varlığını milyonlarca takipçisi ile devam ettirmektedir. Belki de ilk önceliği bu olmasa bile kalıcı olmayı sağlamıştır. Yaklaşık 200 yıldır Joseph Smith'in inandığı hayat görüşü ve anlamının devam etmesinden yola çıkarak dinlerin de birer ölüm sonrası temsilcisi olduğunu söyleyebiliriz.


1. Adım Yazısı 

"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız." Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

Ekonomik ve Toplumsal Eşitsizlik Alanında İki Farkı Görüş: Fransiskenler ve Marx

Yukarıda verilmiş olan alıntısında Çetin Balanuye toplumda güncel olarak var olan aşırı zenginleşmenin getirdiği eşitsizliği incelemektedir. Her ne kadar şu zamanlarda tartışmalı bir konu olsa da bu problem insanlığın düşünce ve felsefe tarihi kadar eskidir. Balanuye bahsettiği " fayda maksimizasyonu makinesi " ile insanlığın son dönemlerde evrilmiş olduğu sürekli çalışma durumunu ve bundan dolayı hem toplum düzeninde hem de doğa düzeninde oluşan bozulmayı kastetmektedir. Bahsi geçen problemi sadece ekonomik ya da sadece toplumsal olarak ele almak son derece yanlıştır. Çünkü baktığımız zaman Balanuye hem " aşırı zenginlikteki azınlık " hem de " kozmosla kavgalı olmak kavramları ile problemin her iki yüzüne de dikkat çekmiştir. Bu konuda Aristoteles özel mülkiyetin varlığının insandan ayrı düşünülemeyeceğini vurgularken zenginlerin yüceltilmesi , anlaşma şartlarının gereklerinin ortaya konulmaması, keyfi yeminde bulunma gibi olumsuzlukların altını çizerek tümünün özel mülkiyetin ve orantısız zenginliğin var olmasından ortaya çıktığını iddia edenlere  karşı Aristoteles, bunların özel mülkiyetin varlığından değil insan doğasının doğuştan gelen zaaflarından kaynaklandığını düşüncesini savunur. Ona göre kolektif mülkiyet düzeninde hayat sürenlerde toplumsal anlaşmazlık ve kavgalar daha yaygın ve daha olasıdır. Ancak zaten zaafları ile dünyaya gelen insanoğlunun eline " zenginlik " gibi bir gücün verilmesi neticesinde bazı problemlerin de gelmesi kaçınılmazdır ve buna rağmen sistemin devam etmesi gerektiğini düşünmek sadece çatışma ortamının da devam etmesini düşünmek demektir.

Bu problemin dönemsel değil zamansız olduğu görüşümü İlkçağ felsefesinin ardından Ortaçağ Felsefesi'nden de bahsederek biraz daha açmak istiyorum. Ortaçağ düşünürü Ockhamlı William genel olarak Ockham'ın Usturası adlı  metodolojik prensiple bilinmesine rağmen 14. yüzyılda bu konuyla ilgili olarak da dini bir yorum ile hareket etmiştir. Kendisinin küçük yaştan itibaren bağlı olduğu Fransisken Mezhebi İsa ve havarilerinin herhangi bir biçimde mülk edinmediğini ve yoksul bir yaşam sürüp öldüklerini söylüyor, buradan hareketle de Katolik Kilisesi'nin mülk edinmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Böylelikle amaçların birisi de başkalarını sömürme olasılığını reddetmiş olmalarıdır. Bu görüşün ve mezhebin oluşumunu anlayabilmek için o çağın koşullarını derinlemesine incelemeliyiz. Dönemin sosyal ve ekonomik koşulları oldukça kötü durumdaydı, ayrıca o zamanlarda Avrupa anakarası ve çevresini kıskacı altına alan veba salgını da bu koşulları daha da güçleştirmiştir. İnsanlar böylesine bir sefalet ortamında hâlen feodal beylerin ağır çalışma koşullarına uymak ve yoksulluğa razı olmak zorunda kalmıştır. Milyonlarca insanın ölümüne sebep olan salgına rağmen beyler ve toplumun üst kesimleri zenginliklerinden ödün vermemekte direniyordu. Bunun üzerine Assisili Francesco ve müritleri, " bozunmuş ve yoksullaşmış " toplum düzeninin " İsa'nın öğretilerine " uygun olması için Fransisken Tarikatı'nı kurdu. Her ne kadar temelinde ekonomik ya da düzensel bir yorum ilk bakışta göze çarpmasa da üstünde detaylı bir şekilde düşünüldüğü zaman dönemin azınlık bir kesiminin aşırı zenginliğinin yanı sıra bundan oldukça küçük bir parça alabilen toplumun ezici çoğunluğunun var olmasına karşı çıkıldığı görülebilmektedir. 

Peki yanıldıkları nokta neydi? Fransisken Mezhebi'ne göre esas olan " yoksul yaşamı " yaşamaktı. Onlar sadece eşit olmayan topluma karşı çıkmakla kalmıyor toplumun buluşması gereken eşit temelin zenginlikten ziyade yoksulluk olduğunu savunuyordu. Ancak onların görüşünün aksine insanlık " eşit bir yoksullukta değil eşit bir zenginlikte "" buluşmalıdır. Denememin devamında ise 19. yüzyıl düşünürü Karl Max'ın görüşlerinden bahsederek devam etmek istiyorum. Tarih, matematik, ekonomi gibi bir çok alanda düşünceleri bulunan Marx asıl olarak sınıf mücadelesi ve ekonomi alanlarında bilinir. Karl Marx; işçi sınıfının, yani hayatını devam ettirebilmek için iş gücünü ücret karşılığında satmak zorunda kalan bireylerin hâkim kapitalist düzenden kurtuluşunu amaçlamıştır. Marksizm gözünden kapitalist düzen; hem teoride hem de pratik alanda "ezenler" ve "ezilenler" arasında gerçekleşen bir sınıfsal çatışma olarak kabul edilir. "Kapitalist düzen" olarak adlandırılan bu düzen (veya Marx'ın söylemine göre burjuva toplumu), işçileri kendi bireysel emeklerine yabancılaştırmak ile kalmaz, bununla birlikte  doğasından kaynaklı olarak, kaçınılmaz toplumsal ve ekonomik alanda krizler meydana getirir. Bu durumda yapılması gerekilen şey, kapitalist sistemin antidotu olarak sosyalist düzeni inşa etmek için kullanılması gereken tüm araçların ve yöntemlerin kullanılması ve burjuva sisteminin tümüyle yıkılmasından ibarettir. 

İlk örnekte olduğu gibi Marx da hatalıydı. Üstelik onun hatası hedeflenen sistemde değil bu yolda zaten bozulmuş ve yozlaşmış uygarlığın gerekli olan her " aracın " mübah görülmesi ile toplumun yapıtaşlarına birçok alanda zarar verilmesidir. Refah toplumuna ulaşmaya çalışırken bu " araçların " içerisinde bulunan " toplumun kurtuluşa ermesi için çatışma " ancak kargaşa, yıkım ve kaosa sebep olacaktır ve böyle bir ortamın bulunduğu herhangi bir uygarlıkta refahtan söz etmek doğru olmaz. Ancak baktığımız zaman birbirinden oldukça alakasız ve uzak iki görüşün buluştuğu nokta hem ekonomik hem de sosyolojik alanda tikel yaklaşımların yanlış olduğu bu yanlışın çözümünün de tümel yaklaşım olduğu görülmektedir. Çünkü basit olarak görülen ekonomik eşitsizlik toplumsal sınıflanma, çatışma ve " ezenler "in her zaman refahta " ezilenler "in de her zaman sefalette olması demektir. Bunun örneklerini görmek oldukça kolaydır. Daha fazla zenginlik uğruna ormanlık alanların maden, tarım ya da benzeri amaçlarla geri dönülmesi zor şekilde tahrip edilmesi; çalışanların her ne kadar verimleri ve motivasyonları oldukça düşse de haftanın yedi veya altı günü çalışmaya zorlanmaları herkesin bildiği ve bu konuyu oldukça güzel bir biçimde örneklemektedir. İnsanlardan amaçları doğrultusunda maksimum fayda için çalışmaya zorlayarak azınlık bir kesim " maddi güç " elde ederken geri kalanlar ise yalnızca hayatlarını idame ettirmekle yetinmektedir. Ancak ekonomik anlamda eşit bir toplum düzenine geçersek bu sömürü düzeni de ortadan kalkacaktır. Çünkü böyle bir düzende bireysel güç maddiyattan değil emekten ve gelişimden ibaret olacaktır. Böylece yukarıda da bahsettiğim gibi maddi amaçlar uğruna doğayı ve hatta son dönemlerde uzayı kirletmek, onlara zarar vermek gibi bir durum olmayacaktır. 

Özetlemek gerekirse, Balanuye'nin dikkat çektiği alan basit gibi görünse de oldukça detaylı bir altyapı ve herkesi ilgilendiren temellere dayanmaktadır. Sadece ekonomik olarak düşünüldüğü zaman problemin gerçek boyutu anlaşılamamaktadır. Bunun için eşitsiz dağılım konusunu her alanda düşünmeliyiz. Yukarıda da bahsettiğim gibi detaylı bir incelemenin ardında  dinden doğaya, finanstan sosyolojiye kadar bir çok alanda karşımıza çeşitli aksaklıklar çıkarmaktadır. Bunu önlemek için ise yanlış yöntemlerin kullanılması aksi sonuçlar doğuracaktır. Doğru olan ekonomik-toplumsal düzen barışçıl bir yöntemle kaostan ve çatışmalardan arındırılmış eşit bir düzendir.

Hiç yorum yok: