12 Haziran 2022 Pazar

Şahpar Nil Özer / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 8 Türkiye 9.su



Final Yarışması Yazısı

 “Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hisset­tiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... De­mek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olma­yan düşünme tarzlarına önceliği.

Gilles Deleuse, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay

"Kimse seni sen olduğun için sevmeyecek; herkes seni, seni sevmenin onlara ne kadar yakışacağını düşündüğün için, yani kendileri için sevecek ve bu da demek oluyor ki insan böyle yaparak yine kendini sevecek. Sen hiç sevilmemiş olacaksın hikayenin sonunda." demiş Dostoyevski bir çoğuna göre. Gerçekten Dostoyevski bunu demiş mi ya da bu öyle genel bir kabul için bir kılıf mı bilinmez ama bu cümlelerin çıktığı zihin şüphesiz Gilles Deleuze’ye katılırdı. İnsan biyolojik olarak görsel bir varlıktır. Saatte 36.000 görsel kaydedebilen gözlerin arkasındaki beynin de yüzde 90'ı görsellerdir. Çok daha geriye baktığımızda iletişim kurabilme etkisini gösteren Homo Sapiens çok basit bir şekilde duyularını karşıdaki bireyin beyninde yer edecek şekilde sunmuştur. Bu sunuş, türünün diğer örneklerinin gelişmiş duyularının da ötesinde bir yarar sağlamakla birlikte insan evriminin sonradan estetik denilen bir algı üzerine de çokça kafa yorduğu zihinsel ifadeleri fiziksel araçlara dönüştürebilme kabiliyetini doğuracaktır. Gilles Deleuze’nin alıntısında bahsettiği bu fikir ve duygu kronolojisi de hem insan düşünme tarzının bir evriminin bir sonucu iken hem de felsefi kategorilerde duygu ideallerinin basit yansımalarıdır. 

Deleuze’nın temel aldığı fikir önceliği üzerine toplum kurallarında sevginin işleyişinin eleştirisinin temel aldığı Spinoza’nın 'Aşk diyalektiği'ne değinmek istiyorum. Spinoza sevgiyi Hristiyanlığın ele aldığı şekilde Tanrıya duyulan aşk şeklinde incelemiştir. Bu incelemenin sonucu olarak ulaştığı 'Entelektüel Tanrı sevgisi' ideali sevginin çok gelişmiş bir versiyonudur çünkü Spinoza'ya göre insan doğanın kendisi olan Tanrıya dair ne kadar bilgi edinebilirse, onu ne kadar 'tanıyabilirse' bunun verdiği bilinçle yine Spinoza'nın oluşturduğu 'dışsal bir nedenin fikrinin eşlik ettiği sevinç' tanımında sevgi sevgiyi Tanrı 'fikrinin' yarattığı sevinçle elde edecektir. Bu sevginin entelektüel olmasının sebebi ise duygusal tatminin yanı sıra bilişsel bir anlayışın yarattığı etkide bir sevinçle oluşmasıdır. Spinoza’nın sevgiyi yine bir başka duygu olana sevinç'in nedenine bağlanması sevginin '.. dan sevinç duymak' olması yine etki tepkisel bir bilince bağlı motor sinirlerinin varlığının düşünsel bir yorumudur. 

Fikir ve sevgi arasındaki söz konusu bu ilişkiyi idealar üzerinden yorumlamak gerekirse Spinoza 'İdeanın nesnesine uygunluğu' nu savunur. Spinoza'nın bahsettiği idea şüphesiz Platonun idealar dünyasına ait Platonik sevgiden farklı bir şekilde nesneye hizmet eder. Buradaki nesne uygunluğu fikrin oluşturduğu sonuca bağıntılı olmasıdır.  Ancak, Platon'un güzelliği tek başına tanımanın yarattığı motivasyonla daha ruhsal güzellik takdirine doğru ilerlemeye bağlı seviyeli bir düşünce düzenini sevgi olarak ele alması bakış açıları arasındaki benzerliği göz önüne serer. Spinoza’nın Tanrı’ya duyacağı aşkın sevginin temelinde yer alan başlı başına tanrı düşüncesi -yani dini birikim- onu daha fazlasını öğrenmeye iten güçtür ve bu güç yine Platon’un tanımında olan ve kendisinin de bilgiyle olduğunu savunduğu bilinç sevincinin bir sonucudur. Bu iki düşünürün de ortaya attığı sevgi tanımları bir noktadan içselleştirilen anlayış ve kabullerdir. 

Bu normal sürecin günlük hayattaki ilerleyişi insan doğasının acımasızlığı ve bencilliğinden dem vuruyor. Aklın insanın yaşamda sağ kalabilmesinin aracı olduğunu savunan Objektivizm felsefesinin kurucusu Ayn Rand, 'Rasyonel bencilliği' savunur. Ona göre kişi ancak kendi çıkarlarını öncelik hiyerarşisinde en tepeye koyduğu sürece tam anlamıyla rasyonel olabilir. Bu alıntıda değinilen istekler de kişinin kendisine ideal gördüğü bir resimden yola çıkar. Beğenilerimiz, isteklerimiz, sevdiklerimiz kendimize layık gördüğümüz şeylerdir. Bir şeyi kendimize layık görmediğimiz sürece o şey üzerine ne düşünmek ne de zaman harcamak için bir nedenimiz olur. Sevgi dediğimiz kavram insanın sınıflandırılması kolay olmayan bir şeydir. Sevginin derecesine dair bir sınırlama yine sevgi duyulan/duyulacak  nesnesinin ya da kişinin bireyde yarattığı düşüncelerde yarattığı birikimle belli olur. Çok basit bir örnekle sanatın aksini çok güzel sunduğu şekilde genel güzellik algısının bulduğu alıcı ve ulaştığı insan birimi daha fazla iken genel güzele uymayan tiplemelerin yönetimi daha az kişi tarafından önemsenen bir durumdur. Bu durum toplumun, yine toplumun yarattığı çizgiye layıklığına dair verdiği bir savaştır. Bu tür bir amaca yönelik yaşamak ne kadar gerçekçi ve insancıl gelmese de medya kadar gerektiğinde zehirli sayılabilecek bir gücün yarattığı kaynaklar bu durumu aşırı normalleştirir. Aslında günümüzün en büyük sorunlarından biri de en iyiye yönelik kişisel menfaatlerimizi bireysel bir 'en' den ziyade toplumsal bir sıralamaya bağlı tutmaktır. 

Aslında Fikirin Sevgiden hem matıksal hem de kronolojik bir önceliği vardır derken bile bu iki unsurun yarattıkları fiziksel etkinin bir tanımı yapılmıştır. Mantık ve Kronolojinin bilimi olduğu zaman algının, doğal olarak da insan aklının ürünleridir. O zaman sevginin hislere bağlı etkisinden yola çıkarak yapabileceğimiz bir yorum maalesef insan zihninin ve ruhunun ele alabileceği  bir şey değildir. Bu tür bir yorum gerçekleşebilirse bile tamamen varsayımsal olacağı için şu anki mantığa dayalı yorum kadar taraflı olacaktır. Fikri karşılaştırmak için tekrardan bir fikirden yola çıkmak duygular kadar bağımsız bir varoluş için adil bir sonuç yaratmaz. Henüz bildiğimiz şekilde fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayan fiziksel dünya dışında işleyişine dair net bir 'fikrimizin' olmadığı ruhsal dünyanın fikirlere ve önceliklere olan etkisini henüz bilmememiz şu anda sahip olduğumuz ilerlemeyi anlamaya yönelik çabamızı değersizleştirmez. Ancak duyguları bir de duyguların dilinden dinleyeceğimiz zamanda dek duygular dilsiz, biz eksik kalacağız. 

Sonuç olarak temsili düşünme tarzı olan akıl ve mantığın öncülüğü temsili ol(a)mayan düşünme tarzlarını şu ana kadar sahip olduğumuz birikimle ele alır hatta anlamlandırmak üzerine güzel bir iş çıkarır. Neticede yüzyıllardır süregeldiği şekilde, bir insan ilk önce dış görünüşe bağlanır bu bağın oluşturduğu merak -motivasyon- sonrası için gerekli olan dayanaktır. Bir şeylerin dış görünüşü fiziksel bir paket olmayabilir bu bir dizi sıfat ya da oluşturulmuş bir algı sonucu insanda yarattığı pozitif ya da negatif etkinin yakıtıdır. Birçok parametrenin yarattığı akımda zaman zaman karmaşıklıklar düşünme ve hissi yansıtma sürecini etkiliyor olsa da baskın bir düşünce kendisini destekleyecek unsurları her zaman seçme yetisine sahiptir. Bu yüzden bu baskınlığı yaratacak eşleşmelerin hangi yönden sağlanacağı algı, his ve en önemlisi mantıkta güzelce yoğrulmalıdır. Neticede sevgi insanın kendi elleri de olsa hassas bir bakıma ihtiyaç duyar çünkü ruhun -henüz- bir mekaniği yoktur. 


2. Adım Yazısı

"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Metis Y.

Gerçekliğinde değer

Zaman, -tek başına yapılan- bir yarışta her hareketini kaydeden bir kamera gibi bizim açıklarımıza, başarılarımıza, eylemlerimize, önem verdiklerimize göre bizimle ilerler. Zamanın geçmesinden ziyade zamanın gelişmesi, bir şeylere uygunluk yaratması, doğrularımızı, yanlışlarımızı bulmamız bizim zaman değerimizi oluşturur. Büyük hikayelerin baş aktörüdür her önemli olay için "bir süre sonra" sözü. Arkasından geçen zamana değer bir haberle gelir. Zamanın tekrarlardan oluştuğunu düşünmek belki de bu yüzden umut vadetmez. Sürekli aynı şeylerin yaşandığı bir hikayede bir noktada farklılık, o farklılıkla ortaya çıkacak bir ders bekleriz. Belki de o hikayeyi hikaye yapan şey değişimdir, bir ilerleme ya da çökmedir. Ancak zamanın değerini Byung-Chul Han gibi indirgemeci bir yaklaşımla iyiye veya köye bağlı bir değişim olasılığına eşlemek çok doğru değildir. Bir şeyin beyaz olmasının değerini anlamak ve ispat edebilmek için önce siyahın varlığını kabul etmek, beyazın kabulünün değerini siyahın gerçekleşmeyen olasılık düşüncesiyle düşürmemek gerekir. Bakarsınız şans verilen bir olasılıkta siyahın değeri, doğruluğu, kabulü gerçekleşir. 

Zamanın gerçek dışılığı hakkında önemli düşünceleri olan John Ellis McTaggart, metafizik alanında çalışmalar yapmış ve Hegel’in etkisi altında kalmış İngiliz bir düşünürdür. O, zamanı A ve B serisi olarak ayırmış; A serisinde zamanın zihinden bağımsız akışını ve dinamik sürekliliğini ve süreklilikte olabilecek değişimleri savunmuş, B serisinde çizgideki olaylar arası değişmeyen bağlara örnekler vermiştir. Onun bu tutumu zaman felsefesinde önemli bir yer tutar ancak düşünürün yarattığı bu iki sistem de ayrıntılarıyla birçok düşünürün ilgisini çeker. Peki zamanın anlamlı olması hangi sistemin bir sonucudur ya da zamanın kişide uyandırdığı farklı anlamlar mı zamanın ne olduğuna dair farklı sitem ve düşünceleri yaratmıştır? Zamanın sürekli bir ilerleme durumunda olması insan düşüncesinin çalışma prensibine çok uygundur. Nihayetinde çok uzun çağlardır güneşin batışından, bir arabanın hızına kadar birçok şeyi kendi algımız dahilinde gerçekleşmesine bir ölçüm aracı olarak zamanı; saatleri, dakikaları hatta bazen saliseleri kullanırız. Hayatımızın devam etmesi için önemli bir araç olan zaman algısı çok küçük yaşlarda günlük tecrübeler ve kurallar sayesinde oluşur. Oluşan bu algı saat üzerinde rakamlarla ifade ettiğimiz daha bilimsel bir şekilde öğretildiğinde tekdüze bir zaman algısını gütmüş oluruz. Bu tekdüze algı herkes için aynıdır. 1 saat dünyanın her yerinde 60 dakikadır, bunun kabulüne dair iç sözleşmeler uzun yıllar önce birileri tarafından yapılmış, kabul etmesi de bize kalmıştır. Bu değişime bağlı sistem kurma ihtiyacına bağlı kullanımının belki de tek rahatsız edici yönü Einstein ‘ın biraz esprili bir şekilde "elinizi bir dakikalığına sıcak bir fırının içine sokun, sanki bir saatmiş gibi gelir. güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirin, bir dakikaymış gibi gelir. izafiyet budur." sözleriyle bahsettiği zaman algısının tamamen bulunduğumuz yer, hareketimiz ve hızımıza göre değişme halidir. Bu durumu göz önüne alırsak ne zaman ölçülebilir ne de biz zamanı McTaggart’ın A serisinin ellerine bırakabiliriz. Belki  B serisinin olayları birbirlerine bağlı zamanlarda görerek “daha erken olma”, “eş zamanlı olma”, “daha sonra olma” kavramlarında sistemsiz ama soru işaretlerinin çözümünü gerektirmeyen bir yol bulabiliriz. Ancak bu plansız ilerleyiş bir vazgeçişten farksız değildir ve zamanın varlığına dair yaratılan birçok değeri hiçe sayar. 

Zamana verilebilecek değerin aslında değişimlere inanmak ve kişinin zamanın neye bağlı olduğuna dair yapacağı seçimlerle oluşabileceğine işaret eden mevcut düşünce sistemlerinden bahsettikten sonra, bizim bu sahip olduğumuz zaman algısını ne ile doldurarak anlamlandırdığımız üzerine mevcut durumu yorumlamak istiyorum. Bazen belki teolojik nedenlerle belki de irade ve bireysel kararlara olan inkarla “kader” ya da “bir şeyler olacağına varır” gibi şeylere bağlılığımız oluşur ya da artar. Bu tür bir bağımlılık ister istemez davranışlara bir tekdüzelik, özensizlik getirir. Çünkü değişmeyeceğine gerçekten inandığımız bir şeyin için efor sarfetmek anlamsızdır. Bir şeylerin ol(uş)ması Türkçenin de yansıttığı gibi bir -iş; yapış, kaybediş, kazanış evreleri o ekte varoluşuna işaret eden zamana bağlıdır. Ancak Parmenides gibi “oluş” ve “değişim”i reddedenler zamandan ve özelliklerinden bağımsız zihinsel bir varlığı savunurlar. Bu tür bir varlık tadı ve kokusu gibi sonradan kaybedilebilir “aldatmacalar”a sahip ancak zihindeki elmaya dair varlığı kaybolmayacak bir varlıktır. Sadece zihinde var olduğu düşünülen bu elma o zaman hiç değişmeyecektir. Bu değişmeme durumu o elmanın önemini yitirttirecek, varoluşundaki sonsuz tekrarla zihinde bulunacaktır. 

Öte yandan Herakleitos’un “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözü gibi, her an her salise(!) varlık, oluş, akış değişmektedir. Bir bakış hiçbir zaman diğerinin aynısı olmayacaktır, çünkü o anın tüm parametreleri aynı değere dönmeyecektir; kaşlar aynı hızda kalkamayacak, gözbebekleri o milimetrik büyümeyi tam kararıyla yaratamayacaktır. Kısacası her an her bakış gibi eşsizi kalacaktır. Herakleitos’un da dediği gibi önceden girdiğin bir nehir akan sularıyla çok fazla taş taşımış, çok fazla seyahat etmiş, değişmiştir; aradan geçen zamanda en basitinden birçok yeni tecrübeye hakim olan sen birçok yeni fikre farkındalığa sahipsindir. Ancak daha önce o nehre girmiş olmana rağmen, yenilenen suyun sıcaklığı, hala o sudaki taşların aynı parlaklıkta olup olmadığı gibi birçok alandan yeni tecrübelerin olabileceği fikrine sahipsindir bu düşünce sisteminde. Bu noktada tecrübe her iki bakış açısında önem taşır, tecrübenin değerinden birini oluşturan sonradan da duruma uygun bir dersi olması durumu tekrara hizmet ederken, her zaman yeni tecrübelerin güdülmesi aslında hiçbir şeyin de tamamlanmadığını belki de iyi ve kötü skalasında bir yolculuğa çıktığını gösterir.

Toparlamak gerekirse, zaman ona ne verdiğiniz, ondan ne umduğunuzla ilgilidir. Tekrarlarda konforu bulan, güvende hisseden bir birey için değişim çok belirsiz olmakla beraber bu değişimi getiren ana karakter zaman yeni belirsizliklerin habercisidir. Yeniliklere gelişime ve gelişimin yolunda yaşanacak düşüş ve yükselmelere hazır olan bir birey için zaman bir fırsattır. Çünkü herkesin geçen 24 saat dışında üzüntüleri, heyecanları, kalp kırıkları, mutlulukları, sıkıntıları, sevdikleri hatta korktuklarından oluşan günleri vardır. O günü yenileyen şey saat,n 00.00’ı göstermesi değil, her şeyi farklılaştıran yeni an ve hisler, beklenilen ya da ansızın ortaya çıkan olaylardır. Belki de bu yüzden her zamanın bir sisteme, kurala ihtiyacı yoktur. Herkesin zamanı önemlidir. Çünkü asıl değere ulaşmak için geri döndürülemeyen tek şey olan zamanın kabulünde herkesin zamanı biriciktir. Bu yüzden zamanı anlamlı kılan şey kişinin zamana kattığı ve zamanın kendisine katmasına izin verdiği anlar, zamanın benzersiz kokularıdır. 


Birinci Adım Yazısı

"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."  Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, s.113

İzin İsteyen Özgürlük 

Özgürlük, sadece fiziksel bir ayrı bütünlük olsaydı şu an tüm dünya her şeyi yapmakta özgürdü. Ancak toplum dediğimiz yapıdaki kurallar bu fiziksel özgürlüğü daha üst bir perdeden bilinçsel duvarlarla sınırlandırır. Bilinçaltımızda yapabileceğimizi bildiğimiz şeyler, bize yapamamamızı öğütleyen sesler hatta bazen açık yaptırımlarla sınırlandırılır. Çünkü eğer içerisinde yaşadığımız toplum yönetiminde bu yaptırımları savunuyorsa ya da savunmak durumunda kalıyorsa yönetimin elinden geçen tüm kalemler tek bir noktaya odaklanır ve bu nokta çizilen çizginin dışına çıkan çizgiyi silmeye, değiştirmeye çalışandır. Fiziksel zararlar bir noktada önlenebilir veya bu zararı verenler toplumun geri kalanına da örnek olacak şekilde cezalandırılabilir. Ancak düşünceler kolayca silinip atılabilecek, bir hücreye kapatılıp yok olması beklenebilecek şeyler değildir. Çünkü düşünme akışkan bir oluşumdur. Herkese ulaştırılabilir, kolayca yeniden şekillendirilebilir ve bir kere yaratılıp paylaşıldığında hep bir yerlerde; belki aklın bir köşesinde belki de bir kâğıt parçasında bulunabilir. Ancak sınırlanan düşünceler birbirlerine bağlanmakta sorun yaşar, bu oluşturacakları birikimleri ve sonuçları çok büyük oranda etkiler. Düşüncelerinin sınırlanacağını düşünen bir toplum ise en başından düşünmeye korkuyla bakar, aklındaki sese kulak vermemeye başladıkça da zihni de üzerine düşünmeye başlamayacağı çevreye bakan gözleri gibi körleşir. Geriye baskının inşaa ettiği duvarlar arasında dolanan bir çift boş göz ve toplumun tüm kalemlerinin kilitlerine esir edilmiş bir zihin kalır. 
Hegel'in sözlerinde bahsettiği siyasal özgürlük de toplumunun her ferdinin, yaşadığı ülkede belli yasaları oluşturan ve işleyişi sağlayan birimlerin insanın özgürleştikçe düşünen, düşündükçe gelişen bir yapıya yönelik ihtiyacına hizmet eden, bireylerin fikirlerinden çok tüm halka fayda sağlayan bir felsefenin kapılarını aralayan bir durumdur. İktidarın kişilerin "şimdiki ya da gelecekteki eylemleri üzerindeki bir eylem" olduğunu savunan Foucault, özgürlüğün insanın ontolojik varlığındaki bir ihtiyaç olduğunu söyler ve özgürlüğü kısaca "hayır" diyebilme gücü olarak bir itiraz dürtüsü olarak dile getirir. Ona göre iktidar ve özgürlük ayrılamaz bir ilişkiye sahip olmalıdır. Bu yüzden iktidarın devamlılığında zorunlu olarak yarattığı kalıplar içerisinde özgürlüğün nasıl bir yeri olabileceği ile ilgilenmiştir. Toplumdaki insanların düşünme de dahil her türlü eyleminin üstünde bir güç olan iktidar her bireyin zihnine bir normal sınırlaması getirir. Bu sınırlar içerisine büyüyen kişiler sahip olmadıkları dışarıdaki bir boşluğu doğal olarak fark edemezler, bu yüzden içinde bulundukları kalıba tam anlamıyla yayılıp yeni yetişen bireylerin üzerinde daha kalın bu sefer önceki jenerasyonun da kendi yarattığı gerçekliğin etkisiyle de sınırlanmış yeni bir kalıp oluşturur. İktidarın da bireylerin eylemleri üzerine eylemlerinde harcayacağı efor azalmış olur çünkü toplum kendi içerisinde en başında iktidara göre şekillenmiş kalıbı ve dayatmaları yeni bir şey sunarcasına bir döngü içerisinde en başta oluşturulmuş sınırları hiç aşmadan devam ettirir. Eğer bir noktada bu kalıpta bir boşluk açılmaz ve gelişme alanı daha da küçültülürse en sonunda bu kalıp kendi kendini yok eder. Sylvia Plath'in Sırça Fanus'unun ilk bölümlerinde anlattığı New York'ta bir dergiden kazandığı ödül için çekilen fotoğrafında etrafında birçok insanla ve elindeki hediyelerle oluşturduğu görüntü anın hazzından sonra ona bile bile katkı sağladığı en başından oluşturulan algıyı fark ettirmiştir. Ülkenin bir ucunda ücra bir kasabada yaşarken kazandığı ödül ile tamamen farklı bir kişiye dönüşen genç kızın görüntüsü birçok aynı durumdaki insana boş umutlar vererek New York'un bir hayaller şehri olduğuna inandıracak ve kendisine hediyeler yağdıran dergiye ödül için harcadığı paradan daha büyük miktarda bir umut ticareti geliri sağlayacaktır. İktidar bazen
gerçekten doğru şeyleri yaparak piyangonun bize vurabileceğini söylerken, piyangonun arada sırada vurduğu kişiler aslında herhangi bir ayrıcalık kazanmış değillerdir çünkü bu hikayenin devamı için oluşturulmuş piyonlar gözden çıkarılması gereken küçük miktarlara bakar. 
Heinrich Blücher Berlin'in yoksul işçi sınıfına doğmuş, daha sonradan Stalinizmi reddetmiş eski bir Alman Komünist Partisi üyesi aynı zamanda siyasetle yakından ilgilenmiş, Nazilerin savunmalarını dinlemiş olan dönemin önemli düşünürlerinden Hannah Arendt'in ikinci eşidir. Blücher yaptığımız her şeyin ahlaki bir değer sonucu oluştuğuna işaret ederek, toplumda sunulan ahlaki kaynaklara karşı çıkmıştır. Ona göre iktidar hem dini hem de bilimi kullanarak kendi ahlakımızın oluşmasını engellemeye çalışmıştır ve bireylerin bu "araçlar" dışına çıkıp kendi eylemlerine kendisinin karar vermesi gerektiğini savunmuştur. Bu düşünce ve beraberinde getirdiği iki kavram olan din ve bilim insan ve toplum ihtiyaçları sonucu oluşmuş ancak bir noktada bu ihtiyaçların ortaçağda gördüğümüz gibi suistimal edilerek toplumun belli kesimlerine fayda sağlayan işleyişlerin yapı taşları haline gelmişlerdir. Geçmişte din etkisiyle gelişimine zarar verildiği düşünülen bilim günümüzde iktidarların elinde yeni bir güç, hiyerarşide yerlerini belirleyen önüne geçilemeyen bir akıştır. Düşünmenin bir ürünü olduğundan iktidarların oluşturduğu yeni sitemlerde özgürlük, kolaylık ve gelişme olarak yansıtılan bilim bu sefer de akıllıca bir planla düşünmeye teşvik eden ama düşünmenin toplum içerisinde yaratılan başka ahlaki sistemlerle -örneğin geçmişten günümüze halk yapısındaki özellikle gençleri aşırı ancak gelişme sağlamayan özgürlükler vaadeden yeni normaller- kalitesinin düşürüldüğü iktidarlarının eski hikayelerinin yeni kahramanıdır. Daha somut bir örnek verebilmek adına günümüzde bize ücretsiz ve kolaylık olarak yansıtılan internetin biz daha farkında olmadan aklımızdan geçenleri doğal olarak sorularımıza yansıttığımız şekilde bir bilgi depolama ve iktidarın yeni adımlarında kullanmak üzere yarattığı bir araç olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Daha önce defalarca haberleri yapılan ve büyük teknoloji firmalarının da açıkça kabul ettiği bu gerçek firmalara bir tehdit olmaktan çok bizim farkında olmamız rağmen devamlılık yaratmamızla onlara daha yeni fırsatlar için uygun bir toplumun oluştuğunun haberini veriyor. 
Sonuç olarak Hegel'in sözünde bahsettiği özgürlük bilinci kolay oluşan bir yapı değildir ve özellikle günümüzde kolayca etki alanına girebileceği birçok itici güç vardır. Siyasal güç bu itici güçlerin etki alanını ve sistemlerini belirleyen temel yapı olduğundan yarattığı sistemlerde hedef aldığı toplumların bağımsız düşünme ihtiyacını göz önünde bulunduracak şekilde bir yol belirlemezse tamamen bağımsız ve özgür düşünceli bir toplum oluşumu mümkün değildir. Bu 
özelliklere sahip olmayan bir toplumda insanların düşünme ihtiyacı hissedeceği, sahip olduğu düşünceleri karşılaştırabileceği bu sayede fikirlerini geliştirebileceği eleştirel ve sorgulayıcı bir anlayışa sahip yapı oluşmaz. Doğal olarak da felsefe ortaya çıkamaz. En bilinen örneğiyle felsefenin ortaya çıktığı yer olan Antik Yunan'da bu denli bir sistemli yapının oluşmasındaki temel etkenler; ticari ilişkiler sayesinde kültürel alışverişle yeniliklere açık olan bir toplum oluşması, demokrasi ortamının ilkel de olsa sunularak düşünceye verilen değerin yansıtılması, din ve vicdan özgürlüğünün bulunması ve bilgiye bir araçtan ziyade "bilmek için bilmek" düşüncesini temel alınmasıdır. Kişilerin düşüncelerini siyasi, dini ve toplumsal konularda dile getirebileceğini bildiği bu tür bir yapı kişiye tamamen kendi değer yargılarının oluşması imkanı verir, bu tür bir imkan toplumun devamı için gerekliliği hat safhada görülen yönetim bilincinin kapsayılıcığıyla mümkündür. 
Yine de toplumda etkileri göz önünde bulundurulmasa da insan iradesini ve kararlarını oluşturan birçok farklı arkaplan olduğunu düşünen ve bu arkaplanların insanın özgür irade
yanılsamasını oluşturan temel öge olduğunu düşünen filozoflar vardır. Determinizme göre her şey başından karar verilmiştir ve bir değişiklik yapılması mümkün değildir. Her şey olması gerektiği şekilde ilerler. Toplum ne kadar değişirse değişsin ulaşacağı nokta bellidir. Buradan yola çıkarak ilerleme dediğimiz şeyler de kendi içerisinde baştaki plana uymuştur. 
Tüm bu farklı görüşler düşünme yapımızı etkileyen durumları ne kadar ortaya koysa da toplumun felsefe ortaya çıkarması için mühim olan sağlanan özgürlük mü yoksa bizim ne kadar özgürlük sağlandığını düşündüğümüz müdür belli değildir. Ancak bu noktada tek gerçek hedef düşüncelerin özgürlüğe ulaşmış olması varlıklarını sürdürmeleridir.


Hiç yorum yok: