12 Haziran 2022 Pazar

İren Şerbetçioğlu / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 7.si

 


Final Yarışması Yazısı

 “Biraz zaman geçsin her şeyi unutacaksın. Biraz zaman geçsin her şey seni unutacak.” Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, İş Kültür Yay.

Ölmek ve Hiçbir Zaman Yaşayamamak

Aurelius'un alıntısında insanın ölümlülük ve dünya üzerindeki geçiciliği hakkında duyduğu iki farklı endişe ele alınmıştır. İlk ifadede hafızanın ve insanın zihni üzerindeki kontrolünün zaman içerisinde azalarak yok olması durumu; ikinci ifadede de ise insanın dünyada bırakacağı izin geçici olması durumu ifade edilmiştir. Bu yazıda öncelikle ölümü ve ölümün bilgisinin insan hayatı üzerinde olan etkisi, devamında ise Aurelius'un ele aldığı durumların insanın varlığı üzerine olan etkisi tartışılacaktır. Ayrıca, sanatın bu durum içerisindeki rolü incelenerek sanatın hedeflerinden bazıları ele alınacaktır.

Ölüm insanın kaçınılmaz bir şekilde yüzleştiği bir gerçektir. Belli bir yaştan itibaren insan öleceğini ve çevresindeki herkesin öleceğini bilir. Bu yeryüzünde kısıtlı zamana sahip olmanın yarattığı farkındalık, doğal olarak her bireyi farklı şekillerde etkiler. Bazı insanlar üzerinde ne kadar stres ve korkuya yol açsa da bilginin her zaman mutlak iyi olduğu yaklaşımı burada savunulabilir. İnsanın hayatını yanıltıcı bir sonsuzluk hissi içerisinde geçirip ölümle yüzleşmek zorunda bırakılmasındansa bu bilgi ne kadar negatif etkilere yol açabilecek olsa da insanın gerçeği bilmesi daha iyidir. Bir yanılgıyla, bir yalan içinde yaşamaktansa bilgiye, dış dünyanın gerçeğine, sahip olmak insanın daha sağlıklı kararlar vermesini sağlar. Bir son olmadığı veya bu sonun uzak olduğu düşüncesi ile yaşayan bir insan kendini var etmek veya hayatta olmak isteyeceği yere gelmek için bir çaba harcamak için baskı hissetmez. Ancak, belli bir miktar baskı insanın bu hedefleri yerine getirmesi için gereklidir. İlerleyen saatin, geri sahip olamayacağı günlerin baskısı ile yaşayan insan ise bunları yapmak için, kendini var etmek için bir nedene sahiptir. Bir sonraki sabah uyanıp uyanamayacağından emin olamayan insan kendi hayatını istediği gibi yaşama yönünde adım atmaya çok daha kararlı olur. Aurelius, başka bir alıntısında insanın korkması gereken şeyin ölüm değil, hiçbir zaman yaşamaya başlayamamak olduğunu savunur. Ölüm korkusu insanı yaşamaya başlamaya iter. Örneğin, sevmediği bir işte çalışmak zorunda kalmış ve kapitalist sistem içerisinde onu mutlu edecek uğraşı yapmaktan alıkonulmuş bir insan kendi hayatını istediği şekilde geçirememektedir. Belli durumlarda bu sistemin hayatındaki varlığı onu varoluşçu felsefeye göre kendi özünü oluşturmaktan engeller. Ancak, ölüm korkusu olan ve ölmeden önce mutlu olmak isteyen bir insan bu sisteme rağmen kendi özünü oluşturmak için çok daha fazla motivasyona sahiptir. Bu şekilde hayatının sonuna kadar içinde bulunduğu durumun bir kölesi olmak istemediğine karar verip sistemden bağımsız bir şekilde kendi özünü var etmeye başlayabilir. Bu nedenle, ölüm korkusu insanları ne kadar korkutan ve olumsuz etkileyen bir şey olursa olsun gerçeğin bilgisi her zaman insanların daha iyi kararlar vermesine sebep olur. Ölüm bilgisine sahip olmamak kendi hayatının yapbozunun hedef resminin sadece bir köşesini görmeye benzer. Oysa insan karar vermek için bütün resmi görmeli ve ona göre parçaları dizmelidir.

Ölüm bilgisi insanlara hayatlarının amaçlarını ve dünyada geçirdikleri bu sürenin anlamını sorgulatabilir. Bu sorunun objektif bir cevabı olmadığından ve olamayacağından dolayı insanlar kendi anlamlarını oluşturmaya çalışır. Bu anlam belli bireylerde Aurelius’un bahsettiği ikinci durumun önüne geçmeye çalışma dürtüsü oluşturur. Kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen bir ağacın sesinin olup olmadığı sorusunu sormuştur George Berkeley. Aynı şekilde, bir insan bütün bir hayatı yaşarsa ancak sonucunda herhangi bir kimsenin hafızasında kalmazsa o insan gerçekten yaşamış mıdır sorusu yöneltilebilir. İnsanı çevresinden bağımsız değerlendirmek imkansızdır, dolayısı ile bir insanın varlığını başka insanların algısındaki varlığından ayırmak zor bir durumdur. Bir insanın kişiliği sabit bir şey olmamakla beraber, objektif bir şey de değildir. İnsanın kendi kimliğini bilmediği savunulabileceği gibi herhangi bir insanın bir kişinin kimliğini bilemeyeceği savunulabilir. Bir insan onu daha önce algılamış olan herkesin zihninde farklı bir haliyle vardır ve bu versiyonların her biri o kişinin kimliği üzerine farklı bir bilgidir. Dolayısı ile, bir insanın kimliği her bir çevresindeki insanın zihninde farklı bir versiyonla var olduğu sürece bu versiyonlardan birinin, kişinin kendi zihnindeki kendi kimliği de dahil, diğerlerinden daha doğru olduğunu savunmak bu perspektiflerden veya algıların birinin diğerlerinden daha değerli olduğunu kanıtlamayı gerektirir. Bu kanıtlama da şu an için imkanlı değildir. Dolayısı ile insanın kendi zihnindeki versiyonunun diğer insanların kafasındaki versiyonundan daha doğru olduğu söylenemez. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda bireylerin varlıklarını başka insanların onları algılamalarına belli bir seviyeye kadar bağlamaları mantıklıdır. Bu nedenle bireyin stabil bir varlıktan çok farklı insanların algılarındaki varlığının bütünü olarak ele alınabilir. 

Unutulma hiç var olmamak gibi görülebildiğinden dolayı insanlar kendilerini ölümsüzleştirmek için farklı metodlar aramıştır. Sanat, belki de bu metotların en önde geleni ve en efektif olanlarındandır. Sanat sadece insanları ölümsüzleştirmekle kalmayıp yaşamlarını, deneyimlerini de ölümsüzleştirir. Mesela, William Shakespeare sonelerini yazarken hem bir yazar olarak kendini toplum hafızasına yerleştirerek ölümünden yüzyıllar sonra bile hatırlanabilmiş hem de şiirlerinin birçoğunu adadığı sevdiği insanı ölümsüzleştirebilmiştir. Şiirlerinde ölümü sık sık konu alan Shakespeare, şiirlerinde konu konu alarak sevdiği insanı sonsuza dek diri tutabildiğini düşündüğünü belirtmiştir. Aynı zamanda da aralarındaki aşkı ve bağı ölümsüzleştirerek ilişkilerini daha anlamlandırdığını ve ölümsüzleştirdiğini açıklamıştır. İnsanlar sanatı kullanarak ölümden ve ölüm korkusundan kaçmaya çalışırlar. Tarihte hatırlanan, ölümünden sonra insanları etkileyen bir varlık olmak insana bir amaç gibi görünür. Ölümünden sonra bile insanlar bir bireyi algılamaya, onun varlığını kendi zihinlerinde oluşturmaya devam ediyorsa, yukarıda anlatılan argümantasyon çevresinde, herhangi bir zaman var olmayı bırakmadığı savunulabilir. 

Aurelius’un alıntısında bahsettiği bir diğer durum ise insanın kendisinin hatırlamamaya başlamasıdır. Zamanla zihin güçsüz kaldıkça insanın hafızası onu yanıltmaya başlayabilir ve en sonunda da çok geçmişte kaldıkça bir sürü kendisi için anlamlı olan şeyi unutabilir. Bu unutma arttıkça insan fizyolojik olarak yaşamasına rağmen ölür. Bir insanın kimliğinin ruha veya doğasına bağlı olduğu savunulabilecek olsa da deneyimleri, hatıraları ve bildiklerinin insanın kimliği üzerine olan etkisi yadsınamaz. Dolayısı ile bu bilgileri kaybettikçe insan parça parça ölür. Bu hatırlamayı bıraktığı bilgiler ne kadar ona üzüntü veya kızgınlık getiren bilgiler olsa da o kişinin varlığının yapı taşlarıdır. Deneyimleri ve hatırası olmayan bir insan ruh kaynaklı bir kimliğin kabulu çevresinde yeni doğmuş bir bebekten farksızdır; sadece doğuştan gelen özellikleri ile hayattadır. Eğer insanın kimliğinin tamamen dış dünyadan ve dış dünyayla etkileşiminden kaynaklandığı kabulü ile yaklaşılır ise tamamı ile ölüdür. İnsanların deneyimlerini sanatla ölümsüzleştirmeye çalışmalarının bir başka sebebi de insan zihninin güçsüzlüğü ve bu onları oldukları kişi yapan duyguları, deneyimleri unutmamak istemeleridir. Bu deneyimler ölümsüzleştirildiğinde, bir uzantı olarak kendi kimliklerinin zihinlerinin yetmediği durumda yok olacağı kısmının ölümsüzlüğünü kesinleştirmiş olurlar.


İkinci Adım Yazısı

Ben "insanın olanakları sınırsızdır" savının şevk kırıcı olduğunu ileri sürüyorum. Bu, birini kayığa oturttuktan sonra "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!" diyerek İngiltere'ye doğru okyanusa itmeye benziyor. Oysa kayığın içindeki, diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pekâlâ farkındadır.  Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis Yay.

Var Olmayan Bir ingiltere

Rollo May kurduğu analojide insana vaat edilen her şey olabilme hayaline bir eleştiri sunmuştur. Bu yazıda May’in alıntısı çerçevesinde öncelikle insanın kendisini var edebilmesi yönünde sunulan hayaller ele alınarak bahsedilen savın neden insanın kendi “öz”ünü oluşturmasını engellediği argümente edilecektir. Devamında ise bunla bağlı olarak özgürlük kavramı varoluşçuluk yardımı ile incelenecek ve argümana destek olarak sunulacaktır.

İnsan, her şey olma isteği ile hiçbir şey olamama korkusu arasında sıkışmış bir canlı olarak ele alınmıştır. İnsanın hayatındaki en temel sorunlardan biri kendini var etmek, bir başka deyişle varoluşçu felsefeye göre “gerçek öz”ünü yaratabilmektir. Bu kendini var etme arayışı içerisinde bahsedilen ve hatta motivasyon aracı olarak kullanılan sınırsız olanaklar savı empoze edilen, ve temel olarak sıradan insana pazarlanan, bir hayaldir. Sanayi Devrimi ile beraber yaygınlaşan, ancak her zaman insanların içinde yattığı savunulabilecek bir istek, bulunduğu durumun ötesine geçme, oluşturduğu çerçevede kendini daha iyi yapabilmektir. Bu insan içerisindeki ilkel bir üstünlük hissine hitap eder ve tarih boyu gözlemlenebilir. May’in bahsettiği savın, pazarlanan bir hayal olduğunun en iyi örneklerinden birisi, James Truslow Adams tarafından “Amerikan Rüyası” olarak adlandırılan düşünce ekolüdür. Amerikan Rüyası bir insan yeterince çalışırsa ve efor sarf ederse insanın daha yüksek bir refah seviyesine ve hayalindeki şöhret, lüks fikirlerine ulaşabileceğini savunur. Bu May’in bahsettiği savın kapitalizm altında insanları manipüle etmek için değiştirilmiş bir örneğidir. Bu rüya, insanlara tutunacakları bir umut vererek onları daha fazla çalışmaya, yani kendilerini daha fazla köleleştirmeye kandırır. May’in öne sürdüğü hali bu kadar manipülatif olmasa da aynı şekilde insanda ulaşamayacağı bir umut yaratarak hayatta olduğu yerin ötesinin mümkün olduğunu ve isterse erişebileceğini söyler. Ancak, gerçek anlamda bu hedefe erişme konusunda herhangi bir yön sunamaz, sadece mümkün olduğuna inandırır. İnsan May’in de bahsettiği üzere bu vaadin bir yalan olduğunu ve sınırın okyanusun dibi olduğunu bilmesine rağmen inanmayı tercih eder. Bu inanç, insanın isteyerek ve çoğunlukla bilinçli olarak kendini kandırmasıdır, çünkü daha önce bahsedildiği gibi hiçbir şey olamama korkusuna bir antitez sunar. Bu çözüm, sadece bir avutma niteliğindedir ve aslında daha zararlı bile olabilir, çünkü insana hayatta ne olursa olsun daha ötesi, daha iyisi olduğu fikrini özümsetir. Bu sonsuz bir açlık ve tatmin olamama duygusu yaratabilir. 

Kurulan analojide bu fikrin yarattığı özgürlük illüzyonu “tek sınır gökyüzü” denmesi ile ifade edilmiştir, ancak bunun ardında yatan gerçek olan “diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi” olduğu belirtilerek illüzyonun doğası ortaya koyulmuştur. Buradaki sınır, her şey olma isteğinin ardında yatan sınırdır: ölüm ve ölümle beraber gelen kısıtlı zaman. Ölümün hayatındaki varlığının her an farkında olan bir canlı olan insan, bu sona ulaşmadan önce hayatında olabildiğince fazla isteğini gerçekleştirebilmek ister. Ancak, insanın rasyonel yanı bu isteğinin makul olmadığının ve çoğu zaman kabiliyetlerinin çok ötesinde olduğunun farkındadır. Dolayısı ile irrasyonel bir varlık olan insan, istediği her şey olabileceği, hayatta sınırsız olanağa sahip olduğu ve bunlara ulaşmakta özgür olduğu fikrini tercih eder. Ancak, bu özgürlük hayali daha kısıtlayıcıdır çünkü aynı şekilde insanın hep daha ötesi olabileceği hissini yaratır ve hayatta olduğu kısa süreçte istediklerini yaratamama, kendini var edememe korkusuyla ölümden ve zamandan korkmalarına neden olur. Bu da insanda tamamlanamamışlık hissine yol açabilir ve insanın kendi “öz”ünü oluşturmasına mani olur. Çünkü sadece dış dünya tarafından yaratılmış olan ve içselleştirdiği bir ideal peşinden koşar. Bu toplumsal hayal etrafında kendini var edememe korkusu ve başarısızlık hissi, içinde bulunduğu toplumdan bağımsız kendini var edememesine yol açar. Sartre’nin dediği üzere “insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini tanımlar.”  Bu hayal ise insanın kendisi, kendi sınırları ile yüzleşmesini engelleyen hayaller sunar.

“Synecdoche, New York” isimli Charlie Kaufman filminde ana karakter, Caden değer görmediğini hisseden bir sanatçı ve insandır. Bir sanat bursu kazanınca sanatında istediğini yapabilme özgürlüğüne kavuşur, istediği kadar abartılı ve hırslı bir tiyatro oyunu yapabilecek imkana sahiptir. Bu onu hayatının sonuna kadar süren bir yapım aşamasına sokar ve her seferinde daha da hırslı, daha da büyük çaplı bir eser çıkarmak istediğinden dolayı hiçbir zaman sonlandıramaz. Kazandığı özgürlük hayatında sonu olmayan bir azim ve yetersizlik döngüsüne sokar. Hayatında hiçbir şey son bulamaz, etrafındaki insanlar ölse bile onlarla ilişkisi bitmez çünkü kendi kafasında onların varlıkları devam eder, onun için tek son, ölüm; tek sınır da denizin dibidir. Çünkü, Caden’ın İngiltere’si gerçekte var olan bir yer değildir, sadece peşinden koştuğu bir idealdir. 



Birinci Adım Yazısı

“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası,  Sayfa 20

Eşitlik: Çözülmez Kedi Beşiği

Eşitlik felsefe, siyaset, sosyoloji -kısacası insanın ele alındığı her alanda- tarih boyunca tartışılan, hatta elde edilmesi imkansız ütopik bir konsept olduğu bile öne sürülmüş olan, bir kavramdır. Adams, fikirler dünyasında yer alan eşitlik kavramını gerçek hayata dökmenin yönteminin çevremizdeki canlıları nesne olarak değil, derinlikli varlıklar olarak olarak görüp destek olmayı teklif etmek olduğunu öne sürmektedir. Bu yazıda öncelikle eşitlik fikrinin tanımlanmasında karşılaşılan problemleri ve Adams'ın önermesinin neden yetersiz olduğunu temellendireceğim. Devamında ise bu önerinin içerdiği tipik eşitlik motivasyonundan ayrılan yönlerini detaylandırıp bireycilik, sosyal sorumluluk ve bencillik gibi konseptler yardımıyla eşitlik üzerine kendi fikirlerimi açıklayacağım.

Adams, herhangi bir soyut kavram üzerine net bir kural koyulmaya çalışıldığında ortaya çıkan sorunlara yenik düşmüştür. Fiziksel bir karşılığı olmayan veya bu fiziksel karşılığı konusunda bir konsensüse varılamayan herhangi bir kavramı iletmek için kelimeleri, yani dili kullanırız. Dil ise edilgen bir şekilde değişir; onu kullanan kişinin, toplumun şeklini alır. Dilin kendi başına bir iradesi yoktur, Richard Dawkins'in "mem" olarak tanımladığı konsepte benzetilebilir. "Mem"ler biyolojik içeriği sonraki nesillere aktaran genler gibidirler ancak, sosyal ve kültürel bilgileri aktarırlar. Bilgi ve kültür aktarımı için bir yöntem olan dilin herhangi bir ögesinin sabit bir anlamı yoktur, bir kelime hayatı boyunca orijinal kullanımının zıttına bile evrilebilir. Wittgenstein'ın dil-oyunu konseptine göre bir kelimenin taşıdığı anlam o an oynanmakta olan "dil oyununun" kurallarına göre şekillenir. Dolayısı ile eşitlik kavramını dil-oyunu konseptine göre ele alırsak kendi başına hiçbir anlam ifade etmeyen, tamamı ile bağlamına ve kaynağına bağlı bir algıdır. Eşitlik bir bakıma çözülemez bir kedi beşiğidir, sadece evrilip çevirilebilir. Bu nedenle Adams'ın bu kişiden kişiye, toplumdan topluma değişen konseptin dışavurumunun nasıl olması gerektiğini belirttiğinde çok cesur bir önermede bulunmaktadır. Bu önermenin yetersizliğini temellendirmek için ise eşitliği ilkel bir biçimde olsa bile tanımlamam gerekir. Eşitlik, Adams'ın önerdiği gibi bir varoluş durumu değil, bir sıfat olarak kullanılabilir. İki insan her yönüyle eşit olamaz (eğer birinin bile geçmişinde diğerinden farklı bir deneyimi varsa örneğin deneyim konusunda diğerinden üstün olduğu söylenebilir), ama belli bağlamlarda eşit olabilir. Bu nedenle eşitlik, spesifik bağlamda aynı olma durumu olarak tanımlanabilir. Bu objektif veya derin bir tanım değildir ancak kendi içerisinde tutarlı ve kapsamlıdır. 

Adams'ın önerdiği üzere başka bir insanın problemlerini dinleyerek onlarla duygusal bağlamda daha eşit olmaya çalışılınabilir. Eşitlik yukarıdaki tanım çerçevesinde değerlendirilirse burada iki taraftan herhangi birinin mutluluk seviyesinin diğerine yaklaşması bir eşitleşmedir. Bu durumda Adams dert dinlemenin ve anlatmanın iki tarafın durumlarında bir değişim yaratacağı ön kabulünde bulunmuştur. Eğer derdi dinlenen taraf daha mutlu olursa veya derdi dinleyen taraf durumla ilgili herhangi bir nedenden (örneğin o insanın üzüntüsüne hissettiği empati duygusu) daha mutsuz olursa mutluluk ölçütü çerçevesinde eşitliğe doğru bir adım atılmış olunur. Ancak bu eşitlik kelimesi üzerinden oynanan dil-oyunundaki çok net ve sınırlı kurallara bağlı olarak yaşanan bir eşitlik olur. Oyunun kurallarında küçük oynamalar bile bu dert dinleme dışavurumunu eşitlik yönünde yapılan bir hareket olmaktan çıkarabilir. Ki eşitlik gibi soyut bir kavramda neredeyse her bir insan dil-oyununu farklı kurallara göre oynamaktadır. Dolayısı ile Adams'ın tanımı yetersizdir ancak bu önerdiği hareketin değersiz olduğu anlamına gelmez. Başkalarına destek olmak ve birbirini derinlikli insanlar olarak tanımak her zaman (kendi kurduğum ahlak çerçevesince) önemlidir.

Adams'ın önerisinde başka ilginç bir nokta, bir insanın eşitliği -genellikle ele alındığı gibi- diğerkâmlık veya iyilik gibi nedenlerden değil, bireysel bir sebepten istemesini söylemesidir. "Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için" ifadesi başka bir insanın iyiliğini gözetmek veya empati duymaktan değil, derdini sormamızı istediği kişinin bizim üzerimizde bir etkisi olduğu için eşitliği hedeflememiz gerektiği çıkarımına götürebilir. Yani başka bir insana yardımın bireysel yarar motivasyonuyla yapılacağı yorumuna varılabilir. Başka bir yorumlaması ise insanların birbirine bağlılığı nedeni ile Adams'ın bahsettiği desteğin sosyal bir sorumluluk olduğudur. Başka birinin derdini dinlemenin bir sosyal sorumluluk olarak görülmesi bireye zarar verebilecek bir durumdur. Başkalarının derdini dinlemek -başka insanların derdini yüklenmek- her insanın, kendisi ne kadar mutlu olursa olsun, psikolojik olarak kaldırabileceği bir durum değildir. Bu nedenle bunu sosyal sorumluluk statüsüne koymak kişileri kötü etkileyebilir ancak bunun uç vaka olduğu da savunulabilir.

Ayrıca insanların eşitlik ideallerini pratiğe dökmesi gerektiği belli etik çerçevelerince mantıklı bir istek olsa da bu seviyede basit bir pratiğe indirgenmesi de yeterli görülmemelidir. Başka insanların derdini dinlemek benim kişisel olarak inşa ettiğim ahlak çerçevesince de iyi bir şey olsa bile eşitlik üzerine yapılacak teorik tartışmaların da bu hareket kadar değerli olduğuna inanıyorum. Dolayısı ile Adams'a eşitliğin bir fikir olmaması gerektiği konusunda da katılmıyorum. Mesela dünyada var olan eşitsizliğin kökenini sorgulamak daha kökten bir çözüm sunabilir. Fikrimce, eşitsizliğin sebebi tanrısız bir dünyada her insanın kendi Babil Kulesini inşa etmeye uğraşıyor olmasıdır. Var olmayan bir ideal yaşam; kendimizi tatmin etmeyecek para, ün gibi bir sürü tanrılaştırdığımız olgu peşinden koşmak için kendi kulemizi uzattıkça uzatıyoruz. En uzun kuleye sahip olursak tanrıya ilk ulaşanın biz olacağımızı hayal ediyoruz ve o uğruna bunları yaptığımız tanrı aslında var olmadığı için bizi kimse çarpmıyor. Bazıları daha fazla imkanla başladığından daha üste kadar gidebiliyor ama eninde sonunda elindeki imkan bitince etrafındakinden çalmaya başlıyor. İlk ulaşan o olmalı, ilk ulaşan hepimiz olmalıyız. Bu bencillik ve determinizm çerçevesinde kişinin kendi kontrolü dışında olan bir sürü faktör nedeni ile var eşitsizlik. Kimse doğarken fakir olmayı, azınlık olmayı, depresyonda olmayı veya kadın olmayı seçmiyor ve bu şekilde bazılarının kuleleri diğerlerinden az malzemeyle başlıyor. Kapitalizm de bol malzemeyle başlayanın bu insanlardan çalmasına izin veriyor ve hatta destekliyor. Bu şekilde eşitlik kavramı üzerine yapılacak tartışmalar, konuşmalar sayesinde daha etkili şekilde pratiğe dökebileceğimize inanıyorum. Ancak, Adams'ın önerisinde hala değerli yönler olduğunu, insanların bir diğerini şefkatle ve anlayışla derinlikli insanlar olarak ele almasının önemli olduğunu düşünüyorum.

Hiç yorum yok: