31 Mayıs 2015 Pazar

DüşünYaz 1 (2014) İlk 10 Yazı



İpek Işık / ODTÜ Koleji  / Ankara
Düşünyaz 2014 / Derecesi: 1

"Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault

Alvin Toffler insanlık tarihini üç ana döneme ayırmıştır. Bunlardan ilk dalga avcı toplayıcı kültür ve tarım toplumudur. Bu dalgada bir rekabet ve niceliklerden bahsedilmez. Çünkü herkes kendi karnını doyuracak kadar üretim yapar. İkinci dalga Sanayi Devrimiyle gelmiştir. Bu dalga ''modern dönemdir''. Modern Dönemde her şey çok net ve bellidir. Seri üretim kavramı insanların hayatına girmiştir. Tek tip üretim başlamıştır. Ford araba üretirken ''Siyah olmak koşuluyla her renk arabayı alabilirsiniz'' demiştir. Üretim ve sanayi olmak üzere modern dönemde her kurumda bir standartlaşma gözlemek mümkündür. Seri üretime geçildikten sonra insanların düşünmek için kullandıkları boş vakit ellerinden alınıp o boş vakit mesai ile dolduruldu. Yine de insanların ellerindeki işleri ''net'' olduğu için geleceğe dair bir kaygıları yoktu. Çünkü her ay maaşları yatıyordu. Yine de toplumun her kurumunda var olan bu kitlesellik insanları aynılaştırmak için atılan ilk adımdır. Üçüncü Dalga ''post modernizm''dir. Post-modern dönemde hiçbir şey kesin ve net değildir. Her şey kişiselleştirilmiş trafikte siyah Ford arabalar yerine rengarenk, çeşit çeşit arabalar göze çarpar olmuştu. Fakat yine insanların boş vakitleri yoktu. Ayrıca bu sefer herşey eskisi kadar net olmadığı için insanlarda gelecek kaygısı da başlamıştır. Zaten Toffler'da bu post-modern dönemi ''geç kapitalizm'' olarak adlandırmıştır. Bu post modern dönemin  iktidar ilişkileri incelendiğinde iktidarın da sınırları belli değildir.''İktidar her yerdedir.''. Foucault'nun ikitdar ile ilgili söylemleri incelendiği zaman karşımıza belli bir yerde oturup dünyayı yöneten bir iktidar modeli çıkmaz. Foucault'ya göre iktidar bir zincir gibidir. Yani akışkan bir mekanizmadır. İktidarı her zaman her yerde hissetmek mümkündür. İktidarın mevcut ideolojisi her yerdedir. Bu nedenle iktidarı bir yerde aramak anlamsızdır. Zaten risk toplumunda insanları şizofrenik bir yaklaşıma iten şey iktidarın her yerdeliğidir. Foucault ''Panoptikon'' isimli toplum modelinde bundan bahseder. Panoptikon aslında 1785 yılında İngiliz düşünür Jeremy Bentham tarafından ortaya atılmış bir hapishane modelidir. Bu hapishanede mahkumlar gardiyanları hiç bir zaman görmezler. Çünkü bir gözetleme kulesi vardır. Bu kulede onları gözetleyenleri de görmezler. Onları gözetleyen birilerini görmedikleri zaman gözetlendikleri zamanlardan hatta gözetlenip gözetlenmediklerinden bile emin olamadıkları için otoriteye boyun eğerler. İktidara herhangi bir aykırı davranış yapmamaya çalışırlar. İşte Foucault günümüz iktidar-toplum ilişkilerinin insanları tedirgin ettiğini ve bu tedirginlikten dolayı insanların mevcut otoriteye aykırı bir düşünce ya da davranış üretmediklerinden kısaca aynılaştıklarından bahseder. Bu distopik yapının edebiyattaki en realist yansıması George Orwell'in 1984 romanıdır. Orada da ''Büyük Birader''in gözü her zaman insanların üzerindedir. Fakat kimse Büyük Birader'in nerede olduğunu, kim olduğunu asla bilmez. Sürekli tele-ekranlar ile izlenen insanlar iktidara aykırı en ufak bir şeyde bile başlarına gelecekleri bildikleri için sürü gibi yaşarlar.
Bizleri aynılaştıran ve birbirimize benzeten ve sürü gibi yaşamaya iten şey kapitalizmin kendisidir. Kapitalizm iktidar ile bunu yapar. Fakat bunu direk olarak yapmaz. Burada karşımıza Althusser'ın D.I.A. ( Devletin İdeolojik Aygıtları) kavramı karşımıza çıkıyor. Devletin ideolojik aygıtlarından ilki ailedir. Ailede iktidarı hissetmek mümkündür. Baba- çocuk arasındaki hiyerarşik yapı bunun en açık örneğidir. Devletin bir başka ideolojik aygıtı eğitimdir. Eğitim toplumun zihnine iktidarı empoze etmek için tasarlanmış en uygun aygıttır. İktidarın seçip belirlediği kitaplardan, konulardan ve düşünme biçiminden alınan eğitim ile insanların bilgileri ve düşünme biçimleri ele geçirilir.  Ayrıca iktidarın çalıştığı en etkili aygıt dindir. Din ve vicdan aracılığı ile insanların önce duygularına daha sonra düşüncelerine tahakküm edilir. Nietzsche'nin söylediği gibi ; '' Kilise her zaman mevcut iktidar ile çalışır''. Fakat D.I.A.'lar arasındaki en tehlikeli ve en güçlü aygıt medyadır. Medya faktörü kapitalizmden ayrı düşünülemez bir faktördür.  Medya insanlara gerçekleri göstermez. Medya insanlara iktidarın'' istediği gerçekleri'' gösterir ve insanları sorgulamaktan yavaş yavaş uzaklaştırır. Ayrıca moda dediğimiz kavram da medyanın ürettiği bir şeydir. Moda kaptializmin en göz boyayıcı silahı sayılır. Moda isteklerimizi ihtiyaç gibi hissettiren bir şeydir. Her senenin bir rengi vardır. Eğer bu senenin rengi mor ise mor ayakkabı almak bizler için bir ihtiyaçmış gibi gösterilir ve bizler gidip onuncu mor ayakkabımızı almakta hiçbir sorun görmeyiz. Aynı zamanda toplum fast-foodlaşır. Fast-foodlaşma kavramı hayatın her alanını etkileyen bir hayat tarzı üretmektedir. Dünyanın küreselleşmesi işte bu nedenle tehlikelidir. Çünkü farklı renkler yaratan kültürün kalbine bir ok saplar. Esnafın yerini büyük fast-food zincirleri alır. Yerel esnaf kendine özgü olan ruhu ve kültürü kaybeder. Daha sonra buna karşılık olarak dünya tek dili konuşmaya başlar. Wittgenstein ''Dilimin sınırları dünyamın sınırları.'' demiştir bizim hepimizin konuştuğu dil aynı olduğu için hepimizin dünya görüşü aynılaşır.
Etik açıdan kapitalizm değerlendirilse bizi köleleştiren kapitalizmdir.Bunun en temel nedeni mülkiyettir. Adam Smith ideal devlet modelini ekonomik özgürlük üzerine kurmuş ve insanların istedikleri gibi üretip tüketmesi gerektiğini söylemiştir. Fakat eşitsiz bir düzendeki bu ekonomik özgürlük vahşetle sonuçlanmıştır.Bu nedenle mülkiyet tehlikelidir.Anarşizmin söylediği gibi gerçekten özümüzde iyi olabiliriz. Fakat otoritelerin baskıları ve üzerimizdeki yükü bizleri patlatıyor ve iyi olan özümüzden uzaklaşıyoruz. Bu nedenle toplumda ahlaksızlıklar ve yozlaşmalar oluyor. İşte bundan dolayı Proudhon'un dediği gibi ''Mülkiyet hırsızlıktır.'' fakat mülkiyetin bizden çaldığı şey ahlaki değerlerimiz ve insanlığımızıdır. Otoritenin bizleri köleleştirdiğini söyleyen tek görüş anarşist görüş değildir. Nihilist pencereden bakıldığı zamanda otoritenin köleleştiriciliğine tanık oluruz. Burada karşımıza Nietzsche ve amoral kavramları ortaya çıkıyor. Nietzsche'ye göre insanın evrimsel süreci hala devam etmektedir. Nietzsche bu evrilme sürecini üç basamakta anlatmıştır. Bu basamaklardan ilki ''deve insandır''. Deve insan köledir. Otoriteye ihtiyaç duyar ve diz çökmüştür. Otoritenin baskısını ve yükünü omuzlarında hisseder . İkinici aşama ''Aslan-İnsan''dır. Aslan insan köle olduğunu fark etmiş ve ayağa kalkmışıtır. Fakat hala bir sürüye ihtiyaç duyar ve alkışlanmaya ihtiyacı vardır. Fakat artık son basamak olan ''Çocuk ''ta insan herşeyin ötesine geçmiştir. Nietzsche'ye göre üst insan çocuktur. Üst insana göre dünya değersizdir. Üst insanın ne bir otoriteye ne de arkasında bir sürüye ihtiyacı vardır. O ahlaken evrilmiştir. Etik açısından bizi aynılaştırıp köleleştiren başka bir yapı da pragmatizmdir. Pratik yarar insanları aynılaştırır. Zaten pratik yol tek bir yoldur. Farklı yollar bu sisteme göre değildir. Bu sisteme göre doğru ve en faydalı tek bir yol vardır. Bu yol bizi farklılıklardan uzak tutar. Bu nedenle Kant bir işi yaparken ondan fayda sağlamak amacıyla yapmamak gerektiğini savunur. Bir insana yardım ederken aklımızdan ''Bugün ben ona yardım ettim yarın da o bana yardım eder.'' gibi düşünmemek lazım. Bu nedenle Kant'a göre ahlak ödev gibi olmalıdır. Fakat ne yazık ki sistem tüm davranışlarımızı pratik faydaya göre şekillendirir. Bu nedenle toplumda herkesin davranışı aynı yani çıkarcı bir bakış açısıyla şekillenir.Bu bakış açısıyla şekillenen davranışlar toplumda ahlak eksikliğine yol açar.
Jidduh Krishnamurti  ''Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.'' diyerek aslında bizleri aynılaştıran bu sistemden bir an sıyrılmamız gerektiğini söylemiştir. Bunu Nietzsche ve nihlistlerin savunduğu gibi bireysel bir kurtuluş hedefleyerek yapmamız için ''ruhumuzun özgürce dans etmesi '' gereklidir. Bu nedenle sanat çok kıymetlidir. Apollon ve Diyonisos diyalektiği incelendiğinde Apollon dengeyi , düzeni sınırları ifade ederken şarap tanrısı Diyonisos ise sınırsızlığı esrimeyi ve kaybolmayı ifade eder. Sanat ruhu incelten ve ''esrimeyi'' sağlayan bir şeydir. Ruhun kurtuluşu için ekstaz şarttır ve ekstaz haline geçebilmek içinde diyonziyak etkiye sahip bir şey lazımdır . Eğer sanata pratik faydadan uzak bir tavırla yaklaşılırsa insan ruhunu sanata ve güzelliğe daldırır ve o dünyanın içinde kaybolur. Fakat kapitalizm sanatı da araçsallaştırmış ve alınıp satılabilen bir objeye dönüştürmüştür. Örneğin birkaç yıl önce Bedri Baykam bir boş çerçeveyi 125 bin dolara satmıştı. Bu örnek sanatın içinin boşaltılıp alınıp satılabilen bir obje haline getirilmesi yönüyle dikkat çeker . Ayrıca kapital düzende sanatın işlevini açıklar. Modern sanat eserleri birbirine benzeyen ve seyirciyi tatmin etme kaygısıyla oluşturulmuştur.
Kısacası bizleri aynılaştırma yönüyle kapitalizm farklı yönlerden farklı yöntemlerle çalışır. Bizi birbirimzle aynılaştıran ve kendimize yabancılaştıran kapitalizmin dünya üzerinde tüketebilecek bir yeri kalmadı bu nedenle artık insanları sömürmeye ve tüketmeye başladı .Bu nedenle artık zihinleri özgürleştirmeye başlayarak sorgulama mekanizmamıza vurulmuş olan prangaları bir şekilde kırmalıyız. Yoksa bizleri birbirimize benzeten bu sistem içerisinde eriyip yok olacağız.
''Düşünceleri nedeniyle hapse girmiş olan Henri Thoroeau düşünceleri ve fikirleri nedeniyle hapse girmiştir ve onu ziyarete gelen arkadaşı Waldo onu ziyarete gelir ve sorar ;
- Neden burdasın Henri ?
Henri cevap verir ;
-Asıl sen neden burada değilsin Waldo''.


Enes Bilgin / İMKB Anadolu Lisesi / Gaziantep
Derecesi: 2

“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault

    Rönesans döneminden beri insan doğası üzerine düşünceler çeşitli filozofların aklını kurcalamıştır. İnsanın davranışlarını belirleyen etkenler, zihnin algıladığı olgulardan çıkardığı sonuçlar, davranışa yönelen ruh mekanizması sürekli bir merak konusu olmuştur. İnsanın doğasının, doğa karşısındaki tutumunun metafiziksel olarak incelenmesi Hobbes ve Hume gibi filozoflarda başlar. Thomas Hobbes’a göre insanlar, rasyonel egoistlerden başka bir şey olamaz. Doğası gereği bencil ve hiç doymayan bir valıktır insan. David Hume ise, yazdığı “İnsan Doğası Üzerine İncelemeler” adlı kitabında nesnel bir insan doğası tablosu çizdiğini iddia eder. Gerçi bu kitap deneysel yöntemin ahlaki konular üzerine uygulanması konusuyla ahlak felsefesine daha yakın bir kitaptır. Ancak Hume algılar ve duyumların insan doğasını nasıl şekillendirdiğini başarılı bir şekilde anlatmıştır. Ardından gelen John Locke insanın zihninin doğduğu anda boş bir levha (tabula rasa) olduğunu iddia etmiştir. Ona göre insan mekanik bir hayvandır ve algılayışları yeterli olduğu sürece nedensellikten kurtulamayacaktır.
   İnsan doğası üzerine düşünen filozoflardan en önemlisi ise (siyaset felsefesi açısından) Karl Marx’tır. Onun bahsettiği insan doğası fikrini geliştiren Engels ve Lenin gibi düşünürler sol uç siyasetinin, insan doğasına aykırı gelen eşitlik propagandasıyla alevlenmesini sağladılar. Marx, her bir insanın doğasının ve “insanlığın” doğasının bir bütün olduğunu söyler. Maddi temelleri olan ve komünizme doğru ilerleyen tarihsel materyalizm anlayışı da proleteryanın devrim yapacağından ve kısa bir sosyalizm döneminden sonra tüm insanların eşit olacağı komünizme varacağından bahseder.
  Bilimsel olarak insan doğasından bahseden ama yine de filozof ya da düşünür olarak bahsedebileceğimiz Charles Darwin ise sağ ideolojinin yükselmesine zemin hazırlamıştır. Aslında Darwin'in fikirlerinin hiçbir ideolojik yanı yoktur ama oluşturduğu insanlık modeli siyasi açıdan tehlikelidir. Ayrıca sadece insan doğası oluşturmamış, tüm canlıların işleyişini de açıklamıştır Darwin. Onun en önemli fikri doğal seçilim ve evrimdir. Türlerin doğal seçilim yoluyla birkaç ortak atadan evrildiğini ve bu evrim sürecinin doğanın bir yasası olduğunu iddia eder. Ve döneminde, bu iddiasını doğrulayacak birçok kanıt bulmuştur. Darwin'in türlerin doğasının işleyişi üzerine oluşturduğu bu kuram bir sonraki yüzyılda faşizm ideolojisinin fikirlerine bilimsel olduğu için sağlam bir zemin oluşturmuştur.   
  20.yy’ın başlarında yükselen iki uç rejim (sağ ve sol) faşizm ve komünizm aslında insan doğasının yanlış anlaşılmasından (veyahut yanlış anlaşılmak istenmesinden) ötürü ortaya çıkan kanlı rejimlerdir. İnsanlığın başına gelen büyük felaketlerden biri olan faşizm rejimi 2.Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olmuş, milyonlarca insanın sırf "üstün ırk" denilen ırka mensup olmadıkları  için ölmelerine sebep olmuştur. Milliyetçiliğin 1.Dünya Savaşı'ndan istediğini alamayan İtalya ve Almanya'da ortaya çıkması ise siyasi liderlerinin fikirlerine dayanır. Toplumu birlik-beraberlik, tek bayrak altında, vatan bilinci içerisinde birleştirmek çabası aslında birçok insanın ölümüne neden olmuştur. 1917'de ise Lenin'in öncülüğünde Sovyetler Birliği'nde Bolşevik Devrimi'nin gerçekleşmesiyle yarım yüzyıl içinde Sovyetler Birliği'nde, Çin'de ve diğer sosyalist ülkelerde yüz milyonlarca insan rejim tarafından katledilmiştir. Bu insanların öldürülme sebepleri ise sadece farklı olmalarıydı. Çeşitli tahıllardan oluşan bir tarlayı, sadece buğday yetiştirmek için dümdüz edip tek tip buğday yetiştirmeye çalışmak gibi bir şeydir bu insanların öldürülmeleri. Oysa farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk insan doğasının bir yasasıdır. İnsanlar asla tek tip ya da eşit olmamalıdır. Hatta tarlalar bile tek tip olmamalıdır. Çünkü ekilen mahsüller her yıl aynı şekilde ekilirse toprak verimsizleşir.
  Günümüzde daha nesnel bir bakış açısıyla tarihe baktığımız için bu ideolojilerin ortaya çıkma sebebini daha iyi anlayabiliyoruz. Aslında iki rejim de tek tip insan modeli yaratma uğraşı içerisindeydi. Bu model totalitarizme uygun bir modeldir ve "tek doğru" anlamına gelmektedir. Kökenlerine baktığımız zaman; sol tarafta Marx'ın ideolojik temellendirmesini oluşturduğu ve Lenin'in uyguladığı rejim, sağ tarafta Charles Darwin'in bilimsel temellendirmesini oluşturduğu ve Hitler'in uyguladığı rejim bulunmaktadır. Düşünsel temellendirmeyi yapan iki insan; Marx ve Darwin aynı dönemde yaşamışlardır aslında. İnsan doğası üzerine temelde karşıtlıklar bulunmasına rağmen Marx "Türlerin Kökeni" adlı kitabı okuduktan sonra tarihsel materyalizmin evrimsel sürecinin kanıtlandığına inanmış ve Darwin'i tebrik ederek başyapıtı olan "Kapital" kitabının bir nüshasını hediye olarak göndermiştir (Ancak Darwin bu kitabı okumamıştır bile..) Sadece iki kitabın (Kapital ve Türlerin Kökeni) yeryüzünde milyonlarca insanın ölmesine zemin hazırlaması ve bu kitapların yazarlarının arkadaş olmaları ise hayli ilginçtir.
  İki farklı kavram çıkıyor karşımıza. "Siyasi açıdan" politarizm (çoğulculuk) ve monizm (tekçilik). Hangisinin insan doğasına uygun olduğu ise gayet açıktır. Her insan, farklı bireydir. Alışkanlıkları, kişiliği, zevkleri, yetenekleriyle her insan diğerlerinden bir şekilde farklılaşır. Yeryüzünde birbirinin aynısı olan hiçbir insan yoktur. Bu yüzden günümüz dünyasına da çoğulculuk anlayışı hakim olmalıdır. Totaliter iktidarların bireysel özgürlükleri kısıtladığı, eğitim sisteminin devletin elinde tekelleştiği ve kültürel faaliyetlerin sınırlandığı ülkelerde yaşamak hiç kimsenin olmadığı, sadece tek bir insanın olduğu bir ülkede yaşamak anlamına gelir. İnsan sanat yaparak, kültürel faaliyetlerde bulunarak ve seyahat ederek kendisini gerçekleştirir. Ancak her gün aynı saatte uyanmak, işe gitmek, sürekli aynı işi yapmak, aynı yemekleri yemek, hiç tatil yapmamak, sürekli aynı kültürel faaliyetleri uygulamak, yani devletin dayattığı yaşamı yaşamak, insanlara değil robotlara özgü bir yaşam tarzıdır.
  Devletin bireyin üzerindeki egemenliği çok defa karşımıza çıkmıştır ve hala çıkmaya devam etmektedir. Bahsettiğim sağ ve sol rejimler çağdaş totalitarizmin başlangıcıdır aslında. Günümüzde bir çok ülkede iktidarın birey üzerindeki egemenliği söz konusu ve maalesef bu ülkelerden biri de yaşadığımız ülke olan Türkiye'dir. Eğitim planlamasının siyaset adamları tarafından yapılması, dindar bir nesil yetiştirilmeye çalışılması, "Tek dil, tek bayrak, tek millet" sloganıyla yürütülen bir siyaset; monizmin ve tek tip insan modeli yetiştirme çabasının açık bir örneğidir. Totaliter rejimlerin asıl özelliklerinden olan devletin bireyler üzerindeki mutlak egemenliği tamamıyla olmasa da kısmen bulunmaktadır. Toplumsal muhalefetin tümüyle susturulmuş ve denetim altına alınmış olması, yakın dönemde gelişen siyasi olaylarda da görebileceğimiz gibi şiddete başvurmak, azınlık haklarının kısıtlanması  gibi olay ve olgular Türkiye'nin totaliter bir iktidara sahip olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.
   "Jacques Derrida, bu sistemlerin (totalitarizm) metafizik olduğunu, temellerinin mantıksal olmadığını, şiddet kullanarak ayakta kalabildiğini ideolojilerinin dilinden ortaya çıkarmıştır. Bunların üstünlükleri akıldan değil, kendinden menkul zorbalıktan gelir. Ötekinin insan bile sayılmaması, dışlama ve hoşgörüsüzlük, herkesin çarkın bir parçası olması, özgürlüksüz özgürlük, eşitliksiz eşitlik, dinsiz din, ahlaksız ahlak ve sansür. Her şey önceden belirlenmiştir: Siyaset, hukuk, cinsellik, kültür, ekonomi, bilim. Dünya cennetini amaçlamak. Ancak bunu dünyayı cehenneme çevirerek yapmak." (1)
  Totalitarizmi, faşizmi ve komünizmi eleştiren düşünürlerden olan George Orwell'da Hayvan Çiftliği ve özellikle 1984 adlı romanlarında totalitarizmin hakim olduğu karanlık ve korku içeren bir dünya tasvir eder. 1984 adlı romanında insanlar tek tip olmuştur ve bu modelin dışına çıkanlar katı bir şekilde, bazen ölümle cezalandırılmaktadır. Şiddetin baskıcı kesimin aracı olduğu dünyada farklı olmaya çalışmak aptalca bir intihardan başka bir şey değildir. Bu yüzden Orwell'in kitabına "korku ütopyası" denilmiştir. Hayvan Çiftliği adlı romanı ise kahramanlarının hayvanlar olduğu, çeşitli iğnelemelerle dolu günümüzün de en önemli romanlarından biridir. Bu romanda da komünizme ağır bir eleştiri vardır. Bir insanın sahip olduğu "kapitalist" diyebileceğimiz çiftlikte; hayvanlar, sistemden memnun olmadıkları için devrim yaparlar ve çiftliğin sahibini kovarlar. Bu, komünizme geçiş sürecidir. Artık hayvanlar eşit işbölümü yapmakta, yiyeceklerini eşit bir şekilde paylaşmakta ve dayanışma içinde yaşamaktadırlar. Ancak çiftliğin en akıllı hayvanları domuzlar, birtakım kurallar koymaya başlarlar ve kendi istedikleri şekilde çiftliği yönetmeye başlarlar. En başında herkesin anlaştığı "Bütün hayvanlar eşittir" kuralı bir süre sonra etkisini yitirir ve domuzlar kendilerini "beyin takımı" diye niteledikleri için daha üstün görmeye başlarlar. Kitabın son kısımlarında kural değişir ve "Bütün hayvanlar eşittir, ancak bazıları daha eşittir." haline gelir. Orwell bu şekilde eşitliğin asla gerçekleşmeyeceğinden bahseder.
  Toplumsal hayatın her alanında özgürlüğün, farklı fikirlerin, farklı inanış ve ideolojilerinin olduğunu kabul etmek gerekir. Fikirlerini eşit fırsatlarla siyasal alana taşımak günümüz insanının doğasına uygun bir demokrasi anlayışıdır. Tersi ise toplumun kültürel, siyasi, sanatsal ve düşünsel açıdan gerilemesi demektir. Özgürlüğün ve devletin yetkilerinin ters orantılı olduğu bir dünyada yaşıyoruz ve Woodrow Wilson'ın dediği gibi "Özgürlük tarihi devletin gücünü artırmanın değil, aksine devletin güç ve yetkilerini sınırlamanın tarihidir." Kimsenin özgür olmadığı ve herkesin birbirine benzediği toplumda ise Foucault'un dediği gibi hiç kimse yoktur.   


Duru Uslu / Özel İzmir Tevfik Fikret Lisesi / İzmir
Derecesi: 3       
        
                                            
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault

ÖZGÜRLÜĞE SANSÜR
Düşünme özgürlüğü, günümüz demokrasilerinin temelinde yatan ve uğruna tarih boyunca savaşlar, devrimler yapılan kavramdır. Düşünmek her bir bireyin temel haklarından biri olmakla beraber, ilerlemenin temelinde yatan unsurdur da. O sebeple diğer tüm özgürlükler gibi düşünmek de toplumlarda başlıca sorun olagelmiştir.  Erich  Fromm'un Özgürlükten Kaçış adlı eserinde de dile getirdiği gibi yüzyıllardır yapılan devrimler ve baş kaldırışlar alt sınıfın haklarının ve özgürlüklerinin bir üst sınıf tarafından kısıtlanması ve ya engellenmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Peki öyleyse neden üst sınıf için bir alt sınıfın hakları ve özgürlükleri bir tehlike oluşturmaktadır ve engellenmesi, sansürlenmesi gereklidir?
       George Orwell'ın 1984 adlı ütopyası bir sosyalizm eleştirisi niteliğinde olmakla beraber aynı zamanda düşünmenin ve özgürlüklerin varlığının, yönetenler açısından en büyük sorun olduğunun da bir örneğidir. Büyük Birader adlı yöneticinin, Yeni Söylem denen yeni bir dil yarattığını ve bu dil aracılığıyla kelimelerin silinip sınırlandırılarak, düşünmenin de sınırlandırılmasını amaçladığı görülmektedir. Nitekim bu işe yaramaktadır; İnsanlar sadece yöneticinin istediğini düşünmekte, düşünce suçu işlemekten korkmaktadır! Burada açıkça dile getirilen "düşünce suçu" günümüz toplumlarında yasalarla ortaya çıkmakta ve özgürlük adı altında halka dayatılmaktadır. Devrim çağı filozoflarından Voltaire devletin sınırlandırılmasının gerekliliğini , düşünmenin ise sansürlenemeyeceğini vurgular. Ona göre şüphe rahatsız edici, kesinlik ise gülünçtür. Yani insanın, (skolastik çağda kilisenin, monarşilerde kralların, 20. yüzyıldaki diktatörlerin...) yönetici mercilerin dediklerini kabul etmesi elbet ki ona karşı çıkıp meydan okumasından daha kolay olacaktır. Ancak Voltaire her zaman meydan okumayı tercih eder ve kesinlikten şüphe edilmesi gerektiğini söyler. Günümüz demokratik toplumlarında, meydan okumak, şüphe duymak, insanların sahip olması gereken özgürlükleridir. Oysa Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü adlı yapıtında, insanların, özgürlüğünü sağlaması gereken yasalar ile aslında daha çok sınırlandığından bahseder. Aslında günümüzün her saati, hayatımızın her anı, başkaları tarafından yapılmış seçimler ile yönlendirilmektedir. Bize tanınan seçme özgürlüğü bile bizi seçmeye yönlendiren bir kısıtlamadır!
    "Egalité, liberté ve fraternité" (eşitlik, özgürlük, kardeşlik) sloganlı  Fransız Devriminin,  temelini fikirleriyle oluşturan filozof Jean Jacques Rousseau "Her insan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuş olarak yaşar" diyerek yasaların bizi adaletsiz yöntemlerle bağladığından söz eder. Çünkü ona göre yasalar, özel mülkiyet fikriyle ortaya çıkmış ve mülke sahip olanın olmayan üzerinde haklarını koruma fikri üzerine şekillenmiştir. Peki gerçekten, yasalar etik olarak olması gerektiği gibi haklının haklarını mı yoksa güçlünün mü haklarını korumaktadır?
    19. Yüzyılda pozitif hukukun gelişmesiyle birlikte, "meşruiyet" kavramı çok farklı bir hal almıştır. Macchiavelli'nin "Amaç araçları meşru kılar" sözü yüzyıllardır çıkarılan yasaları çok iyi açıklamaktadır. İçerik önemsizleştirilip biçime bakılarak, canice yasalar meşru kılınmıştır. 20. yüzyılda Hitler'in ve oluşturmak istediği Saf Alman Irkının gerçekleştirdiği Yahudi Soykırımı bunun en büyük örneklerindendir. Aynı zamanda 2. Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkan tüm diktatörlerin çıkardığı yasalar haklının hakları şöyle dursun, farklı düşünmediği sürece istenilen kalıba uyan herkesin haklarını korumakla birlikte, insanları o kalıbın içine hapseden bir hal almıştır.
       Toplumu oluşturan bireyler faşist politikalara ve onlara tanınan haklar karşısında farklı tepki verirler. Örneğin, Albert Camus'nun Yabancı adlı eserinde karşımıza çıkan karakter, aynı Franz Kafka'nın Dönüşüm adlı eserindeki baş karakter Gregor Samsa gibi kendisini toplumdan dışlanmış ve yalnız hissetmektedir. Çünkü toplumlarda, yöneticilerin de hiç kuşkusuz hoşuna giden, bir "tek tipleşme" söz konusudur. Farklı fikirli olmaktan korkulur. Farklı fikirleri olan toplumca kabul görmez. İşte bu bakış açısı yöneticilerin işini oldukça kolaylaştırmaktadır. Çünkü düşünmekten korkan ve çobanın peşinden kırlarda dolaşan bir kuzu sürüsünden farksız bir toplum yapısı ortaya çıkar. Bu durum Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 adlı ütopyasında karşımıza çıkar. Duvarlarına yansıtılan eğlence programlarıyla halk eğlene dursun, yönetenler düşünmeyi ortadan tamamen kaldırmak için kitapları yakmaktadır. İşte bu, günümüz tüketici toplumunu tam olarak yansıtmaktadır. Tüketici modeline sokulan bizler, birer makine gibi bize söyleneni yapıyor, özgür olduğumuzu sanıyor o yüzden sorun çıkarmaktan korkarak yerimizde susup oturuyoruz. Ayağa kalkan olursa da ona anarşist ve toplumsal düzeni bozan biri olarak bakıyoruz. (ya da en azından yöneticiler tarafından öyle gösteriliyor. )
      Otoriteye itaat, elinden alınmış olan özgürlüğünden korkmakla ortaya çıkıyor. Seçim yapmak ve bu seçim yapma hakkının sende olduğunu bilmek baş döndürücüyken bu hakkın elinden alınması, otoriteye itaati daha kolay kılıyor. Bunu ölçmek üzere Stanley Milgram, bir deney gerçekleştiriyor. Bir deneyin parçası olduğunu sanan esas denek, karşısındaki insana, öldürücü miktarda elektrik vermeye başlıyor. Birkaç kişi dışında, kalkmak isteyince, "Lütfen devam ediniz" cevabını alan denekler, karşısındakini öldürünceye kadar deneye devam ediyor. Bu tehlikeli durumu ortaya koyan Milgram deneyi, gerçek hayatta Eichmann Davasıyla karşımıza çıkıyor. "Bana söyleneni yaptım" diye sunulan savunmalar, öldürülen ve ellerinden tüm hakları alınan insanlara yapılanları haklı çıkarmaya çalışıyor. Ben, bana verilen emirleri uyguladım, demek de aslında bir seçim yapmış olmak değil midir? Özgür iradeden burada bahsedebilir miyiz?
       Immanuel Kant Otodeterminizmi geliştirir ve iradenin özgür olduğunu ama belli yasalara göre oluştuğunu söyler. Bunu Kategorik İmperatif ile açıklar. Her insanda aynı olan bir kalıp düşünün ve bu kalıbı doldurmak insanlara bırakılıyor. Determinizm ve indeterminizmin bir sentezi niteliğinde olan bu kurama göre, öyle bir yasa koymalısın ki bu yasa herkes için geçerli bir yasa haline gelebilsin. O zaman Eichmann davasında, otoriteye itaat mi yoksa doğru düşündüğünü yapmak mı herkes için genel geçer bir yasa olacak ya da hangisi öncelikli görev olarak seçilecek sorusu, Kant'ın teoride mükemmel olan kuramını pratikte işlemez kılıyor.
      Eichmann Davası'nın bir tanığı olan Hannah Arendt, insanların kötülük yapmalarının, seçim yapma esnasındaki hatalardan ve dışarıdan etkilenmekten, seçimlerin yönlendirilmesinden kaynaklandığından bahseder. Yoksa kimse kötülük yapmak için kötülük yapmamaktadır. Ancak günümüzde de görüldüğü gibi, kötülük sıradanlaştırılmaya başlanmıştır. Ve bu da kötülük yapmanın doğal ve herkes tarafından yapılabileceği fikrini insanlarda oluşturmaktadır. Peki insanlar özünde gerçekten kötü müdür?
Devletin yapay bir varlık olduğunu savunan ve "toplum sözleşmesi" kavramını ortaya atan filozoflardan Thomas Hobbes, bu kavrama ulaşırken, insanın özünde kötü olduğundan yola çıkar; herkesin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini ve bu çıkarların çatışması halinde savaşların ortaya çıkacağından o yüzden de bir sözleşme olarak devletin oluştuğundan bahseder. Jean Jacques Rousseau ise tam tersine insanların özlerinde iyi olduğuna fakat medeniyet ile kötü hale geldiğini ifade eder.
      William Golding'in Sineklerin Tanrısı adlı eserinde bir grup çocuk adada tek başınadır ve bir süre sonra güç uğruna birbirlerini katletmeye başlarlar. Burada Thomas Hobbes'unkine daha yakın bir görüş olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde, The Experiment adlı filmde, bir deney yapılacaktır ve önceden tanışmayan insanlar iki gruba ayrılır.Gardiyanlar ve mahkumlar... Mutlak gücü ellerinde bulundurduklarını fark eden gardiyanlar istediklerini yapmaya, diğerlerine canice davranma hakkını kendilerinde görmeye başlarlar.
       Bu örneklerde de gördüğümüz gibi, kötülük, insanın yapabilirliğini fark etmesi ile doğru orantılı olarak artmaktadır. Yani burada Sokrates'in kötülüğün cahillikten kaynaklandığı tezinin çürüdüğü görülmektedir. Çünkü yapabilirlik, güç, egemenlik, yani günümüz yöneticilerinin elinde bulundurdukları tüm bu özellikler, insanları kötüleştirmekte ve yıllardır savaşı verilen "adalet"i ortadan kaldırmaktadır.
       Peki, adaletin sağlanması için ne yapmalı?
       Bu sorunun çözümünde, John Rawls bilmezlik örtüsü denilen kavramı geliştirmiştir. Sosyal statünün yani engellerin, yeteneklerin, dinin, ırkın, ten renginin görmezden gelinmesi anlamına gelen bu kavram ile yasalar oluşturulmalı ve uygulanmalıdır. J.J. Rousseau ise yasaların herkesten gelip herkese uygulanması ile bunun çözüme ulaşacağını savunur. Macchiavelli ise yöneticinin ahlakla sınırlandırılmaması gerektiğini ve amacı uğruna hareket etmesi gerektiğini söyler.
Bugün tüm bu uygulanabilirliği oldukça mümkün görülen sistemler, insanları bir takım yöneticilerin sınırladıkları çizgilerin içine koymakta, sarı çizgiyi geçeni ise tabiri caizse tren çarpmaktadır. Buna bir ses çıkarmayan toplum, o trene hiç bir zaman binmeyip ileri gidememeye ve gelişememeye mahkumdur. Hakkını aramak, doğru olduğunu düşündüğünün arkasından gitmek,   düşünce özgürlüğünün olduğu, sansürün olmadığı bir toplum yaratmanın ilk şartıdır. Yöneticilerin korktuğu bir düşünen toplum, o toplumu her zaman ayakta tutar.
       Fakat ne yazık ki, gün geçtikçe köleliğe dönen hayatlar, hakları yenen insanlar, güç uğruna insanların en doğal hakkını, yaşama hakkını elinden alan yönetici sınıfları fazlalaşıyor. Ne yazık ki, "Lütfen devam ediniz." sözü deneylerden gerçek hayata taşıyor. Ve ne yazık ki, Bernard Russell'ın dediği gibi "Dünya giderek Macchiavelli'ninkine benziyor."



İhsan Barış Gedizlioğlu / Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi / Kocaeli
Derecesi: 4


“Eğer bütün insanlığın fikri karşısında tek bir fikir olsaydı ve bu karşıt fikri de tek bir kişi savunsaydı bile, insanlığın bir kişiyi susturmasının, o bir kişinin, elinde güç olması halinde, bütün insanlığı susturmasından daha haklı bir gerekçesi yoktur...” John Stuart Mill.

Bu yazıda öncelikle Mill'in sözü analiz edilecektir. Ardından bu analize dayanarak hak kavramı araştırılacaktır. Bu araştırmanın sonunda etik üzerine incelemeler yapılacak ve Mill'in sunduğu iki durum da normatif etik teorileri üzerinden analiz edilecektir. Sonuç olarak Mill'in yaptığı benzerliğin haklı sebepleri vurgulanmış olacaktır.

Mill'in Sözünün İncelenmesi
Mill ve anlatısı üzerine konuşmadan önce Mill’in ne demek istediği anlaşılmalıdır. Burada başvurulması gereken yöntem analiz olacaktır.
Mill, bize iki senaryo kurmakta ve bunları karşılaştırmaktadır. Kurduğu ilk senaryo, tek bir insan hariç herkesin bir fikri savunduğu ve o tek insanın da karşıt fikri savunduğu durumdur. İkinci senaryoysa, tek bir insanın elinde güç bulundurduğu ve bu güçle diğer tüm insanları susturduğu durumdur. Bu iki senaryo karşılaştırıldığında Mill’e göre ilkinin ikincisinden haklı bir sebebi yoktur; yani ikincisi ne kadar haksızsa, ilki de o kadar haksızdır.
Hak Kavramının Araştırılması
Burada değinilmesi gereken bir nokta olarak hak ortaya çıkmaktadır. Yani, Mill’in kurduğu senaryoların karşılaştırmasını anlamlı kılabilmek için hakkın ne olduğu anlaşılmalıdır. Öyleyse hak nedir?
Başlangıç için hakkın iki farklı irade gerektirdiğini söylemek hatalı olmayacaktır. Bir birey tek başına olduğu durumda, dünyada ve hatta evrende kendinden başka bir irade yokken her şeyi yapma hakkına sahip olacaktır. Ancak aynı şekilde hiçbir hakkı olmayacaktır. Bunun sebebi hak denilen kavramın bir izin benzeri doğasıdır. Evrendeki tek insan için hırsızlık yapma hakkından bahsedilemez zira hırsızlık için özel mülkün oluşması, özel mülkün oluşması için de insanların (en az iki) olması gerekir. Benzer durum cinayet, tecavüz ve tüm benzeri durumlarda da geçerlidir. Tabii ki bu verilen örnekler kesinlikle yasa üzerinden çıkarılmış ceza gerektiren örneklerdir. Bir de olayın ceza gerektirmeyen kısımlarına bakılmalıdır: Örneğin bu evrendeki tek bireyin yaşama hakkından da söz edilemez. Zira yaşamanın bir hak olması için yaşama hakkına bir saldırı olmalıdır. Bu saldırının olmadığı durumlarda bireyin hakkından söz edilemez. Aynı şekilde fikrini beyan etme hakkı, düşünme hakkı vb. durumlarda da bireyin hakkından bahsetmek mümkün değildir, çünkü hakkın oluşması için bir karşıtlık gerekir. Bir itici güce ihtiyaç vardır.
Öyleyse rahatlıkla denilebilir ki hak denilen kavram iki irade arasında tanımlıdır. Ya bu iradeler ne olabilir?
En basit ve en beylik olarak birey-devlet-toplum göze çarpar. Şüphesiz başka tanımlamalar yapılabilir ancak söz konusu olan Mill ve etik felsefesi olduğundan bu ayrımın seçilmesi daha yararlı olacaktır.
Birey-Toplum
Birey ve toplum ilişkisi göz önüne alındığında şüphesiz ki en önemli unsur ahlak olacaktır. Ahlak üzerine bir tartışmaya girmeden şöyle bir tanım yapılabilir: Ahlak, toplumun değerler ve yargılar setidir.  Bu tanım önerir ki toplumun belirli bir değerler ve yargılar seti vardır. Temellendirilmemiş olduğundan ötürü bu tanımla normatif etiklerin bize sunduğu setler çatışabilir. Bu doğaldır. Öyleyse, ahlakın sübjektif olduğunu (hatta rölatif) söylemek hatalı olmayacaktır. Bunu en basit haliyle farklı toplulukların ahlak anlayışlarının farklı oluşundan görebiliriz. Öyleyse, bireyler için de bir ahlak tanımlanabilir durumdadır: Bir birey için ahlak, o bireyin değer ve yargı setidir. Bu iki set sübjektif olduklarından ötürü birbirleriyle çatışırlar.
Burada değinilmesi gereken bir nokta vardır. Sorun şudur ki bireyler toplumu oluşturur ve az önceki ifadeye bakılırsa bireyin ve toplumun değer yargıları çatışmaktadır. Bunun nasıl mümkün olabileceği ancak ve ancak basit psikolojik analizle, rastlantısallıkla ya da idealist bireylerle açıklanabilir: Ya bireyler rastgele bir şekilde değer yargılarını oluştururlar ve şans eseri bu yargılar toplumunkiyle çatışır, toplumun değerleriyle bireyin değerlerinin çatışmasının sebebi itkiseldir ya da bireylerin akıllarında diğer tüm yargılardan bağımsız birer ahlak anlayışı (kelime seçimi konusunda bu nokta için etik de kullanılabilir) vardır. Yani, bireyler içinde bulundukları toplumla sadece içinde bulundukları için çatışıyor olabilirler, ya da bireyler belirli bir anlayışla (içinde oluşlarından bağımsız olarak) çatışıyor olabilirler.
Sonuç olarak birey ve toplum arasındaki ilişkide bir çatışma mevcuttur. Ya bu çatışma nasıl sonuçlanır? Basitçe, bu çatışmayı toplum kazanır. İlk bakışta gayet cesur bir söylem gibi gözükse de toplumun birey üstündeki ezici etkisi gözle görülür derecededir. Basitçe denebilir ki birey toplum içinde çıplak durmak istemektedir ancak toplum buna izin vermez. Konuyla ilgili bir çok örnek bulmak mümkündür.
Hak kavramı da (birey toplum bazında) tam olarak bu çatışmanın bitimiyle şekillenir. Öyle ki toplum bireyleri kendinden uzaklaştırması mümkün olmayan bir sistemdir. Zira, toplum organiktir ve bireylerin yargı setleri değiştikçe onunki de değişir. Bu yüzden toplumla çatışmasını kaybetmiş birey bazı haklara sahip olur. Bu haklar, önceki örnekle bağdaştırarak, bireyin evinde çıplak durmasına izin verir. Tam olarak da izinler işin içine girdiğinde hak da işin içine girmiş olur.
Birey-Devlet
Şimdi biraz daha objektif olduğu öne sürülen devlet incelenmelidir. Devlet için bir ahlak tanımı yapmak mümkün değildir, ne var ki devletin yazılı kuralları vardır. Bu kurallara kanun adı verilir. Öyle ki kanun, bireyin kendine, topluma, devlete ve diğer tüm devletle ilgili şeylere zarar vermesini engellemek amacındadır. Bu yüzden cinayet kanunlar çerçevesinde yasaktır. Bu yasaklamanın açık sebepleri vardır.
Ancak birey devlete karşı çatışmaya giremez. Girdiği durumda devlete savaş açmış gözüyle bakılır ve yine kanun çerçevesinde devlet bireyi çatışmada yener. Bunun gibi durumlara isyan, ayaklanma, terör ve benzeri bir çok isim verilebilir. Tam olarak da bu yüzden devletin birey karşısında kesin ve sarsılmaz bir otoritesi ve gücü vardır. Bu güç temelde kanunlara dayanır.
Bu durumda devletin bireye koyduğu yasakların haricinde bıraktığı ve yapmasına izin verdiği şeyler de bireyin hakları olarak adlandırılabilir. Ancak unutulmamalıdır ki toplumun aksine devletin insanlarla organik bir bağı olmak zorunda değildir. Bu yüzden devlet insanlara haklar tanıma konusunda bir zorunluluk içindedir. Zira devleti bireyler kurmuştur. Bu sebepten devlet insanlara izinler verir, bunların adı da haktır.
Öyle ki hak dediğimiz kavram bir irade için (ne var ki birey olarak seçilmiştir bu irade) bir çatışmada kendinden üstün gelen başka bir irade tarafından tanımlanmış izindir. Yani, var olabilmesi için yasaklamanın da var olması gerekmektedir. Şüphesiz bu noktada yalnızca birey-toplum ya da birey-devlet değil, birey-birey, toplum-devlet, hatta birey-tanrı ilişkisi bile analiz edilebilir.
Hakların Doğal Hali
Kısaca bu doğrultuda değinmek istediğim bir diğer nokta da bu yasaklamaların temeli olacaktır. Yani, bir anlamda haklar için tanımlanabilecek bir doğal hal. Burada şüphesiz ki bahsedilmesi gereken isim Hobbes’tur. Henüz toplum (ve dolayısıyla devlet) oluşmadan önce bireylerin doğal hallerinde her şeyi yapma özgürlükleri vardı. Hırsızlık, vücut bütünlüğüne saldırı, cinayet, ve tüm benzeri olgular özgürlük içinde tanımlanmaktaydı. Ne zaman ki bu özgürlükler daha güçlü bir irade karşısında yenik düştü –ki bu da başta bir zorba, ardından da toplum ve devlet olacaktır- o zaman özgürlük yerini haklar ve izinler aldı. İşte tam olarak da bu sebepten dolayı hak denilen kavram bir otoriteyle yakından ilişkilidir.
Mill'in Senaryolarına Dönüş
Şimdi Mill’in senaryolarına dönecek olursak (zira artık hak üzerine bir tanıma sahibiz) karşımıza çıkacak durum şöyledir. İkinci senaryoda Mill bir bireyin güçle kendisi hariç tüm bireyleri susturduğunu söylemektedir. Burada haktan bahsedilebilir mi, yani bireyin haklarının arasında kendi hariç herkesi susturmak var mıdır? Burada bir sorun var gibi gözükebilir, ancak yoktur. Gözükebilecek olan sorun da şöyledir. Eğer ki bir birey elinde zaten gücü tutuyorsa, yani kendinden başka bir güç yoksa ve (hatta Mill bu kadar uca çekmemiş olsa da) bu bireyin elinden gücü almanın bir yolu olmasa da bu bireyin haklarından bahsedilmektedir. Ne var ki yukarıda yapılan tanımlara göre haklar ancak ve ancak bir kısıtlama sayesinde tanımlanabilmektedir. Öyleyse elinde güç bulunduran bireyi de kısıtlayan bir şey vardır, ancak bu birey en güçlüyse o zaman bu birey kısıtlanamaz... Denildiği gibi burada bir sorun yoktur. Zira tüm bireyleri kapsayan bir etik doktrininden bahsetmek mümkündür. Bu doktrin sayesinde bu birey kısıtlanmaktadır. Aslında, tam da analiz edildiği gibi bu birey de –her ne kadar elinde güç bulundursa da- kısıtlanmıştır.
Normatif Etik Teorilerine Göre Güçlü Birey İncelemesi
Bu bireyi ne kısıtlamıştır sorusunun cevabı verilmiştir: Etik doktrinler. Öyleyse bu bireyin hakkı olup olmadığını anlamak için bu birey etik doktrinleri çerçevesinde incelenmelidir.

Kant Perspektifinden Güçlü Birey
İlk normatif teorisi olan Kant Etiğinde ana nokta ödevdir.  Kant’a göre evrensel ve her durumda uygulanması gereken bir ödev vardır. Bu ödev bir prensip gibi değerlendirilebilir. Bu prensip birey için her durum, şart, koşu, yer ve zamanda, herkese karşı geçerliliği olan bir yerde olmalıdır. Yani, birey için her şeyin önünde ve her şeyden önemli görülmelidir. Bu sebepten Kant, bireylerin etiğe uygun olup olmayışını davranışlarıyla tanımlamaktadır. Basitçe örnek verilirse işini yapan bir asker etiğe uygundur, her ne kadar cinayet toplum yargılarında (ve diğer etik teorilerinde) etik dışı sayılsa da.
Bu sebepten dolayı Mill’in ikinci senaryosundaki bireyin etiğe uygun olup olmadığını görebilmek için bu bireyin evrensel ödevleri ve prensipleri araştırılmalıdır. Bireyle ilgili tek bilgimiz elinde güç bulundurduğu ve bir fikre sahip olduğu ve diğerlerinin fikirlerini baskıladığı olduğuna göre bu üç parametre üzerinde bir ödev analizi yapılmalıdır.
Bireyin fikirleri vardır. Birey bu fikirleri ifade etmektedir. Öyleyse bireyin fikirlerin ifade edilmesini bir prensip olarak gördüğü söylenebilir. Bu durumda, eğer ki elinde güç bulunduran birey fikirlerin ifade edilmesini evrensel bir hak olarak görüyorsa ve aynı zamanda başkalarının fikirlerini beyan etmelerine izin vermiyorsa bu birey etik dışı olarak görülecektir. Bu durumda sonuç kesindir. Ancak nasıl olur da elinde güç bulunduran bu bireyin fikirlerin ifade edilmesini evrensel bir prensip olarak gördüğü söylenebilir?
Şöyle ki Kant’ın da önerdiği üzere eğer ki bir birey bir davranış sergiliyorsa, o zaman bu bireyin bu davranışı sergilemesine izin verecek bir prensibi olmalıdır. Aksi takdirde bu bireyin bunu yapma hakkından bahsedemeyiz. Kant’ın prensipleri bireyler için bir hak tanımlar. Bu hak, aksinin yapılmasının yasağından doğar. Yani, adam öldürmemek birey için bir prensipse, bu adam öldürme hakkının yoksunluğundan ortaya çıkar. Ya da toplum içinde çıplak gezmek bir prensipse, bu çıplak gezmemenin hakkının yoksunluğundan, yani yasağından doğar. Bu yüzden prensipler ödevlerle birlikte hakları ve yasakları da tanımlamaktadırlar. Öyle ki ödeve uymamak bir yasaktır.
Bu netlikle bakıldığında denilebilir ki eğer bir birey fikirlerini ifade ediyorsa, o zaman fikirlerin beyan edilmesi onun için bir prensip olmalı ve fikirlerin beyan edilmemesi durumu yasak olmalıdır. Bu yüzden bireyin fikirlerini beyan etmeme hakkı yoktur. Öyle ki Kant’ın sunduğu prensipler zorunlu olarak evrensel prensipler olacaktırlar. Yani, bir başka deyişle herkes için geçerli olacaktırlar. Öyleyse bireyin ödevi kendi için değil başkaları için de geçerlidir, yani fikrini ifade eden bir bireyin evrensel bir fikirleri ifade etme prensibi olacaktır ve tüm diğer bireylerin fikirlerini ifade etme haklarını da tanıyacaktır.
Özel olarak bu durumda elinde güç bulunduran bir bireyden bahsedildiği için bu bireyin diğerlerinin fikirlerini ifade etme haklarını elinden almama ödevi de vardır. Bu yüzden de bu birey Kant için etik dışı sayılır!
Öyleyse, kendinden daha yukarıdaki bir kısıtlama olduğu için bu bireyin hakları arasında başkalarının fikirlerini ifade etme haklarını ellerinden alma hakkı yoktur. Öyleyse, bu birey Kant Etiği uyarınca haksızdır!
Mill Perspektifinden Güçlü Birey
Burada basit bir kabulle başlamak durumundayız. Bu kabul de istediği şeyi yapan insanların mutlu olacağıdır.
Başlamak gerekirse, Mill Etiği, ikinci normatif etik teorisidir, bir diğer ismiyle faydacılık [utiliterianism]. Bu teori önerir ki toplam faydanın fazla olduğu durum etiğe uygundur. Burada faydadan kasıt kesinlikle maddi olmak zorunda değildir, mutlulukta bir faydadır. 
Kurulan senaryoda basitçe görülür ki güçlü birey diğerlerini susturmaktadır. Susturmak kelimesiyse anlam olarak konuşmak isteyen birinin konuşmasının engellenmesidir (sağ duyuya uygun haliyle). Öyleyse, bu bireyler konuşmak istemektedirler. Ancak konuşmalarına izin verilmemektedir. Öyleyse, baştaki düz-mantık kabulün de yardımıyla denebilir ki bu bireyler mutsuzdur. Mutsuzlukların kaynağında da gücü elinde bulunduran ve onları susturan birey vardır.
Bireyler susturulmuş olduklarında, olmadıkları durumdan daha mutsuz olacakları için sustukları durum etik dışıdır Mill’e göre. Bu yüzden bu etik dışılığın birincil sebebi de gücü elinde bulunduran birey olduğuna göre, basitçe denilebilir ki bu bireyin davranışları etik dışı olduğu için kendi de etik dışıdır; sonuç olarak bu birey için verilen hakların dışına çıkmakta, yasağa karşı gelmektedir. Bu sebepten dolayı yine, bu birey haksızdır!
Aristotales Perspektifinden Güçlü Birey
Üçüncü normatif etik teorisi de antik Yunan filozofu Aristotales’indir. Aristotales üç eserinde etiği sekiz erdem altında incelemiştir. Bunlar sırasıyla, cesaret, aşırıya kaçmama, sabır, dürüstlük, zekilik, dost-canlısı, alçak gönüllülük ve içten kızgınlık . (4) Bu erdemlere sahip bireyin etiğe uygun birey olduğunu ve etiğe uygunluğun kişiyle, davranışlarla olmadığını savunmuştur.
Derinlemesine analize ihtiyaç duymadan elinde güç bulunduran ve kendi hariç kimsenin fikrini ifade etmesine izin vermeyen bir bireyin en azından aşırıya kaçmama erdemini göstermediği söylenebilir. Zira kendi hariç herkes şüphesiz ki aşırı bir tutumdur. Benzer şekilde çeşitli analizler ve tahlillerle bu bireyin cesaretten ya da sabırdan yoksun olduğu da söylenebilir. Benzer şekilde bu bireyin dost-canlısı olmadığını söylemek de hatalı olmayacaktır.
Genel hatlarıyla Aristotales etiğine de karşı geldiği için bu bireyin yine haksız olduğu zira kendine tanımlanmış hakların dışına çıktığını iddia edebiliriz. Bu yüzden, yine bu birey haksızdır!
Özetle, ikinci senaryodaki birey, yani elinde gücü bulunduran ve kendisi hariç kimsenin fikirlerini ifade etmesine izin vermeyen bireyin haksız olduğu söylenebilir. Burada, ilk senaryoya dönülmelidir. Zaten Mill’in temel noktası bu senaryonun da en az diğeri kadar haksız oluduğudur.
O halde bu kez bir bireyin susturulduğu ve tüm insanlığın fikrini beyan ettiği durum, yani elinde güç bulunduran bireyler ya da elinde güç bulunduran toplum incelenmelidir.
Söz konusu olan var olan en büyük ve devrilemez bir güce sahip olan bir birey olmadığı için bu senaryo incelenirken devlete baş vurulabilir. Zira, devlet hem birey, hem de toplumdan daha güçlü bir otoriteye sahiptir. Ne var ki bunun felsefi açıdan bir gücü olamayacaktır. Çünkü yapılması gereken şey, devlet yokmuş gibi davranıp bu senaryoyu birey-bireyler bazında incelemek olacaktır. Öyleyse yine amaç, elinde güç bulunduran ve bir bireyi susturan bireylerin etik koda uyup uymadığını bulmak olacaktır. Bu doğrultuda yine normatik etik teorilerine başvurulmalıdır.
Kant Perspektifinden Güçlü Topluluk
Bireyler topluluğu [kullanım açısından kolaylık için topluluk kelimesi kullanılacaktır] bireyi susturma hakkına sahip midir? Yani, bu durum onların kendilerine koyduğu prensiple çelir mi?
Benzer bir yol izlenebilir. Eğer ki topluluk fikirlerini ifade ediyorsa bu onların prensibiyle çelişebilir çünkü kendileri kendi fikirlerini ifade edebilmektedirler. Bu yüzden topluluk etik dışı kabul edilebilir. Bir başka deyişle, güçlü birey üzerinden yapılmış analiz burada da ayakta kalmaktadır. Bunun sebebiyse Kant için iki senaryonun temel bir fark taşımamasıdır. Her iki durumda da bir güç diğer(ler)ini baskılar ve her iki durumda da bu güç baskıladığı şeyi aynen yapmaktadır. Bu temel çelişki bu düzlemde kurulacak her durum için de geçerli olacaktır çünkü Kant’ın çizdiği etik çizgisi evrensel bir çizgidir.
Bu sebepten ötürü Kant için topluluk da etik dışıdır ve yine aynı şekilde kendine hak olarak tanımlanmamış bir şeyi yaptığı için topluluk haksızdır!
Kısaca denilebilir ki Kant perspektifinden Mill’in kurduğu eşitlik doğrudur, yani tam olarak da iki senaryo arasında haksızlık açısından bir fark yoktur; iki senaryo da haksızdır!
Mill için incelenmeden önce Aristotales için incelenmesi yazının akışı açısından uygun görülmüştür.
Aristotales Perspektifinden Güçlü Topluluk
Benzer biçimde Aristotales Etiği de topluluğu erdemlerden yoksunlukla tanımlayacaktır. Bunun temel sebebi yine aynıdır. Her iki durumda da bir güç vardır ve bu güç arkadaşçıllıktan, alçak gönüllülükten ve sabırdan ve analiz edilebildiği takdirde cesaretten yoksundur. Yani, Aristotales için de güçlü topluluğun ve güçlü bireyin arasında temel bir farklılık yoktur.
Bu sebep yüzünden Aristotales Etiği için de güçlü topluluk etik dışıdır, yani hakkı olmayan bir şey yapmaktadır. Bu sayede haksızdır! Yani, Aristotales Etiği için de Mill’in kurduğu eşitlik ayakta ve geçerlidir.
Mill Perspektifinden Güçlü Topluluk
Faydacılık (yararcılık) için en önemli şeyin fayda olduğu söylenmişti. Benzer biçimde mutluluk ve fayda arasında bir geçişin olabileceği de belirtilmişti. Bunları baz alarak ortaya şu sorun çıkar: Topluluk bireyi susturmaz ise birey topluluğu mutsuz edecektir, topluluk susturur ise birey mutsuz olacaktır. İlk durumda topluluk mutsuzdur, ikincisinde birey. Topluluk bireyden sayıca ve değerlerce fazla olduğundan bireyin mutsuz olması topluluk için kabul edilebilirdir. Öyleyse Mill Etiği açısından Mill’in eşitliği hatalıdır.
Bunu kabul etmenin büyük bir problem oluşturacağı düşünülürse buradaki amaç sorunu ortadan kaldırmak olmalıdır; yani bireyin mutsuzluğunun toplumunkinden yukarıda olduğu kanıtlanmalıdır. Bu sonuca giderken seçilebilecek birkaç yol ve birkaç analiz vardır. Öncelikle, bireyin mutsuzluğunun çok daha hayati olduğu savunulabilir (zira Mill ihtiyaçlar arasında da bir hiyerarşi tanımlar) ve iki, potansiyel faydadan bahsedilebilir. Bunların dışında bir de bireyin fikirlerini ifade etmesinin bu kadar keskinlikle topluluğu mutsuz etmeyeceği savunulabilir.
Başlamak gerekirse, potansiyel fayda: Mill faydalı olanın etiğin içinde olduğunu söylemektedir. Bu durumda fayda ve mutluluk arasına bir çizgi çekerek denebilir ki, her ne kadar topluluk mutsuz olsa bile bireyin ifade etmek istediği fikrin potansiyel bir faydası vardır. Bu fayda sadece bir olasılık hesabından ibarettir. Denilen odur ki susturulan bireyin fikrinin topluluğa faydalı olup olmayacağı bilinmemektedir. Bu yüzden susturulmuş bireyin fikri potansiyel bir fayda taşımaktadır, bu yüzden Mill Etiğine göre değerlidir.
Buna rağmen topluluk her ne kadar susturulmuş bireyin fikrini bilmese de onun ne olabileceğini tahmin etmektedir, yani kuvvetli bir şüphesi var olabilir. Bu durumda toplum için söylenebilecek şey yine aynı analizden geçer, eğer ki bir fikir dillendirilmemişse bunun ne tepki çekeceği de ancak tahmin edilebilir. Burada birkaç senaryonun oluşturulması gerekir: (a) susturulmuş bireyin fikri topluluğa yararlı olacaktır; (b) bireyin fikri topluluğa yararlı olmayacaktır.
(a) senaryosuna bakıldığında potansiyel fayda pratik faydaya dönüşmüştür. Bu yüzden Mill için olduğundan daha da değer kazanmıştır. Bu durumda fikir her ne kadar karşıt gibi gözükse de bu topluluğun bir yanlış anlaması, bireyin yanlış izlenimi ve benzeri bir çok sebepten dolayı olabilir. Burada olayın sebepleri değil olayın olma olasılığının gerçekliği önemlidir. Yani, fikir gerçekten potansiyel faydasını pratik faydaya çevirebilir. Bu sayede de Mill’in sorunu çözülebilir.
(b) senaryosunda ise bu fikir potansiyel faydasını pratik faydaya çevirmeyi başaramaz, yani topluluk tıpkı kuşkulandığı gibi doğrudur ve kendi çıkarlarıyla bireyin fikrinin önerdikleri örtüşmez. Ancak burada da bir olasılık vardır. Bu olasılık da topluluğun çıkarlarının değişmesinin olasılığıdır. Bunun olmasında payı olan etken topluluk oluşundandır. Zira topluluk adı verilen şey toplum gibi bir toplu değerler bütününe sahip değildir. Bunu dayatmaz içindekilere ancak zaten aynı değerlere sahip bireyler tarafından oluşturulur. Bu yüzden bahsedilen şey toplum gibi güçlü ve değişmesi zor bir iradeden ziyade, bireylerdir, yani daha zayıf iradelerdir. Bu sayede de denilebilir ki bu fikrin her ne kadar karşı duranı çok olsa da insanların fikirlerini değiştirme potansiyeli de vardır. Bu sayede fikir yine potansiyelden pratik faydaya geçebilir.
(b) senaryosunda, ya fikir topluluğun fikirlerini değiştirmezse, noktasına gelindiğinde de denmesi gereken şey aslında biraz da felsefenin temeliyle ilgili bir noktadır. Nasıl ki felsefenin amaçlarından biri tıpkı Wittgenstein’ın Tractatus’un ön-sözünde söylediği gibi yeni bir bakış açısı kazandırmaksa, bu kabul edilmeyen ve ikna etmeyen fikir de duyulduğu andan itibaren insanlar için anlam kazanacaktır. İnsanlar fikri duydukları andan itibaren bunu düşünecek, tartışacak, eğer bu denli derinlikli insanlar değillerse bile zihinlerinde yer edecektir. Ki bu basit adım da aslında yeni bir bakış açısı kazandırma konusunda önemli bir adımdır. Tam olarak da bu başarıyı sağlama konusunda önemli bir adım olduğu için yine fikir potansiyel faydadan marjinal dahi olsa bir pratik faydaya geçiş yapacaktır. Bu da Mill’in sorununun çözebilecek başka bir olasılıktır.
Şimdi geriye kalan olasılıkları toplamak gerekirse;
Burada üçüncü nokta olan durumun bu kadar keskin olmayacağı noktasına geçmek gerekir. Eğer ki topluluk az önce yapılan analize uyuyorsa topluluk kendi fikirleri için fanatik değildir, bir hata payı bırakmıştır. Bu durumda potansiyelden pratiğe geçiş gözlenebilir. Ancak eğer ki bu analiz hatalıysa, yani topluluk kendi fikri konusunda fanatik ise, yani hayattaki hiçbir şey onu bu fikirden vazgeçiremeyecek ise, o zaman topluluğun bu kadar koyu bir tutum sergilemesi de rasyonel bir davranış değildir. Temelsizdir, bu yüzden kabul edilemezdir.
Yani, toplum fikrine hayatını adama derecesinde bağlıysa o zaman herhangi tek bir bireyin fikrini ifade etmesi onlar için çok da önemli bir farklılık olmayacaktır. Zira topluluk bu fikre bağlıdır ve ayrılmayacaktır. O halde bireyin fikrini ifade etmesi de topluluğun direkt mutsuzluğu anlamına gelmeyecektir. Yani, topluluk mutsuz olmayacaktır, yani Mill’in sorunu yine çözülecektir.
Son ve yeni bir nokta olarak mutluluğun hiyerarşisinden bahsedilebilir. Bu da demek olur ki her ne kadar topluluk bireyin susmasını istese de aslında bireyin bu fikri ifade ettiği anki mutluluğu toplumun toplam mutsuzluğundan fazladır. Yani, bireyin hazzı topluluğun hazzından yukarıdadır hiyerarşide.
Bunu da iki durum için incelemek gerekir: (1) bireyin fikrini ifade ettiği anki mutluluğu topluluğun o anki mutsuzluğundan, büyüktür; ve (2) büyük değildir.
(1) durumunda şüphesiz ki Mill’in sorunu çözülecektir. Ancak bunu analiz etmek gerekir. Nasıl olur da bir bireyin bir fikri ifade ettiği anki mutluluğu tüm toplumunkinden büyük olur. Bunu yukarıda kullanılan bir kavramla açıklamak mümkün olabilir: fanatizm. Eğer ki susturulan birey fikri konusunda fanatik ise, yani bu birey hayatını bu fikri ifade etmekle kıyasladığında ifae etmeyi seçiyor ve hayatını bir kenara itiyorsa, bu birey şüphesiz ki bu durumda daha mutlu olacaktır.
Ancak ve ancak, bireyin bu mutluluğunun geçerli olabilmesi için fanatik olmayan bir toplulukla yüz-yüze olması gerekmektedir, aksi takdirde bireyim mutluluğu topluluğun mutluluğundan az olacaktır. Yani, bir deyişle eğer ki topluluk normal ve birey fanatik ise, bireyin ifade ettiği durumda toplam mutluluk daha fazla olacaktır ve bu yüzden yine Mill’in sorunu çözülecektir.
(2) durumundaysa iş daha karışıktır. Yani (I) bireyin de topluluğun da fanatik olduğu durum; (II) bireyin normal, toplumun fanatik olduğu durum; ve (III) topluluğun da bireyin de normal olduğu durum.
(I) geçerliyse, her iki taraf da fanatiktir. Bu durumda yukarıda belirtilmiş ikinci nokta geçerli olacaktır, yani topluluğun fikirleri o kadar değişmez olacaktır ki topluluk karşıt fikri görmezden gelecek ve dolayısıyla duymayacaktır. Bu durumda üstüne üstlük birey fikrini ifade edebildiği için maksimum mutluluk sağlanabilecektir.
Yani, birey fikrini ifade ettiği için mutlu olacaktır ve topluluk da bu fikirden etkilenmediği için üzülmeyecektir, kısaca Mill’in sorunu çözülecektir.
(II) geçerliyse tam olarak da yukarıdaki nokta geçerlilik kazanacaktır. Yani, birey için ortalama bir mutluluk sağlanabilirken topluluk bundan etkilenmeyecektir. Bu sayede hem topluluğun mutluluğu azalmayacak, hem de birey mutlu olacaktır. Bu sayede toplam haz artacağından Mill’in sorunu çözülecektir.
(III) geçerliyse, bu durumda da potansiyel faydanın pratik faydaya geçişi gözlenecektir ki bu da belirtilen ilk noktadır. Bu sayede mutluluk olmasa bile toplam fayda diğer durumdan daha fazla olacağından yine ortada sorun kalmayacak Mill’in sorunu çözülecektir.
Kısacası, Mill’in sorunu çözülmüş olacaktır.
Bu sayede rahatlıkla denilebilir ki güçlü topluluk kendi için tanımlanmış bir yasağı çiğnediğinden haksız duruma düşmektedir. Yani, Mill'in başta kurduğu iki senaryo arasında gerçekten de bir benzerlik ve haksız oluşları arasında bir eşitlikten bahsetmek mümkündür, hatta kaçınılmazdır. Sonuç olarak Mill'in dediği üzere her iki durumda da ortada bir hak tanımlanamaz!
Dipnotlar:
(1) The definition of Morality/ Plato Stanford (2002). Değiştirilerek kullanılmıştır.
(2) Kaynakça gerekli görülmemiştir ancak istenilirse Ethica, birincil olarak gösterilebilir.
(3) Benzer biçimde, birincil kaynak olarak Utilierianism.
(3) Nichomachean Etiği, Eudemian Etiği ve Büyük Ahlak [Nichomachean Ethics, Eudemian Ethics, Magna Moralia] 



Berk Celayir / İzmir Kız Lisesi / İzmir
Derecesi: 5


Bilim yalnızca insanın yapması gerekeni ya da yapabileceğini bilmesinden ibaret değildir; yapabileceğini ama belki de yapmaması gerektiğini bilmesini de içerir.” Umberto Eco, Gülün Adı

Yüzyılların kültürel ve tecrübî imbiğinden damıtılarak bugünkü olgunluğuna eren, günümüzdeyse (19. yy'ın pozitivist-objektivist akımlarının etkisiyle) 'kutsalsızlar'[1] tarafından bile belli bir kutsiyet atfedilen bilim, insana potansiyellerinin, değerlerinin, yaptıklarının, yapabileceklerinin ve keşfedip sunabileceklerinin uçsuz bucaksız bir ufkunu gösterir.
Bilim, en başta insanların karşı konulamaz arzularından biri olan 'merakı tatmin arayışı'nın sağlam bir rehberi, bitmek bilmez ihtiyaçların durmak bilmez bir karşılayıcısı, içindeki boşluğu bilerek, öğrenerek doldurmak isteyen kaşif ruhlu insanların ise bir hayat anlamlandırıcısıdır.
Peki bilim, kuru kuruya bir "yaptıklarımız, bildiklerimiz ve sunduklarımız" listesinden mi ibarettir. Bilimin sınırları nelerdir? Günümüzde bilimin sınırları deyince ne anlaşıldığı bir yana, bilimin sınırları "vakit ve çağ gözetmeksizin" ne olmalıdır? Bilim, nereye elini atıp nereden burnunu çekmelidir? Tüm bu sorular bilim ve 'ahlak felsefecilerinin' (çünkü, bilimin -meli, -malı sınırlarından bahsediyorsak esas mesele ahlak demektir) olduğu gibi bilim adamlarının da uzun uzun düşünmesi gereken meselelerdir. (bilimin "ürünleri" tüm insanlığın ortak malı olduğuna göre herkesi bunu düşünmeye davet etmek yanlış değilse de icabet bulmayacaktır)
Lakin, ne yazık ki günümüzde "bilim etiği" denildiğinde insanların (özellikle bilim adamları ve akademisyenlerin) aklına gelen ilk ve çoğu zaman tek şey "akademik araştırma etiği" yani akademik yayın hazırlarken dikkat edilecek hususlardan ibarettir.
Evet, kabul etmek gerekir ki bunlar da önemli şeylerdir. Neticede, akademik değer atfedilecek bir ürünün belli etik sınırlarına uyması gerekir. Ama iş sadece bununla mı bitmelidir? Bilimin etik sınırları demek sadece bir kitaba atıf yaparken "sayfa numarasının düzgün yere yazılması" ya da "alıntının tam bir kesme işareti ile ayrılması"ndan ibaret midir?
Bilim adamlarının biraz da kafalarını "akademik gürültülerinden" kaldırarak insana, topluma, dünyaya bakması "atıf sırasına" gösterdikleri ilgiyi "bilimin ahlakı ve 'gönüllü sınırlılığına' [2] da göstermeleri gerekir.
Bilim, en nihayetinde evrensel bir etkinliktir ve ortaya koyduğu ürünler de insanlığın ortak malıdır. Madem bilimin etki alanı tüm insanları ilgilendirmektedir, öyleyse 'bilimi icra eden kişilerin' tüm insanlığın sorumluluğunu alarak ve bu hassasiyete uygun davranarak işlerini yapmaları gerekir... Bu hassasiyete dikkat edilmediği takdirde başımıza neler geleceğini birkaç örnek üzerinden göstermek eminim faydalı olacaktır.
1940'lı yıllara gidelim... 2. Dünya Savaşı yıllarına... Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarının akıbeti herkesin malumudur. İki atom bombasının aldığı onca can, verdiği onca hasar, bir toplumda, hatta bütün dünyada bıraktığı yüz yıldır etkisi geçmeyen bir travma... Bilimin, "sınırlarına riayet etmemesinin" verdiği sonsuz bir acı...[3] Evet, bilim adamının görevi atomun içinde güçlü bir enerji olduğunu bulmak, gerekirse bundan verimli ve tehlikesiz bir enerji üretmenin yollarını aramak, bu konunun derinlemesine inip atom hakkındaki gizli gerçekleri açığa çıkarmak olabilir. Ancak hiçbir bilim adamı "atomun bu enerjisini açığa çıkarıp toplu bir katliama sebep olmak" gibi bir göreve sahip değildir... Bu husus, bilim etiğinin kırmızı bir sınır çizgisiydi, ancak bu çizginin aşılması insanlık adına felaket doğurmuştur.
Aynı çizgi üzerinden ikinci bir örnek olarak Çernobil kazasını (katliam demek daha doğru olur) gösterebiliriz. Çernobil nükleer santralinde de bilim adamları "reaktörün çalışması aniden durdurulduğunda buhar türbinlerinin daha ne kadar süreyle çalışmayı sürdüreceğini ve böylece ne kadar süre acil güvenlik sistemine güç sağlayabileceğini" [4] öğrenmek için milyonlarca insanın, binlerce coğrafyanın hayatıyla kumar oynamış, reaktörün tüm güvenlik sistemlerini kapatarak faciaya göz göre göre sebep olmuşlardır. Eğer bilim adamlarının merakı milyonlarca insanın yaşam hakkıyla çatışıyorsa bu bilim için aşılmaz bir sınırdır, ancak bu aşılmış ve bir katliama sebep olunmuştur. [5]
Peki ya tüm bu örnekler (ve daha nicesi) bilim adamlarının "sınırlarına riayet etmemeleri" yüzünden başımıza gelmemiş midir? Peki ya bilim insanlarının "çoğu" nasıl bu kadar duyarsızlaşıp ahlakı insanlığın değil de akademik yayınların içine indirgeyebilecek kadar duyarsızlaşmıştır? Benim bir tahminim var: acaba bu kişiler bilimin ve toplumun etiğini de içeren "felsefe"yi küçümsedikleri için bunlar başımıza gelmiş olabilir mi? Eminim, bu etken, saydığım sorunlar üzerinde tek değilse bile önemli bir rol oynamıştır.
Sonuca gelirsek bilim, "sınırsızca bilmek", "sınırsızca yapmak" ve -sanki iyi bir şeymiş gibi- "sınırsızca sunmak"tan ibaret değildir. Başta da dediğimiz gibi bilim bir "yapılanlar, bilinenler, sunulanlar" listesi değildir. Bilim adamının görevi ise bu listeyi umursamazca genişletmek hiç değildir. Duyarlı ve sınırlarını bilen bir bilim insanının bu listeye bir madde daha eklerken durup düşünmesi, sorumluluğunu aldığı milyonlarca insanın hesabını iyi yapması gerekir.
Umberto Eco'nun da dediği gibi: "Bilim yalnızca insanın yapması gerekeni ya da yapabileceğini bilmesinden ibaret değildir; yapabileceğini ama belki de yapmaması gerektiğini bilmesini de içerir."
---
[1] 'Kutsalsız' olarak bahsettiğim kişiler materyalizm, natüralizm, scientificism gibi 'kutsalsız' akımların etkisinde kalmış kişilerdir. Değindiğim nokta ise bu kişilerin kabul ettiği bir kutsal olmadığı halde genellikle bilime bir çeşit kutsiyet atfetmeleridir.
[2] gönüllü sınırlılık: yapılabileceği halde sınırlardan ötürü gönüllü olarak yapılmaması gereken şeyler.
[3] Yanlış anlamaları gidermek için burada şunu not etmekte fayda var: popüler bir sanı olarak "aslında bilim adamlarının atom bombasını bulmak istemedikleri, sadece "kötü niyetli insanların"(!) bilim adamlarının "masum" buluşunu şeytanca kullandıkları" sürekli söylenir. Ne hikmetse bilim adamları tarafından atomdaki yok edici enerjinin açığa çıkarılabileceği gerçeği tesadüfen 2. Dünya Savaşı esnasında bulunmuş ve kötü insanlar da bu gerçeği hemen kendi emellerine(!) alet etmişlerdir... Ne yazık ki gerçekler bu kadar masum değildir, 2. Dünya Savaşı sıralarında bütün devletler atom bombasını bulmak maksadıyla çalışmalar yapmış, bilim adamlarının çoğu bu etkinliklerde seferber olmuştur. Eğer ABD elini çabuk tutup bu enerjiyi rakiplerinden önce bulmasaydı Almanya'da aynı enerjiyi bulmak için çabalayan (bilim dünyanın "dev" isimlerinden) Heisenberg bulacak, sadece kullanımı el değiştirecekti.

[4] http://tr.wikipedia.org/wiki/Çernobil_reaktör_kazası
[5] Verdiğim örnekler hakkında "bu bilimin değil bilim adamlarının suçudur" şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak, bilim dediğimiz kavram zaten bir tüzel kişiliktir, bilim, "bilim insanı" titrine sahip olan bireylerin faaliyetlerine verilen ortak isimdir. Eğer bilim yapabilme, üniversitelerde eğitim verip öğrenci yetiştirebilme, laboratuvarlarda/reaktörlerde sorumluluk alabilme gibi yetkilere bilim otoriteleri tarafından uygun görülmüş insanların göz göre göre yaptığı hatalar söz konusuysa bu noktada bilimin tüzel kişiliğine de eleştiride bulunmak doğru olacaktır.



Evrim Zeybek / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / Istanbul
Derecesi: 6


“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault
                                                  
 DÜŞÜNCE, İNSAN, YAŞAM BİRLİĞİ
 Postmodernizm 2. Dünya Savaşı sonrası etkisini göstermeye başlayan, felsefe alanında ise 1960'lı yıllarda Fransız filozofların öncülüğüyle yolunu çizen bir akımdır. Postmodernizm kelime anlamıyla "ileri modernizm" demektir. Modern felsefenin evrensel, genel-geçer olma isteğine karşı çıkılır ; kuramların doğru veya yanlışlığı değil temelleri sorgulanır. Postmodernizmin çıkış noktasında duran filozoflardan biri olan Nietzsche nihilizm felsefesinin kurucusu ve öncüsü olur. İnsanların sahip olduğu değerlerin belli toplumsal kurallar üzerinden, sorgulanmadan dayatılmasına veya bilinçsiz bir şekilde öğrenilmiş olmasına karşı çıkarak modernizme de eleştiri getirmiş olur. Nietzsche'ye göre insan bir birey olarak kendi değerlerini kendi seçmelidir. Önemli olan bu değerlerin doğruluğu veya yanlışlığı değil; benimsediği değerlerin temelinin sağlam olması ve insanın buna bilinçli olarak karar vermesidir. Aynı Nietzsche gibi, insanların eserlerine tapmasını değil, eserlerinin okunduktan sonra atılmasını isteyen biri de Michel Foucalt'tır. Postmodern felsefeyi benimsemiş olduğunu reddeden Foucalt nihilizm ve egzistansiyalizmden etkilenir. Foucalt modernizmin getirdiği kuralların, değer yargılarının, insanların çevresi ve kendisiyle olan ilişkilerindeki görünmez sınırların dünyayı hapishaneye bizi de tutsaklara çevirdiğini söyler. Bu yüzden toplumun tüm alışkanlıklarından ve monoton yaşayışından sıyrılmış olan delileri örnek gösterir. Ona göre deliler, bu hapishanenin dışında kendi yollarını kendilerince, etki altında kalmaksızın çizebilen insanlardır.
  Varoluşçu felsefenin öncülerinden Jean Paul Sartre insanları ikiye ayırır: kendinde varlık, kendisi için varlık. Kendinde varlık eksiksizdir, tamdır ve bu yönüyle de bilinçsizdir. Kendi eksiklerini göremez ve sorgulamaz. Kendisi için varlıksa eksikliğinin bilincinde, sorgulayan bilinçli varlıktır. Kendi için varlık praxislerinin bilincindedir, tek başına var olamayacağının farkındadır ve "öteki"nin varoluşunu koşulsuz kabul eder. Kendinde varlıkların bir masadan farkı yoktur, çünkü masanın insandaki gibi düşünme ve kendi düşünceleri doğrultusunda bir eylem gerçekleştirme olanağı yoktur. Bu durumda da deliler Foucalt için bilinçli varlıklardır.  Bunun yanı sıra insanlar sürekli bir iktidar savaşı içindedir. Bakışlarla başlayan bu savaş karşındakine yabancılaşmana ve onu nesneleştirmene kadar devam eder. Kendinini sorgulamaya başlayan varlık kendine yabancılaşıyor olmasının etkisiyle "bulantı" hisseder. Bu"titreme/tanıma" olayı insanın kendine belli bir mesafeden bakabilmesiyle gerçekleşebilir. Sartre'ın "Bulantı" adlı kitabının bir bölümünde kitaptaki karakter Raquentine pencereden dışarı bakar ve insanları seyreder, onları kategorileştirir. Onlara yabancılaşmıştır ve onları birer birey değil nesne olarak görmektedir. Tanımladığı insanlar hep aynıdır ve sadece dış görünüşlerinden oluşur, bir adamın düşüp burununu kırmasını bile "o adamın rengi kırmızı" diyerek anlatır. Daha sonra kendine dönmeyi başaran Raquentine duyduğu bulantının etkisiyle acı çekmeye başlar.
  Günümüz toplumunda insanlar aynı Raquentine gibi karşılarındakinin birey olduğunun farkında olmadan belli değer ve alışkanlıklardan yola çıkarak hareket ediyorlar. Kendinin kim olduğunu, ne olduğunu, nerden geldiğini veya ne için yaşadığını sorgulayan ve kendisiyle yüzleşen insanlar bulundukları toplumda çoğunlukla dışlanan, hor görülen bir kesim olmaktan kurtulamıyor. Sanayi Devrimi ile başlayan ve kapitalizmle doruk noktasına ulaşan "üretim-tüketim" ilişkileri insanları önceden belirlenmiş bir düzen içinde kavrulmaya zorluyor ve böylece ekonominin söz sahibi olduğu bir fabrikadan hep aynı tip düşünce ve görünüşte insanlar çıkıyor. Bilinçsiz insanlar bu düzen içinde sorgulamaksızın hayatlarına devam ediyor ve kendilerine ait olduğunu düşündükleri fikirlerini gözleri kapalı bir biçimde savunuyor. 20.yy filozofu Foucalt, "Herkesin aynı düşündüğü bir yerde kimse fazla bir şey düşünmüyordur" diyen 13.yy düşünürlerinden Mevlana'dan da etkilenmiş olamaz mı ?
   Auguste Comte ,sosyoloji biliminin kurucusu olarak anılır ve toplumları 3 evrede inceler. Bu evrelerden ilk ikisi teolojik ve metafizik evredir. Bu dönemlerde birey kendi iradesinden uzaktır, kendini yaratan soyut güçlerin peşinden koşar. Üçüncü evre olan pozitif evrede ise insanların düşünce biçimlerinin gelişmesiyle bilim gelişir, birçok şey sorgulanmaya başlanmıştır. Sosyologlar, Türk toplumunun hala metafizik evreyi geçememiş olduğunu varsaymaktadır. Bu yüzden da toplumumuzda "hoş görme" kavramından çok "hor görme" kavramı yaygındır. Kendini sorgulama cesaretini gösterebilmiş ve bazı cevaplar bulmayı başarmış insanların, Orta Çağ'da geçirdikleri karanlık yılların ardından olgusal evreye geçmiş ve kendini geliştirmiş bir topluma sahip olan Avrupa'da Türkiye'ye göre çok daha normal karşılanacakları aşikardır. Örneğin; ülkemizde bedenini, cinsiyetini, cinselliğini sorgulayan transseksüel, homoseksüel, lezbiyenler, vb. toplumun "ahlak" kurallarına aykırı oldukları söylenerek hor görülüyor ve bununla da kalmayıp her yıl onlarca insan öldürülüyor. Peki ahlak kuralları bunun neresinde ? Kim olduğunu merak etmek ve var olanı sorgulamak topluma zarar verecek bir davranış mıdır? Toplumun zararını belirleyip yararını gözeten ne,kim?.. Antik Yunan filozofu Sokrates, doğru bilgiye "diyalog" yöntemiyle ulaşılabileceğini söylerken bu şekilde soruların sorulduğunda günümüzde bile toplumun bazı kesimleri tarafından suçlanılabileceğini düşünebilir miydi ?
   Hoş görme, varoluşçu felsefeye göre insanların eşit olmasını sağlar. Fakat karşındakinden üstün olma arzusu bu davranışı köreltir ve toplumu bencilliğe sürükler. Hoşgörünün benimsenmiş olduğu toplumlarda fikirler özgürce dolaşır, insanlar değişir ve gelişir. "Tek tip insan" mantığı, toplumu faşist güçlerin eline sürükler. Neyin olması gerektiğini veya olması gereken bir şey olduğunu düşünen bir toplum kolayca yönlendirilebilir bir hal alır, Can Yücel'in de "beşik dürtmesi" şiirinde dediği gibi : "Kuzu gibi olun diyorlar, koyun gibi gütmek için sizi." Bu şiirin adının 'beşik' dürtmesi olmasının Nietzsche'nin 'doğuştan gelen' değerlere karşı çıkışıyla bir ilgisi var mıdır diye biri düşünmüş müdür bilinmez...
    Bana göre ise toplumun düştüğü bu dar boğazdan kurtulmasının tek yolu eğitimdir. Düşünmeyi öğretmek sadece bir öğretmenin değil tüm toplumun sorumluluğu olmalıdır. Yabancılaşmanın insan çölü olduğunu söyleyen Sartre, insanın hep su arama telaşında olduğunu ifade eder. Bunun yanındaysa yabancılaşmadan kurtulunamayacağını ve yabancılaşma denizinde yüzmeyi bilmenin gerektiğini söyler. Kendin için varlık olmaya çalışırken asla bu denizden kurtulamayacağını bilmek ve buna göre davranmak etik midir tartışılır. Fakat şu bir gerçek ki hepimiz bu dünyaya neden geldiğimizi aynı nedene bağlayarak yaşıyoruz ve bu yaşamı sadece hayatta kalma mücadelesi olarak görüyoruz. Hepimiz aynı fabrikada her gün aynı işi yapıyor, aynı parçaları birleştiriyor, aynı komutu ve aynı hayatı alıyoruz. Önemli olan fabrikayı sadece içerden değil dışardan görebilmek ve o her gün birleştirdiğimiz parçalara bir yenisini eklemek için çaba sarf etmek.
Zeynep Özge Oğuz / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / Istanbul
Derecesi: 7
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault
Kişilerin özgür iradeleri onların bireysel düşüncelerini ve ilkelerini belirler. Topluluklarda birbirlerine uyum sağlamış insanlar zamanla sıradanlaşma ve birbirlerine dışarıdan baktıkça kendi kişiliklerine yabancılaşmaya başlarlarsa eğer ''ortak payda'' olarak görülen düşünceleri de o bireyler için bireysel özgürlüklerini kısıtlayıcı unsurlara yol açar. Bu durum bir nevi ilkelerin alışkanlıklara dönüşmesidir. İngiliz empirist David Hume bu durumu ''nedensellik ilkesi'' ile açıklamıştır. Bu duruma 'din' olgusunu örnek verebiliriz. Tüm dinlerin ilahi ilkeleri vardır. Bireyler bu ilkeler doğrultusunda dinlerinin yükümlülüklerini yerine getirmekle yükümlüdürler. Din insanların dayanışma içersinde , birbirlerinin özgürlüklerini kısıtlamalarını tamamen yasaklayan, bireylerin karşılıklı haklarını koruyarak yaşamalarına olanak sağlayan bir sistemken, zamanla bireyler 'din' olgusuna yabancılaşmışlardır ve din bireylerin gözündeki yerini ekonomik sistemlere bırakmıştır.Hiçbir din başka bir dini ortaya çıkarmak amacıyla oluşmamıştır ancak kademeli toplumsal yabancılaşma insanların yabancılaştırdıkları ve içini boşaltıkları dinlerin hem öz işlevini hem de kendi çıkarları uğruna yonttukları ''din''lerinin  yeni işlevleri bile gerçekleştiremeyen bir hale gelince dinlerin yerini ekonomik sistemlere bırakması gerçekleşmiştir. Ekonomik sistemlerde özellikle bireyin emeğine yabancılaşmasını sağlayan ve onu birey olmaktan uzaklaştıran boş bir nesne haline getiren serbest piyasa ekonomisinin ''insan kanı'' ile beslenen çarkları işçi olan bireyleri ''ara mal'' haline getirmektedir. Bu durum materyalist La Mettrie'nin ''Makina İnsan'' adlı eserinde anlatmıştır. Doğadaki canlı cansız varlıkların tümünün bir sistem doğrultusunda işlediğini anlaymıştır. tüm makineler kullanıla kullanıla eskir. İnsanlar da makine gibidirler ve ruhları yoktur. Erken ölümler hatalı üretim sonucu gerçekleşir. Normal ölüm ise sadece fonksiyonunu yitirmiş bir parçanın yerine bir yeni parçaya bırakmasıdır La Mettrie'e göre. Kapitalist sistem proleteryayı sadece ruhsuz bir makine parçası olarak görürken kapitalistler bu sistemde ''ana mal'' haline gelmektedirler. Arz ve talep arasındaki karşılıklı dengeye dayanan mikroekonomi teorisine göre kapitalistler belirsiz bir pazarda hizmet sağlayıcı işlevini görerek ''ana mal'' yani talep edilen hizmet karşısında alınan hizmet haline gelmişlerdir. Hobbes'un ''İnsan insanın kurdudur.'' diyerek henüz Yeni Çağ düşüncesinin temelleri atılırken bireylerin birbirlerine ne kadar yabancılaşabileceğini anlatmıştır. Bu da yabancılaşmanın kademelerinden biridir. Günümüzde pek çok sivil toplum kuruluşu bugün '' Üçüncü Dünya Ülkeleri'' olarak adlandırılan ülkelerde o ülkenin koşullarını iyileştirmeye yönelik çalışmalar sürdürdüklerini kamuoyuna çok çeşitli yayın organları , sosyal medya ve gönüllüler aracılığı ile ilan etmektedirler. Bu başlık altındaki ülkelere baktığımızda bu ülkelerde yaşayan insanların ''özgürlük'' kavramına yabancılaştırıldıları görülmektedir. Bu ülkelerin ham madde sağlayacı ülke olarak değil ham madde bulunduran ve kontrollü bir şekilde ham maddenin üretime katılması için oradan alınmasını gerektiren alan olarak görülmesi bu ülkelerin bu günkü mağduriyetlerine yol açan unsurdur. Coğrafi keşifler ve sanayi devriminden bile önce var olan ilkel kölelik sistemini yeniden yapılandıran kapitalist sisteme hapsolmuş bireyler günümüze yaklaştıkça zincirlerini kırsalar da bu sancılı süreç içerisinde  bireylerin farkındalıklarının artması ile güçlenmeleri ve seslerini duyulur hale getirmeye çalışmaları da toplumsal bir handikap değil midir? İnsanların birey olarak bu yozlaşmış sistemde varlıklarını sürdürmeleri baş kaldırmaları ile mümkündür. Alber Camus ''Başkaldırıyorum öyleyse varım.'' şeklinde oluşturduğu düzensiz kıyasında biz bireylere özgürlüklerini nasıl elde edecekleri ile ilgili bir fikir vermiştir. Ekonomik materyelist Karl Marx , kapitalist sistemin insan ruhunun bireyin öz benliğine yabancılaştırdığını anlatır. Ona göre insanın kendi emeğine yabancılaşması kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmin varlığı ''emek sömürüsü'' ilkesine dayanır. ''Vahşi kapitalizm'' yaşanıp bitmiş bir dönem değildir. Kapitalizm'in özünde ''vahşilik'' vardır. ''Öz'' değiştirilemese de nitelikler törpülenebilir. Orta çağ düşünürü Occamlı William kilisenin yanlış uygulamalarının ''ustura'' ile atılması gerektiğini söyler.Kapitalizm'i ehlileştirmek de bu duruma benzer. Ne kadar yontulursa yontulsun sermaye ve emek çatışması hep varlığını koruyacaktır. İnsanların yabancılaşmaları aşamalarla gerçekleşir. Bireylerin emeklerine yabancılaşmaları için öncelikle düşüncelerine yabancılaşmaları gerekir.
 ''Düşünüyorum öyleyse varım.''diyen Descartes düşünceyi varlıktan önce ele arak düşüncelerin kişileri birey olarak var ettiğini ortaya koymuştur. Bu görüşün zıttı ise Heidegger de '' Varım öyleyse düşünüyorum.'' şeklinde görülmüştür. İki filozofta da varlık ve bilginin birbiriyle beraber bireyi meydana getirdiğini görüyoruz.  Francis Bacon bilgiyi güç olarak nitelendirmiştir. Bu Sokratesvari olarak nitelendirilebilecek bakış ''erdem'' kavramı ile temellendirilirse günümüzde içinde bulunduğumuz ve boyunduruğu altında olduğumuz bu sistemde bireylerin fikir hürriyetlerine ve ellerindeki gücü doğru biçimde kullanmalarına olanak veren ütopik bir düzen elde edebiliriz.'' Bilgi güçtür.'' önermesindeki 'güç' kavramı da kendi içinde anlamsal olarak çatışmaktadır. Bu gücün, herhangi bir hayvanda bulunan kaba kuvvet niteliğinde mi nesne satın alınan para niteliğinde mi olduğu gücün sahibi olan bireyin ya da bireylerin ''erdem''li olup olmamalarına göre farklı sonuçlar doğurur.
J. P. Sartre ' a göre '' Amaç olan insan araca dönüşmüştür. Araç olan insan nesnelleşir , şeyleşir , satın alınabilir hale gelir.'' Satın alınabilir hale gelen insanlardan düşünceleri uğruna baş kaldırmaları beklenemez. Platon diyalog yöntemini kullanarak oluşturduğu ve Sokrates'i konuşturduğu  ''Sokrates'in Savunması'' eserinde Sokrates'in Tanrılara inanmayışı ve gençleri sapkınlığa yönlendirmesi nedeniyle yargılanması anlatılır. Sokrates Atina demokrasisi tarafından yargılanır ve ceza alır ancak '' Ey Atinalılar ! Sizler beni cezalandırıyorsunuz ama hepiniz beni cezalandırdığının için cezalandırılacaksınız.'' diyerek düşüncelerin ölümsüzlüğünü vurgulamıştır. Ölümsüz bir olgu olan ''düşünce'' günümüzde metalaştırılmıştır. Düşüncelerin oluşturduğu siyasi akımlar sorgulanmadan kabullenilip fanatikçe desteklenerek düşüncelerin öldürülmesi ile bireylerin gerçeklik olgusu kırılmaktadır. ''Gerçeğin düşmanı tabular ve inançlardır.'' F. Nietzsche
''Dünya vatandaşlığı'' kavramını ortaya atan ve Birleşmiş Milletlerin fikir babası olan Kant toplumsal bir varlık olan insanın sorumluluklarını yerine getirmesini insan olmanın bir koşulu olarak görmüş ve buna '' ödev ahlakı'' adını vermiştir. İnsanların sorumluluklarını yerine getirerek özgür olabileceklerini ifade etmiştir. Evrensel ahlak yasasının ise ''onur'' kavramını meydane getidiğini ifade etmiştir.  F. Nietzsche ise evrensel ahlak yasasının tersi olan perspektif bakışı savunmuştur. Yani kişinin nereden ve nasıl baktığı önemlidir. 17. yy' da Rasyonalizmin patlaması ile insanlar kendilerini ön plana koydular. Duyular hiçe sayıldı ve beden boş kabul edildi. İnsanlar evrensel çizgiyi diğerlerini ezmek için yarattılar. Bu durumda herkes kendi değerini kendi seçmelidir ve evrensel onur yoktur. Evrensel çizginin bize dayattırdığı ''ideal insan'' her ne kadar ütopik bir bireyin tüm niteliklerini taşısa da ''özgürlük ve özgür düşünce '' varlıkların özünde taşıdıkları bir dürtüdür. İnsanların özünde olan bu dürtü Kant'a göre doğmalar ve kurallarla bastırılır. ''Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.''Immanuel Kant
Olgunlaşmış bireyler fikirlerden korkmazlar.  Kişilerin ya da bir kişinin bir fikirle çatışması kendi çıkarlarını koruma içgüdülerinin bağnazca devreye girmesinden doğar. Fikirlere karşı çıkılabilmesi onun doğasında vardır ancak onunla çatışmak ve kısıtlamaya çalışmak ''araç konumuna'' gelmiş bireylerin düşüncenin sonsuzluğundan korkmalarıyla meydana gelen bir dürtüdür. Bu dürtülere toplumdan topluma farklı isimler verilir. Gelenek, tabu ve inanç bu dürtülerin sadece küçük bir kısmının adlandırılmış halidir.  F. Nietzsche bu dürtülerin bireyler tarafından nasıl algılandığını şu şekilde ifade etmiştir : Gelenek nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. (Tan Kızıllığı, Madde 9)
Bu durumda otoriteye baş kaldırmak özgürlüğü getirir. Düşünme , sorgulama ve soru sorma yani felsefe etkinliği bireylerin kaybettikleri özgürlüğü onlara geri getirecektir. Bireyler ''neleri bilmediklerini bilmeleri'' ile özgürlüğe ulaşacaklardır. Düşünmeyi bırakan insanlar kendilerine yabancılaştıkça tutsak hale geleceklerdir.
 '' Özgürlükler genellikle aniden değil yavaş yavaş yitirilir'' D. Hume


Cansın Turbay /İzmir Özel Rota Anadolu Lisesi / İzmir
Derecesi: 8


“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault

Bütün çalışmalarını modernitenin kişiler üzerindeki etkisine ve getirdiği yeni siyasi ilişkiler üzerine kuran; postmodernist ya da postyapısalcı olarak tasnif edilmeyi hayatı boyunca reddeden bir cerrah ve düşünürdü Michel Foucault. Belki de bu yüzden farklıydı diğer bireylerden ve bu bireylerin sıradanlaşmış uslarından. Cerrahlık mesleğinin bir getirisi olabilirdi sıradanlaşmış insan ve kalıplaşmış düşüncelere olan soğukluğu. Çünkü cerrahlık ilaçla ya da diğer tedavi yöntemleriyle iyileştirilemeyen hastalıkların, yaralanmaların, vücuttaki yapı bozukluklarının ameliyatla onarılması ya da hastalıklı organın kesip çıkarılarak doğal ve uygun şekline dönüştürülmesi esasına dayanan bir daldır.Yani sürekli bir keşfe ve meraka dolayısıyla sıradanlığa duyulan karşıtlığa dayanır cerrahlık. Foucault'un önemli fikirlerinden  biri olan episteme, kendi yorumuyla; ''Verili bir tarihsel dönemdeki tüm kültürel ve düşünsel farkları kendinde belirleyen temel düzen ya da ana kod olarak açıklanabilir.'' Foucault'un diğer önemli fikirlerinden birisi de biyoiktidardır. Foucault’ya göre biyoiktidar bir iktidar teknolojisidir. Bu politik teknolojinin ayırt edici niteliği tüm toplumun, nüfusun kontrol edilmesine izin vermesidir. Terim tam anlamıyla “bedenler üzerine kurulan iktidar”dan bahseder. Foucault biyoiktidar sayesinde iktidarın yeni bir sürece girdiğini belirtir. Düşünürün disiplin toplumu ve düzenleyici kontroller adını verdiği teknolojiler sayesinde iktidar tek tek bedenlerde varolur, tek tek insanlara hükmeder ve bu yolla her bireyi görevli haline getirilip iktidarı dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya doğru yayılmak amacıyla örgütler.
   Aslına bakarsanız günümüzde biz insanların  bulunduğu dünya, Foucault'un episteme ve özellikle biyoiktidar fikirlerine yansıtmaktadır.Çünkü insanlar artık kıymetli uslarını uzun süreli  bekleme odalarına almış, mümkün mertebe kullanmayarak onları yeni düşüncelere kapatmıştır. Günümüzün insanları pil yatağı yağlanmış oyuncak robotlara benzemektedir aslında.  Pil yatağında bir sıkıntı yok. Sadece yağlanmış,piller sağlam ;henüz şarjları bitmemiş. Ufak bir tamirat gerekiyor yalnızca. Ama robotların sahibi halinden şikayetçi değil. Oyuncak robotlarında ses çıkardığı yok.Her robot aynı işi yapıyor tıpkı bizler gibi. Sessiz ol,fikir üretme,üretiyorsan bile fikirlerini kendine sakla ve sahibine sorgulamadan  itaat et. Gelişim yok,yeni fikir yok,merak yok,keşif yok,sıradanlık ise hat safhada...
  İnsanlar günümüzün teknolojisi ve hayat koşullarının kendileri  üzerinde sağladığı kolaylığa kendilerini o kadar kaptırdı ki; ''birileri benim yerime düşünür nasıl olsa'' fikrini benimsemekte hız kaybetmeden ilerliyorlar. Biraz kafa yoracak  olursak; teknolojinin gelişmesi artık durdurulamaz,hayat standartları ve bu standartların sağladığı kolaylık ise insanlar için vazgeçilmez bir duruma ulaştı.Bu iki durumun insan üzerindeki en olumsuz ve en hızlı yayılan olgusu fikirlerin kalıplaşması ve herkesin birbiriyle benzer fikirlere sahip olmasıyla oluşacak olan monoton bir hayat. Monoton hayatların temel sorunu ; kişilerin başlangıçta kendilerini ''Bu Dünya'da var mıyım yok muyum?'' Şayet varsam amacım ne? Bu akıl bana niçin verildi?'' gibi sorular sorarak fikirlerini sorgulama adına bir adım atıp,daha sonra çevrenin  monotonluğunun  etkisiyle sorgulamak için attığı adımı geriye alıp, kendi iç dünyalarına çekilmeleridir. Bu geri adımlar sonucunda da her birey birbirine benzemeye başlar ve sonuç olarak ortada bir tek birey bile kalmaz.

Peki düşünceler niçin bu kadar önemli? Basit bir araştırma örneği verecek olursak; İngiltere'de bir hastanede Nörolog Dr. Marjolein Kammers ve ekibinin yaptığı ısı çalışmasının sonuçları bir hayli ilginç. Sadece bir tanesinin yakıcı özelliği bulunan 3 ayrı sıcaklıktaki noktaya elin 3 parmağı değdiriliyor. Diğer iki nokta soğuk olduğu halde kişi, 3 parmağı da yanmış gibi tepki gösteriyor. Hatta hiç yanmamış parmakları, yanmış parmakla birlikte su bile toplayabiliyor.
Bu deney gibi birçok örnek daha var yaşamımızda düşüncelerin önemi ile ilgili. Bu deneyler ve örneklerde anlatılmak istenen; düşüncelerin insan uslarının hazinelerinden çıkan gizli parçalar olduğudur. L.Ron Hubbarda kitabı "Dianetics" için söylediği bir sözde:''İnsanlar akıllarını gerektiği kadar kullanamıyorlar.Alnımızın bir santim gerisindeki Bilinmeyen Alan'ın (Terra Incognita), o uçsuz bucaksız bölgenin sakladığı sırları sizler de çözebilirsiniz."Kafka'nın 'Dönüşüm' adlı kitabında  farklı olandan korkan, farklı olanla alay edilen bir düzenin içinde yaşamanın doğal sonuçları anlatılmak istenmiştir okuyuculara.Farklı fikirlere sahip olmak ; yaşam şartlarını zorlamak, usun sırlarını çözmek, asla bitmeyen bir merak duygusuna sahip olmak  ve iyiyim değil daha iyi olmalıyım diyebilenler için yaşamın temel felsefesidir.
 Farklı olmak, farklı fikirlere sahip olmak kuralları delip özgürce yaşamak değildir elbette.Hayatın her alanında belli kurallar vardır.Fakat bu kuralların da belli fikirler doğrultusunda oluşan düşüncelerin sonucu var olduğu unutulmamalıdır.Her düşüncenin kendine ait bir özgürlüğü vardır.Düşünürümüz Foucault'a dönersek; kendisi uzun yıllar deliler üzerinde araştırmalar yapmıştır. Deliler ona göre toplumun daimi doğrularına uygun hareket edemeyen bireylerdir. Toplumun genelini bir oda içerisinde gören Faucault bütün düşüncelerin, hareketlerin bu daimi doğrular çerçevesinde yahut kıskacı altında ortaya çıktığını iddia eder.
  Yani hayatın kurallarını ve monotonluğunu nasıl kullanacağımız bizim elimizdedir.Eğer biz daimi doğrular üzerinden farklılıklara ulaşır ve uslarımızı bekleme odalarından çıkartabilirsek,yeniliklere ve aklımızın sonsuz gizemlerine ulaşırız.Fakat daimi doğruların kıskacı içinde kalıp,uslarımızı bekleme odalarına kilitlersek,hayatın monotonluğu içinde yok oluruz. Ya her birimiz kendimize özgü fikirlerimiz sayesinde  hep daha iyisini elde etmeye uğraşırız ya da her birimiz aynı fikirlerin  içinde dönüp durarak bir bataklığın içine doğru çekiliriz ve sonunda bir hiç oluruz. Seçim bizim...


Ezgi Erdoğan / Emlakbank Süleyman Demirel Anadolu Lisesi / İzmir
Derecesi: 9


“Eğer bütün insanlığın fikri karşısında tek bir fikir olsaydı ve bu karşıt fikri de tek bir kişi savunsaydı bile, insanlığın bir kişiyi susturmasının, o bir kişinin, elinde güç olması halinde, bütün insanlığı susturmasından daha haklı bir gerekçesi yoktur...” John Stuart Mill.

*Bir Acem Şairi
'Ölüm adildir' diyor
aynı haşmetle vurur şahı, fakiri
Haşim,
neden şaşırıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı,kardeşim,
Herhangi bir şahın bir gemi ambarında
Bir kömür küfesiyle öldüğünü.
...
               Nazım Hikmet
Tekleşmiş Ayrılmış ve Yalnızlaşmış Toplumların Acıklı Hikayesi                                                                       
                                                                                                                         Yaşamak uğruna ölenler için;

İnsanoğlu dünyaya adımını attığı andan beri her şeyi tekleştirmeye, farklılıkları yok etmeye başlamıştır. Göçebe yaşam sürerken dahi, Kızıldereli bir kabilenin mistik tadında bile bir tekleştirme vardır. Yerleşik hayata geçtiği anda da doğayı kendine benzetmeye başlamıştır. Doğanın acı çığlıkları zeginin yalısında tek tipleşmiş o güzelim bahçelerde, güzel siteler uğruna toprak ananın bağrından kopartılıp atılmış verimli arazilerde sessiz bir çığlık olarak kalmıştır.İnsanoğlunun yaptığı bu katliamı görmek için o kadar uzağa gitmeye gerekte yoktur. Farklı olanları diğerlerinden kayırma, onu ötekileştirme çabası günümüzünde en büyük sorunlarından biridir. Tekleşmiş olan toplum düşünce üretemez çünkü kendini çokten o tek'e bağlamıştır. Jean Jacques Rousseau(Emilie ya da Eğitim) şöyle der düşünce için: 'Düşünmek insan için doğal bir şey değil. Düşünmek onun tüm öbürleri gibi öğrendiği ve çok zor öğrendiği bir sanattır..' Bu zor öğrendiği ancak hemende kaybettiği bu sanatsız kalışı Hegel'in Tarihte Akıl kitabında da sözünü ettiği gibidir 'Düşünce üretemeyen topluluklar,dolayısıyla ne tarihte anılır ne de tarihin yaratıcı olur.'
Yeryüzünde tek yaşayan bir insanın ahlakından söz edebilir miyiz? Kime karşı davranışından ahlaklı olacaktır? Bu durumda aynen öyledir. Herkesin eşit olduğu bir durumda(eşitten kastımız kesinlikle hakların eşitliği değildir);mesela aynı düşünce tek bakış açısı gibi. Yanisi; aynenin katlettiği bir yaşamda onların-insanların- varlığına dair ne bulabiliriz ki. İnsanlık farklılıklarla ortaya çıkabilir ancak.  Aristo insanı politik bir canlı olarak tanımlamıştır. İnsan ancak insanlar arasındayken insan olabilir. Bunu hissedebilir, kendini bulabilir. Büyük düşünür Goethe bu duruma uyan en güzel sözünü söylemiştir 'Yabancı insanların var oluşu, kendimizi tanıyabileceğimiz en iyi aynadır.' Ki bu düşünce çok eskilere dayanmaktadır. Delphi'deki Apollon Tapınağı'nın girişinde altın harflerle yazılı olan ‘Gnothi seauton’ Kendini bil,tanı demektir. Delphli kahinler tarihin başlangıcında bile insana farklılıkların kaos değil,aksine nasılda kendini tanıma fırsatı olduğunu anlatmak istemiştir. Farklılıklar kendini bulmadaki o karanlık yolun meşaleleridir. İnsan ancak farklılıkların arasında kendini bulabilir. Ve kendini bulan,bilen insan özgürdür. Ve özgürleşmiş insanların tekleştirilmesinden söz edilemez.Marcus Aurelius 'Ussal varlıklar birbirleri için yaratılmışlardır,insanlık durumunun birinci niteliği toplumsallıktır.' Burada toplumsallıklattan, farklılıkların birleştiriciliğinden bahsedilmiştir işte. İnsan olmanın baş koşuludur gönüllü toplumsallık. İnsanın kendini tan Ama bunları bugüne kadar kabul etmemiş insanoğlunun geleceği belirsiz,karanlık ve yapayalnızdır. Hobbes 'Homo homini lupus' der İnsan insanın kurdudur. Bu yüzden eşit hakların olduğu, özgürlükçü, farklılıklarıyla kendini arayan, ben merkeliz değilde herkesi düşünmesini bilen bir toplumun yaratılamayacağını söylemiştir Hobbes. Gidişatımız bu yönde de olsa, günümüz şartlarında böyle görünse de yarının ne getireceği bilinemez bu yüzden umudumuzla beklemekteyiz
İnsanları tekleyemediğimiz zaman ortaya ayrımcılığı çıkartırız- Aslında durumu tam anlatamasada bu kavramı en açıklayacısı olarak kabul edebiliriz-  Farklı farklı gruplara böler o gruplarıda diğerini sindirmesi için sürekli çatıştırır dururuz. Irklarıyla, renkleriyle,cinsiyetleriyle en büyük acısı yaptıkları işlerle insanları birrbirinden kayırırız. Ayrımcılığın tanımı yaparsak; Tarih boyunca toplumsal yaşamımızı çeşitli biçimlerde etkilemiş.Tarihin akışında kimi zaman ırk ayrımcılığı,din-mezhep ayrımcılığı, kimi zaman sınıfsal ayrımcılık şeklinde kendini göstermiştir.Ayrımcılığın özü; bencilliğin topulmsallamış halidir. Ve ayrımcılık bir düşünce değil duygudur,birilerinin bizim özelliklerimizden çok daha başka özelliklerle donanmış olduğu inancına dayanır.Bir düşünceyle mi yoksa bir duyguyla mı baş etmenin zorluğu ise bir ironidir. Ayrımcılık öyle bir şeydir k, kendi yararını her şeyin üstünde tutma eğilimi olarak, tüm bireysel etkinliği ben’in amaçlarına indirgeme çabasını gerektirir. İleri biçimlerinde başkalarının varlığını gereksizleştiren bir eğilimdir. Kimi bunu insan olmanın koşulu olarak saysalarda ayrımcılık insanı yalnızlaştırır ve onun tüm insani özelliklerini emer.
 Özellikle Türkiye de sonuna "Türk" eklenmediği müddetçe istediğimiz etnik kökene sözcüklerle eziyet eder,aşağılayabiliriz. Sonuçta bir Kürt evini taşlayan halkı polis lütfen uzaklaştırır ama kendi dilinde olsun olmasın baş kaldıran ben varım diyen en basiti pankart açan bir Kürt çocuğun on beş yıl hapis yatması olağandır.
 İşçinin hakkını araması da bizde yasaktır.Çünkü onlar hiçbir baltaya sap olamamış yapacak bir şeyleri kalmayınca bilek gücünü kullanmaya mecbur kalmış zavallılar grubudur. Belkide Aristo'nun aklımızı karıştıran ama olduğu dönem söz konusu olup, göz önünde bulundurulunca düşünüp haklılığını aratan sözü ise şöyledir 'Kölelik köle için hem doğru hem yararlıdır.' O bir işçidir, köledir ve ödevleri,hakları yoktur ancak ve ancak zorunlulukları vardır. Ve bunu yaşamak için bunu yaparken her şeyi göze almasını bilmelidir, işin fıtratında bu vardır zaten. Montaigne zamanın bir köle çalışma şartlarına ve olduğu duruma isyan etmiş hakkını aramış Aramışta bulamamış. Öldürmüşler. Çünkü hakkı çağının epey ilerisindeymiş. Çağının o kadar ilerisinde yaşayan birini yaşatmakta iktidarı sahiplerinin hoşuna gitmemiş.Yüzyıllar sonra ILO’da işçi haklarından, çalışma şartlarından,ayrımcılıktan bahseden haklar getirilmiştir. Ancak Denis Diderot bu haklara zamanın da bir cevap verdi ki bu cevap hepimiz ortak acısıdır ’..İnsan hakkı denilen şey hiçbir zaman olmadı ve her zaman bir düş olarak kalacak. İnsanın değeri haklarının değeri kadardır.İnsanı insan yapan şeylerden biri aynı zaman o haklarını veren isteme, özgürlük gücüdür. Hakların varlığı değil onları uygulama biçimidir kolaylaştırıcı yapan.Hak ve köle ilişkisini Voltaire şu sözleriyle açıklamıştır: 'Biz diyoruz ki onlar bizim gibi insandır, diyoruz ki onlar için ölen bir Tanru tarafından kurtarılacaklar. Ve biz onları tıpkı yük hayvanları gibi iş için bulunduruyoruz. İnsanlar onları yük hayvanlarından daha kötü besliyor.Kaçmak mı istiyorlar, o zaman bir bacakları kesiliyor.Ve bütün bunlarla biz insan haklarından bahsetme cesaretini gösterebiliyoruz.’ İnsanın eşit haklarla yanyana geldiği,bireylerin kendileri için çizilmiş sınırlar içinde mutlu olabildiği,savaşların tarihe karıştığı yepyeni dünya düşüncesi çoğu için bir kurgudan ütopyadan ibaret.
Toplumda işçiler için çalışma eziyeti varken farklı etnik kökenler içinde asimile etme durumu vardır. Halk onu kendi başına bir halk olarak tanımlamayı gerektiren üç özelliğini gelenek(habitus), dil(lingua) ve kendine has adalet sistemi(Rechtssystem) kaybedince asimile oluyor. Yani Türkiye’nin acılı dönemlerini içeren okulların işkencehanelere dönüştüğü dönemlerde insanları (etnik köken farkı değil sadece bahsedilen din,siyasi görüş, yenilikçiler,hak isteyen ve arayan herkes) orada her şeyinden kopartma vardır. Alevi’yi dininden, Kürt’ü kökeninden, eşitlik isteyenleri ise düşüncelerinden koparma eylemi vardı. Asimile etme sadece toplumu yok etmedi Türkiye de. Aynı zamanda insanları kendisinden uzaklaştırdı.İnsanları toplumda yabancılaştırdılar bu dönemde. Geriye acılar,hasarlar kaldı lakin o düşünmek isteyen araştırmak isteyen özgürlükçüler asla yaralanmadı.
İnsansal toplumdaki sınıfsal durumlarıylada ayrıldılar. Geliri bell bir miktarın altında olanlar  şehirlerin en tenha köşelerine atıldır. Zenginler en ışıl ışıl olan yerlerine. Geliri altta kalan çocuklar ululaştırıldı özel eğitim gördü, geliri altta kalan ise ailesinin kaderini yaşadı ya işçi oldu çalışırken fıtratıyla can verdi ya da zengini rahatsız eden oldu. Ve fark edemediler ki sınıflar arasındaki uçurum kapandıkça,insanlar arasındaki ayrıcalık kalktıkça,insanlar arasındaki ayrılıklar kapandıkça, işlev ayrılığına indirgendikçe dengesizlik yerini dengeye bırakacak. O kurgulardan ibaret olan yepyeni düny a düzeni hakim olacak. Lakin insanoğlu iktidar hırsına yenik düştü buna da gözlerini kapadı.
Yahudi memleketi İsrail kurulmadan önce Yahudilerin başka halkların üzerinde parazit yaşam sürdüğünü Schopenhauer eziyet gören ve alt tabakada olanlar için şöyle der: Doğal vatanından sürülmüş insanın,renginin bu beyazlaşmasında ikinci tabii neden; sanıyorum ki sıcak iklim,ışık ve ısı rete malpighi üzerinde yavaş ama sürekli karbondioksitinin desoxydotion’unu ortaya çıkıyor:Belki zencilere has koku bununla ilişkili. Beyaz haklarda altı çok çalışan sınıfların,üst sınıflardan genellikle esmer olması gösteriyor ki onlar daha çok terliyor,ama bu terleme sıcak iklimdekinden daha az.’
Karl Marx’ın vecizelerinde geçtiği gibi eşit hak hala burjuva sınırları içerisinde kalmaktadır. Ve tarih bize gösteriyor ki gerçek hakları ancak adım adım,parça parça,azar azar elde edebiliriz. (Burada serflerin evlenince kadınlarını ilk gece senyöre vermenin aşamalarını örnek verebiliriz)
İnsanları bir arada yaşamayı ve tek kişilik yaşam koşullarıyla yetinmeyi öğrendikleri gün, en azından bencilliği özgecilikle dengelemeyi öğrendikleri gün, gerçek anlamda mutluluğun tadına varacaklar. Gerçek onurlu insanı yaratmadığımız yaratamadığımız yerde insan hakları nasıl havada kalıyorsa. İnsanoğlu unuttuklarını (mutluluk yerine katliamı, birleştirici olmak yerine ayırıcılığı, çok çeşitli olmak yerine tekçiliği, ben demeden önce herkes demesi) hatırladığı gün. Herkes gibi olmaktan kurtulduğu,dilinden “aynen”i attığı gün  ancak renkler gibi hepsi farklılıklarıyla birlikleri olduğu gün hakları ve ödevleriyle eşitlikçi bir düzen kurabilmiş sözleşme toplumu olacaktır. O günler şimdi bize uzak ancak elbet gelecektir.


Fulya Aktaş / Konak Anadolu Lisesi / İzmir
Derecesi: 10


“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault

'Aynılaşma'nın Esiri İnsan
İnsanlar var oluşundan bu yana birbiriyle etkileşim içerisinde yaşamaktadır. İnsan sosyal bir varlıktır. Gündelik yaşam içerisinde birbiriyle düşüncelerini ve duygularını paylaşmakta, birbirini etkilemektedir. Çünkü insan kapılarını kapatıp dünyadan kendini soyutlayamaz. Her ne kadar yalnız yaşayabileceğine inansa ve bu uğurda eylemler gerçekleştirse, dönüp geldiği yer yine insanlıktır. İnsanlığın içerisinde 'insan' olarak kalabilir.
Tüm bu etkileşimler içerisinde hataya düştüğümüz birçok nokta vardır. Öncelikle 'sürü psikolojisi' olarak bahsettiğimiz konudan başlamak istiyorum. Yaşam içerisinde insanlık gerek biyolojik, gerekse fizyolojik sebeplerden kaynaklanan psikolojik rahatsızlıklar yaşıyor. Öyle ki karşılaştığımız çoğu insanın psikolojisinde bir takım sorunlar var ve bunun farkında bile değiller. İnsan 'hasta olduğu' ya da 'sorunlar yaşadığı'nı kolay kolay kabul edemiyor. Elbette bu sorunlar yaşamı direk olarak etkilemiyor. Ancak ergin bir birey olmamızdaki en büyük engelin bu sorunlardan kaynaklandığını düşünüyorum. 'Aklını kullanma cesaretini göster.' diyor bize Immanuel Kant.  Her akıl yeni bir ışık, hayata dair yeni yollar demektir. Her aklın sahip olduğu farklı potansiyeller vardır ve aslında insanlık olarak bütün bu akıllara ihtiyacımız var. İnsanın 'kendini gerçekleştirme'si bu farklılıklarla olacaktır. Oysa 'aynışlama'ya doğru yol aldığımız şu günlerde 'farklı fikirler'e, 'farklı akıllar'a hiç de hoşgörülü bakmıyoruz. İşte sürü psikolojisi devrede. Aklını kullanamayan ve  aklını kullanma ihtiyacı içerisinde büyütülmemiş insanlar, düşünen insanları yani'ergin bireyler'i ya da düşündüğünü zanneden ve insanlara bunu kanıtlamaya çalışan bireyleri taklit ediyor. Peki sorun nereden kaynaklanıyor? Bireyler aynılaştığı için mi toplum bu hale geliyor, yoksa toplum bireylerin farklılıklarını mı yok ediyor? İlk olarak bunun toplumsal nedenlerden kaynaklandığını düşünüyorum. Toplum kişileri düşünmemeye itiyor, çoğunluğun yasası geçerli sayılıyor. Bireyler 'herkes'in içinde yetiştiği için, zamanla 'herkes'in bir parçası haline geliyor. Peki kişilerin hiç mi suçu yok? Elbette, genetik faktörlerden de kaynaklanarak kişi içine kapanık, korkak bir birey olabilir, çabuk kabullenebilir. Ancak toplum iyi bir toplum olsaydı, bireyin bu eksikliğini giderebilir, düzeltebilirdi.
'Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.' diyor Michel Foucault. Bu aynılaşan bireyler düşünmekten vazgeçip, önlerine koyulanı yiyor, giyiyor, konuşuyor. Aydınlanmayı yaşayamadıklarından ergin bir birey olamıyorlar.  Herkes bu bireye benziyor, bu birey de herkese benziyor. Peki bu kişinin herkes'den farkı ne? Sorun tam olarak bu: 'Herkes'den farkın olmaması.' Düşünen bireyler, toplumlar içerisinde elbette farklılıklar ortaya çıkacaktır. Sonuçta hiçbir birey tamamıyla aynı yaşam şartları içerisinde büyütülmedi. Ve eğer hiçbir farklılık yoksa, bu kişi düşünmüyor demektir. Bireylerin var oluşunun, 'var olabildiğinin' belirtisidir farklılık. İnsanlık bu farklılıklardan yola çıkarak ortak doğruyu, daha çok insanı memnun eden yolu bulacaktır. Eğer bireyler 'herkes' olursa, insanlık yaşamak istemediği koşullar ve düşünceler altında yitip gidecektir.

Başka bir sorun da sürüye katılmama cesaretini gösteren insanlara karşı sergilediğimiz davranışlardır. İnsanlık bu 'farklı düşünen' insanları da sürüye katmakta epey ısrarlı. Farklı olmaya cesaret edemedikleri gibi farklı olanı da eleştirmekten geri kalmıyorlar. Eleştirmek daha iyiye ulaşmak adına doğru bir eylemdir. Ancak yanlış olan şu: Eleştirilmesi gereken şey birey değil düşüncelerdir. Yani bireyleri eleştirerek onların düşünme arzusunu yok etmek tamamıyla yanlıştır. Düşünceler eleştirilecek, geliştirilecek ve bu farklılıklarla beraber güzel şeyler ortaya çıkacaktır.
Bir başka sorun da şu ki belki de topluma en çok zarar veren eylem bu: Farklılık yaratmak adına kurallara karşı koymak.  Evet, hayatımızdaki her kural gerekli değil ve bazıları düşünceleri köreltir nitelikte. Ama toplumda düzeni sağlayan bazı kurallar da var ve bunlara uyulmaması sorun yaratıyor. Farklılıklar topluma ya da bireylere zarar verecek eylemlere dönüşmemelidir. Her insan kendi farkını, kendi dünyasında ve dünyası dışında olan farklılıklara da saygı gösterecek şekilde yaşamalıdır.
'Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.' diyor Michel Foucault. Belki de bireylere her şeyden önce öğretilmesi gereken şey 'farklı olma'nın olası olmasıdır. Günümüz şartlarında yetişen bireyler 'farklı olmak'tan korkuyor. Az önce de söylediğimiz gibi, farklı bireylere büyük ölçüde baskı uygulanıyor ve bu baskı altında bireyler farklılıklarını yitiriyor. Hepimiz 'makine insan'lara dönüşüyoruz. 'Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor.' diyor Albert Camus. Gerçekten de farklı olan birey zamanla kendine bile zarar verebiliyor aynı olmak adına. Özgünlüğün dorukta olması gereken sanatta ve müzikte bile görebiliriz 'aynılaşma'yı. Aynı ezgiler, aynı sözler, aynı mimikler...Birey içindeki o ışığı çıkarmak yerine, popüler olanı yapıyor. Haklı gerekçeleri de var: Saydığımız sebeplerin de etkisinde böyle iyi hissediyor kendini, böyle mutlu oluyor. İnsanların eleştirilerinden bu şekilde kurtuluyor.
Aslında bu 'aynılaşma'da iktidarın da büyük bir payı var. Kişilerin itaat etmesi iktidarın amaçlarına ulaşmasına hizmet eder. Dolayısıyla iktidar da elindeki güç ile bilimi, teknolojiyi, sanatı kendi lehine kullanarak veya bunları tamamen kaldırarak bireyleri sıradan varlıklara dönüştürür. İtaat eden bireyler ve aynılaşan toplum içerisinde 'farklı' kalmak da oldukça zor.
Peki çözüm ne? Şunu belirtmeliyim ki bu çok zor bir savaş. Kolay olan varken insanları zora yönlendirmek elbette bizleri de yıpratacaktır. Ancak Andre Gide şöyle diyor: 'Karanlığa küfretmektense, bir küçük ışık yakın, daha iyi edersiniz.' Bu karanlığa sürekli sövmek yerine, bir an önce harekete geçmek bizim için de toplum için de daha iyiyi getirecektir. Düşünebilen ve 'farklı olan' bireylerimiz 'Farklı olan güzeldir.' ilkesiyle farkındalık yaratmadıkça insan 'aynılaşma'nın esiri olacaktır.




Hiç yorum yok: