12 Haziran 2022 Pazar

Deniz Güner / Eyüboğlu Koleji / İstanbul / DüşünYaz 8, Türkiye 5.si




Final Yarışması Yazısı

Emperyalistler her tür tekniğin anlamının doğa hâkimiyeti olduğunu öğretiyor. Ama eğitimin anlamının çocukların yetişkinler tarafından hâkimiyet altına alınması olduğunu belirten kamçılı bir eğitmene kim kulak asmak ister? Eğitim öncelikle nesiller arası ilişkinin gerektirdiği düzen değil midir yoksa? Ve bu şayet böyleyse ve ille hâkimiyetten söz edilmek isteniyorsa, söz konusu olan çocukların değil de, o ilişkinin hakimiyeti olmamalı mıdır? Teknik için de aynı şey geçerlidir: Doğanın hakimiyeti değil, doğa ile insanlık arasındaki ilişkinin hâkimiyeti. İnsanların tür olarak binyıllardır kendi evrimlerinin sonuna ulaştıkları doğrudur; ama tür olarak insanlık daha yeni başlamıştır. 

(Walter Benjamin, Einbahnstrasse, in Gesammelte Werke, aktaran Agamben, Açıklık, YKY)

KAFAMDAKİ PRANGA

Eğitim, medeniyetler boyu gerekliliğinin kesin olduğuna kanaat getirilmiş bir olgudur. Eğitimden uzak, cahil toplumlar içine kapalı, gelişim ve değişimden yoksun, körelmiş topluluklardır. Peki, eğitim ne olabilir? Eğitim aslında toplum tarafından kabul edilen belli başlı bilgilerin yeni jenerasyonlara aktarımı olarak düşünülebilir. Bu tanım, bilgiyi epistomolojik olarak nasıl tanımladığımızdan bağımsız olarak geçerli sayılabilir. İster rasyonalist bir anlayışla bilginin mantık ve akıl yoluyla, ister entüisyonist bir bakış açısıyla bilginin ancak sezgiler yoluyla, isterseniz de Kantçı bir görüş ile bilginin hem deneyimlerden hem de akıl yoluyla elde edilebileceğine inanın, bu eğitim tanımından uzaklaşmanız pek mümkün olmayacaktır. Ancak hangimiz gördüğümüz eğitimin tarafsız, toplumun büyük kısmı tarafından kabul görmüş ve ideolojik etkilerden uzak olduğunu söyleyebilir ki? Toplum içinde gücü elinde tutanlar (hakim güçler) bilgiyi, yönetilenlere nasıl aktaracağına karar verme olanağına sahiptir ve toplumların büyük bir kısmında da kaçınılmaz olarak bu durum görülür. Birbirinin üzerinde güç kurma olanağı olan farklı sınıflar bu fırsatlarından yararlanıp kendi eğitim anlayışlarını yeni nesillere aktarmayı, hatta zorla kabul ettirmeyi doğal hakkı olarak görür. Sadece ulusal değil, uluslararası boyutta da eğitimi etkileme fırsatı olan otoriteler, kendi anlayışlarını toplumlara empoze eder. Bu yazıda eğitimin günümüz global düzenindeki yeri analiz edilecek ve eleştirilecektir. 

Güçlü olanların eğitimdeki etkisini kolay bir biçimde görebilmek için ilk olarak otoriteyi elinde tutan kesimi tanımak, bu kesimin düşüncelerini ve geçmişini iyi bilmek gerekir. Bir örnek görmek için burnumuzun dibinden uzağa gitmeye gerek yoktur. Nitekim hiçbir topluluğun tam tarafsız eğitime ulaştığı söylenemez. Bir lise seviyesi Türk tarihi kitabı açtığınızda karşınıza Osmanlı tarihi çıkacaktır. Bu durumda baskı etkisiyle gelişen bir durum yoktur, sonuç olarak Osmanlı Devleti Türk tarihinin önemli bir parçasıdır. Ancak Osmanlı'nın nasıl anlatıldığına az da olsa dikkat ettiğinizde göreceksiniz ki Osmanlı'nın tarihi olarak yaptığı bilinen insanlık dışı faaliyetlere çok az değinilirken sürekli olarak Osmanlı'nın gücünden, kudretinden ve zaferlerinden söz edildiğini göreceksiniz. Bu durumda eğitimin tarafsız olduğu söylenebilir mi? Yine ülkemizden bir örnek olarak biyoloji kitaplarında "evrim" kelimesinin bir defa dahi geçmemesine karşın modern bilimin ancak evrimle açıklayabildiği adaptasyon, doğal seçilim gibi terimler anlatılır. Bu iki durumun da sebebi, iktidarda yer alan sınıfın ve güçlü konumda bulunan ideolojinin topluma aşılamak istediği değerlerdir. Osmanlı örneği ile hakim güçler topluma ırk ve milliyetinden gurur duymayı öğretmeye çalışmaktadır. Biyolojideki örnekte ise "evrim" kelimesi, İslam dinine iktidarın sahip olduğu bakış açısı sebebiyle bilimsel olarak kabul edilmediğinden yeni jenerasyonlara da katiyen aktarımını istememektedir.  İktidarın kabul ettiğinden farklı bir eğitim görme olanağı otoritede bulunan sınıf tarafından toplumun elinden alınmaktdır.

Hakim güçlerin bunu yapmasının sebepleri ve yapışının yöntemleri oldukça fazladır. Bir iktidarın temel amacı toplumdaki refah ve asayişi sağlamaktır. Fakat bunu yapmak dile geldiği kadar kolay bir iş değildir. İçinde yüz binlerce farklı bireyin buldunduğu ve her bireyin kendi fikirlerine sahip olduğu bir toplumu yönetmek iktidarların tarih boyunca zorlandığı bir durumdur. Bunu kolaylaştırmanın en kolay yolu tüm bireyleri benzer düşünmeye zorlamaktır. Günümüz eğitim anlayışının gerçekleri öğretmekten bile daha ön planda tuttuğu şey budur. İktidar yönetmek istediği toplumdaki herkesi tektipleşemeye zorlar ve bu şekilde aynı koyun güter gibi toplumu yönlendirir ve yönetir. Bunu yapma yöntemi ise toplumun en büyük yaralarından biridir. Elbette mantık ve bilim dışı öğretilere karşı çıkan veya iktidarın uygun gördüğü tipe uyum sağlayamayan genç zihinler olmaktadır. İktidar ise karşı çıkanları zorla kendi tipine oturtur ve bu tipe uyamayanları da toplumdan dışlanmış, yanlız bırakılmış ve yabancılaştırılmış bir hale sokar. Hakim güç, demir yumruğu ve altın kırbacı ile ya kalıbına uymayanları zorla içine sokar ya da onları tükürüp bir kenara atar. Bu durum yıllar boyunca o kadar normalleştirilmiştir ki halk genellikle bunun farkına bilr varamaz. Otoritenin dışla dediğini dışlar, kabul etme dediğini de kabul etmez ve bunu kendi özgür iradesi ile yaptığını düşünür. Halbuki onun bunu yapması yöneten sınıf tarafından çoktandır planlıdır. 

Halkın yönetici sınıfı tarafından eğitim yoluyla fikirlerinin kontrol edilmesi bir tek ulusal boyutta yaşanan bir şey değildir. Zaten bir güç sisteminde güçlü olan güçsüz olanı her zaman bir yönden kontrol edecektir. Bu sebepten uluslararası emperyal güçler dünya halkını kontrol etmekten çekinmezler. Bu durumun en açık örneği global olarak hakim sınıfın ekonomik ideolojisi sayılabilecek kapitalizm ve neo-liberalizmin neredeyse tüm dünyada çoğunluk tarafından "olabilecek tek ve en iyi sistem" olarak kabul edilmesi ve kapitalizmin antitezi sayılabilecek komünizmin "şeytanın ideolojisi" olarak düşünülmesidir. Hakim sınıflar dünya topluluğuna bu görüşü eğitim sistemleri ve propaganda yoluyla aşılamıştır. Bu şekilde emperyalist yaklaşımı da küreselleşmiş kapitalizmin sonucu olması şeklinde haklı çıkarır. Halk, bunun doğal sistem olduğunu varsaydığından isyan etmez. Kapitalist yaklaşım bütün yapılanların insanın doğadan üstün olması sayesinde yapılabildiğini, insanın da doğayı hakimiyeti altına aldığını tüm topluma aşılar. Asla ama asla insanın doğa ile iç içe yaşamasından söz etmez ve doğayı insan için yaratılmış bir kaynak olarak görür. Bu eğitimle yoğurulan halk ise bunun aksini düşünmenin saçmalık olduğuna inanır. Uluslararası emperyalist düzen de bu şekilde halkı kendi kalıbına oturtmuş olur. 

Yıllardır devam eden halk ve iktidar arasındaki kopuk yöneten-yönetilen ilişkisi bize göstermiştir ki yöneten yönetilenden ayrı olduğu sürece yöneten yönetilene baskı kurar. Böyle olduğundandır ki eğitim hiçbir zaman tam tarafsız olamamıştır ve zorla eğitim anlayışı günümüze kadar süregelmiş, hala da devam etmektedir. Güç düzeni ve sınıf sistemi devam ettikçe tam bağımsız eğitim mümkün değildir. Eğitimi kesin olarak özgürleştirmenin tek yolu toplum içerisindeki gücü eşitlemektir. Eşit güç sağlandığı takdirde kimsenin bir diğeri üzerinde baskı kurması mümkün olmayacaktır. Güç eşitliğinin ve bununla gelen özgür iradenin nasıl sağlanması gerektiği hakkında bir sürü siyaset filozofu ve teorisyeni yorumlarda bulunmuştur. Bu durum Marx'ın öngördüğü gibi örgütlü bir devrim ile işçi sınıfının devleti ve üretim araçlarını kontrol altına almasıyla mı yoksa Kroptkin'in düşündüğü aniden devletsizleşme ile mi yoksa başka tonlarca filozofun öne sürdüğü tonlarca teoriden biri ile mi gerçekleşebileceğini söylemek olanaksızdır. Ancak şu kesindir ki güçlerin eşitliği sağlanmadan eğitimdeki iktidar baskısının önüne geçmek olanaksızdır.

Sonuç olarak, günümüzde bile toplumun çok büyük bir kısmının farkına varamadığı eğitimdeki tektipleştirme, iktidar baskısı ve ötekileştirme halklar tarihi boyunca her zaman varlığını sürdürmüştür. Descartes'in kuşkuculuğu bunun farkına varmak için kullanılabilecek en yakın kaynaktır. Eğitimde iktidarın baskısı bir iktidar olduğu müddetçe devam edecektir ve bunun tek çaresi iktidar kurabilme olanağı olanların bulunduğu bir sistemi ortadan kaldırmaktır. Her şeye rağmen halk denilen yapının çoğunluğunda olan bölüm bu baskının farkına bile varamaz ve o daha çok küçükken demiri dövülmeye başlanmış ve eğitiminin sonunda kafasına vurulmuş prangadan yaşamı boyunca kurtulamaz.

                                                

İkinci Adım Yazısı

"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder."     Byung-Chul Han, zamanın Kokusu, Metis 2020

Diyalektik Yaşam Felsefesi

İnsan, özünde sürekli değişim ister. En alttan en üst tabakaya kadar her insan, değişimin peşinden koşar. Kaçınılmaz olarak bu değişim de gerçekleşmenin bir yolunu bulur. Politik olarak anarşistler iktidar yapısının, Marksistler sınıf sisteminin, liberalistler ise çoğunlukla sınıfsal konumlarının değişiminin tutkusuyla hareket ederler. Felsefi açıdan bilinçli bir insan değiştirmek istediği durumun veya olayın farkındadır. "Umut" olarak adlandırılan duygu da bu değişimin olabileceğine inanmaktan gelir. Umutsuzluk ise değişimden inancı kesmektir. Umutsuzluk değişim isteğinin bazı sonuçlarından biri olsabilse bile, doğru temellendirilmiş bir değişim isteğinde umutsuzluktan geri dönüş oldukça hızlı ve kolay olur. Özetle değişim, insanın hayatına yön veren, ona anlam katan bir olgudur ve özünde değişim kaçınılmazdır. 

Heraklitos'un diyalektik düşüncesi, değişimin kaçınılmaz olduğunu desteklemektedir. Heraklitos, hayatın her alanında değişim görüldüğünü söyler. Bu değişimin de ancak karşıtların birliğinden geldiğini söyler. Bunun bilimsel olarak en basit örneği asidik bir bileşik ile bazik bir bileşiğin tepkimeye girmesi sonucu oluşan tuz ve sudur. Karşıtların birleşmesi değişimi beraberinde getirmiştir. Sosyal ve felsefi olarak ise bu düşünce şu şekilde yorumlanır: "Argümanlar ile desteklenen tez ile karşı argümanlarla desteklenen antitez bir araya gelerek sentezi oluşturur ve sorunların çözümü sentez ile elde edilir." Değişime duyulan bu arzu aslında insan beyninin problem çözme işlevinden gelir. Sürekli olarak problem çözmeye uğraşan beyin, her zaman bir değişimin peşinde olmak durumundadır. Aksi takdirde işlevselliğini kaybeder. Heraklitos'un ortaya koyduğu düşünce doğayı ve insanı beraber inceleyerek ortaya çıkmıştır. Hem doğa hem de insan sürekli olarak değişir, işlemeye devam edebilmek için değişmeye zorunludur. Heraklitos'un diyalektik düşüncesini topluma yansıtması, Marx'ı bu düşünceyi destekleyen başka bir filozof haline getirmiştir.

Marx, karşıtların birliği ilkesinden hareket ederek kapitalist topluma bir eleştiri getirmiş ve işçilerin burjuvalar ile karşıt taraflar olduklarını, bir işçi devrimiyle sınıfsal değişimi hatta sınıf sisteminin yıkılışını öngörmüştür. Bu tezi "tarihsel materyalizm" adı altında genişleterek de tarihin bütün olaylarının sınıfsal çatışmalar sonucu meydana geldiğini öne sürmüştür. Tarihi olayların sürekli değişim için çabalayan alt sınıflar ve var olan sınıf sistemi içinde kendi pozisyonlarını daha da yukarı taşımaya çalışan üst sınıfların çatışması sonucu meydana geldiği düşüncesi, insanın sürekli bir çeşit değişim peşinde koştuğu tezini destekler niteliktedir. Marx'ın yaşadığı dönemdeki sanayi kapitalizmi ne kadar değişime uğrayarak küresel kapitalizm şeklini almış ve sınıfsal ilişkiler ve tanımları karmaşıklaşmış olsa da insanın değişim çabası süregelmiştir. Kendini işçi olarak görmeyen ancak burjuva da olamayan bir sınıfın doğuşu olmuş ancak bu sınıf da sınıfsal yükselmenin yani bir çeşit değişimin arkasından gitmiştir. Marx'ın tanımladığı bilinçli işçi de aslında daha önce de bahsedilen istediği değişimin ve bunu nasıl meydana getireceğinin farkında olan işçidir. Ne zaman ki insan istediği değişimin farkına varır, o zaman hayatı ihtiyaç duyduğu anlamı kazanır. Marx'a göre işçinin hayatında ihtiyaç duyduğu anlam -yani değişim- sınıf sisteminin çöküşünden geçer. Aslında Marx bu şekilde bir başka argümanı da desteklemiş olur: "Değişim, ilerleme veya çöküş şeklinde olabilir." Bahsedilen çöküş toplumsal, sistemsel hatta bireysel bile olabilir ancak her durumda değişimin ürünüdür. 

İnsanın istediği yeniliğin, farklılaşmanın ve değişimin günlük yaşamdan tonlarca örneği bulunur. Sürekli hayal kuran insan yeniliğin ihtiyacını duyar. Bahsedilen problem çözen beyin, durağanlıktan rahatsız olur. Bazı durumlarda bunun farklılaştığı görülse de özünde insan her zaman elindekini daha "iyi" yapmayı arar. Bir durumu daha iyi yapmaya çalışan insan bu duruma bir düzenleme getirmenin ya da durumun tamamen ortadan kaldırılması gerektiğinin kanaatine varabilir. Bu duruma örnek olarak Marksistlerin devletin bir süreliğine işçilerin elinde olmasıyla, yani proletarya diktatörlüğüyle, çözülüşünü savunurken anarşistlerin devlet kurumunun tamamen yıkılışına inanması verilebilir. Marksistler ilerlemeci, anarşistler çöküşçü bir bakış açısına sahiplerdir. Değişimin iki kanadında duranların çatışması da tez-antitez çatışmasına örnek oluşturur. Her tür fikre bir değişim isteği, her tür çatışmaya da bir tez-antitez çatışması olarak bakmak mümkündür. Bu da her insanın değişime ihtiyaç duyduğu ve değişimi arzuladığı düşüncesinin doğruluğuna kanıttır. 

Sonuç olarak, insan hayatının bir anlam kazanabilmesi için insanın kaçınılmaz olarak istediği değişimin farkında olması ve bu değişimi sağlamak için elinden geleni yapması gerekir. Bu değişimin insana mutluluk getireceği kesin değildir ancak insanın mutluluğu bu değişimin ardından koşmasından geçer. Hayatına anlamlı olarak bakan insanın değişim isteğinin farkına varmadan bunu başarması mümkün değildir. İnsanın bu istediği değişimin nasıl bir süreçte gerçekleşeceğinin farkında olması da önemli bir gereksinimdir. Aradığı şeyin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği ile ilgili hiçbir tahmini olmayan insan da mutluluktan henüz çok uzaktır. Bu değişim isteğinin hayal kırıklığı, öfke gibi duygulara da yol açabilmesine karşın bir insan devam edebilmek için taşıdığı umudu sürdürdüğü sürece değişim isteğinin yanıp tutuşan ateşi asla sönemeyecektir. İnsan değişimsiz, değişim insansız asla var olamaz. 

                                   

Birinci Adım Yazısı

“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Sayfa 20

ELLE TUTULUR EŞİTLİK

Eşitliği sadece bir kavram, sadece bir fikir olarak gören zihniyet ya eşitliği anlamamıştır ya da eşitlik kendisine o kadar uzaktır ki bunu düşünmesi bile güç bir hale girmiştir. Eşitliği anlamayan kısım için buna bir açıklık getirmek şarttır. Eşitlik demek bir toplumdaki her bireyin aynı değerlere, aynı fiziksel yapıya, aynı dünya görüşüne veya aynı milliyete ait olması değildir. Bu şekilde düşünen biri eşitliği doğal olarak pratik bir olgu olarak göremez, imkansız bulur. Eşitlik aslında, daha önceki açıklamanın tam tersi bir durumda ortaya çıkabilir. Eğer her bireyin kendine özgü değerleri ve dünya görüşleri varsa ancak herkes birbirinin insan olduğunun ve bir kişinin probleminin aslında tüm toplumun problemi olduğunun bilincinde ise eşitlik sağlanmış veya devrimsel bir hareketle sağlanacak demektir. Bu yazıda eşitliğin aslında bir fikir değil, insan doğasının pratik bir şartı olduğu ve eşitliğin benlikle olan bağlantısı; çeşitli argümanlar ile kanıtlanacaktır. 

Modern dünyanın önde gelenlerinden Fransız filozof Jean-Paul Sartre, insanın özünden önce varoluşunun geldiğini söyler. Bu sözün gerçek anlamı, insanın ona toplum, aile gibi yapılar tarafından diretilenlerden çok olmak istediği olduğudur. Yani insan kendine karar vermekte tamamen özgürdür. Bunun yanında Sartre insanın kendinden sorumlu olduğu için aynı zamanlıkta tüm insanlıktan sorumlu olduğunu söyler. Bu düşünce ilk paragrafta anlatılan eşitlik fikriyle paralellik gösterirken aynı zamanda da bu eşitliğin nasıl pratik olduğunu da şu şekilde açıklar: Her insan karar verme özgürlüğü konusunda eşittir ve bu verdikleri karar bireysel bir edim olsa da(ahlak ve değerler gibi) bu bütün toplumu etkiler çünkü kendi doğrusuna karar veren insan diğer insanların da doğrusuna karar verir bu sebepten de karar verdiklerinin tüm insanlıkta uygulanması için sorumludur. Bu fikir her insanın toplumu etkileyeceğini ve bu bağlamda her insanın eşit olduğunu söylemekle birlikte insanın topluma kendi doğrusunu göstermeye çalışması gerektiğini söyler ve eşitliğin hem sadece bir kavram değil pratikte de sürekli olarak işleyen bir olgu olduğu hem de her insanın birbirine bağlı olduğu fikrini destekler. Sartre'ın sevgilisi olan başka bir Fransız filozof Simone De Beauvoir de eşitlik fikrini desteklemiş ancak farklı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.

De Beauvoir, birinci dalga feminizmin en önemli düşünürlerinden biri olup kadına toplum tarafından yüklenen "öze" odaklanmıştır. De Beauvoir'in yazıları toplumda varoluşun özden önce geldiği düşüncesi olmadığında ve bu farkındalık oluşmadığında eşitliğe yaklaşımın değişimi üzerinedir. De Beauvoir'e göre kadınlara diretilen öz sadece erkeğin mutlu olması üzerinedir ve kadınlar toplumun onlara direttiği "erkeğe kölelik etme" düşüncesinin farkına varamadıklarından varoluşlarına yani gerçek özlerine ulaşamazlar, istedikleri olamazlar. Bu örnek insanların eşitliklerinin ve topluma etki etme güçlerinin farkında olmayışlarının sonucunu oldukça net bir şekilde gözler önüne serer. Günümüzün de bir problemi olan cinsiyet eşitsizliği üzerine yıllardır tartışılmasına rağmen henüz bir çözüme ulaşamamıştır. Bunun sebebi kadınların hala en başta ataerkil(erkek egemen) toplumun onlara onlar için atadığı değerler ile yaşamaları ve tabii ki hali hazırda ataerkil olan sistemin bu değerleri kadınlar üzerine baskılamasıdır. İnsan özünü fark etmeden ne gerçek benliğini anlayabilir ne de toplumdaki gücünü. Kadınların da yaşadığı tam olarak budur. Bu mutlu çiftimizin fikirlerini etkileyen ve 20. yüzyılın en büyük olaylarına fikirleriyle öncülük eden bir başka filozof da Karl Marx'tır. 

Marx, en çok kapitalizm eleştirileriyle ve komünist ideolojinin öncüsü olmakla tanınır. Aynı zamanda karşıtların birliğini savunan diyalektik maddeciliğin de savunucusudur. Marx, kendi özgürlüğünden ve benliğinden uzaklaşmayı kapitalist sistemin işçi sömürüsüne bağlamıştır ve ancak kapitalist sistemin çöküşüyle(ki bunun kaçınılmaz bir durum olduğunu da belirtmiştir) benliğe dönüşün, buna bağlı olarak da eşitliğin sağlanabileceğini yazmıştır. Marx, her insanın tutkuyla yaptığı bir iş olacağını ve o işi yaparak ancak mutlu olabileceğini, ancak kapitalist sistemin kar odaklı ve bireyi yok sayan politikasının bireyleri istemediği ve zevk almadığı işler yapmaya zorladığını söylemiştir. Birey bu sistem içinde kendi benliğini unutur ve sadece makinenin bir çarkı olduğunu hisseder. Marx, buna "yabancılaşma" der. Bu yabancılaşma benliğe bir yabancılaşmadır ve kişinin toplumun ona baskıladığı öze uyması ile sonuçlanır. Durum bu şekilde olunca insan eşitlik, kardeşlik ve özgürlük gibi kavramları unutur. Marx ise bu problemin bilinçli işçi ile giderilebileceğini, yabancılaşmasının farkına varmak ve benliğine dönmek ile ortadan kaldırılabileceğini söylemiştir. Eşitsizliğe yine gerçek özden uzaklaşma, toplumun dayattığı öze uyma ve bunlarla beraber bireyin elindeki gücü unutması sebep olmuştur. İkinci paragrafta üzerinde durulan Sartre, Marksist felsefenin üstüne bir felsefe onun döneminde çıkamadığını ve kendi felsefesinin de Marksizmin ancak bir alt başlığı, bir geliştirmesi olabileceğini söylemiştir. 

Örnek gösterilen üç filozof da eşitsizliğin, bireyin "aslından" uzaklaşması olduğu ve eşitliğe giden yolun gerçek özüne dönmesinde olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda benliğini fark eden insanın nasıl sadece kendinden değil tüm toplumdan sorumlu olduğu da söylemiştir. Bu fikirler, söylemler ve doktrinler doğrultusunda eşitliğin benlikten geçtiğine, benliğin de sadece bireyin içinde olan bir olgu olmadığına ve gerçek benliğin pratik olmak zorunda olduğuna ulaşılabilir. Gerçek özünü kurmuş ve belirlemiş kimse insanın eşitliğinin de farkına varır ve karşısındakinin benliğine de kendininki kadar saygı duyar ancak kendi benliğini etrafındakilere de her zaman aktarmaya çalışır.  Bu sebeplerden eşitlik bir pratik olmak zorundadır, yani bir fikir, bir kavram olarak kalması mümkün değildir, çünkü eşitliğin farkında olan bireyler asla bunu sadece kendilerine saklayamazlar. Eşitliğe ulaşmanın kolay olmayacağı aşikardır ancak bu, benliğine dönmeye çalışan insanı karamsarlığa düşürmemelidir. Ne de olsa büyük filozof Hegel değil midir değişimin sancılı ancak kaçınılmaz olduğunu söyleyen?

Hiç yorum yok: