12 Haziran 2022 Pazar

Melek Zeynep Kaçar / TEVİTÖL Özel Anadolu Lisesi / Kocaeli / DüşünYaz 8 Türkiye 10.su



 Final Yarışması Yazısı 

“Biraz zaman geçsin her şeyi unutacaksın. Biraz zaman geçsin her şey seni unutacak.” Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, İş Kültür Yay.

 

YOL ARKADAŞIMIN HEDİYESİ: AYAKKABILAR ÜZERİNE

 

Unutma edinimi, evrimsel psikoloji temelinde insanların sağladığı kazançlardan biridir. Mesela, sabah evden (veya benim gibi yatılı bir öğrenciyseniz yatakhanenizden) çıkarken ayakkabınızı giymeniz gerekir ve bir süre ayağınızda onu hissedersiniz. Ancak bu his zamanla kaybolur, ayakkabı giydiğinizi unutursunuz ve onu hissetmeyi bırakırsınız. Aksini hayal etmek durumu kavramak için faydalı olacaktır, ayakkabı giydiğinizi unutmadığınızı ve saatlerce onları hissetmeye devam ettiğinizi düşünsenize! Bu, daha önemli şeyleri hatırlamanızın önüne geçecek ve büsbütün rahatsız edici olacaktır. Bu durumu fiziksel koşullarla sınırlamamak gerek tabii. Bizi üzen, sinirlendiren, kıskançlık hissettiren durumları da zamanla unutuyor oluşumuz mental ve varoluşsal iyi-oluş hali için fazlasıyla yararlı. Stoacı filozofların, Marcus Aurelius bunlardan biridir, duygulara bakışı bu doğrultuda bizlere ışık tutabilir. Stoacılar, duyguları üçe ayırır: ön-duygular, sağlıklı duygular ve sağlıksız duygular. Bu doğrultuda bu duyguların hiçbirinin sonsuza kadar hatrımızda yer kaplayışı bizim için iyi olmayacaktır. Bu duyguları hissetsek de zamanla onların üstesinden gelerek bizim üzerimizde fazla güç sahibi oluşlarını engellemek, Stoacılık'ta yer bulan görüşlerdendir.

 Zamanla her şeyi unutmamızın iyi bir şey olduğunu söyledik, ancak felsefi bağlamda düşünürken karşı görüşe bir bakış getirmemek felsefenin doğası gereği eksik olacaktır. Karşı görüşü desteklemek adına işaret edebileceğimiz bir problem anlam yitimidir. "Zaman ile beraber her şeyi unutacaksam ve her şey de beni unutacaksa bütün bunların ne anlamı var?" sorusunu yönelttiğimizde karamsarlığa kapılmak mümkün ancak lüzumsuzdur. Bu görüşü kişisel olarak biraz açmak istiyorum. Her bireyin "ne olma"/"ben olma" farkındalığına ulaşması adına gittiği yolda varoluşumu anlamlandırma çabası gösterdim. Bu yolda kendimi anlamak için "Ben kimim, kim değilim?", "Karşılaştığım kültürel, sosyoekonomik, etnik ve toplumsal doneler benliğimle ilgili bana hangi farkındalıkları kattı?", "Ben önemli miyim, neden?", "Eğer onu tanıyan herkes öldüğünde bir insanın varoluşuyla hiç olmamış olması bir önem arz etmeyecekse herhangi biri herhangi bir nedenden dolayı önemli sayılabilir mi?" ve "Varoluş anlamlı mı?" gibi birçok soru üzerine düşündüm. Henüz yolun çok başında olsam da hayatın tam olarak neden anlamlı olacağını anlamadığımı belirtebilirim. Ancak bu benim için bir sorun değil çünkü bir arayışın bir buluştan daha değerli olduğu kanaatindeyim. İyi ki de herhangi bir buluşa ulaşmadım, özellikle de bu kadar gençken, çünkü arayışın bitmesi felsefi bir ölüm niteliğinde benim için. Bir şekilde varlığımdan eminim, çünkü düşünebilme ve tecrübe edebilme gibi inanılmaz hediyelere sahibim, ve bir şekilde yok olacağım hususunda da güçlü bir inanca sahibim. Zaten inanç bilgiye ulaşmanın en güçlü yollarından biridir, iyi veya kötü olması hakkındaki görüşler elbet ayrılacaktır ancak güçlü olduğu yadsınamaz. Fiziksel olarak bir yok oluş hali beni korkutmuyor, çünkü benim için karanlıkta kalmış veya bilinmezliğin hükmettiği bir durum değil.

 Ölüme yaklaşımım aslında fazlasıyla sempatik, çünkü varoluşumun bir sonu olmasa gerçekten de hiçbir anlamı olmayacakmış gibi hissediyorum. Eskiden bu konseptle ilişkim böyle değildi, kendisini safi olarak bir koparılış olarak değerlendiriyordum. Ancak zamanla, unutmak mümkün. Bunu bayat bir "Üstesinden gelebilirsin!" tavsiyesi veya buruk bir "Bunların hiçbirinin gelecekte o kadar da önemi olmayacak." tesellisi olarak söylemiyorum, söyleyemem de. Bunu söyleyemememin ana sebebi unutmak kelimesini sarmalayan atmosferin bu kadar olumsuz oluşuna karşın benim onu farklı bir şekilde görebilmem. Çünkü ben ne ölümü ne de koparıldığımı düşündüğüm ruhları hiçbir zaman unutmadım, tam şu anda onlardan birinin hırkasını giyiyorum. Ancak hissettiklerim, beni yaşamımın en zor dönemine sokan düşüncelerdense onların varoluşuna minnettarlıkla yaklaşma doğrultusunda. Hem onların bende bulduğu yansıma henüz sona ermediğinden yok olmuş sayılmazlar, bu bağlamda hala varoluşlarına duyduğum büyük bir saygı ve anılarıyla yaşamaya dair büyük bir istencim var.

 Ancak zamanla bu saygıya ve istence sahip olan herkes de bir şekilde yok olacak, bu koşulda ne olacağı konusunda hala tam olarak rahat sayılmam. Benim gözümde bu kadar önemli olan varoluşların bir kayboluşa sürükleneceği düşüncesi ile beraber yaşamayı öğrenmem gerekecek, çünkü herhangi bir kimsenin elinden herhangi bir şeyin geleceği düşüncesini tartmak bile fazlasıyla naif ve savunmasız bir yaklaşım. Öte yandan, kendi yok oluşumla da iyi bir dostluk kurmalıyım ki ebediyette bir tek ikimiz kaldığımızda huzurlu olabilelim. Bundan birkaç yüzyıl sonra ne ismim ne de cismim hiçbir anlam ifade etmiyor olacak, bununla barışığım. Bütün yaşantım ve düşüncelerimden oluşturduğum bu dünya belki de yok oluşun ağından sıyrılıp yazılarımda bir bütünün kırıntıları olarak yaşamakla yetinecek, bununla barışığım. Öyle ya da böyle, kolektif olarak ilerlediğimiz yol yok oluşa doğru ve hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok. Yüzyıllardır üzerine düşünüyoruz, hala neden burada olduğumuzu bilmiyoruz bile. Hiçbir yerde hiçbir anlam bulamamamızın bizi götürebileceği tek anlam anlamsızlığa ait. Sisifos'u severim, yok olana kadar ikimiz de bu taşı huşuyla taşıyor olacağız. Bir anlamı olsa da, olmasa da. Ve taşı taşırken hissedeceğimiz yorgunluk da ayakkabımı hissetmeyi unuttuğum gibi unutulup önemini yitirecek. Şöyle ufak bir nokta, ayakkabı giydiğinizi fark ettiğinizde bahsettiğim his geri geliyor. Geri gelebilen şeyleri yok olmuş sayabilir miyiz ki?

 Bu yazıyı benden ölüm yoluyla "kopartılmış" ancak hala varoluşlarının bendeki izdüşümleriyle yaşayan güzel ruhlara atfetmek arzumdur. Çünkü anlamını bulamadığımız bu dünyada var olmayan anlamı arayışımın anlam kattığı yolculuğumun en sadık yol arkadaşlarıdır onlar, ki en önemlisi de budur.



2. Adım Yazısı

"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder."     Byung-Chul Han, zamanın Kokusu, Metis 2020


TEK DOSTUMUZDAN KORKMAMIZ HALİ: ZAMANIN ANLAMI ÜZERİNE

Kant felsefesine göre zaman algısının sonradan edinimi söz konusu değildir. Buradan yapılabilecek bir çıkarım "İçimizde ve dışımızda akmakta görünen bir zaman vardır, bu zaman hem her şey hem de hiçbir şey olarak varlığını sürdürür." şeklindedir.  Bu doğrultuda zaman, bilinmezlikten başka bir şey değildir. İçimizde olmasına rağmen ona sahip olabileceğimizi iddia etmek gülünçtür, bunu kavramak için bir mezarlığın yanından usulca geçmek yeterli olacaktır. Dışımızda olan zaman ise kolektif olarak oluşturduğumuz bir yanılsamadır, zamanın doğasında bölünmek veya sınıflandırılmak yoktur. Zaman, çoğu zaman korkunçtur. Bu doğaldır, çünkü insanlık olarak bilinmezlikten korkmamız evrimsel süreçte yararımıza olmuştur. Bu doğrultuda korku, içimizde esansiyel bir konuma yükselmiştir. Bu şekilde zaman kavramı, korkuyla yakından ilişkilidir. 

Bence korku, insanlık için ölüm korkusu olarak başlamış ve oradan evrilmiştir. Ölüm korkusu, zamanın bitmesinin kaçınılmaz sonucudur. Zaman sınırlı olduğundan, insan zamanın içerisinde bir anlam yolculuğuna çıkar. Kum saatleri burada kullanılabilecek güzel bir örnektir. Kum saatleri, zamanı fiziksel olarak gördüğümüzü düşünmemizi sağlayabilecek aletlerdir. Zamanın aktığını görürüz, ancak bu akış hem kelimenin tam anlamıyla kum tanelerinin akışını hem de bir benzeşim olarak zamanın kayıp gidişini gözler önüne serer. Bu durumda ne kum tanelerini ne de zamanı durdurmak mümkündür, mutlak çaresizlik üzerimizde hüküm sürer. Ancak bu sınırlılık ve çaresizlik hali, zamanın anlamsız olacağına işaret etmez.

Pratikte zaman, bir kum veya duvar saatinden çok daha farklı işler. Zaman evrensel bir gerçeklikten çok (kamusal zamanın aksine) subjektif bir tecrübedir. Bu doğrultuda zamanı algılama biçimimiz ve ona yüklediğimiz anlam bireyden bireye değişiklik gösterecektir. Ancak zamanın özünde de yadsınamaz bir anlam yer bulur. Bu iki farklı sebeple temellendirilebilir. İlki daha evrensel olarak "zamanın imkan tanıyışı" şeklinde açıklanabilecek bir olgudur. Aslen zaman olmadan hiçbir şey mümkün değildir, bu nedenle zaman anlamlı gördüğümüz her şeyi anlamlı kılan şeydir. Ancak zaman, sonsuzluğun karşısında dimdik durur. Bu bağlamda güzel veya çirkin her şey geçicidir. Popüler düşüncenin aksine bu da zamanı anlamsız kılmaz. Çünkü zaman, hoşnutluk içerinde durmak ve bu durumu korumak için uygun değildir. Eğer bu uygunluk söz konusu olsaydı, zamanın anlamsızlığını savunuyor olurdum. Çünkü hoş bir durum zamanın el verdiğince hoştur. Eğer bu hoş durum bireyin normu haline gelirse o artık hoş bir durum değildir, sadece normaldir. Bu doğrultuda aynının tekerrürünün zamanı anlamsız kılacağı pekala kabul edilebilirdir. 

Aksine değişim, zamanın sahip olduğu anlamın efendisidir.  Benim için değişim, korkudan daha güçlü olabilecek nadir şeylerden biri niteliğindedir. Ve benim görüşüm bu gücü kullanmakta bir iradesi olduğu doğrultusundadır. Naifçe duyulsa da ben, zamanın bir bilinci olduğuna inanıyorum. Var olması gereken değişimler doğrultusunda zaman bize "iyi" davranıp davranmayacağını seçebiliyor olmalı. Buradaki iyi kavramını etik bir bakış açısıyla kullanmadım. İyi olanın gerekli olan olduğu bir senaryoda zamanın farkına varmak bireyin geçirdiği süreyi anlamlı kılıyor benim için. Bunun sebebi determinist bir felsefi görüşe daha yakın hissetmem olabilir, bu nedenle bu algının evrensel geçerliliğini savunuyor olmayacağım. Ancak bu düşünce, bana döngüsel ve "süreç" odaklı bir düşünme becerisi kazandırdı. Bu bağlamda zamanın bize tanıdığı zarfı yürüdüğümüz bir yola benzetmeyi çok seviyorum. Bu yoldayken sürecin keyfini çıkarmak yolu anlamlı kılan şey benim için. Yolun bir sonu olduğunu biliyorum, ve odağım bu son olursa yolun hiçbir anlam ifade etmeyeceğini de. Ancak yolda göreceklerim, düşüneceklerim, yazacaklarım, hissedeceklerim benim için zamanı ve yaşamı anlamlı kılıyor. Bunların olumlu veya olumsuz olabileceğinin bilincindeyim ve bu yüklediğim anlamı azaltmıyor. Çünkü değişim pozitif veya negatif yönde olabilir, yollar gibi, ve bu onun gücünü veya anlamını azaltmaz. Zaman, bu sürecin farkındadır. Ve yine zaman, bu süreç için olması gerekene karar verir. Bu karar verme durumu değişimi doğurur. Değişim. Değişimse herhangi bir şeyi anlamlı kılacak tek şeydir. Elinden kayıp giden zamanın göstergesi veya içinde iki kere yıkanamayacağın bir nehirin akışıdır. Bu doğrultuda sakin olmak gerekir. Çünkü zaman ne yapacağını bilir, ve istemsizce korktuğumuz değişim bizim için bir düşman değildir. Aksine çok yakın bir ahbabımızdır, çünkü bizi anlam yitiminden koruyabilecek güce sahip olan tek dostumuz odur. Belki de kelimenin tam anlamıyla tek dostumuz odur, ancak bu başka bir yazının konusu.

 



1.     Adım Yazısı

"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."
Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20

GÖRÜNMEZ BİR BAĞ

Günlük yaşamımızda birçok aksiyonumuzu felsefi bir temele dayandırmadan alırız. Bu doğaldır, çünkü insanlık olarak alışkanlıklar üzerine kurulu bir yaşam biçimine sahibiz. Yaptığımız şeyi etraflıca düşünmek adına durduğumuzda, otomatik alışkanlık sistemimizden anlık da olsa çıkarak aksiyonlarımızı dış dünyayla olan etkileşimimiz üzerinden inceleyebiliriz. Bunun için en kullanışlı araç doğası gereğiyle felsefe olacaktır.

Eşitliğin felsefesi bana hep ilginç gelmiştir. Bunun sebebi mutlak eşitliğin bana ütopik gelmesidir. Öteden beri "eşitlik", ulaşılmaya çalışılan bir hedef olarak sunulmuştur. Ancak eşitliğe ulaşılmasının önündeki engeller, bir türlü aşılamayan bir konumdadır. Bunun nedeni bu engellerin şekil değiştirme halidir. Döneme hakim olan güç, eşitlik algısını ve eşitsizliğin görünüşünü değiştirir. Eşitsizliğin göründüğü alanlarda, yazı özelinde bunu kadın ve hayvan hakları olarak ele alabiliriz, bu engellerin şekil değiştirmesinden faydalanan bir otorite mevcuttur. Bu otorite dönemin normlarını belirler. Bu normlar doğrultusunda ise insan, doğası gereği, kendini uyum sağlama uğraşı içerisinde bulur. İlginçtir, bu uğraşı reddeden kesimler bulunmaktadır. Feminizm ve hayvan hakları hareketi gibi hareketleri benimsemek bahsedilen otoriteye karşı adeta bir başkaldırıdır. Bu doğrultuda birey benimsediği harekete ters düşen aksiyonlara eleştirel bir bakış açısı getirir. Ancak bu hareketlerin de bireyin mensup olduğu yeni topluluklara ve her topluluğun beraberinde getirdiği yeni otorite sorunsallarına yol açtığı unutulmamalıdır.

Birey, bir topluluk aracılığıyla veya bireysel olarak aksiyonlarını dış dünyayla olan etkileşimi üzerinden incelediğinde özgür irade problemiyle karşı karşıya kalır. Bahsedilen alışkanlık temelli yaşam biçimi nedeniyle çoğu zaman bir şeyi yaparken onu yapmayı seçmemizin ne anlama geldiğini sorgulamayız. Ancak feminist, vejeteryan veya hayvan hakları savunucularının yaptığımız seçimleri bencillikten uzak bir tavırla inceleyebilmesi özgür iradenin varlığını ve pratiğe dökümünü gözler önüne serer. Bu da aksiyonlarımızın felsefi motivasyonlarını incelemeyen bireylere özgür irade sahibi olmalarından mütevellit aynı davranışı gösterme sorumluluğu yükler. Bu sorumluluktan kaçınmak, eşitlik arayışına ters düşer. Eşitliğin gözetilmemesi durumu, etik bir ikilem oluşturur. İnsanlığın doğasını incelerken bilincimizin getirdiği sorumluluklar dolayısıyla etik davranmamızın beklenmesi olumlanabilir bir beklentidir. Diyalektik olarak incelediğimizde, etik davranmamamız halinin bireysel ve toplumsal yıkım getireceği açık olduğundan bireylerin etik doğrultuda aksiyon alması iç ve dış dünyalarına karşı yerine getirmeleri gereken bir davranıştır.

Bu davranışın gerekliliği, eşitliğin bir pratik olduğunu destekler niteliktedir. Eşitlik, bir fikir olarak varlığını sürdüremez. Bunun en temel sebebi sabit bir kavram olmamasıdır. Eşitlik, açıklandığı üzere dönemsel olarak evrilir. Bu nedenle sadece pratikte mümkündür. Eşitliği pratiğe dökmek, bahsedilen sorumluluğun bir parçasıdır. Bu doğrultuda kültürel olarak bizlere kodlanan hiyerarşik bakış açılarından sıyrılmak gerekir. Erkeğin kadından, insanın hayvandan üstün olduğu algısı etik davranmamızın önüne geçerek bizi anlamlı bir yaşam sürmekten alıkoyar. Anlamlı bir yaşam fikri, birlikten destek alır. Bir topluluğa ait bireylerin birbirini gözetmesi, eşitlik pratiğini desteklemekle beraber bireysel ve toplumsal ölçekte hayatı anlamlı kılar. Bu bağlamda bireylerin birbiriyle bağlı olduğu savunulabilir, bu bağlılıkta bir kast sistemine yer yoktur. 

Birbirleriyle ve diğer bütün yaşam formlarıyla görünmez bir bağ ile bağlanan bilinçli varlıklar, eşitlik amacı güderek empati gösterdiğinde bilinçlerinin getirdiği sorumlulukları yerine getirmeye bir adım daha yaklaşmış olurlar.

Üzerimize bu sorumlulukları yükleyen "görünmez bağ", bizlere bahşedilen bir hediyedir. Bir topluluk, ancak ve ancak eşitliği gözetme durumunda potansiyelini gerçekleştirecek ve bireysel ve toplumsal ölçeklerde başarıya ulaşacaktır. Bağlantılı olarak, felsefi tatmin ve kendini gerçekleştirme gibi üst amaçlar da ancak bu yoldan ulaşılabilecek ideallerdir. Bu nedenle de durmak ve düşünmek için kendimize izin vermemiz doğru olacaktır.

 Adams, C. J. (2022). The Sexual Politics of Meat: A Feminist-Vegetarian Critical Theory, 20th Anniversary Edition. Bloomsbury.

 

Hiç yorum yok: