12 Haziran 2022 Pazar

Çınar Taşkın Karataş / ODTÜ geliştirme Vakfı Koleji / Ankara / DüşünYaz 8, Türkiye 3.sü




Final Yarışması Yazısı

Emperyalistler her tür tekniğin anlamının doğa hâkimiyeti olduğunu öğretiyor. Ama eğitimin anlamının çocukların yetişkinler tarafından hâkimiyet altına alınması olduğunu belirten kamçılı bir eğitmene kim kulak asmak ister? Eğitim öncelikle nesiller arası ilişkinin gerektirdiği düzen değil midir yoksa? Ve bu şayet böyleyse ve ille hâkimiyetten söz edilmek isteniyorsa, söz konusu olan çocukların değil de, o ilişkinin hakimiyeti olmamalı mıdır? Teknik için de aynı şey geçerlidir: Doğanın hakimiyeti değil, doğa ile insanlık arasındaki ilişkinin hâkimiyeti. İnsanların tür olarak binyıllardır kendi evrimlerinin sonuna ulaştıkları doğrudur; ama tür olarak insanlık daha yeni başlamıştır.

(Walter Benjamin, Einbahnstrasse, in Gesammelte Werke, aktaran Agamben, Açıklık, YKY)

İnsanın doğa ile kurduğu bu bağlantısallık, insanın zamanın üstünde kurduğu hakimiyeti arttırarak özneyi insansılıktan kurtararak insan olma yolunda emin adımlarla ilerlemesine vesile olmuştur. Elimizde tutamadığımız saniyeler, dakikalar, günler, haftalar, aylar ve yıllar... Üst üste koysan koyamazsın, yan yana dizsen dizemezsin. Öyle garip bir şeydir zaman. Zamanı evrenimizin veya evren sandığımız bu oluşumun içerisine yapısal olarak yediren bu güç nedir? Tarih perdesinde kimisi dedi ben, kimisi dedi tanrı ve tekrar kimisi dedi ben ve tekrar tekrar... Belki de ikisi de çok farklı değildi. Aynı şeyi kastetmedikleri aşikardı, evet. Yine de bir yerde kesişmek zorundaydı bu iki birbirine benzemez benlik: varlık ve “daha bir varlık”. Oyunun kuralını ikisi de belirlemiyordu neticede. Zamanın akıp geçtiği topraklarda veya yıldız tozlarında gizliydi bu oyunun kuralları. Her gün bir yenisine ve bir başkasına uyanıyordu tanrı ve insan. Peki bu zamanı başlatan nasıl tanrı veya varlığın evrendeki bir toz tanesinden küçük tezahürü olabiliyor? Herhangi bir şeyin başlangıcının olduğunu varsayan insan elindeki o başlamış olan her şeyi teker teker kaybetti. Bilakis zaman bu kayıpları akış içerisinde getirdi insanlara ve daha nicesine. Bir havai fişek kadar parlak ve yadsınamaz ama bir o kadar da bulutları karıştırdı. Yine de o bulutlardan birkaçı anladı zamanın kudretini ve sırtını ne olduğu belirsiz ve türetilmiş zamansal oyunlara kaptırmak yerine oyun kurucusunun kendisine yasladı. Böylelikle insanlık tür olarak yeniden başladı çünkü modern insanın “ateşi” de zamanla kurduğu ilişki ve hatta bu ilişkiden öğrendikleriyle zamanın işine yani doğa ile olan ilişkisine karışmasıyla keşfedilmiş oldu.

“İnsanlar Tanrı'ya inandıklarını sanırken aslında papazlara ya da despotlara boyun eğerler.” Althusser bu söz ile insan türünün zamanla kurduğu ilişkinin çarpıtılarak ne hale geldiğine ve toplumun Zaman ile kurduğu bağlantısallığın homojen olmadığına dikkat çeker. Homojen bir toplum yaratabilmek neredeyse imkansızdır ve hatta belki de zaman perdesinin ardında bir yerde ya burada ya geçmişin tozlu sayfalarında ya da geleceğin kuytu köşelerinde saklanmaktadır bu yaratım. Haliyle böyle bir yapıya erişmeyi de istemeyen bencil ve tanrısal tavırlı insanlar anladıkları veya buldukları “modern ateşi” diğer insanlarla paylaşmayarak sınıflı bir toplum yapısına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucu oluşan yapay rekabet aslında zamanın doğa üzerine yansımasıyla yaratmaya çalıştığı sanat eserinin suni bir denemesidir. İnsan kendini bu noktada zaman gibi hissetmekte veya öyle olduğunu varsaymaktadır. Bu da zaman dediğimiz şeyin içini sızlatabilecek bir hakaretten başka bir şey değildir. Üstelik bu hakaretin suçu sadece “modern ateş” ile oynayan insanların kibrinde sınırlanmamıştır. Homojen olmayan bir toplum yapısına rağmen zamanın homojenliği bu bağlamda bizi toplu bir sorgu ve yargı durumuna çekmiştir.

“Teknoloji, jestlerle birlikte insanların dakikleşmesine, kesinleşmesine ve hunharlaşmasına yol açıyor, insan hareketlerini her türlü duraksamadan, düşüncelilikten ve edepten arındırıyor.” Minima moralia’nın en güzel söylemlerinden biri olan bu kesit, modern insanın belirli yapılar ve örgütler aracılığıyla maruz kaldığı bir uyuşturucu olan teknolojiyi yermektedir. Teknoloji modern hayatın yegâne dini haline getirilmiş ve bu hale gelmesinde de bir önceki dönemin dini yani bilim bu işe alet edilmiştir. Her türlü duraksamadan ve düşünceden arınan insan haliyle zamanın kendisine yabancılaşır. Ne için, kim için veya HANGİ ZAMAN için yaşadığını unutur. Kendi varlığını unutmaya ve insanları nihilistik düzeyde zehirleyebilecek olan bu güç Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” dediği kavramı ile de örtüşmektedir. Kültür gibi ağırbaşlı bir kavramın bile metalaştırılabileceği düşüncesi ancak dini, bilimi ve teknolojiyi kendi halkına (türüne) bir afyon gibi pazarlamış olan Emperyal düzenin aklından geçerdi. Kültürün pazarlanmasının heterojen bir toplumda yarattığı homojen olma isteği yapay bir dürtü gibi algılanabilir. Bu dürtü modern insanın fıtratına doğduğu andan itibaren maruz kaldığı devletin ideolojik aygıtlarıyla zerk ettiriliyor. Bu homojen olma isteği zamanın doğa üzerine tezahüründeki heterojen işleyişe ters düşer. Bu durum zamanın kendisini açıkça göstermemesine ve algılarımızın zamansallığın bağlantısı içerisindeki doğallıkta işleyememesine neden olmaktadır. 

DİA’lar Walter Benjamin’in sözünde bahsettiği nesiller arası ilişkinin önemini insanların kavram çemberlerinden çıkarmaya çalışan aygıtlardan ibarettir aslında. Sadece ideolojik aygıtlarla kalmaz bunları bir fiil uygulamaya koyar. Halihazırda sistemin dişlisi olmuş kendisini aydınlanmış zanneden modern insan ise gerçek “modern ateş” ile temas edemiyor oluşunun kendi varlığına verdiği sıkıntıyla bu fiili uygulamaları otoriter bir tavırla ortaya koyar. Bu ortaya koyma isteği yine yapay bir yaratımdan ibarettir. Bu yapay yaratım da bu varlığın kontrol etme sancısından yararlanarak giderek daha da büyür ve modern insanın başta kendisine ve sistem içerisindeki yan dişlilere uyguladığı bir zulüm haline dönüşür. Bu zulüm toplumun her yerinde eşit olmasa bile yine insan olmanın fıtratını yeniden tasarlayan bu örgütlenme hali yüzünden sanki homojen bir propaganda ile insan olma durumunun kötü ve sancılı olduğuna dair bir inanç ortaya atar. Bu inanç zaten birbirimize çektirdiğimiz acıların mühürlenmesine ve meşrulaştırılmasına kadar gidebilir.

“Başka hiçbir ideolojik devlet aygıtı, yıllar boyunca haftanın 5-6 günü 8'er saat, kapitalist toplumsal oluşumun çocuklarının tümünü, zorunlu olarak dinleyicisi yapamaz.” Okula çok sert bir bakış açısı geliştiren Althusser, Walter Benjamin’in sözünde eğitimin anlamından bahsettiği kısımla benzerlik taşımaktadır. İki söylem de okulun ve eğitimin aksayan ve çoğunluk tarafından yanlış anlaşılan bir tarafının olduğunu savunur. Zaten bu yanlış anlaşılmanın ortaya çıkışını da Adorno şu sözüyle desteklemektedir: “Yanlış anlamalar, iletişimsiz olanın iletişim aracıdır.” Böylesine kuvvetli bir ideolojik -aynı zamanda fiziksel- bir devlet aygıtı haline gelmiş olan okul ve çevresinde işlemesi için kurulan eğitim sistemi yanlış anlaşılmalar ile yürümektedir çünkü çoğu DİA’da da olduğu gibi çarklara yerleştirilmiş olan insanlar devletin onlara sunduğu uyuşturucular yüzünden durup düşünemezler. Bunun sonucunda ise düşünemeyen insanların iletişim kuramadığı bir yapılaşma ortaya çıkar. İletişim kuramayan insanların bilerek yapılaştırılması başlangıçta kulağa işlevsiz ve anlamsız geliyor olabilir ancak tam bu noktada “modern ateş”in korku saçan arzularına teslim olmuş örgütlerin bunu bile isteye yaptığını görüyoruz. Bu durum algıyı oyunsallaştırmak veya yapboz gibi değiştirip durmaktan başka bir eylem değildir. En nihayetinde kafa karışır ve iletişimsizlik iletişimin yeni kanalı hale gelir. Hatta hızını alamaz ve Emperyalizm, Kültürü pazarladığı gibi insanlar arasındaki iletişimsizliğin yeni iletişim aracı olmasını da aynı son model bir telefon gibi pazarlar. Çarpık bağlanmış iletişim kanalları insanlar arası sosyal ilişkilerin arap saçına dönmesine neden olduğu gibi yine en başta söz ettiğim zaman ile kurması gereken kudretli bağdan ve kendi anlamsallığını arayışından bireyi uzaklaştırır.

Peki ya gerçekten “Gördüğümüz gördüğümüz müdür?”. Yoksa bu bir “eğitim” değil midir?

Devletin bireyde idealize ettiği bir ihtiyaçtan söz etmeden geçemeyiz. Devlet toplumun heterojen olmasına karşın o homojen algıyı yaratabilmek adına bir daha kollarını sıvar ve zamana kafa tutar en cüretkâr haliyle. Her çocuk bu sisteme eksik doğmaktadır. Bunun aksi kaçınılmazdır. Devlet kendi örgüt ve kurumlarını besleyebilmek ve aynı anda bu çarkların işleyebilmesini sağlayabilmek adına ideolojik aygıtlarını insanlarda belirlediği ortak ihtiyaçların verileceği veya sözde bedava dağıtılacağı ortamlara stratejik bir biçimde yerleştirmektedir. Bu kurumsallaşmanın bireye zorunlu kılınması sonucunda birey okula başlar ve eğitim hayatına ara verir. Evlenir ve aşkına olan bağlılığını yitirir. İşe girer ve üretkenliğinden ödün vermesi gerekir ve tüketim canavarı olma yolunda bir asker gibi yetiştirilir. Din mevhumunun dayatılması ile de insan inanmaya olan inancını “medeniyet dediği tek dişi kalmış bir canavar”a kaptırır. Foucault’nun da bahsettiği gibi özne etrafında kurduğu ilişkileri ve bağlantıların canlılığını iktidarın dayatmalarıyla gri, bulanık denizlerin hırçın dalgalarına bırakır.

Tekrardan okulun ne olduğuna dair yanlış anlaşılmaları açığa çıkarmak istersek bu noktada yüzümüzü Michel Foucault’nun tarif ettiği “Panopticon” mimari tasarımının okul, hapishane, akıl hastanesi ve hatta günümüzde sokaklara nasıl uygulandığına bakmamız gerekir. Bu mimari tasarımın kurulu olduğu en temel ilke bireyin kendisini sürekli izleniyormuş gibi hissetmesini sağlamaktır ve böylelikle otoritenin topluluğu kontrol etmek için ayırdığı zaman ve bütçenin birazcık daha kısılmış olur. Bu tasarımda kullanılan açısal kontrol alanları, aynalı camlar, özel alanın ihlaline varan detaylı iç cephe camları ve dahası bu mimariyi başlı başına bir sihirbaz gösterisine çeviriyor. Sadece izlemek zorunda olduğunuz ve izlemediğiniz takdirde başınıza sizi rezil etmekten tutun türlü ruhani ve fiziksel işkencelere tabi bırakabilecek bir mimari tasarımdır bu. Sizi öldürmekten veya bu tarz kötü durumlara düşürmekten beter eder çünkü bu bir sürünceme tasarımıdır. Her an bireyin “Şu an izleniyor muyum?” sorusunu sorması yukarıda bahsettiğimiz çarpık iletişimin, kültürün pazarlanmasının hatta zaman ile temas ettiğimiz algısal boyutun kırılarak benliğimize yabancılaşmamızın başlıca sebebidir. Bununla beraber gelen düşünsel algımızın bozulması sonucu düşünemeyen varlıklar olmamızı hiç hesaba katmıyorum bile. Bu dünyadaki ahiretin en kirlisi, en günahkarı olan ARAFTA olmanın kendisidir.

Zamanın işine karışmış olan insanlık birbirini zehirleyen bir tür haline gelmiş ve en nihayetinde potansiyeline ulaşarak evrimini bu yolda yozlaşan türdeşleri yüzünden duraksatmıştır. Arafların en temizini yarattığımızı sandığımız bu dünyada oynamaya devam ettiğimiz sürece de sınırlı olan alanda maksimizasyon yapmaktan başka hiçbir işlevimiz olmayacak. Bu sınırlı alanı ufkumuzdan daha geniş kılacağımız günlerin gelmesini umaraktan zamanın doğa üzerine tezahür edeceği o gerçek şaheseri bekliyor olacağım.

                                 

İkinci Adım Yazısı

"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Sayfa 24 - Metis Yayınları, 2020

Sabah kalktığında elinde kalanın bir avuç külden ibaret olduğunu gören insan sanmıştı ki bitti her şey. Henüz bilincinde değildi ki eğer o odun kül olmasaydı kendisi yem olacaktı kurda kuşa. Ateş odunu küle dönüştürerek var etmişti o insanın varlığını. Hatta ateş var etmişti evrendeki en küçük toz tanesini ve o evrenin kendisini. İşte o ateşin yarattığı etkiyi Herakleitos görmüş, ateşi logos ile özdeşleştirmişti. O’na göre evrenin arkhesi bu ebedi ateşin ta kendisiydi. Ebedi ateş logos ile bir bütündü, bütün olmak zorundaydı ki belirli bir değişim akışı veya oluş içerisinde evreni ortaya koyabilmiş ve evren içerisinde kendi varlığını ebedi kılabilmişti. 
“Aynının sonsuz tekerrürü” zamanı anlamsızlaştıran bir olgu olarak alıntıda belirtiliyor çünkü hayat ve evren sürekliliklerden ibaret değildir. Süreklilik veya süregelme durumu Aynının tekrarı ile sağlanabilir. Tam aksine içinde bulunduğumuz durum dönüşler, oluşlar ve yok oluşlar, dönüm noktaları vb. kesintilere uğrar. Hatta bu kesintileri fizik literatüründe de “maddenin hal değişiminde bulunduğu sıcaklığın değişmemesi ancak o aldığı ısıyı bir dönüşüm veyahut bir başka oluşum (başkalaşım) için kullanması” olarak ifade edebiliriz. Bu ifade biçimi de zaten maddenin kendi doğasına ve dönüşüme yaklaşımında belirli kesintileri içerdiğini bize gösterir. Haliyle bunu Herakleitos savaşın ve tezatlıkların sürekli mücadele halinde olması olarak niteler. Bu mücadele sonucu kozmosun bir şelale gibi aktığı ve bu akış içerisinde de değişimin logos veya ebedi ateş tarafından kontrol edildiğine dair söylemimiz çok da yanlış sayılmaz. 
Bu noktada Hegel’in bir sözüne değinmek istiyorum. “Felsefe yapmak içinde yaşanılan zamanı düşüncede kavramaktır.” Zaman nasıl düşüncede kavranabilir? Yaşanılan zaman ile kastettiği tarihi bir zaman mı yoksa anlık bir varlık hikayesinden mi ibaret? Zaman her yerde hiçbir şey ve hiçbir şeyde her yerdir. Yani ne anlık bir varlık hikayesi kadar küçük ama sonsuz ne de tarihi bir zaman kadar uzun ve aktarımı imkansızdır. Hem o hem şu hem budur zaman. Diyalektiğin temelindeki tez-antitez-sentezin aynı anda ve hiçbir anda kavranabilmesi halidir. Felsefe yapabilmenin özünde yatan temel de budur zaten. Felsefe özündeki bu durumu kendi çocuklarına yani doğayı inceleyen bilim dallarına da aktarmıştır bilinçsiz olarak. Adeta bu zaman algısıyla ve soyutlukla dolup taşmıştır felsefe.
Modern insan kendi düşüncelerinin sığlığında boğuladursun biz onu eleştirelim ki dönüşelim ve ebedi ateşin arzuladığı üzere onun bir tezahürü olalım. Zaten modern insan için böyle bir sistem içerisinde ona yapay olarak hissettirilen derinlik algısı onun bir kaşık suda anlamsızlaşmasına yetecek niteliktedir. Planlanmış iş ortamları, rezerve tatil köyleri, aileleri tarafından daha çocuk doğmadan ortaya atılan en az 40 yıllık maddi ve manevi planlar… “Oluş”un doğasının o kadar dışında ki bu söylemler düşünme halinin derinliklerinde söylerken bile içine bir huzursuzluk veriyor insanın. Ki zaten bu huzursuzluktan yararlanarak planlanan iş ortamlarını Foucault kendi yazılarında sürekliliğin sürdürülebilir bir durum olduğuna dair inancın nasıl modern insanın kanına bir zehir gibi zerk ettirildiğini açıklıyor. Günün her saati yanan lambalar, tatsız yemekler çıkaran yemekhaneler, her zaman bıkkın olmaya programlanmış gibi takılan iş arkadaşları ve patronlar bu Aynılığın insanın zaman algısını bozması için yeter de artar bile. Bu aynılık içerisinde günün sekiz saatini yaşamaya alışan modern insan yaşamının birçok alanında bu zamansallıktan ve oluştan uzaklaşmanın etkisini görüyor. Özellikle de bu etki kendisine, çevresine ve doğasına yabancılaşması ile ifade edilebilir. Bu yabancılaşma tam da Marx’ın değindiği türden bir yabancılaşmadır. Sınıfsal toplum yapılaşmasının içerisindeki aynılık ve aynı zamanda dünyanın dört bir yanının her an her saniye hesap ediliyor oluşu toplumun içerisindeki insanların hem birbirleriyle hem de kendi geldikleri, ortaya çıktıkları doğayla uzak düşmesine, onu unutmasına ve kendilerini benlikleri dışında birer varlık gibi görmesine yol açmıştır. Kendisini “dasein” gibi hissedemeyen insan semptomu ortaya çıkmıştır ve tam da buna modern insan demekteyiz günümüzde. Bu kavramı lanse ediş şeklimiz bile önüne çoğunluk tarafından olumlu algılanan bir sıfat verme ile gerçekleşiyor! Gerçekten bu kadar planlandığını hissetmek bile tüyler ürpertici ancak biz düşünce akışımızın derinliklerinde suların yeni fersahlarında aydınlık gölgeler aramaya devam etmeliyiz.
Gelgelelim Sisifos’un can sıkıntısına ya da bir başka deyişle oluştan uzaklaşma kaygısına. Belki de ona yuvarlaması için verdikleri taşın rengini, ağırlığını yani niteliklerini az biraz değiştirselerdi bu onun için bir işkence olmazdı ama doğru ya onun için istenilen de işkence çekmesi üzerine kurulu bir plandı. Bu acı, zamanın anlamsızlığı içerisindeki sürüklenişin ortaya koyduğu bir durumdu. Bu durum ona varlığını bile unutturacak hatta kendi isteğiyle varlığını unutmaya yöneltecek bir noktaya kadar da sürüklüyordu. Sanırım Sisifos’u görmüş olmalı Heidegger. Sisifos’un zamanı anlamaktan uzaklaştıran ve ruhunu ufalayan bu işkencedeki acıyı görmüş olmalı ki “Varlığın unutulmuşluğunun çağıdır.” diyebilsin günümüzdeki rutinlerin ve bu rutinlerin hayatımıza zerk ediş hızına eleştirel bir yaklaşım olarak. Bu noktada Heidegger’in varlığa, oluşa ve zamana baktığı pencereden biz baktığımızda Sisifos’un zorunlu olarak modernleştirilmiş bir insan figürü olduğunu yanlışlayacak bir aralık bile bulamıyoruz. Bu modern toplum düzeninde Sisifos’un içine akan bu zehir insanda rutinlere bağımlılık yaratacak bir durumsallık yaratmıştır. Artık rutinleri birer ihtiyaç gibi gören insan beyni ve o insanın rutinlerden kurtulmaya çalışan ruhu da yine tezatlıklarla beraber varolduğumuzun bir göstergesidir. İmal etme veya önceden belirleme gibi kavramlara karşı duran bu “Heidegger penceremizden” bakınca hayatın içerisindeki tesadüfleri görebilmemiz kolaylaşır. Tesadüflerle değişen ve dönüşen dünyayı savunmaya başladığımız noktada bulunduğumuz sabit ve aynısal konumu kaybetmeye dair hissettiğimiz tüm sancılardan da kurtulmak üzere yola çıkmış sayılırız. Heidegger kendi içinde bu durumu “yapılamayan şey” veya “gizem” olarak adlandırmış ve bunu da hissedebilmenin yolunun insan olmanın temelindeki “memento mori” durumuna bağlı olduğunu söylemiştir. Ölümlülüğünü hatırlayan varlık, içinde bulunduğu zamansallığı anlamak için çabasız bir çaba içerisinde olmalı ki zaten anlamaya çalıştıkça anlamından uzaklaşan zaman kavramına karşı yolunu kaybetmesin. Çabanın fazlasının da her aşırılıkta olduğu gibi göz çıkardığını savunmadan geçemem. Ne kadar çoksa o kadar yoktur. Ne zaman ki bu çokluğun içerisinden bir farklılık o çok ama Aynı olan durumu yıkar işte o zaman insan dasein halinin içinde yarattığı sein durumunu kırar. Nihayet kendi oluşunun içerisindedir. Bir nevi geri dönmüştür hayata çünkü rutinlerini kırmak zorunda kalacak, onu ölümlülüğü üzerine ve zaman üzerine düşündürtecek bir durumla karşılaşmıştır:"Kanser". Bu durumda Heidegger kendi penceresinden bize hayata olan duruşumuzun ve yaşama istencimizin temelinin ölümlülük hali olduğunu gösterir. İnsan zaman üzerine düşündükçe ve elinden akıp giden oluşu hatırladıkça kendisini hayata ve bu oluşa bağlama eğiliminde olmak zorunda kalır. Bu nedenle de hala ayakta tedavi gören kanser hastalarının yaşama sevinçlerinin artması ve mücadeleye dair inançlarının pekişmesi kaçınılmazdır. Dünyanın bize küslüğünü de göz önünde bulundurduğumuz vakit Aynı kalmamak için ve zamanla bütünleşebilmek için üstümüzdeki o rutin pelerinini atmamız gerekiyor. Tanpınar’ın da dizelerinde dile getirdiği gibi “Dünya bize öyle kapattı ki kendisini…”

                                               

Birinci Adım Yazısı

"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."  Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, s.113

Kum havuzu misali gözümüzün önünden geçen bir bilinç uyanıklığı ile her gün güneşin doğacağına taparcasına sevinir(!) hatta yataklarımızdan çıkmak için nedenler ararız, ararız ve yine ararız. Uyandığımız andan itibaren ket vurulmuş, formüle edilmiş kavramlarla başlarız bilincimizi oluşturan minik bir parçayı yaşamaya. “Yaşamaya değer mi?” sorusunu sorma fırsatını bile yakalayamayız çünkü o kum havuzuna düşen ve irademizin en içler acısı kısmına yani aklın sosuna bulanmamış ve terbiye edilmemiş bölümüne hitap eden oyuncaklarla oynamadan bir saniyemiz bile geçmez. Bize methedilen uykuyu erdemli bir şekilde alamamışızdır bile. Çünkü, aklımızın gün içerisinde yorulmasına o oyuncaklar engel olmuştur. Önüne çektiği o setlerin, engellerin uzaydan bile göründüğüne inanan vardır ki bu, durumun absürtlüğüne dair tezat bir söylemde bulunamayacağımızın noktasını inşa eder. Aynı bizim günümüzde kendi kendimize inşa ettiğimizi ve bunu bizimle aynı içsel sancıya sahip olan, bizimle aynı tözü paylaşan “varlıkların varlaması” yani bizleri tezahür etmesi üzerine gerçekleştiğini unutacak kadar karanlık prangalar gözlerimize girebilecek en ufak ışık huzmesini bile doğanın bile dilinin varmayacağı yöntemler ile cezalandırmaktadır.
 Michel Foucault ise işte tam bu cezalar noktasında elini hem suya hem sabuna değdirmekle kalmamış ve şunu öne sürmüştür: “Hapishanelerin fabrikalarımıza, okullara, askeri üslere ve hastanelere benzemesi ve aynı şekilde, bunların hepsinin de cezaevlerine benzemesinin şaşırtıcı yanı ne?” diyerek bize özgürlüğün toplum sözleşmesinden nasıl da sıyrılıp gittiğini ve özgürlük simidinin susamlarını parmağımız ile topladığımız bir dönemde olduğumuzu üstüne özgürlüğün acınası irademize belirli kurallar ile oynatılan oyunlardan farksız olduğunu katarak onca yanılgının arasındaki doğru gözüken şeyi tutmaya, tutunmaya çalışmıştır. Absürt bir şekilde ivmelenen telaşımız arasında nasıl da silikleştiğini ve iktidarın “Nullifying Orb” (Hiçleyici/Hiçleştirici Küre) gibi bizi bizlikten alıkoyan bir yapıya dönüştüğünü içimizdeki akla hitap eden bir biçimde bize aktarmayı denemiştir. Bu bağlamda yaptığı bu aktarım zaten bireylerin kendi varoluşlarını ve aynı tözü paylaşmamızdan dolayı her varlığın eşsiz farklılıkta yaşadığı o varoluş sancısını dindirme ümidiyle başlamıştı.
 Kum havuzuna kumlar işte tam olarak da bu dönemlerde taşınıyordu. Gerçi o dönemde işçiliği kölelikten ayıran bir rıza durumu yoktu ama bu rıza meselesi zaten o kum havuzunu oluşturmak daha değerli görülseydi ben dahil hiçbirimiz burada bu bağlamdaki eleştirel tartışmayı birbirimize aktarıyor olmazdık. Bağlantısallığın zarar gördüğü aşamayı -ki bu aşama özgürlüğün de zarar görmesinin birincil nedenidir.- Foucault ile ele alan isim Ferdinand de Saussure olmuştur. Dilbilimi ve göstergebilim tabanında bireydeki, sanattaki ve iktidardaki bozulmaları veya nedensizlikleri ele alan Saussure özgürlüğün ve varlıkların aralarındaki anlaşmanın temelini yani bağlantısallığı da gizlice şu söylemiyle bize yaptığı şu saymaca cümlesinde göstermiştir: “Dil göstergesi nedensizdir. Gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı, şöyle ya da böyle, saymacadır; kullanıcıları arasında yapılan bir sözleşmeden doğar.” Bu bağlamda ele aldığımız konu olan özgürlüğün aslında kullanıcıların bulunduğu durumda ne kadar saymaca yapma kotasına sahip olduklarıyla bir paralellik olduğunu görebiliriz. 
Burada Saussure ve Foucault’nun ortak paydada buluştuğu bir noktaya yani Foucaultcada (Foucault dilinde) “Sınırlandırma” ve Saussurecede (Saussure dilinde) “Gösterilen” kavramına değinmek istiyorum. “Sınırlandırma” da “gösterilen” de kullanıcıların her biri tarafından üstün kabul edilen veya üstün olarak inşa edilmiş bir yapının o gidişatta diğer alt varlıklara veya yapılara yönetebilme, aktarabilme gibi bilgi felsefesinde akıl tarafından defalarca kez sorgulanması gereken olguları saniyesinde uygulatabilme gücü vermiştir. Her iki kavram da kum havuzunda bizim önümüze atılan oyuncakların -oyuncakların ne olduğuna değineceğim.- işlevlerini kısaca betimlemektedir. Aklını iradesine öğretmen yapamamış insanlar da bu oyuncaklar suretiyle özneleşmiş ve hayatlarındaki bağlantıları göremeyecekleri bir biçimde kafalarına kendi ayaklarının bittiği yerdeki kuma gömmüş, haliyle de sevmekten ve sevilebilmekten fazlasıyla uzaklaşmıştır. Hatta yıllar bu uzaklaşmayı toplumsal bir normalimiz haline getirmiş, kafasını gömmemiş olan insanlara yüzlerini karanlık günlere çevirmenin aydınlığa baktığında oluşan o kekremsi ve biraz da narin olan umuttan daha iyi gelebileceğine dair manipüle edilmiş bir motivasyon kaynağı oluşturmuştur. Üstelik “üstün kabul gören yapı” varoluşsal sancımıza iyi gelen bilgi merheminden ve sorgulama ilacından da uzak tutmuş ve bu tinlerin özlerine geri dönüşünün önü kesilmiştir. “Neredeyse hiç ciddi değilim ve her zaman çok ciddiyim. Çok derin, çok sığ. Çok hassas, çok soğuk kalpli. Ben bir paradokslar koleksiyonu gibiyim.” Şu söylem zaten tinin özgürlüğünün ve o özgürlük bilincinin temelinde yatan bağlantısallığın ne denli hasar aldığını ve paradokslar koleksiyonunu bir avuç kumda kaybettiğini Saussure’ün paleti üzerinden göstermektedir. 
Şimdi ise yukarıda bahsettiğim oyuncakların felsefe yapmayı bırakın bizleri nefes almaya bile şükrettirecek duruma nasıl getirdiğini Frankfurt okulu üzerinden ele almak istiyorum. Kafasının üzerinde tuttuğu bilgi eleğiyle Yuval Noah Harari bile “para” gibi bir kavramın yukarıda yapmış olduğum benzetmedeki kumların rengini veren soyut bir materyal olduğunu biliyordu. Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde yapmış olduğu bir TEDxTalk’ta bahsettiği gibi “Hiçbir maymun verdiğiniz para karşılığında size tanrı-doğanın bahşettiği muzlardan vermeyecektir.” Kurgusallık ile özümüzde bulunan bağlantılara çekilen bu perdenin sadece bir kıvrımını oluşturuyor şu bahsettiğimiz küçük, yeşil kâğıt parçası. Hatta güneş bile bu kumların rengine göre ayarlanıyor, güneşe göre varlığın duruşu, uykusu yeniden şekillendiriliyor. Sanki yeni ve zalim bir güneş doğuyor üstümüze(!) İşte bu noktada hakiki bir güneşin üstümüze doğmadığını ve kafamızı kaldırıp baktığımızda her an gökyüzünden inip yerle yeksan olabilecek güneşimsi figürün tıpkı “Truman Show” filminde olduğu gibi bize yalanları yaşattığını hatta yalanları yaşatmasından daha da vahim olan tinin kendi doğrularını bulmasının önünü kestiğini görmekteyiz. Bu figürler işte benim kum havuzu alegorimdeki oyuncaklardır. Bu oyuncaklar Theodor Adorno’nun bahsettiği kültür endüstrisi ve bu yapılaşmadan doğan devletin ideolojik aygıtlarıdır. Hegel’ in sözünden Adorno’nun bu DİA kavramına kadar ince eleyip sık dokuduğumuzda son birkaç yüzyıldır sırtımızı yasladığımız siyasal özgürlük ve toplumsal anlaşmaların bağlantısallığını yitirerek köklerinin çürümeye başladığını görmemek hiç içten değildir. “Egemenlik ilkesi, her şeyin feda edildiği bir put haline gelmiştir.” diyerek Horkheimer da bu uğurda özgür düşüncenin bile feda edildiğine değinmeden Frankfurt Okulu koridorlarından geçmemiştir. Ardından kaçınılamaz bir şekilde bu siyasal erklerin içerisine yerleştirdiğimiz bireysel ve toplumsal olmak üzere felsefeyi mümkün kılan genel özgürlük anlayışı da zihinlerimizde yosun tutacaktır. Sistemin bize ihtiyacımız olan özgürlük anlayışını değil kendi işine gelen özgürlük anlayışını sanki gerçek ihtiyacımız olan bilincin o değil de şu ya da bu değil de öteki olduğuna götüren bir yanılsama içerisine baskı araçları ve medya teknoloji yardımıyla zihinlerimizin güncel köşelerine yerleştirmemesi absürt olmayan olurdu. 
Mutluluğu bize olmadığı hatta olamayacağı bir biçimde pazarlaması tinin kendinde olan şeye yani içindeki öze dair duyduğu anlama istencini zorlaştırır. Bu da zaten kendinde olan şeyi gitgide uzaklaştırır. Bu durum da içinde bulunduğumuz fiziki prangaları kırmamızı güçleştirecek büyük bir buhran hali yaratır çünkü var olduğu için var olmak zorunda olması içimizde var olan varoluş sancısının “varlamasına” yani kendi içinde giderek sancı krizleri doğurmasına yol açar. Özümüzdeki ihtiyacımızı düşünemeyecek kadar dumanlı bir eleğimiz ve absürt bir zamansallığımız vardır. Zamanın ötesinden kırıntılar barındıran o öz, artık ulaşılması çok güç bir yere yine kendi ellerimizle yarattığımız üst yapıların bize saymaca/yapay/uydurmaca özgürlük özendirip satmasıyla yerleştirilmiştir. Ayrıca şunu da bilmek lazımdır: dil, göstergeler, iktidar gibi üst yapılar belirli bir noktadan sonra her ne kadar insan eli değmiş bile olsa insanın zaaflarını öğrenen bir yapıya sahiptir. İnsanın bu kurmaca düzenine ne kadar kolay ayak uydurabileceğini sağlayan en baştaki kodlayıcı da insandı. Kısaca insan istisnasız bir şekilde kendi topuğuna sıkmış ve sıkmaya günümüz itibariyle de devam etmektedir. Bağlantısallığın özünü kavrayıp bunu iyi yönetebilecekken bağların(bağlantıların) kendi kendine tasarladığı yapay özneye, paraya, mutluluğa, özgürlüğe aldanmıştır. Halbuki önüne atılan oyuncakları tersiyle itebilen bazı tinlerin görebileceği üzere bağlar kendi başlarına birer varlıktırlar. Onlar en baştan beri vardırlar ve bu varoluş onların kendi içlerinde yeni bağlamlar kurabileceği yani yazıda sözünü çok geçirdiğim varlığın ancak ve ancak var olabilecek bir şeyi doğurması olgusunu “Varlık ve Zaman” kitabında zaten Martin Heidegger birçok kez sözünü ederek zamanı bağlantısallığın yaratıcısı olarak yorumlamıştır.
Heidegger, Saussure, Horkheimer, Adorno ve Foucault üzerinden geldiğimiz şu anlatıdan da açığa çıkarılabileceği üzere gerçek özgürlüğe dair söylemlerin artık şu şekilde eleklerimizden geçmesi gerektiğini düşünüyorum: X’in denklemde yalnız başına bırakılmasının sanki eşitliğin diğer tarafındaki sayıların bilinmeyene yaptığı saymaca bir faşizmdir. Bu matematiksel formların mükemmelliğine bir bütün olarak yaklaşıp onu akış içerisinde korkutmamayı öğretemediğimiz sürece bize ne özgürlük ne ilke ne bilinç kalır. Felsefe ise yapıldığında toplumun yeni normları ve düşünce polisleri tarafından susturulacak bir olgu olarak kayıplara karışacaktır.

Hiç yorum yok: