12 Haziran 2022 Pazar

Zeynep Duru Hüseyni / İzmir Amerikan Koleji / izmir / DüşünYaz 8, Türkiye 1.si




Final Yarışması Yazısı

 “Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hisset­tiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... De­mek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olma­yan düşünme tarzlarına önceliği.”

Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay

Mutluluğun Resmini Temsil Etmek: Tuval, Boya ve Fikir

Nazım Hikmet, “Saman Sarısı” şiirinde Abidin Dino’ya “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye sorar. *İşin kolayına kaçmadan ama.* Yani konsensus olarak kabus görmüş mutluluk temsilcileri olan imgelerden kaçınarak. Gilles Deleuze verilen alıntısında bu istekten bahsediyor. Bir duygu olarak mutluluk, Deleuze’ün düşüncesinde “temsili olmayan düşünme tarzıdır” dolayısıyla kronolojik ve mantıksal olarak bir fikirden sonra gelmek zorundadır. Bu fikrin ne olacağı ise ayrı bir soru işareti aslında, yine mutluluk örneğinden gitmek gerekirse bir gülen yüz yeterli olacaktır belki de (Ancak bu işin kolayına kaçmak olur.) Abidin Dino’dan talep edilen tarzda bir resim için de Deleuze’ün deneyimsel ve Spinozacı düşüncesini anlamak gerekir. Bu makale, Gilles Deleuze’ün sözünden yola çıkarak günümüz dünyasında işin kolayına kaçan ve kaçmayan temsili düşünme tarzlarını ampirik, toplumsal, psikolojik ve postyapısalcı savlar ile değerlendirecektir. 

Felsefi kavram haritasını çıkarırken öncesinde gelmiş filozoflar üzerine adeta bir saha çalışması yapmış filozof Gilles Deleuze, “Spinoza Üzerine On Bir Ders” adlı eserinde düşünce, duygu ve gündelik yaşam üçgeninde fikir olgusunun salt nesnel gerçekliğinin yanında, biçimsel olarak da var olabildiğini düşünür, çünkü, "fikir temsil edildiği ölçüde düşüncedir" der. Mantıksal bir açıdan bakıldığında Deleuze’un alıntısı gerçekten de akla yatmaktadır, insanda bir uyarıcının bir duygu yaratması için fikir öncülü vardır. Belki her uyarıcı somut değildir ancak her bir uyarıcı bir fikir üzerinden canlanmaktadır. Deleuze, ampirik felsefe ve özellikle de Hume ampirizmine yönelik çalışmalarda bulunmuş bir düşünür olarak bu fikirlerin kaynağını deneyime ve deneyimlerin çağrışımına bağlar. Hume’un epistemolojisinin temelini, zihinsel hallerimizin tümünü ifade etmek için kullandığı “algılar” hakkındaki görüşleri teşkil eder. İster duyularımızı kullanalım ister tutkularımızla harekete geçirilmiş olalım ister düşüncemizi kullanmış olalım, zihnimize sunulan her şeye “algı” adı verilir. O halde Hume’un algı düşüncesinden Deleuze’ün alıntısına doğru bir çıkarım yaparsak tüm basit ideler, ilk ortaya çıkışlarında, karşılıkları olan ve tümüyle temsil ettikleri basit izlenimlerden kopyalanır. İşte bu iddia felsefe tarihinde Hume’un “Kopya İlkesi” olarak adlandırılır. Bir çocuğun elmanın tatlı ya da ekşi olduğuna dair bir ideye sahip olabilmesi için ilkin bu izlenimi alması, yani elmanın tadına bakması gerekmektedir ki, bu izlenimlerin ideleri öncelediğinin bir göstergesidir. Yine kör bir kimsenin renklere, sağır bir kimse seslere dair izlenimlerinin olmaması, yani izlenimleri alan yetinin işleyişinde engellerle karşılaşılması, onların idelerinde olmayacağını göstermektedir. Sonuç olarak her hangi bir duygu veya çağrışımın ortaya çıkabilmesi için temsili var olan bir fikir gereklidir, Spinoza’nın kendi aklını kullanma öğretisine ve Hume’un deneyimsel çağrışım savına göre ise bu temsil Deleuze’ün görüşünde bireysel bir deneyim ve çıkarıma bağlı olmalıdır.

Peki her zaman fikirler bireysel deneyim ve çıkarımlara mı bağlıdır? Belki de alternatif bir soru olarak, bireysel deneyim ve çıkarımlara bağlı olmayan fikirlere de fikir diyebilir miyiz? İşte şimdi biraz işin kolayına kaçacağız. Dilbilimsel olarak idea ile yani fikirler aynı kökten gelen"ideoloji" kelimesini duyduğunda, çoğu insan genellikle "izm" ile biten geniş bir sosyo-politik inançlar kümesini düşünür; komünizm, liberalizm, muhafazakarlık gibi. Karl Marx için ideoloji, insanlara yanlış fikirleri iten bir dizi söylemdir. İnsanlar bu yanlış fikirleri benimsediklerinde, dünya, nasıl işlediği ve dünyadaki yerleri hakkında “yanlış bir bilinç” geliştirirler. Slovenyalı Marksist filozof Zizek’in gözünden ideolojiyi sosyolojik bir açıdan incelemek gerekirse, Žižek, psikolojiyi ideolojiye dahil ediyor. Marx için ideoloji bilinçli bir alıştırma iken, Žižek ideolojinin aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyayı şekillendirmeye yardımcı olan bir bilinçaltı fenomeni olduğunu öne sürer. Esin kaynağı olan Lacan'a göre biz, bir toplulukta yaşayan insanlar olarak dünya ile olduğu gibi değil, onu dil aracılığıyla temsil ettiğimiz gibi etkileşime gireriz. Bu kopukluk nedeniyle, ideoloji, dünya hakkında olmaktan çıkar, en başta dünyayı nasıl gördüğümüzle ilgili olur. Bir başka deyişle, ideoloji gerçek dünyayı "yansıtmaz", fakat gerçek dünya ile "bireylerin hayali ilişkisini" "temsil eder"; ideolojinin (yanlış) temsil ettiği şeyin kendisi zaten gerçek olandan uzaktadır. Korkutucu bir anlamda, 'gerçekliğimizi' kurmak için dile güvendiğimiz için her zaman ideolojinin içindeyiz; farklı ideolojiler, sosyal ve hayali "gerçekliğimizin" farklı temsilleridir. Bu görüşü Deleuze’e bağladığımızda ideoloji de günümüz içinde temsili bir düşünce tarzı olarak orataya çıkar. Temsil ettiği şeylerle büyük kitleli duygu dışa vurumuna yol açarken bir “fikir” olarak ideolojiyi kimin düşündüğü ise unutulur.

Farklı bir pencereden bakmak gerekirse, düşüncenin duygudan önceki varoluşunu felsefi bir argümanla savunmanın psikolojik açıdan savunmaktan çok daha kolay olduğu tartışılabilir. Öte yandan duygularla ilgili psikolojik teoriler günümüze doğru ilerledikçe Deleuze’ün alıntısının mesajına yaklaşmaktadır. İlk öne atılan duygusal önermelerden James-Lange teorisi duygunun ortaya çıkmasını olaylara karşı fizyolojik reaksiyonların bir sonucuna bağlar. Örneğin bir uyarıcıya karşı korkmaya karşılık nabız artışını varsayalım. Bu duygu teorisine göre, korkudan dolayı kalbin hızlı atması değil, hızlı nabızdan dolayı korku vardır. Daha sonrasında Richard Lazarus’un duygu teorisi olan “Bilişsel Değerlendirme Teorisi” ise düşüncenin duygulanmadan önce ortaya çıktığını kanıtlar niteliktedir. Bu teoriye göre, olaylar dizisi öncelikle bir uyaranı içerir. Bunun devamında düşünce, fizyolojik bir tepki ve duyguların eş zamanlı deneyimlerine yol açar. Yalnızca korku değil, heyecan ve aşk da hızlı nabız artışına sebep olacaktır, ve Deleuze’ün de savunduğu üzeren herhangi bir uyaranın kişide temsil ettiği fikir farklı duygulara yol açabilmektedir. Belki de bütün bu teorilere bir adım daha uzaklaşarak bakmak gerekirse, Deleuze’ün de dediği gibi her türlü duygunun ortaya çıkışından önce olması gereken bir uyaran (felsefe terminolojisinde bir nesne) vardır. Duyguların  zihinsel algıdan ve fikirden bağımsız ve insan kontrolünün dışında olduğu düşünülebilir ancak beynin günde gördüğü milyonlarca uyaran arasından seçim yapıp farklı duygular ataması belki de duygunun kendisinin düşünülen kadar işin kolayına kaçmak olmadığının kanıtıdır.

Son olarak, belli uyaranlara, yani temsilcilere karşı zihnin neden ve nasıl belli duyguları seçip belli duyguları seçmediğinin değerlendirilmesi bir duygunun resmini çizerken kolaya kaçmamakta önemli olacaktır. Bir fikrin temsilcisinden ortaya çıkarılan anlam, yapısalcı görüşle metaforik olarak caz gibi düşünülebilir, çalınan değil çalınmayan notalar da önemlidir. Postyapısalcılar bu düşüncenin de üzerine koyarlar, bu çalınmayan notalar tam olarak hangileri ve neden bu notalar özellikle çalınmıyor? Kültürde dolaşan daha geniş fikirlerden bahsediyorsak, neden bu fikirler ortalıkta dolaşıyorlar? Metin hangi gizli varsayımları yapıyor da insanda belli bir fikri ve bu fikir üzerine olan duyguyu yaratıyor? Deleuze’ün de dediği gibi “‘Ne hisset­tiğimi bilmiyorum’ dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır”. Fakat bu temsil makaledeki önceki paragraflarda da tartışıldığı gibi deneyim ve akıl kullanma cesaretinden de gelmiş olabilir, çalınmayan, yokluğu doğal kabul edilen ve öznelleştirme yoluyla politik bir topluluk oluşturmaya yardımcı olan notalardan, yani bir ideolojiden de. Kimi zaman ise belki de bütün bunlardan daha tehlikeli olarak Claude Levi-Strauss’un ortaya çıkardığı üzere “boş göstergeler” vardır. Buradaki boşluğun görevi şudur: bir şey doğrudan ne kadar az şey ifade ediyorsa o kadar çok şeyi gizli gizli çağrıştırıp kendisini onunla özdeşleştirebilir. En az politik bir şekilde anlatmak gerekirse, bir futbol takımı haricen bakıldığında diğerlerinden farklı olmamalıdır ancak bir şekilde o futbol takımının adı, renkleri, görüntüsü boş gösterge işlevi görüp bir tür bir aradalığı, savunma mekanizmalarını, bir tür ülkü birliğini o göstergeye duygusal yatırım yapmış insanların reflekslerine kodlayabilir. “Bizdensen şunu yapacaksın” sözündeki “şu” belirsizdir. Mühim olan o aradaki bağın kurulması, bir Biz'in yaratılmasıdır, boş göstergenin bir temsili düşünme tarzı haline gelmesidir. Ancak içerik aşikar değildir, o sessizce belirlenir ve çelişkileri gizlenir, buyruklarının uygulanmasında seçim şansı tanımaz. buradaki sinsi mesele şudur: görünüşte o takımın bayrağıyla, rengiyle, adıyla o tavır arasında herhangi bir mantıksal bağlantı olmamasına rağmen tekrarlana tekrarlana özdeşleşerek o anlamlar manipüle edilip, sanki aralarında doğrudan doğal muhakkak bir bağ varmış gibi olur. Bir futbol takımı rengi, “biz” duygusu yaratmıştır.

Abidin Dino, Nazım Hikmet’in “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusuna şiir yazarak cevap verir, işin kolayına kaçmamıştır. Nazım’a “yattıkları yerlerin müze, sürgün şehirlerin cennet” olduğu hayal üstü bir deneyimin resmini “yazar”. Farklı ideolojilerce, ideolojisinden dolayı dışlanmış bir şaire çizilen bu mutluluk şiirinde ise imgesel boş göndergelere, ideolojik sembollere, fizyolojik reaksiyon yaratacak uyaranlara yer yoktur. Yine tekrar etmek gerekirse, Abidin Dino, şiirinde hem okurların hem Nazım’ın hem de kendisinin şiirinin notalarında yazmamasına rağmen anladığı hayal üstü bir deneyimi anlatır. Abidin Dino mutluluğun resmini çizememiştir, çünkü henüz bu deneyimi yaşamamıştır. Deleuze’ün de değerlendirdiği üzere, mutluluğun deneyimsel temsili düşünce tarzı olan bu hayal deneyimlenmedikçe onu temsil etmeye ne tuval yeter, ne de boya. 

(Nazım Hikmet’in anısına, 3 Haziran 2022 )

                                   

İkinci Adım Yazısı

 "Ben "insanın olanakları sınırsızdır" savının şevk kırıcı olduğunu ileri sürüyorum. Bu, birini kayığa oturttuktan sonra "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!" diyerek İngiltere'ye doğru okyanusa itmeye benziyor. Oysa kayığın içindeki, diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pekâlâ farkındadır."  Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis Yay.

Sınırlar Sayesinde ve Sınırlar Yüzünden: Hey Şey, Her Yerde, Aynı Anda

Ana akım kitap mağazalarının kişisel gelişim türüne adanmış rafları kendini ilk bakışta müşteriye gizleyebilen bir diyalektik üslup ile ikiye ayrılır. Bunlardan ilki müşteriyi “Hadi bakalım, her şey senin elinde, sen her şeyi yapabilirsin.” diye motivasyon kamçılayan kitaplardır, geri kalan kitaplarsa sanki daha önce bu ilk bahsedilen kitapları almış ama vaat edilen “her şeyi” yapamamış insanlara biraz daha kitap satmak amacıyla “hiç bir şey yapamadın mı, sorun değil.” diyen üsluptadır, ki bu ikinci türe son zamanlarda alternatif kişisel gelişim türü de denmektedir. İşte bu diyalektiği Rollo May’in sözü üzerinden değerlendirmek gerekirse, “klasik” kişisel gelişim kitapları  "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!" diyerek birini İngiltere'ye doğru okyanusa itmeye benzer, alternatif bakış açıları ise buna zıt sınır olan okyanusun dibindeki insanları, sanki eski vaatler de onların değilmiş gibi olan avutma eylemleridir. Bu durum iki kişisel gelişim kitabını birbirinden daha iyi vey daha motive edici yapmıyor aslında, tam tersine bu iki türden birinin amacı birinin ise sonucu olan ve realist bir bakış açısıyla sonuçta tek faydayı, kar amaçlı ana akım kitap mağazalarına sağlayan “sınırsız vaatlere” vurgu yapıyor. Rollo May’in eleştirdiği konu tam da burada yatıyor. Rollo May alıntısında, insanın bir şeyi başarması için şart koyduğu “sınır koyma ihtiyacı”, kişisel gelişim kitapları ne kadar ok farklı yere çekilebiliyorsa o kadar farklı alana ve daha da fazlasına çekilebilir. Bu makale, Rollo May’in sözünden yola çıkarak sınırsız imkan savına karşı bir duruşu; estetik, psikolojik, sosyolojik ve varoluşçu dayanaklarla destekleyecektir.

Hümanist-varoluşçu psikolog Rollo May, Yaratma Cesareti adlı kitabında insanın çağlar boyu en büyük yoldaşı olan yaratıcılığı birçok farklı yönden inceler. Bu konuda belki de sanatın ve yaratımın insanda yarattığı ilk çağrışıma aykırı olacak şekilde sınırlar içerisine yerleştirir, hatta yaratıcılığın sınırlarının yaratana katkıda bulunduğunu da dile getirir. Öyle ki söz konusu sınırların belirlenmediği durumlarda sanatçının aşkınlık sınırı da bozulur; ucu bucağı olmayan bir estetik kaosa doğru yuvarlanır. bu nedenle yaratılan her objede belli sınırların, biçimlerin kabul görmesi, sanatçının ve eserinin sağlığı açısından önemlidir.  Yazardan bir örnek verecek olursak, suyu sınırlayan kıyılar olmazsa derenin varlığından söz edemeyiz, elimizde düzlemde yayılan sudan başka bir şey kalmayacaktır. bu, iyi kötü herkesin aklına gelebilecek bir şeydir. Fakat yazar burada işi biraz daha ileri götürür ve yaratımın kısıtlara muhtaç olduğunu öne sürer. sınır/kısıt/limit olmayan yerde bir yaratımdan bahsedilemeyeceğini, düşüncenin boşluğa düşeceğini söyler. Yaratıcılığın tetiklenmesi, daha yoğun bir anlatım için gerekli motivasyon ve çabanın ortaya çıkması için sınırlar var olmak zorundadır. örneğin şiir biçim dayatmasa şair anlatımlar arasında eleme yapmayacak, biçimin sınırlarını zorlayacak anlatımların arayışına girmeyecek ve böylece zihninin sınırlarını aşamayacaktır. Aslında, bu tür bir sınır koyma, metinlerarası bir bakış açıdan edebi eleştirmen Harold Bloom’un ismini verdiği “etkilenme endişesi”ne bir panzehir oluyor. Bu görüşü, söz konusu alıntı üzerinden değerlendirmek gerekirse,  'insanın olanakları sınırsızdır' savının “şevk kırıcı”lığı, etkilenme endişesine paralellik göstermektedir. Bunun yanı sıra, estetik anlayışa biçim açısından sınırlar koymayı doğru bulan May, imgelem için ise aynı şekilde düşünmemektedir. Sonuçta May’in vurgu yaptığı görüş, sınırların genişleyebileceğini de sınırların var oluşu kadar net bir şekilde kabul etmektir. Yaratıcı edimin kaynağı da sınırlamalar ve bu sınırlamalara karşı başarılı mücadelelerdir. 

Rollo May’in sınırları kabul etme ve sınırları genişletme üzerine olan prensibi hümanist psikoloji bakış açısıyla paralellik gösterir. Yirminci yüzyılda davranışçı psikolojiye bir cevap olarak “üçüncü güç” olarak ortaya çıkan bu görüşün temel amacı insanı olabileceği en iyi birey mertebesine çıkarmaktır. Bu bakış May’in alıntısı yardımıyla incelenirse, insanın olabileceği en iyi versiyonu haline gelmesi için ilk olarak mevcut durumunun farkına varması, yani statükodaki sınırlarını keşfetmesi öncülüğünden bahsedilebilir. Hümanist psikolojinin öncülerinden olan Maslow’u örnek göstermek gerekirse, Maslow’un meşhur ihtiyaçlar piramidindeki felsefesi de tamamen sınırlara ve sınırları genişletmeye bağlıdır. Öyle ki, henüz piramidin ilk veya ikinci basamağındaki ihtiyaçlarını yerine getirmemiş bir insana kişisel gelişim kitaplarının yön verdiği sınırsız olasılıklar çerçevesinde kendini gerçekleştirebileceğini söylemek bu görüşe göre gerçek dışıdır. Bu, işte fizyolojik ve güven ihtiyaçları apaçık bir şekilde yerine getirilmemiş olan kayıktaki varsayımsal birine söylenen sözün hayalperest üslubuna sahiptir. Bu üslup aynı zamanda birçok sosyolojik unsuru göz ardı eden “hayatta kalma yanlılığını” da içinde barındırmaktadır. Bu yanlılık, en basit anlamında insanın başarılı olmanın, başarılı olan bir örnek insanın veya başarılı olma hayalinin büyüsüne kapılıp başarısız olan çoğunluğu unutmak anlamına gelir. İlginçtir ki, hayatta kalma yanlılığı da tıpkı Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisi gibi bir piramit üzerine çizilebilir, bu üçgenin en küçük olan uç kesitinde de işte bu hayatta kalmış insanlar vardır. Bu iki piramidi, sanki iki kağıdı koyarmış gibi üst üste koyduğumuzda kendini gerçekleştirme basamağı ve hayatta kalanlar basamağı üst üste gelmektedir. Yalnızca bu paralellik bile, hayatın psikolojik sınırlar üzerine çizildiğini göstermeye yetmektedir. Maslow’un alt basamaklarında kısıtlı kalmış kimseler, sınırsızlık ilüzyonuyla, hayatta kalan azınlık tarafından, istemli ya da istemsiz olarak, büyülenmiştir.

Bu kadar çok piramitten bahsettikten sonra, piramidin okura çağrıştırdığı bir başka hiyerarşiden, sosyolojik hiyerarşiden bahsetmek de gerekmektedir. Ekonomik ve sosyal yapılanım sistemleri ile toplumsal sınıflara bölünmüş bir yapı içerisinde sınırsız imkanların eşitliğinden bahsedilmesi olanaksızdır. Sınırsız ve eşit imkanlar ise, meritokratik düzen çağrışımı yapmaktadır. Matematikte, sonsuz kümelerin denkliği adında bir kavram vardır. Bu, her ne kadar sonsuz kümeler içinde sonsuz eleman barındırsa da, kimi sonsuz kümelerin başka sonsuz kümelerden daha büyük olabileceğini ifade eden bir önermedir. İşte, toplumsal sınıf yapısı içerisinde de kimilerinin olanakları başkalarından daha sınırsızdır. "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!” sözü, günümüzün meritokratik bir ütopya pazarlamasıyla aynı kapıya çıkmaktadır. Çünkü önüne liyakat idealini almış meritokrasinin sonsuz olanakları içerisinde unutulan şey, kimi sınırsızlıklar başkalarından daha büyüktür, yani bu pazarlamanın iddia ettiği gibi her insan yarışa aynı yerde başlamaz, aynı yerde başlasa bile, yarışı aynı yerde bitirmeyecektir. John Stuart Mill de meritokrasi iddiası üzerine insanın sınırsız bir geleceği olduğu düşüncesine bir ütopyadan çok distopya gibi bakmıştır. Çünkü imkanlar eşittir öncülüğünü kabul ederek ortaya çıkan ve bu önermeyi doğru kabul ederek, insanın olasılıkları da eşit ve sınırsızdır kabulüne ulaşan bir dünyada bu bahsi geçen öncül yansıtıldığı kadar da doğru değildir.

O halde, olanaklarının sınırsız olmadığının farkına varan insan hayatına nasıl ilerlemelidir? İşte bu aşamada psikolog Rollo May’in “varoluşçu” yanı devreye girer. Burada, varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden olan Sartre’ın özgürlük anlayışına atıfta bulunarak başlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Sartre’a göre “insan kendi özgürlüğüne mahkum edilmiştir” ve kendi kararları ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Fakat az önce de bahsedildiği gibi, sosyolojik ve psikolojik faktörler ele alındığında, insan ona vaat edildiği kadar da özgür değildir. İşte burada da Camus’nun abzürdist bakış açısındaki özgürlüğü devreye sokabiliriz. Camus, mitleşmiş ve kader-özgür irade diyalektiğinde kaderine, yani tanrılara, yenik düşmüş kahramanlar Odipus ve Sisifus’u örnek göstererek insanın o kadar da özgür olmadığını bilmesinin onu aslında günlük zaman imleci içerisinde özgür yaptığını savunur. Başka bir deyişle, Rollo May’in de alıntısı dikkate alındığında sınırlı olanaklar içerisine yerleştirilen bir insanın bu farkındalıkla sınırlarını genişletmesi daha gerçekçi olacaktır. 

Daniel Kwan ve Daniel Scheinert tarafından yazılan ve yönetilen Amerikan bilimkurgu filmi "Her Şey, Her Yerde, Aynı Anda", özünde sınırsız alternatifler arasında yapılan seçimlerin ve bu seçimlerin sonrasında arkasına bakan bir kadının hikayesi. Yani seçmediklerinin, seçtiklerini kuşattığı bir somutlamada. Bir gölü düşünün. Su, bu gölün içine ve dışına akar, dolayısıyla da Herakletik bir anlayışta göl statik bir nesne değildir. Aynısı hayat için de geçerlidir, insanlar da benzer şekilde, içine ve dışına zamanın aktığı göller gibidir. Bu yüzden de Heraklitus, değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu söylemiştir. İnsan büyüdükçe, olgunlaştıkça, değişimle değişir. Bu değişim ise, genellikle karar verme yönüyle insanın hayatında ortaya çıkar. Ne kadar çok karar, o kadar arkada bırakılan hayat demektir. O hale şu anda yaşanan hayat, May’in de bahsettiği sınırsız ihtimaller içerisinde seçilmiş olandır. Bu şekilde bakıldığında bu hayatta yapılabileceği en büyük seçim de, ardında bıraktığım onca alternatif olanak içerisinde, şu anda devam edeni seçmekten geçer. Her şeyin, her yerde, aynı anda var olması; hiçbir şeyin, hiçbir yerde, hiçbir zaman var olmamış olmasıyla aynı şeydir ve bütün bu olan ve olmayanlar sınırsızlığı içerisinde insan şimdiki hayatının içinde neyse ki ve ne yazık ki, sınırlıdır. 

                                   

Birinci Adım Yazısı

 “Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası,  Sayfa 20


Bir cümlenin nesnesi, öznenin yaptığı işin dışında kalan ve öznenin yaptığı işten doğrudan etkilenen ögedir. Herkesin kendi bedeninde yaşadığı bu dünyada herkes için kendisi bir özne ve herkes bir nesnedir dolayısıyla. “Bugün gezerken onu gördüm.” cümlesinde “onu” dediğimiz “o”, bir insan olsun, hayvan olsun, cansız olsun, dilbilgisi kuralları altında nesnedir, özneye bağlıdır olarak vardır ama öznenin dışındadır. Bu dünyada her insan başkasının da kendi için özne olduğunun farkında olarak mı yaşıyor sorusunun cevabında ise işler biraz karışıyor. İnsanlık tarihini baktığımızda anlayabiliriz ki uygarlık geliştikçe kimi insanlar hem kendileri hem de başkaları için daha özne olmuş, kimileri de bunun altında yalnızca etrafta değil kendilerine göre de nesneleşmiş, varoluşları dış öznelerin bakışından konumlandırılmıştır. Carol J. Adams’ın alıntısında bahsettiği eşitsizlik problemi de aslında nesneleşme haline vurum yapıyor, fakat eşitsizlik ne kadar gözle görülür ise bu kavramın olumlanması olan eşitliğin de bir o kadar pratik ve elle tutulur olması, çözümün can alıcı noktası. 

Adams’ın “nesne muamelesi” olarak adlandırdığı ve herhangi bir insanı veya hayvanı kendi özelliğinden, ırkından, cinsiyetinden, sınıfından ve daha nicesinden dolayı oluştuğu tahmin edilen olgunun insan psikolojisindeki kaynağını yine Adams’ın kavramlarından “kayıp gönderge” ile açıklamaya başlayabiliriz. Kayıp gönderge, Adams’a göre en basit anlamında bir restoranda yediğimiz et ile onun nereden geldiği, kim olduğu, ne olduğu arasındaki bağlantıyı refleks olarak koparma halidir (Kotiloğlu). Ona göre bu süreç, “Hayvanlar ben cesetlerini yiyeyim diye ölüyor… Ben yiyeyim diye biri hayvanları öldürüyor… Hayvanlar yenmek için öldürülüyor… Hayvanlar ettir… et” diye de örneklenebilir. Burada ilk başta ölen özne olan hayvanlardan, öznenin edilgenleşmesine ve son olarak da  cansız bir nesneye dönüşmesi gözlenir. Öte yandan,  kayıp göndergeyi yalnızca bir vejetaryen savunması olarak değerlendirmek de yanlıştır. Öyle ki, Adams, birçok tecavüz ve taciz mağdurlarının da deneyimlerini anlatırken kendilerini bir ete benzettiklerini hissetmelerinden yola çıkarak cinsel istismar ve şiddetin de bu kavram altına girdiğinden bahseder. Ben günümüz kesişimsel feminizminde kayıp göndergenin yalnızca kadın sorunuyla da sınırlı kaldığını düşünmüyorum. Nesneleştirme-parçalama-tüketme yolundan ortaya çıkan eşitsizliğin izlerini farklı kapsayıcı sorunlarda da bulmak için farklı filozofların düşüncelerine de bakmak gerekebilir. Burada da ilk çıkarım bizi Marx’ın meta fetişizmine yönlendirir.

Karl Marx’a göre meta fetişizmi bir olgunun değişim değerinin kullanım değerinin üstüne geçmesine denir. Böylece üretimin ana amacının kar olduğu bir ekonomik sistemde de zaten kastik olarak, başka özneler tarafından alt sınıfa mensup görülen işçi de kendi üretimine ve emeğine yabancılaşır, şeyleşir. Burada üretim emeğinin arkasındaki şeyleşmiş işçi ile Adams’a göre nesneleşmiş kayıp gönderge olan et veya kadının arasındaki paralellikler görülebilir. Meta değeri kullanım değerinden daha yüksek olmuş bir nesneyi elinde tutarken de insan “Bir işçi ben elimde bu hayvan derisi marka çantayı tutabileyim diye 15 saat asgari ücretle ter döktü” demez. Emek ve işçi, çantayı kullanan öznenin elinde nesneleşmiş ve eşitsizliği pekiştirmiştir. O halde yine Adams’ın alıntısının problemi belirttiği kısma dönmek gerekirse nasıl insan emeği kayıp gönderge altında nesneleştirebiliyorsa ve bunu bir pratik haline getirdiyse tam tersini de yapabiliyor olmalıdır. Bir metanın altında saklı olan emek insan bilincinin bilmek istediğinden çok daha somuttur. 

Marxist ve varoluşçu düşünceyi feminist bir lens üzerinden inceleyen Simone de Beauvoir da İkinci Cinsiyet kitabında kadının nasıl bir özneden nesneye dönüştüğüne, ikinci cinsiyet haline geldiğine değinir. Dolayısıyla kadın da tıpkı bir işçinin ürünü gibi erkekler arası mübadele edilen bir nesne haline gelmiştir. Bu o kadar içselleştirilmiş bir eşitsizlik örneğidir ki eril göz ile bakılan kadının ötekileşmesi bir süre sonra yalnızca erkekler tarafından değil kendileri tarafından bir nesne gibi hareket etmeye mecbur bırakılırlar. Nitekim Jacques Lacan’a göre de kadın yoktur, erkeğin biçimlendirdiği bir kadın vardır. Adams’ın “diğer insanlara ve hayvanlara nesne muamelesi yapmamak”  olarak bulduğu pratik çözümün başlangıç hali de kadının kendini "diğer" olarak gördüğü bir sistemde kendine olan muamelesini değiştirmek, bu pratiğin cinsiyet eşitsizliği yönünden incelendiğinde önemli aşamalarındandır. 

Adams’ın eşitlik pratiğine dilbilimsel bir gözle bakmak gerekirse”'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” sözlerinin söylendiği şartta insanın kendisini özne konumundan indirip karşısındakine özne olmak için bir fırsat vermiş olur. Bu sayede içselleştirilmiş nesnelik kişide ortadan kalkar ve kişi başkasının yardımıyla kendini yine özne olarak görebilir. Fakat burada ortaya çıkan soru herkesin kendini özne olarak gördüğü dünyada yine ilk başta da tartıştığım gibi başkalarının da dolayısıyla nesne olarak kalacağıdır. Belki de kimileri tarafından herkesin kendi öznesi olmasına izin verildiği bir dünya Hobezyen bir şekilde “doğa durumu” halini alabilir. Sonuçta belli bir toplumsal sözleşmeyle insanların kendi kişisel çıkarlarından vazgeçemeyeceği bir düzendir kimileri için korkutucu olan. Yine burada, hem Addams’ın sözünden hem de bu ana kadar bahsedilen filozoflardan yola çıkarak bu “eşitleme” işleminin iki adımlı olduğu sonucuna ulaşılabilir. İnsanın kendini özne değerine çıkarması ve başka bir öznenin aynı insanı özne konumunda görmesi. Bu iki adımdan herhangi birinin vazgeçilmesinin ötekisini de aksatacağından şüphe yoktur, insanın hem kendisini hem de çevresine yabancılaştığı bir dünyada bu iki adım içkinleşmiştir.

Adams’ın düşüncesine getirilebilecek başka bir eleştiri de yine aynı “Bir derdin mi var?” sorusunun oldukça klişeleşmiş ve anlam ifade etmeyen bir hale gelmesi olabilir. Bir insanın derdinin öne çıkarılmasının nasıl toplumsal bir sorunu ortadan kaldırabilir özelliğe bürünmesi inanılmaz gelebilir. Fakat Adams’ın da bahsettiği gibi eşitliği bir fikirden pratiğe dönüştüren şey de bu değil midir? Günümüzde genellikle haklı gerekçelerle toplumsal sorunlara toplumcu bakış açılarıyla bakılması gerektiği düşüncelerinde oluşan görüşler, topluma ulaşmadaki ilk adım olan bireyleri atlıyor. Bir bakıma toplumcu bakış açısı, sanal bir duvarın aşılarak çözüm üretmeye dayanıyor çünkü bu düşünceyi benimseyen her birey kendisinin yetmediği ve toplumsal bir hareketin gerektiği şikayetiyle de harekete geçemiyor. Bu, belki de bütün toplumcu bakış açısının içerisinde günümüz insanının içine yerleşmiş bireyselliğin sonucu olabilir. İşte bu bahsedilen toplum ve birey arasındaki sanal duvar, eşitliği çoğu insan gözünde bir fikirden yukarı taşıyamayan şeydir. “Bir derdin mi var” cümlesinin kişiselliği de Carol Henisch’in 2. dalga feminizmine yön vermiş “Kişisel olan politiktir” sloganını hatırlatır. Bu söz hem tüm sorunların toplumsal bir erkten geldiğini insana anımsatırken bir yandan da her kişisel çözümün bir politik çözüme de adım olduğu konusunda güzel bir hatırlatıcıdır. Dahası var, soruyu sormanın bir soran bir de sorulan insanı kapsamış olması bu kişisel alanı iki kişi yapar, yani toplumsal soruna yaklaşmayı yarısı kadar kolaylaştırmış olur.  

Yine Adams’ın başladığı noktaya, ilk bakışta alakasız gözüken et ve kadının birleşimine gelelim. Koreli yazar Han Kang, Vejetaryen adlı romanında tüm çevresi tarafından ötekileştirilmiş ve nesneleştirilmiş bir kadının, kendini bir cani olarak gördüğü korkulu rüyasından sonra vejetaryene dönmesini anlatır. Burada bahsi geçen ve bütün roman boyunca ana karakter olmasına rağmen her zaman çevresindekilerin gözlemci bakış açısından durumu anlatılan Yeong Hye’ı hiç kimse bir kere bile anlamaya çalışmaz. Han Kang’ın bu kitabında vejetaryenliği ve et yemeyi insanoğlunun birbirine yaptığı ve yok saydığı bütün cani hareketlerin bir kaçışı olarak sembolize eder. 

Filozof Jennifer Foster, insanı belli bir anlamda sorumlu yapacağını hissettiği bilgileri bilmekten kaçınmasını yani seçilmiş cahilliğe ve bunun altında yatan bilme endişesine doxastik endişe (doxastic anxiety) adını veriyor. Bu endişe bir insanın et yerken yediği hayvanı, bir çanta takarken çantadaki emeği, kendisini bir erkeğe uygun olarak süslerken kendi öznesini hatırlamama seçimini yapmasının, eşitliği fikir olarak görmesinin arkasındaki özgür iradedir. Nasıl başkasına sorduğumuz soru, nesne muamelesinden özneye dönüş, fikirden pratiğe geçiş de eşitliğe doğru bir özgür irade ise.  


Hiç yorum yok: