11 Haziran 2023 Pazar

Çağrı Okan / TEV Özel İnanç Türkeş Anadolu Lisesi / Kocaeli / DüşünYaz 9 Türkiye Altıncısı

Final Yazısı

“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.

YALNIZ VE EGOİST İNSAN

Verilen alıntıda Merleau-Ponty insanın, kendisine içkin birtakım varoluşsal problemlerden kaçmak için yalnızlığa sırt çevirdiğinden ve topluma karıştığından bahsetmektedir. Merleau-Ponty’e göre yalnızlık, insanın kendisi olma yükünü üstünden atamayacağını ve hiçbir pratik fayda elde edemeyeceğini bildiği halde ne pahasına olursa olsun kurtulmaya çalıştığı durumdur. Ona göre insan, yalnızken yaşadığı kendisine özgü acıları ve zorlukları toplumun içine karıştığında da yaşayacaktır. Kişiler, başlıca içsel acılarından olan kendisi olma yükünden ve fikir sahibi oldukları gerçeğinden (kendisinden bir parçayı yoğun bir şekilde hissetme ve dışarıya vurma isteği) kaçmak için toplum içerisinde yer almak ve başka insanlarla ilişkiler kurmak istemektedirler. Ne var ki Merleau-Ponty’nin “yalnızlığı” onları bu acılardan kurtarmamakta ve iyileştirememektedir. Bu yazıda, Merleau-Ponty’nin alıntısı bağlamında Friedrich Nietzsche ve Ayn Rand’ın üstinsanı ve egoizmi arasında bir ilişki kurularak toplumdan koparak kendini gerçekleştiren insandan bahsedilecektir. Yazının etrafında kurulacağı ana tez, insanın kendisini gerçekleştirmesi ve özgürleşmesinin tek yolunun toplumdan koparak kendisi olmayı ve yalnızlığı en egoist ve cesur haliyle sevmesinden geçmesidir.

İnsanın yalnızlığından ve kendisini bütün gerçekliği ile dışarı vurmasından bahsetmeden önce, insanın neden kendisine yararlı olmadığı halde başkalarından vazgeçemediği hakkında tartışılmalıdır. Yazının ilerleyen kısımlarında Ayn Rand’ın görüşleriyle de desteklenecek olan “egoizm” kavramı, bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Egoizm, insanın kendi çıkarlarına hizmet eden hamleler yapması anlamına gelir. Hatta egoizmin etik ile kesiştiği alanda yer alan görüşlerden biri olan rasyonel egoizm, insanın kendi çıkarlarına uyan davranışlar sergilemesini “akıllıca” olarak tanımlar. Merleau-Ponty’nin bahsettiği durum ise tam olarak rasyonel egoizm kalıplarına uydurulamaz, ona göre insan yalnızca o yolla mutlu olabildiği için çıkarlarına ters düşen yolu tercih eder ve “akıllıca olmayan” bir davranış sergiler. Bu noktada Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar eserinden ve kendisinin bu anlayışa karşı çıkmak için yarattığı “yeraltı adamından” bahsetmek isabetli olur. 

Yeraltından Notlar, kitabın yazıldığı tarihlerde Rusya’da yayımlanan ve Nikolay Çernışevski tarafından yazılan “Nasıl Yapmalı?” adlı esere bir karşı duruştur. Bu eserde Çernışevski, o dönem Rusya’da yaygınlık kazanan sosyalizm ideolojisi eşliğinde yayımlanan bu eser, sosyalizmden geçen yeni ve “sonsuz neşe” sağlayan bir toplum düzeni kurgulamaktadır. Yeraltından Notlar eseri; Çernışevski’nin kurguladığı, yalnızca kendi çıkarlarına yönelik hareket eden ve mantıklı davranışlar sergileyen, hazzı kucaklayan ve acıdan kaçan bir insanın gerçekte var olmadığını ve bu düzenin insan gibi “tuhaf” bir canlıda işe yaramayacağını savunmaktadır. Kendisi, bu durumu “Günümüz insanı pek çok açıdan barbarlık çağı insanından daha üstün görüşlü olduğu halde aklın, bilginin gösterdiği yoldan gitmeye bir türlü alışamamıştır.” ve “Kim olursa olsun, insan daima, her yerde akılla çıkarın buyurduğu gibi değil; canının isteğine göre hareket etmeyi sever.” sözleri ile açıklar. 

Merleau-Ponty’nin alıntısındaki insana geri dönüldüğünde, Dostoyevski’nin tabiri ile özünde “tuhaf” ve mantıktan uzak bir varoluşu olması sebebiyle kendisine yararlı olmadığı halde yalnızca o yolla mutlu olabildiği için toplumdan kopamamaktadır. Lakin insanın toplumdan kopmadan onun içinde veya toplumdan uzak bir yalnızlıkta yaşaması, giriş kısmında bahsedilen “kendisi olma yükü” ve kendini gerçekleştirme korkusu gibi insani problemlere yeterli bir açıklama sunmamaktadır. İnsanın toplumdan kopmamasının, “canının istemesi” dışındaki başka sebepleri ve kendisini gerçekleştirip özgürleşmek için toplumdan kopmasının bir zorunluluk olması hakkında tartışmak için “toplum” kavramı ve onun doğasından bahsedilmelidir.

İnsanın toplumdan kopmak “istememesinin” yanı sıra, üzerinde durulması gereken bir başka konu ise insanın toplumdan “kopamamasıdır”. Yazının devamında “toplum” kelimesi yalnızca bir grup insanı ifade etmeyip o gruptaki insanların ahlaki değerlerinin, ilkelerinin, sanatsal anlayışlarının ve entelektüel yapılarının bir ortalamasını da ifade etmemektedir. Toplum, kendisine içkin tüm insanları ifade etmenin yanı sıra toplum içerisindeki tekillerin değerlerini göz ardı ederek kazandığı kendi değerlerini (ahlaki, felsefi, siyasi ve entelektüel olarak) ifade eder. Toplumun kendine özel kimliğinin üzerinde kısaca durulduğunda, onun kimliğinin toplumdaki bireylerin kimlikleri ile doğrudan bir ilişkisi olmadığından ve bireylerin içlerinde gerçekte o ideolojileri taşımadıkları halde toplumun kimliğine kazınması sebebiyle “rol yaptıklarından” bahsedilebilir. Toplumun kendisine ait insanların kimliği ve ilkelerinden bağımsız edindiği güçlü kimlik, Ayn Rand ve Nietzsche tarafından “toplumsal gelişmenin önüne geçen bir engel” ve gerici bir faktör olarak tanımlanmıştır. Gelişmenin önüne geçen bu engel, bireylerin kendilerini gerçekleştirmek için taşıdıkları “yeni” ve “cesur” fikirleri reddederek bütün gücü ile onları baskılamaya çalışır. İnsanların toplumdan kopması da toplumun kimliğine ters düşmek ve kendi “önemsiz” ilkelerinin peşinden koşmak anlamına geldiği için toplumdan kopan insan yine toplum tarafından ezilmemek için hayati bir mücadele vermelidir. Örneğin, günümüz eğitim kurumlarının büyük çoğunluğu öğrencilerin kendi fikirlerinin desteklenmesi ve öğretilen literatürde yeni yolların açılması konularında zayıf kalmaktadır. Aynı şekilde basın, sosyal medya ve televizyon kanalları yaygın görüş karşıtı içeriklerin halka sunulmasını ya tamamen kısıtlamaktadır ya da buna tepki göstererek içerik sahiplerini dışlamaktadır (cancelling). Yani insan yalnızca “canı istediği için” toplum içerisinde bulunmanın yanı sıra üzerinde hissettiği bu baskı ve var olma mücadelesi sebebiyle de toplum içerisinde yer almayı tercih edebilir. Ne var ki hayat mücadelesi vermeyip topluma teslim olmuş insan Nietzsche ve Ayn Rand’a göre hiçbir zaman kendisini gerçekleştiremeyecek ve kendi benliğine en uygun özgürlüğe ulaşamayacaktır. Bu noktada, Nietzsche ve Ayn Rand’ın “üstinsan” ve “egoizm” konseptleri öne sürülebilir.

Toplumun edindiği kimlik toplumdan topluma değişiklikler gösterse de toplumun kimliğine ait değişmeyen ana özellikler “geleneksel olanı sevmek” ve “modernist olandan kaçmaktır”. Öte yandan Nietzsche’ye göre toplumsal gelişme ve aydınlanma, bireylerin kendi ilkelerini ortaya çıkarmaları sayesinde ve geleneksellikten kopmaları gerektiği noktada bunu seve seve yapmaları sonucunda gerçekleşir. Toplumun tüm baskıları ve geriye çekme girişimlerinin farkında olarak bu ilerlemeye cesaret gösteren birey Nietzsche’ye göre “üstinsandır”. Üstinsan, geleneklerin dışına çıkamayan ve kendi modernist görüşlerini herhangi bir yolla dışarıya vuramayan insanın evriminin bir sonraki noktasıdır. Nietzsche’nin Almanya’da hristiyanlığın oldukça yaygın olduğu bir dönemde “Böyle Buyurdu Zerdüşt” gibi eserleri ve “Tanrı Öldü” sözü, üstinsanın gelenekselliğe karşı çıkmasının bir örneği niteliğindedir.
Benzer şekilde toplumun, “kendisi olma yükünü taşıyabilen” insana yaşattığı durumların (cancelling, aşağıya çekme, zorbalık vs.) üstesinden gelebilecek cesarete ve kendi ilkelerini geleneksel her türlü alışılmışın üzerinde tutabilecek egoya sahip insan Ayn Rand’a göre gelişimin temel sebebidir. Ayn Rand’ın Hayatın Kaynağı eserinde kurguladığı Howard Roark karakteri, toplumun geleneksel anlayışının aksine modernist bir mimardır ve eserde Howard’ın kendi mimari ilkelerini kabul ettirebilmek için toplumla yaptığı savaş anlatılmıştır. Merleau-Ponty’nin alıntısında da bahsettiği insanın mutlu olmak ve yatışmak için toplumun içerisine girme fırsatı, eserde Howard Roark karakterine birçok kez sunulmuştur. Ne var ki bu dahil oluşun ağır bir bedeli vardır ve o bedel Howard Roark’un toplumsal gelişmenin öncüsü olan mimari fikirlerini bir kenara bırakarak geleneksel anlayışa hizmet etmesidir. Bu noktada Howard Roark, tıpkı Nietzsche’nin üstinsanı gibi kendisi olma yükünü taşıyabilecek cesarete sahiptir ve kendi yenilikçi fikirlerinin arkasında durmaya devam ederek tüm şehri kendi binaları ile doldurmayı ve insanları büyülemeyi başarmıştır. Merleau-Ponty’nin de bahsettiği “iç yaşamın başkalarıyla olan ilişkilerin ilk denemesi gibi olması”, kişinin kendisine karşı duyduğu şüphe ve özgüvensizliği belirtir. Toplum içerisinde kurulan herhangi bir ilişki, ilişki içerisindeki bireylerin tümü üzerinde toplum kimliğinin baskısını taşıdığından bir önceki paragrafta bahsedilen baskılanma ve dışlanmayı da içerisinde barındırır. Toplumdan kopan insan ise, toplumda yaşadığı bu dışlanma ve eziklenme hislerini sahip olduğu özgüvensizlik ve şüphe ile devam ettirir. Aynı zamanda, toplum içerisinde yaşayan insanlar arasında adeta bir zorunluluk haline gelen “rol yapma” ise kişilerin iç yaşamlarında da görülebilir. Kişinin mantıkçı ve akılcı görüşten kaçarak kendisine yalan söylemesi de Merleau-Ponty’nin “iç yaşamda başkalarıyla olan ilişkilerden parçaların görülmesi” sözü ile açıklanabilir. Howard Roark ise üstinsanın beslendiği cesaret duygusu gibi kendi sanatı ve ilkelerine duyduğu şüphenin de sahip olduğu egoist kişiliği ile üstesinden gelebilmiştir. Üstinsan ve Howard Roark’un en büyük ortak özelliği; Maurice Merleau-Ponty’nin alıntısında bahsettiği yalnızlık-toplum döngüsünden kurtularak kendileri olma yükünü taşıyabilmeleri ve fikri sahibi olduklarını tüm benlikleri ile kabul ederek bu fikirlerini sanat, felsefe, mimari, teknoloji gibi alanlar ile ortaya çıkarabilmeleridir.

Alıntıda bahsedilen döngüde sıkışan insana Nietzsche ve Ayn Rand tarafından sunulan çözüm önerisi, çaresiz şekilde topluma karışmak yerine kişinin kendi benliği ve fikirlerini bir pusula olarak kullanmasıdır. Aksi halde; kişinin sanat yoluyla kendi entelektüel yapısını üretmede kullanabileceği parçalar ve ilkeler, zihninde sıkışmış halde ona kendi benliğini taşınması zor bir yük haline getirir. Bu benliğin üstinsan ve egoist insan konseptlerinde görüldüğü gibi bir yol gösterici olarak kullanılması ise kişiye gerektiğinde toplumun gelenekselliğinden kopmak için gereken cesareti ve kendi benliğini sırtlayarak toplumu bir sonraki seviyeye çıkarmak için gereken egoist düşünceyi sağlar. Tartışmanın ulaştığı mevcut derinlikte görüldüğü üzere insanın faydasız şekilde her seferinde topluma karışmasının temelinde “can sıkıntısı”, “mücadele vermeye yetmeyecek güç veya cesaret” ve “yetersiz ego sebebiyle kendi ilkelerinin devrim niteliğinde olmadığını düşünmesi” gibi mantıktan uzak ve akılcı olmayan sebepleri vardır. Bu noktada insan, kendisi için en uygun özgürlüğü elde edebilmek için toplumun edindiği kimlik yerine kendi kimliğine içkin ilkeleri ve fikirleri takip etmelidir. Ancak bu sayede kendisi olma yükünü taşıyabilir ve hatta kendisi olmayı her şeyden çok severek sahip olduğu tüm tutku ile kendisini sanat yoluyla gerçekleştirebilir.


2. Adım Yazısı

ÜMİTSİZ İNSAN

"Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır."  John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023

Hayatın anlamı veya yaşamaya değer olup olmadığı, felsefenin çözülemeyen başlıca problemlerinden biridir. Albert Camus’a göre, yaşamaya devam etmek ve intihar arasındaki kararı vermek felsefedeki diğer konuları tartışmaktan önce gelir. Sisifos Söyleni’nde bahsettiği gibi, “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar. Yaşamın yaşanınaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı düşüncesinin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; ilkin yanıt vermek gerekir”. Verilen alıntıda John Gray, insanları ve kedileri hayatta aradıkları anlam bağlamında karşılaştırmış ve insanın intihar yerine yaşamı tercih etmesi için gerekli bir şarttan bahsetmiştir. Bu şart, insanın salt bir kedinin aksine kendi varoluşunu veya bitişini aşan bir anlam arayışıdır ve karşılanmadığı takdirde insan salt bir kedinin mutluluğuna ulaşamaz. Bu yazıda, John Gray’in alıntısı eşliğinde insanın mutluluğunun kendi varoluşuna yetmeyen sebebinden bahsedilecektir. 

Giriş kısmında bahsedildiği gibi, insan yalnızca benimsediği anlamın kendi sınırlarını aştığına inandığı zaman mutlu olabilir. Bu mutluluk, John Gray’in bahsettiği salt kedi veya kendisini “yeterince” mutlu eden bir anlam taşıyan diğer canlılarla karşılaştırıldığında ulaşılması imkansızdır. Bu ulaşılamazlığın temel sebebi, insanın günlük hayattaki her türlü isteğinin kesiştiği en önemli istek olan “devam ettirme” isteğidir. Devam ettirmek, insanın kendi varoluşunu devam ettirmesi anlamına gelir ve ölümü kucaklayan veya bu isteği açıkça dışa vurmayan insanlarda bile en derinlerde etkisini hissettirir. Devam ettirme isteğini ve sonrasında önemle üzerinde durulacak olan ölüm farkındalığını daha iyi anlamak için öncelikle insana ve insanın istençlerine dair ön kabullerden bahsedilmelidir. 

Yazı boyunca, insanın mutluluğunun tek sebebinin kendi bitişinin ötesine geçen bir “şey” olduğu hipotezi insanın bencil olmasına dayanmaktadır. Bencil insan, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için sosyal hesaplamalar yaptığı varoluşunu ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen insandır. Bu tanımlamadaki “sosyal hesaplamalar”, insanın bahsi geçen karanlık yüzünü kabullenememesi ve şahsi çıkarlarını kendi ahlak algısına en meşru şekli kazandırmak için başvurduğu “oyunlar” veya John Gray’in de dediği gibi dini inançlardır. Bencil insan tanımına bakıldığında insanın varoluş kaynaklı birtakım çıkarları olduğu, bu çıkarları gerçekten yerine getiremese de kendisini buna inandıracak yöntemler geliştirdiği ve bu savunma yöntemlerini uyguladığı varoluşunu devam ettirmenin kendisinin en önemli amacı olduğu kabul edilebilir.

Bencil insanın kim olduğunun ve amaçlarının netleştirilmesi ile birlikte insanın salt bir kedinin mutluluğuna neden ayak uyduramayacağı ve düşlediği mutluluğun neden ulaşılması imkansız olduğu tartışmasına devam edilebilir. Bencil insan, özünde en şeytani amacını asla gerçekleştiremeyecek olan kötü bir kahraman gibidir. Sonsuza kadar yaşayamadığı ve en temel şartı karşılayamadığı için tarifi mümkün olmayan bir keder içerisindedir. Bu noktada üzerinde durulması gereken konu, insanın tarifsiz bir ümitsizlik içerisinde boğulduğu halde hala yaşamaya devam etmek istemesidir. Bu konu, devam ettirme isteği gibi tartışma kapsamında oldukça önemli bir konsept daha olan “ölüm farkındalığı” veya “bitiş farkındalığı” hakkında tartışmak için bir zemin hazırlar. 

Ölüm farkındalığı, tartışma sınırları içerisinde hakkında konuşulması gereken bir konsepttir çünkü insanın içerisindeki en büyük boşluk olan tamamlayamadığı amacına rağmen tutunmasına verilebilecek tek cevap bu konsept eşelenerek bulunabilir. Kendi varlığına bir zaman dilimi olarak bakabilen ve kendi sonunun farkında olan bir canlı olarak insan, bu farkındalığa ulaştığı anda en temel amacını elinden kaçırmıştır bile. Bahsedilen bu korku veya tarifsiz keder, insanlar arasında “ölüm korkusu” olarak tanımlanır. Bu korku, ölümün ardından insanı neyin beklediğinin bilinmemesinden doğan bir korku olmaktan çok insanın çıkarlarını sürdürmeyi bıraktığı zaman kendisini neyin beklediğini bilmemesinden doğmaktadır. Sonunun Sisifos gibi kendisinden asla kurtulamayacağı bir yükü sırtlanmaktan ibaret olduğunu fark eden insan, yaşamaya devam etmesi ile tıpkı Sisifos gibi bir karar vermiştir: yaratmak, hükmetmek ve mutlu olmak. Kendisinin eseri olmayan bu taş yükü, insanın bencil varoluşuna bir tehdit sağlamakla birlikte asla mutluluk sağlamamaktadır. Bu acı durumu kabullenemeyen insanoğlu, Camus’un Sisifos’u gibi kendi dünyasında yeni dünyalar yaratmıştır. John Gray’in alıntısında bahsettiği “dinler ve felsefeler”, insanın bir kaybeden olarak başladığı oyunda kendi oluşturduğu ve yine kendisinin kazandığı oyunları simgelemektedir. Mimarı olduğu oyunları kazanmak, insana hayatta küçük mutluluklar sağlayabileceği gibi hayatı boyunca kendisini bu oyuna inandırmasını sağlayacak bir mutluluk da sağlayabilir. Bu durum, yaşama bir kaybeden olarak atıldığı halde neden hala yaşamak istemesini açıklar: kendi sonuna yaklaşana kadar yarattığı oyunlara hükmeder ve yaşayabileceği maksimum mutluluğu yaşamaya çalışır.

İnsanın temel amacı yerine koyduğu küçük mutluluklar için bir örnek vermek gerekirse, çok hırslı öğrencilerden oluşan rekabetçi bir üniversiteden bahsedilebilir. Bu üniversite, aynı yaşam gibi öğrencilerin içerisinde bulunduğu süre boyunca en başarılı ideallerin peşinde koşmaları ve çaba harcamaları için öğrencileri teşvik etmektedir. Öğrenciler ise, tıpkı yaşam gibi, üniversite zamanlarının bir gün sona ereceği ve kendi potansiyellerini tam olarak ortaya koyamayacakları gerçeği ile çarpılırlar ve el ele vererek ortak bir kültürle yıkanmış birçok oyun oluştururlar. Öğrenciler belirli konularla ilgili kulüplere katılır, yarışmalara başvurur, fiziksel olarak ulaşılması zor görünen yurt dışı topraklarına gitmeyi amaçlarlar. Üniversitenin sona erme kaygısı ile öğrenciler kendilerini başarıya daha da fazla iterler. İşte Sisifos’un felsefesi tam olarak bu noktada karşımıza çıkar, üniversite bittikten sonra öğrenci hala istediği idealleri tamamlayamasa da önünde daha oldukça uzun bir yaşam durmaktadır. Öğrencinin anlam arayışı bitmemiştir, aksine yeniden ve daha büyük umutlarla başlamıştır. Yaratılan bu oyun sayesinde, öğrenci yaşananların bir son olmadığına kendisini inandırmış ve hayata daha sıkı başlanmıştır. Kendi yaşamı sona erene kadar, bahsi geçen örnekteki gibi oyunlar sayesinde kendi bitişine inanmak istemez ve küçük mutluluklara ulaşma telaşı içerisinde bulduğu anlama sarılır. Verilen örnekte görüldüğü gibi, kendi bitişinin farkında olan insan belirli sebeplerden ötürü yine de yaşama tutunmak istemektedir. Her ne kadar insanların büyük çoğunluğu bitiş farkındalığı karşısında daha dolu ve anlamlı bir yaşamı tercih etse de intihar eden insanları göz ardı etmek sunulan tezi daha zayıf hale getirecektir. İntihar olayı, her şeyin biteceği farkındalığına eriştiğinde “nasıl olsa bitecek, alabileceğim zevkin herhangi bir anlamı yok” düşüncesine sahip insanın ümitsizliğini temsil etmektedir. Camus da, yazının en başında bahsedildiği gibi felsefenin herhangi bir probleminden önce yaşam ve intihar arasındaki ilişki üzerine tartışılması gerektiğini savunmuştur; yarattığımız oyunlarda eğlenmeye, bilim yapmaya ve başarılı olmaya devam mı etmeli yoksa insanın gerçeğiyle yüzleşmeli mi?

Sonuç olarak, John Gray’in verdiği örnekteki gibi insanı salt kediden ayıran en önemli özellik bencil insanın sahip olduğu varoluşunu devam ettirme isteğidir. Sonsuza kadar yaşamayacağı için ise, aslına bakılırsa insan yaşama en kutsal idealini kaybetmiş bir şekilde başlamıştır. Buna rağmen yaşama tutunması, hayalini kurduğu mutluluğa ulaşamasa da kendi yarattığı oyunlar aracılığıyla edindiği küçük mutluluklarla açıklanabilir. Tıpkı Sisifos gibi; kurallarını kendisi belirlediği oyunlarda rekorlar kırarak hayatına yeni anlamlar getiren insanoğlu, bu oyunlar sona erse de her zaman yeni bir insan tarafından ortaya atılmış yeni bir oyuna dahil olabileceğini bilir. Kendi yaşamı sona erdiğinde ise, insanın oynanacak oyunlar için zamanı kalmamıştır ve çıkarlarının varoluşu sona ermiştir. 

1. Adım Yazısı

ÇİTLERİN ARDINDAKİ İNEK VE GEÇİCİ KESİN BİLGİ

"Şurası bir gerçektir ki, bazı şeyler kesin olmadığı müddetçe, hiçbir şey ihtimal dahilinde bile olamaz."A. J. Ayer

Bilginin kesinliği, felsefe tarihi boyunca birçok filozofun omuzlarında farklı görüşler ile yükselmiş ve günümüze “bilimsel yöntem” gibi meyvelerini vermiş bir konu ve aynı zamanda tamamıyla çözülememiş bir problemdir. Verilen alıntı, kesin olduğu kabul edilen bir başlangıç noktası olmadan hiçbir bilginin kabul edilen kesinlik üzerine inşa edilemeyeceğinden bahseder. Aynı zamanda, bilginin kesinliği üzerine ortaya atılmış “septisizm” gibi görüşleri çürütmeyi amaçlar. Bu yazıda alıntı bağlamında; Ayer’in görüşünün modern bilimdeki yerinden ve amaçlarından bahsedilecektir.

Ayer’in görüşü, “doğruluğu tartışılabilir olan görüşlerin ortaya atılabilmesi için kelimeler ve cümlelerin kesinliğine ihtiyaç duyulur” gibi basit bir şekilde açıklanabilmenin yanı sıra Tanrı’nın sebebi (ilk sebep) ve diğer ontolojik problemlere de çözüm bulmayı amaçlamaktadır. Bu çözümleri daha iyi anlayabilmek için modern bilimin prensiplerinin incelenmesi ve Ayer’in görüşünde modern bilimin temel noktalarının aranması faydalı olacaktır.

Modern bilim, Orta Çağ sonrası Rönesans ile oldukça yeni bir form kazanmış ve insanlığa hiç olmadığı kadar yardım etmeye başlamıştır. Modern bilimin en önemli prensiplerinden biri olan “yeni güçlerin elde edilmesi” prensibi, bilimde doğru veya kesin kabul edilen noktalar belirleyerek o noktaları genişletmek ve yeni noktalar keşfetmek anlamına gelir. Ayer’in görüşünün bu prensip ile olan bağlantısı, epistemoloji alanında sıkça bahsedilen “çitlerin ardındaki inek” örneği ile açıklanabilir. 

Bu örnekte komşu çitlerin ardındaki bahçede bir inek olup olmadığı merak edilir ve herhangi bilimsel bir sebebe dayanılmaksızın çitlerin ardında bir inek olduğu “tahmin edilir” veya “varsayılır”. Bu varsayımın ardından komşu çitlerin ötesine yapılan bir ziyaretin ardından orada gerçekten bir ineğin otlamakta olduğu görülür. Bu noktada felsefe camiası tarafından sorulan asıl soru, kişinin haklı olup olmadığı veya orada gerçekten bir ineğin olduğunu bilip bilmediğidir. A. J. Ayer’e göre, kişinin oluşturduğu hipotez tamamen anlamsızdır çünkü Ayer’in görüşüne göre hipotezin anlamı onun doğrulanma metodu ile doğrudan bağlantılıdır ve çitlerin ardında bir ineğin otladığı hipotezi bilimsel yöntemler kullanılarak doğrulanmamıştır. Yapılanın aksine, komşu bahçe gözlemlenerek bilimsel yöntem aşamalarına uygun bir hipotez Ayer’e göre anlamlıdır ve diğer anlamlı veya doğru bilgilerin doğrulanması için kullanılabilir. Bu sonuca şüpheci bir insanın yaklaşımı ise iki hipotezin de doğrulanma yöntemlerinden bağımsız olarak hiçbir şekilde kesin olamayacağı şeklindedir ve kişiye pratik bir yarar sağlamaz.

Modern bilimin bir diğer önemli prensiplerinden biri olan ignoramus, yani “bilmiyoruz” prensibi, bizlere modern bilimin Orta Çağ’da deneyimlenen hatalar ile tekrar karşılaşmaması adına büründüğü kendini düzeltebilen bir kimlik tanımlar. A. J. Ayer’in kesin bilginin varlığının kesin olması görüşü modern bilimin takındığı bu bilinemezci tavır ile karşılaştırıldığında akıllara modern bilimde yer alan önemli kavramlardan olan “paradigmayı” ortaya atan Karl Popper gelir. Karl Popper, bilimsel yöntem ile doğrulanan hipotezin yaşam döngüsündeki bir sonraki adımın “kesin doğru” veya “yasa” olmadığından ve onun “paradigma” olduğundan bahseder. Paradigmalar, hipotezi doğrulayan ve destekleyen veriler ile daha güçlü hale gelse de paradigmaların kesinliğinin sebebi onları doğrulayan sonuçların aksine onları yanlışlayan sonuçlardır. Bilimdeki paradigmalar, yanlışlanana dek “geçici kesin” kabul edilirler. Bu şekilde, Ayer’in kesin bilginin devamında elde edilecek olan kesinliği tartışılır bilgiye ulaşmak için elimizde referans alabileceğimiz noktalar barındırırken aynı zamanda modern bilimin ignoramus prensibinden kopmamış ve bilimin ilerleyişini bir ağacın dalları gibi yanlış olduğu fark edilen noktaya geri dönerek zamanla kolektif bir biçimde büyütmüş oluyoruz.

Hiç yorum yok: