"Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel
Foucault
Alvin Toffler
insanlık tarihini üç ana döneme ayırmıştır. Bunlardan ilk dalga avcı toplayıcı
kültür ve tarım toplumudur. Bu dalgada bir rekabet ve niceliklerden
bahsedilmez. Çünkü herkes kendi karnını doyuracak kadar üretim yapar. İkinci
dalga Sanayi Devrimiyle gelmiştir. Bu dalga ''modern dönemdir''. Modern Dönemde
her şey çok net ve bellidir. Seri üretim kavramı insanların hayatına girmiştir.
Tek tip üretim başlamıştır. Ford araba üretirken ''Siyah olmak koşuluyla her
renk arabayı alabilirsiniz'' demiştir. Üretim ve sanayi olmak üzere modern
dönemde her kurumda bir standartlaşma gözlemek mümkündür. Seri üretime
geçildikten sonra insanların düşünmek için kullandıkları boş vakit ellerinden
alınıp o boş vakit mesai ile dolduruldu. Yine de insanların ellerindeki işleri
''net'' olduğu için geleceğe dair bir kaygıları yoktu. Çünkü her ay maaşları
yatıyordu. Yine de toplumun her kurumunda var olan bu kitlesellik insanları
aynılaştırmak için atılan ilk adımdır. Üçüncü Dalga ''post modernizm''dir.
Post-modern dönemde hiçbir şey kesin ve net değildir. Her şey
kişiselleştirilmiş trafikte siyah Ford arabalar yerine rengarenk, çeşit çeşit
arabalar göze çarpar olmuştu. Fakat yine insanların boş vakitleri yoktu. Ayrıca
bu sefer herşey eskisi kadar net olmadığı için insanlarda gelecek kaygısı da
başlamıştır. Zaten Toffler'da bu post-modern dönemi ''geç kapitalizm'' olarak
adlandırmıştır. Bu post modern dönemin iktidar ilişkileri incelendiğinde
iktidarın da sınırları belli değildir.''İktidar her yerdedir.''. Foucault'nun
ikitdar ile ilgili söylemleri incelendiği zaman karşımıza belli bir yerde
oturup dünyayı yöneten bir iktidar modeli çıkmaz. Foucault'ya göre iktidar bir
zincir gibidir. Yani akışkan bir mekanizmadır. İktidarı her zaman her yerde
hissetmek mümkündür. İktidarın mevcut ideolojisi her yerdedir. Bu nedenle
iktidarı bir yerde aramak anlamsızdır. Zaten risk toplumunda insanları
şizofrenik bir yaklaşıma iten şey iktidarın her yerdeliğidir. Foucault
''Panoptikon'' isimli toplum modelinde bundan bahseder. Panoptikon aslında 1785
yılında İngiliz düşünür Jeremy Bentham tarafından ortaya atılmış bir hapishane
modelidir. Bu hapishanede mahkumlar gardiyanları hiç bir zaman görmezler. Çünkü
bir gözetleme kulesi vardır. Bu kulede onları gözetleyenleri de görmezler.
Onları gözetleyen birilerini görmedikleri zaman gözetlendikleri zamanlardan
hatta gözetlenip gözetlenmediklerinden bile emin olamadıkları için otoriteye
boyun eğerler. İktidara herhangi bir aykırı davranış yapmamaya çalışırlar. İşte
Foucault günümüz iktidar-toplum ilişkilerinin insanları tedirgin ettiğini ve bu
tedirginlikten dolayı insanların mevcut otoriteye aykırı bir düşünce ya da
davranış üretmediklerinden kısaca aynılaştıklarından bahseder. Bu distopik
yapının edebiyattaki en realist yansıması George Orwell'in 1984 romanıdır.
Orada da ''Büyük Birader''in gözü her zaman insanların üzerindedir. Fakat kimse
Büyük Birader'in nerede olduğunu, kim olduğunu asla bilmez. Sürekli
tele-ekranlar ile izlenen insanlar iktidara aykırı en ufak bir şeyde bile
başlarına gelecekleri bildikleri için sürü gibi yaşarlar.
Bizleri aynılaştıran
ve birbirimize benzeten ve sürü gibi yaşamaya iten şey kapitalizmin kendisidir.
Kapitalizm iktidar ile bunu yapar. Fakat bunu direk olarak yapmaz. Burada
karşımıza Althusser'ın D.I.A. ( Devletin İdeolojik Aygıtları) kavramı karşımıza
çıkıyor. Devletin ideolojik aygıtlarından ilki ailedir. Ailede iktidarı
hissetmek mümkündür. Baba- çocuk arasındaki hiyerarşik yapı bunun en açık
örneğidir. Devletin bir başka ideolojik aygıtı eğitimdir. Eğitim toplumun
zihnine iktidarı empoze etmek için tasarlanmış en uygun aygıttır. İktidarın
seçip belirlediği kitaplardan, konulardan ve düşünme biçiminden alınan eğitim
ile insanların bilgileri ve düşünme biçimleri ele geçirilir. Ayrıca
iktidarın çalıştığı en etkili aygıt dindir. Din ve vicdan aracılığı ile
insanların önce duygularına daha sonra düşüncelerine tahakküm edilir.
Nietzsche'nin söylediği gibi ; '' Kilise her zaman mevcut iktidar ile
çalışır''. Fakat D.I.A.'lar arasındaki en tehlikeli ve en güçlü aygıt medyadır.
Medya faktörü kapitalizmden ayrı düşünülemez bir faktördür. Medya
insanlara gerçekleri göstermez. Medya insanlara iktidarın'' istediği
gerçekleri'' gösterir ve insanları sorgulamaktan yavaş yavaş uzaklaştırır.
Ayrıca moda dediğimiz kavram da medyanın ürettiği bir şeydir. Moda kaptializmin
en göz boyayıcı silahı sayılır. Moda isteklerimizi ihtiyaç gibi hissettiren bir
şeydir. Her senenin bir rengi vardır. Eğer bu senenin rengi mor ise mor
ayakkabı almak bizler için bir ihtiyaçmış gibi gösterilir ve bizler gidip
onuncu mor ayakkabımızı almakta hiçbir sorun görmeyiz. Aynı zamanda toplum
fast-foodlaşır. Fast-foodlaşma kavramı hayatın her alanını etkileyen bir hayat
tarzı üretmektedir. Dünyanın küreselleşmesi işte bu nedenle tehlikelidir. Çünkü
farklı renkler yaratan kültürün kalbine bir ok saplar. Esnafın yerini büyük
fast-food zincirleri alır. Yerel esnaf kendine özgü olan ruhu ve kültürü
kaybeder. Daha sonra buna karşılık olarak dünya tek dili konuşmaya başlar.
Wittgenstein ''Dilimin sınırları dünyamın sınırları.'' demiştir bizim hepimizin
konuştuğu dil aynı olduğu için hepimizin dünya görüşü aynılaşır.
Etik açıdan
kapitalizm değerlendirilse bizi köleleştiren kapitalizmdir.Bunun en temel
nedeni mülkiyettir. Adam Smith ideal devlet modelini ekonomik özgürlük üzerine
kurmuş ve insanların istedikleri gibi üretip tüketmesi gerektiğini söylemiştir.
Fakat eşitsiz bir düzendeki bu ekonomik özgürlük vahşetle sonuçlanmıştır.Bu
nedenle mülkiyet tehlikelidir.Anarşizmin söylediği gibi gerçekten özümüzde iyi
olabiliriz. Fakat otoritelerin baskıları ve üzerimizdeki yükü bizleri
patlatıyor ve iyi olan özümüzden uzaklaşıyoruz. Bu nedenle toplumda
ahlaksızlıklar ve yozlaşmalar oluyor. İşte bundan dolayı Proudhon'un dediği
gibi ''Mülkiyet hırsızlıktır.'' fakat mülkiyetin bizden çaldığı şey ahlaki
değerlerimiz ve insanlığımızıdır. Otoritenin bizleri köleleştirdiğini söyleyen
tek görüş anarşist görüş değildir. Nihilist pencereden bakıldığı zamanda
otoritenin köleleştiriciliğine tanık oluruz. Burada karşımıza Nietzsche ve
amoral kavramları ortaya çıkıyor. Nietzsche'ye göre insanın evrimsel süreci
hala devam etmektedir. Nietzsche bu evrilme sürecini üç basamakta anlatmıştır.
Bu basamaklardan ilki ''deve insandır''. Deve insan köledir. Otoriteye ihtiyaç
duyar ve diz çökmüştür. Otoritenin baskısını ve yükünü omuzlarında hisseder .
İkinici aşama ''Aslan-İnsan''dır. Aslan insan köle olduğunu fark etmiş ve ayağa
kalkmışıtır. Fakat hala bir sürüye ihtiyaç duyar ve alkışlanmaya ihtiyacı
vardır. Fakat artık son basamak olan ''Çocuk ''ta insan herşeyin ötesine
geçmiştir. Nietzsche'ye göre üst insan çocuktur. Üst insana göre dünya
değersizdir. Üst insanın ne bir otoriteye ne de arkasında bir sürüye ihtiyacı
vardır. O ahlaken evrilmiştir. Etik açısından bizi aynılaştırıp köleleştiren
başka bir yapı da pragmatizmdir. Pratik yarar insanları aynılaştırır. Zaten
pratik yol tek bir yoldur. Farklı yollar bu sisteme göre değildir. Bu sisteme
göre doğru ve en faydalı tek bir yol vardır. Bu yol bizi farklılıklardan uzak
tutar. Bu nedenle Kant bir işi yaparken ondan fayda sağlamak amacıyla yapmamak
gerektiğini savunur. Bir insana yardım ederken aklımızdan ''Bugün ben ona
yardım ettim yarın da o bana yardım eder.'' gibi düşünmemek lazım. Bu nedenle
Kant'a göre ahlak ödev gibi olmalıdır. Fakat ne yazık ki sistem tüm
davranışlarımızı pratik faydaya göre şekillendirir. Bu nedenle toplumda
herkesin davranışı aynı yani çıkarcı bir bakış açısıyla şekillenir.Bu bakış
açısıyla şekillenen davranışlar toplumda ahlak eksikliğine yol açar.
Jidduh
Krishnamurti ''Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak,
sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.'' diyerek aslında bizleri aynılaştıran bu
sistemden bir an sıyrılmamız gerektiğini söylemiştir. Bunu Nietzsche ve
nihlistlerin savunduğu gibi bireysel bir kurtuluş hedefleyerek yapmamız için
''ruhumuzun özgürce dans etmesi '' gereklidir. Bu nedenle sanat çok
kıymetlidir. Apollon ve Diyonisos diyalektiği incelendiğinde Apollon dengeyi ,
düzeni sınırları ifade ederken şarap tanrısı Diyonisos ise sınırsızlığı
esrimeyi ve kaybolmayı ifade eder. Sanat ruhu incelten ve ''esrimeyi'' sağlayan
bir şeydir. Ruhun kurtuluşu için ekstaz şarttır ve ekstaz haline geçebilmek
içinde diyonziyak etkiye sahip bir şey lazımdır . Eğer sanata pratik faydadan
uzak bir tavırla yaklaşılırsa insan ruhunu sanata ve güzelliğe daldırır ve o
dünyanın içinde kaybolur. Fakat kapitalizm sanatı da araçsallaştırmış ve alınıp
satılabilen bir objeye dönüştürmüştür. Örneğin birkaç yıl önce Bedri Baykam bir
boş çerçeveyi 125 bin dolara satmıştı. Bu örnek sanatın içinin boşaltılıp
alınıp satılabilen bir obje haline getirilmesi yönüyle dikkat çeker . Ayrıca
kapital düzende sanatın işlevini açıklar. Modern sanat eserleri birbirine
benzeyen ve seyirciyi tatmin etme kaygısıyla oluşturulmuştur.
Kısacası bizleri
aynılaştırma yönüyle kapitalizm farklı yönlerden farklı yöntemlerle çalışır.
Bizi birbirimzle aynılaştıran ve kendimize yabancılaştıran kapitalizmin dünya
üzerinde tüketebilecek bir yeri kalmadı bu nedenle artık insanları sömürmeye ve
tüketmeye başladı .Bu nedenle artık zihinleri özgürleştirmeye başlayarak
sorgulama mekanizmamıza vurulmuş olan prangaları bir şekilde kırmalıyız. Yoksa
bizleri birbirimize benzeten bu sistem içerisinde eriyip yok olacağız.
''Düşünceleri
nedeniyle hapse girmiş olan Henri Thoroeau düşünceleri ve fikirleri nedeniyle
hapse girmiştir ve onu ziyarete gelen arkadaşı Waldo onu ziyarete gelir ve
sorar ;
- Neden burdasın
Henri ?
Henri cevap verir ;
Enes Bilgin / İMKB Anadolu Lisesi / Gaziantep
Derecesi: 2
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok
demektir” Michel Foucault
Rönesans döneminden beri insan doğası üzerine düşünceler çeşitli filozofların
aklını kurcalamıştır. İnsanın davranışlarını belirleyen etkenler, zihnin
algıladığı olgulardan çıkardığı sonuçlar, davranışa yönelen ruh mekanizması
sürekli bir merak konusu olmuştur. İnsanın doğasının, doğa karşısındaki
tutumunun metafiziksel olarak incelenmesi Hobbes ve Hume gibi filozoflarda
başlar. Thomas Hobbes’a göre insanlar, rasyonel egoistlerden başka bir şey
olamaz. Doğası gereği bencil ve hiç doymayan bir valıktır insan. David Hume
ise, yazdığı “İnsan Doğası Üzerine İncelemeler” adlı kitabında nesnel bir insan
doğası tablosu çizdiğini iddia eder. Gerçi bu kitap deneysel yöntemin ahlaki konular
üzerine uygulanması konusuyla ahlak felsefesine daha yakın bir kitaptır. Ancak
Hume algılar ve duyumların insan doğasını nasıl şekillendirdiğini başarılı bir
şekilde anlatmıştır. Ardından gelen John Locke insanın zihninin doğduğu anda
boş bir levha (tabula rasa) olduğunu iddia etmiştir. Ona göre insan mekanik bir
hayvandır ve algılayışları yeterli olduğu sürece nedensellikten
kurtulamayacaktır.
İnsan
doğası üzerine düşünen filozoflardan en önemlisi ise (siyaset felsefesi
açısından) Karl Marx’tır. Onun bahsettiği insan doğası fikrini geliştiren
Engels ve Lenin gibi düşünürler sol uç siyasetinin, insan doğasına aykırı gelen
eşitlik propagandasıyla alevlenmesini sağladılar. Marx, her bir insanın
doğasının ve “insanlığın” doğasının bir bütün olduğunu söyler. Maddi temelleri
olan ve komünizme doğru ilerleyen tarihsel materyalizm anlayışı da
proleteryanın devrim yapacağından ve kısa bir sosyalizm döneminden sonra tüm
insanların eşit olacağı komünizme varacağından bahseder.
Bilimsel
olarak insan doğasından bahseden ama yine de filozof ya da düşünür olarak
bahsedebileceğimiz Charles Darwin ise sağ ideolojinin yükselmesine zemin
hazırlamıştır. Aslında Darwin'in fikirlerinin hiçbir ideolojik yanı yoktur ama
oluşturduğu insanlık modeli siyasi açıdan tehlikelidir. Ayrıca sadece insan
doğası oluşturmamış, tüm canlıların işleyişini de açıklamıştır Darwin. Onun en
önemli fikri doğal seçilim ve evrimdir. Türlerin doğal seçilim yoluyla birkaç
ortak atadan evrildiğini ve bu evrim sürecinin doğanın bir yasası olduğunu iddia
eder. Ve döneminde, bu iddiasını doğrulayacak birçok kanıt bulmuştur. Darwin'in
türlerin doğasının işleyişi üzerine oluşturduğu bu kuram bir sonraki yüzyılda
faşizm ideolojisinin fikirlerine bilimsel olduğu için sağlam bir zemin
oluşturmuştur.
20.yy’ın
başlarında yükselen iki uç rejim (sağ ve sol) faşizm ve komünizm aslında insan
doğasının yanlış anlaşılmasından (veyahut yanlış anlaşılmak istenmesinden)
ötürü ortaya çıkan kanlı rejimlerdir. İnsanlığın başına gelen büyük
felaketlerden biri olan faşizm rejimi 2.Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olmuş,
milyonlarca insanın sırf "üstün ırk" denilen ırka mensup
olmadıkları için ölmelerine sebep olmuştur. Milliyetçiliğin 1.Dünya
Savaşı'ndan istediğini alamayan İtalya ve Almanya'da ortaya çıkması ise siyasi
liderlerinin fikirlerine dayanır. Toplumu birlik-beraberlik, tek bayrak
altında, vatan bilinci içerisinde birleştirmek çabası aslında birçok insanın
ölümüne neden olmuştur. 1917'de ise Lenin'in öncülüğünde Sovyetler Birliği'nde
Bolşevik Devrimi'nin gerçekleşmesiyle yarım yüzyıl içinde Sovyetler
Birliği'nde, Çin'de ve diğer sosyalist ülkelerde yüz milyonlarca insan rejim
tarafından katledilmiştir. Bu insanların öldürülme sebepleri ise sadece farklı
olmalarıydı. Çeşitli tahıllardan oluşan bir tarlayı, sadece buğday yetiştirmek
için dümdüz edip tek tip buğday yetiştirmeye çalışmak gibi bir şeydir bu
insanların öldürülmeleri. Oysa farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk insan
doğasının bir yasasıdır. İnsanlar asla tek tip ya da eşit olmamalıdır. Hatta
tarlalar bile tek tip olmamalıdır. Çünkü ekilen mahsüller her yıl aynı şekilde
ekilirse toprak verimsizleşir.
Günümüzde
daha nesnel bir bakış açısıyla tarihe baktığımız için bu ideolojilerin ortaya
çıkma sebebini daha iyi anlayabiliyoruz. Aslında iki rejim de tek tip insan
modeli yaratma uğraşı içerisindeydi. Bu model totalitarizme uygun bir modeldir
ve "tek doğru" anlamına gelmektedir. Kökenlerine baktığımız zaman;
sol tarafta Marx'ın ideolojik temellendirmesini oluşturduğu ve Lenin'in
uyguladığı rejim, sağ tarafta Charles Darwin'in bilimsel temellendirmesini
oluşturduğu ve Hitler'in uyguladığı rejim bulunmaktadır. Düşünsel
temellendirmeyi yapan iki insan; Marx ve Darwin aynı dönemde yaşamışlardır
aslında. İnsan doğası üzerine temelde karşıtlıklar bulunmasına rağmen Marx
"Türlerin Kökeni" adlı kitabı okuduktan sonra tarihsel materyalizmin
evrimsel sürecinin kanıtlandığına inanmış ve Darwin'i tebrik ederek başyapıtı
olan "Kapital" kitabının bir nüshasını hediye olarak göndermiştir
(Ancak Darwin bu kitabı okumamıştır bile..) Sadece iki kitabın (Kapital ve
Türlerin Kökeni) yeryüzünde milyonlarca insanın ölmesine zemin hazırlaması ve
bu kitapların yazarlarının arkadaş olmaları ise hayli ilginçtir.
İki farklı
kavram çıkıyor karşımıza. "Siyasi açıdan" politarizm (çoğulculuk) ve
monizm (tekçilik). Hangisinin insan doğasına uygun olduğu ise gayet açıktır.
Her insan, farklı bireydir. Alışkanlıkları, kişiliği, zevkleri, yetenekleriyle
her insan diğerlerinden bir şekilde farklılaşır. Yeryüzünde birbirinin aynısı
olan hiçbir insan yoktur. Bu yüzden günümüz dünyasına da çoğulculuk anlayışı
hakim olmalıdır. Totaliter iktidarların bireysel özgürlükleri kısıtladığı,
eğitim sisteminin devletin elinde tekelleştiği ve kültürel faaliyetlerin
sınırlandığı ülkelerde yaşamak hiç kimsenin olmadığı, sadece tek bir insanın
olduğu bir ülkede yaşamak anlamına gelir. İnsan sanat yaparak, kültürel
faaliyetlerde bulunarak ve seyahat ederek kendisini gerçekleştirir. Ancak her
gün aynı saatte uyanmak, işe gitmek, sürekli aynı işi yapmak, aynı yemekleri yemek,
hiç tatil yapmamak, sürekli aynı kültürel faaliyetleri uygulamak, yani devletin
dayattığı yaşamı yaşamak, insanlara değil robotlara özgü bir yaşam tarzıdır.
Devletin
bireyin üzerindeki egemenliği çok defa karşımıza çıkmıştır ve hala çıkmaya
devam etmektedir. Bahsettiğim sağ ve sol rejimler çağdaş totalitarizmin
başlangıcıdır aslında. Günümüzde bir çok ülkede iktidarın birey üzerindeki
egemenliği söz konusu ve maalesef bu ülkelerden biri de yaşadığımız ülke olan
Türkiye'dir. Eğitim planlamasının siyaset adamları tarafından yapılması, dindar
bir nesil yetiştirilmeye çalışılması, "Tek dil, tek bayrak, tek
millet" sloganıyla yürütülen bir siyaset; monizmin ve tek tip insan modeli
yetiştirme çabasının açık bir örneğidir. Totaliter rejimlerin asıl özelliklerinden
olan devletin bireyler üzerindeki mutlak egemenliği tamamıyla olmasa da kısmen
bulunmaktadır. Toplumsal muhalefetin tümüyle susturulmuş ve denetim altına
alınmış olması, yakın dönemde gelişen siyasi olaylarda da görebileceğimiz gibi
şiddete başvurmak, azınlık haklarının kısıtlanması gibi olay ve olgular
Türkiye'nin totaliter bir iktidara sahip olduğu gerçeğini gözler önüne
sermektedir.
"Jacques Derrida, bu sistemlerin (totalitarizm) metafizik olduğunu,
temellerinin mantıksal olmadığını, şiddet kullanarak ayakta kalabildiğini
ideolojilerinin dilinden ortaya çıkarmıştır. Bunların üstünlükleri akıldan
değil, kendinden menkul zorbalıktan gelir. Ötekinin insan bile sayılmaması,
dışlama ve hoşgörüsüzlük, herkesin çarkın bir parçası olması, özgürlüksüz
özgürlük, eşitliksiz eşitlik, dinsiz din, ahlaksız ahlak ve sansür. Her şey
önceden belirlenmiştir: Siyaset, hukuk, cinsellik, kültür, ekonomi, bilim.
Dünya cennetini amaçlamak. Ancak bunu dünyayı cehenneme çevirerek yapmak."
(1)
Totalitarizmi, faşizmi ve komünizmi eleştiren düşünürlerden olan George
Orwell'da Hayvan Çiftliği ve özellikle 1984 adlı romanlarında totalitarizmin
hakim olduğu karanlık ve korku içeren bir dünya tasvir eder. 1984 adlı
romanında insanlar tek tip olmuştur ve bu modelin dışına çıkanlar katı bir
şekilde, bazen ölümle cezalandırılmaktadır. Şiddetin baskıcı kesimin aracı
olduğu dünyada farklı olmaya çalışmak aptalca bir intihardan başka bir şey
değildir. Bu yüzden Orwell'in kitabına "korku ütopyası" denilmiştir.
Hayvan Çiftliği adlı romanı ise kahramanlarının hayvanlar olduğu, çeşitli
iğnelemelerle dolu günümüzün de en önemli romanlarından biridir. Bu romanda da
komünizme ağır bir eleştiri vardır. Bir insanın sahip olduğu
"kapitalist" diyebileceğimiz çiftlikte; hayvanlar, sistemden memnun
olmadıkları için devrim yaparlar ve çiftliğin sahibini kovarlar. Bu, komünizme
geçiş sürecidir. Artık hayvanlar eşit işbölümü yapmakta, yiyeceklerini eşit bir
şekilde paylaşmakta ve dayanışma içinde yaşamaktadırlar. Ancak çiftliğin en
akıllı hayvanları domuzlar, birtakım kurallar koymaya başlarlar ve kendi
istedikleri şekilde çiftliği yönetmeye başlarlar. En başında herkesin anlaştığı
"Bütün hayvanlar eşittir" kuralı bir süre sonra etkisini yitirir ve
domuzlar kendilerini "beyin takımı" diye niteledikleri için daha
üstün görmeye başlarlar. Kitabın son kısımlarında kural değişir ve "Bütün
hayvanlar eşittir, ancak bazıları daha eşittir." haline gelir. Orwell bu
şekilde eşitliğin asla gerçekleşmeyeceğinden bahseder.
Toplumsal
hayatın her alanında özgürlüğün, farklı fikirlerin, farklı inanış ve
ideolojilerinin olduğunu kabul etmek gerekir. Fikirlerini eşit fırsatlarla
siyasal alana taşımak günümüz insanının doğasına uygun bir demokrasi
anlayışıdır. Tersi ise toplumun kültürel, siyasi, sanatsal ve düşünsel açıdan
gerilemesi demektir. Özgürlüğün ve devletin yetkilerinin ters orantılı olduğu
bir dünyada yaşıyoruz ve Woodrow Wilson'ın dediği gibi "Özgürlük tarihi
devletin gücünü artırmanın değil, aksine devletin güç ve yetkilerini
sınırlamanın tarihidir." Kimsenin özgür olmadığı ve herkesin birbirine
benzediği toplumda ise Foucault'un dediği gibi hiç kimse
yoktur.
Duru Uslu / Özel İzmir Tevfik Fikret Lisesi / İzmir
Derecesi: 3
Derecesi: 3
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok
demektir” Michel Foucault
ÖZGÜRLÜĞE SANSÜR
Düşünme özgürlüğü,
günümüz demokrasilerinin temelinde yatan ve uğruna tarih boyunca savaşlar,
devrimler yapılan kavramdır. Düşünmek her bir bireyin temel haklarından biri
olmakla beraber, ilerlemenin temelinde yatan unsurdur da. O sebeple diğer tüm
özgürlükler gibi düşünmek de toplumlarda başlıca sorun olagelmiştir.
Erich Fromm'un Özgürlükten Kaçış adlı eserinde de dile getirdiği gibi
yüzyıllardır yapılan devrimler ve baş kaldırışlar alt sınıfın haklarının ve
özgürlüklerinin bir üst sınıf tarafından kısıtlanması ve ya engellenmesi
üzerine ortaya çıkmıştır. Peki öyleyse neden üst sınıf için bir alt sınıfın
hakları ve özgürlükleri bir tehlike oluşturmaktadır ve engellenmesi,
sansürlenmesi gereklidir?
George Orwell'ın 1984 adlı ütopyası bir sosyalizm eleştirisi niteliğinde
olmakla beraber aynı zamanda düşünmenin ve özgürlüklerin varlığının, yönetenler
açısından en büyük sorun olduğunun da bir örneğidir. Büyük Birader adlı
yöneticinin, Yeni Söylem denen yeni bir dil yarattığını ve bu dil aracılığıyla
kelimelerin silinip sınırlandırılarak, düşünmenin de sınırlandırılmasını
amaçladığı görülmektedir. Nitekim bu işe yaramaktadır; İnsanlar sadece
yöneticinin istediğini düşünmekte, düşünce suçu işlemekten korkmaktadır! Burada
açıkça dile getirilen "düşünce suçu" günümüz toplumlarında yasalarla
ortaya çıkmakta ve özgürlük adı altında halka dayatılmaktadır. Devrim çağı
filozoflarından Voltaire devletin sınırlandırılmasının gerekliliğini ,
düşünmenin ise sansürlenemeyeceğini vurgular. Ona göre şüphe rahatsız edici,
kesinlik ise gülünçtür. Yani insanın, (skolastik çağda kilisenin, monarşilerde
kralların, 20. yüzyıldaki diktatörlerin...) yönetici mercilerin dediklerini kabul
etmesi elbet ki ona karşı çıkıp meydan okumasından daha kolay olacaktır. Ancak
Voltaire her zaman meydan okumayı tercih eder ve kesinlikten şüphe edilmesi
gerektiğini söyler. Günümüz demokratik toplumlarında, meydan okumak, şüphe
duymak, insanların sahip olması gereken özgürlükleridir. Oysa Gündüz Vassaf,
Cehenneme Övgü adlı yapıtında, insanların, özgürlüğünü sağlaması gereken
yasalar ile aslında daha çok sınırlandığından bahseder. Aslında günümüzün her
saati, hayatımızın her anı, başkaları tarafından yapılmış seçimler ile
yönlendirilmektedir. Bize tanınan seçme özgürlüğü bile bizi seçmeye yönlendiren
bir kısıtlamadır!
"Egalité, liberté ve fraternité" (eşitlik, özgürlük, kardeşlik)
sloganlı Fransız Devriminin, temelini fikirleriyle oluşturan filozof
Jean Jacques Rousseau "Her insan özgür doğar oysa her yerde zincire
vurulmuş olarak yaşar" diyerek yasaların bizi adaletsiz yöntemlerle
bağladığından söz eder. Çünkü ona göre yasalar, özel mülkiyet fikriyle ortaya
çıkmış ve mülke sahip olanın olmayan üzerinde haklarını koruma fikri üzerine
şekillenmiştir. Peki gerçekten, yasalar etik olarak olması gerektiği gibi
haklının haklarını mı yoksa güçlünün mü haklarını korumaktadır?
19. Yüzyılda pozitif hukukun gelişmesiyle birlikte, "meşruiyet"
kavramı çok farklı bir hal almıştır. Macchiavelli'nin "Amaç araçları meşru
kılar" sözü yüzyıllardır çıkarılan yasaları çok iyi açıklamaktadır. İçerik
önemsizleştirilip biçime bakılarak, canice yasalar meşru kılınmıştır. 20.
yüzyılda Hitler'in ve oluşturmak istediği Saf Alman Irkının gerçekleştirdiği
Yahudi Soykırımı bunun en büyük örneklerindendir. Aynı zamanda 2. Dünya Savaşı
yıllarında ortaya çıkan tüm diktatörlerin çıkardığı yasalar haklının hakları
şöyle dursun, farklı düşünmediği sürece istenilen kalıba uyan herkesin
haklarını korumakla birlikte, insanları o kalıbın içine hapseden bir hal
almıştır.
Toplumu oluşturan bireyler faşist politikalara ve onlara tanınan haklar
karşısında farklı tepki verirler. Örneğin, Albert Camus'nun Yabancı adlı
eserinde karşımıza çıkan karakter, aynı Franz Kafka'nın Dönüşüm adlı eserindeki
baş karakter Gregor Samsa gibi kendisini toplumdan dışlanmış ve yalnız
hissetmektedir. Çünkü toplumlarda, yöneticilerin de hiç kuşkusuz hoşuna giden,
bir "tek tipleşme" söz konusudur. Farklı fikirli olmaktan korkulur.
Farklı fikirleri olan toplumca kabul görmez. İşte bu bakış açısı yöneticilerin
işini oldukça kolaylaştırmaktadır. Çünkü düşünmekten korkan ve çobanın peşinden
kırlarda dolaşan bir kuzu sürüsünden farksız bir toplum yapısı ortaya çıkar. Bu
durum Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 adlı ütopyasında karşımıza çıkar.
Duvarlarına yansıtılan eğlence programlarıyla halk eğlene dursun, yönetenler
düşünmeyi ortadan tamamen kaldırmak için kitapları yakmaktadır. İşte bu,
günümüz tüketici toplumunu tam olarak yansıtmaktadır. Tüketici modeline sokulan
bizler, birer makine gibi bize söyleneni yapıyor, özgür olduğumuzu sanıyor o
yüzden sorun çıkarmaktan korkarak yerimizde susup oturuyoruz. Ayağa kalkan
olursa da ona anarşist ve toplumsal düzeni bozan biri olarak bakıyoruz. (ya da
en azından yöneticiler tarafından öyle gösteriliyor. )
Otoriteye itaat, elinden alınmış olan özgürlüğünden korkmakla ortaya çıkıyor.
Seçim yapmak ve bu seçim yapma hakkının sende olduğunu bilmek baş döndürücüyken
bu hakkın elinden alınması, otoriteye itaati daha kolay kılıyor. Bunu ölçmek
üzere Stanley Milgram, bir deney gerçekleştiriyor. Bir deneyin parçası olduğunu
sanan esas denek, karşısındaki insana, öldürücü miktarda elektrik vermeye
başlıyor. Birkaç kişi dışında, kalkmak isteyince, "Lütfen devam
ediniz" cevabını alan denekler, karşısındakini öldürünceye kadar deneye
devam ediyor. Bu tehlikeli durumu ortaya koyan Milgram deneyi, gerçek hayatta
Eichmann Davasıyla karşımıza çıkıyor. "Bana söyleneni yaptım" diye sunulan
savunmalar, öldürülen ve ellerinden tüm hakları alınan insanlara yapılanları
haklı çıkarmaya çalışıyor. Ben, bana verilen emirleri uyguladım, demek de
aslında bir seçim yapmış olmak değil midir? Özgür iradeden burada bahsedebilir
miyiz?
Immanuel Kant Otodeterminizmi geliştirir ve iradenin özgür olduğunu ama belli
yasalara göre oluştuğunu söyler. Bunu Kategorik İmperatif ile açıklar. Her
insanda aynı olan bir kalıp düşünün ve bu kalıbı doldurmak insanlara
bırakılıyor. Determinizm ve indeterminizmin bir sentezi niteliğinde olan bu
kurama göre, öyle bir yasa koymalısın ki bu yasa herkes için geçerli bir yasa
haline gelebilsin. O zaman Eichmann davasında, otoriteye itaat mi yoksa doğru
düşündüğünü yapmak mı herkes için genel geçer bir yasa olacak ya da hangisi
öncelikli görev olarak seçilecek sorusu, Kant'ın teoride mükemmel olan kuramını
pratikte işlemez kılıyor.
Eichmann Davası'nın bir tanığı olan Hannah Arendt, insanların kötülük
yapmalarının, seçim yapma esnasındaki hatalardan ve dışarıdan etkilenmekten,
seçimlerin yönlendirilmesinden kaynaklandığından bahseder. Yoksa kimse kötülük
yapmak için kötülük yapmamaktadır. Ancak günümüzde de görüldüğü gibi, kötülük
sıradanlaştırılmaya başlanmıştır. Ve bu da kötülük yapmanın doğal ve herkes
tarafından yapılabileceği fikrini insanlarda oluşturmaktadır. Peki insanlar
özünde gerçekten kötü müdür?
Devletin yapay bir
varlık olduğunu savunan ve "toplum sözleşmesi" kavramını ortaya atan
filozoflardan Thomas Hobbes, bu kavrama ulaşırken, insanın özünde kötü
olduğundan yola çıkar; herkesin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini ve bu
çıkarların çatışması halinde savaşların ortaya çıkacağından o yüzden de bir
sözleşme olarak devletin oluştuğundan bahseder. Jean Jacques Rousseau ise tam
tersine insanların özlerinde iyi olduğuna fakat medeniyet ile kötü hale
geldiğini ifade eder.
William Golding'in Sineklerin Tanrısı adlı eserinde bir grup çocuk adada tek
başınadır ve bir süre sonra güç uğruna birbirlerini katletmeye başlarlar.
Burada Thomas Hobbes'unkine daha yakın bir görüş olduğunu görüyoruz. Aynı
şekilde, The Experiment adlı filmde, bir deney yapılacaktır ve önceden
tanışmayan insanlar iki gruba ayrılır.Gardiyanlar ve mahkumlar... Mutlak gücü
ellerinde bulundurduklarını fark eden gardiyanlar istediklerini yapmaya,
diğerlerine canice davranma hakkını kendilerinde görmeye başlarlar.
Bu örneklerde de gördüğümüz gibi, kötülük, insanın yapabilirliğini fark etmesi
ile doğru orantılı olarak artmaktadır. Yani burada Sokrates'in kötülüğün
cahillikten kaynaklandığı tezinin çürüdüğü görülmektedir. Çünkü yapabilirlik,
güç, egemenlik, yani günümüz yöneticilerinin elinde bulundurdukları tüm bu
özellikler, insanları kötüleştirmekte ve yıllardır savaşı verilen
"adalet"i ortadan kaldırmaktadır.
Peki, adaletin sağlanması için ne yapmalı?
Bu sorunun çözümünde, John Rawls bilmezlik örtüsü denilen kavramı
geliştirmiştir. Sosyal statünün yani engellerin, yeteneklerin, dinin, ırkın,
ten renginin görmezden gelinmesi anlamına gelen bu kavram ile yasalar oluşturulmalı
ve uygulanmalıdır. J.J. Rousseau ise yasaların herkesten gelip herkese
uygulanması ile bunun çözüme ulaşacağını savunur. Macchiavelli ise yöneticinin
ahlakla sınırlandırılmaması gerektiğini ve amacı uğruna hareket etmesi
gerektiğini söyler.
Bugün tüm bu
uygulanabilirliği oldukça mümkün görülen sistemler, insanları bir takım
yöneticilerin sınırladıkları çizgilerin içine koymakta, sarı çizgiyi geçeni ise
tabiri caizse tren çarpmaktadır. Buna bir ses çıkarmayan toplum, o trene hiç
bir zaman binmeyip ileri gidememeye ve gelişememeye mahkumdur. Hakkını aramak,
doğru olduğunu düşündüğünün arkasından gitmek, düşünce özgürlüğünün
olduğu, sansürün olmadığı bir toplum yaratmanın ilk şartıdır. Yöneticilerin
korktuğu bir düşünen toplum, o toplumu her zaman ayakta tutar.
Fakat ne yazık ki, gün geçtikçe köleliğe dönen hayatlar, hakları yenen
insanlar, güç uğruna insanların en doğal hakkını, yaşama hakkını elinden alan
yönetici sınıfları fazlalaşıyor. Ne yazık ki, "Lütfen devam ediniz."
sözü deneylerden gerçek hayata taşıyor. Ve ne yazık ki, Bernard Russell'ın
dediği gibi "Dünya giderek Macchiavelli'ninkine benziyor."
İhsan Barış Gedizlioğlu / Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş
Özel Lisesi / Kocaeli
Derecesi: 4
Derecesi: 4
“Eğer bütün insanlığın fikri karşısında tek bir fikir
olsaydı ve bu karşıt fikri de tek bir kişi savunsaydı bile, insanlığın bir
kişiyi susturmasının, o bir kişinin, elinde güç olması halinde, bütün insanlığı
susturmasından daha haklı bir gerekçesi yoktur...” John Stuart Mill.
Bu yazıda öncelikle
Mill'in sözü analiz edilecektir. Ardından bu analize dayanarak hak kavramı
araştırılacaktır. Bu araştırmanın sonunda etik üzerine incelemeler yapılacak ve
Mill'in sunduğu iki durum da normatif etik teorileri üzerinden analiz
edilecektir. Sonuç olarak Mill'in yaptığı benzerliğin haklı sebepleri
vurgulanmış olacaktır.
Mill'in Sözünün
İncelenmesi
Mill ve anlatısı
üzerine konuşmadan önce Mill’in ne demek istediği anlaşılmalıdır. Burada
başvurulması gereken yöntem analiz olacaktır.
Mill, bize iki
senaryo kurmakta ve bunları karşılaştırmaktadır. Kurduğu ilk senaryo, tek bir
insan hariç herkesin bir fikri savunduğu ve o tek insanın da karşıt fikri
savunduğu durumdur. İkinci senaryoysa, tek bir insanın elinde güç bulundurduğu
ve bu güçle diğer tüm insanları susturduğu durumdur. Bu iki senaryo
karşılaştırıldığında Mill’e göre ilkinin ikincisinden haklı bir sebebi yoktur;
yani ikincisi ne kadar haksızsa, ilki de o kadar haksızdır.
Hak Kavramının
Araştırılması
Burada değinilmesi
gereken bir nokta olarak hak ortaya çıkmaktadır. Yani, Mill’in kurduğu
senaryoların karşılaştırmasını anlamlı kılabilmek için hakkın ne olduğu
anlaşılmalıdır. Öyleyse hak nedir?
Başlangıç için
hakkın iki farklı irade gerektirdiğini söylemek hatalı olmayacaktır. Bir birey
tek başına olduğu durumda, dünyada ve hatta evrende kendinden başka bir irade
yokken her şeyi yapma hakkına sahip olacaktır. Ancak aynı şekilde hiçbir hakkı
olmayacaktır. Bunun sebebi hak denilen kavramın bir izin benzeri doğasıdır.
Evrendeki tek insan için hırsızlık yapma hakkından bahsedilemez zira hırsızlık
için özel mülkün oluşması, özel mülkün oluşması için de insanların (en az iki)
olması gerekir. Benzer durum cinayet, tecavüz ve tüm benzeri durumlarda da
geçerlidir. Tabii ki bu verilen örnekler kesinlikle yasa üzerinden çıkarılmış
ceza gerektiren örneklerdir. Bir de olayın ceza gerektirmeyen kısımlarına
bakılmalıdır: Örneğin bu evrendeki tek bireyin yaşama hakkından da söz
edilemez. Zira yaşamanın bir hak olması için yaşama hakkına bir saldırı
olmalıdır. Bu saldırının olmadığı durumlarda bireyin hakkından söz edilemez.
Aynı şekilde fikrini beyan etme hakkı, düşünme hakkı vb. durumlarda da bireyin
hakkından bahsetmek mümkün değildir, çünkü hakkın oluşması için bir karşıtlık
gerekir. Bir itici güce ihtiyaç vardır.
Öyleyse rahatlıkla
denilebilir ki hak denilen kavram iki irade arasında tanımlıdır. Ya bu iradeler
ne olabilir?
En basit ve en
beylik olarak birey-devlet-toplum göze çarpar. Şüphesiz başka tanımlamalar
yapılabilir ancak söz konusu olan Mill ve etik felsefesi olduğundan bu ayrımın
seçilmesi daha yararlı olacaktır.
Birey-Toplum
Birey ve toplum
ilişkisi göz önüne alındığında şüphesiz ki en önemli unsur ahlak olacaktır.
Ahlak üzerine bir tartışmaya girmeden şöyle bir tanım yapılabilir: Ahlak,
toplumun değerler ve yargılar setidir. Bu tanım önerir ki toplumun
belirli bir değerler ve yargılar seti vardır. Temellendirilmemiş olduğundan
ötürü bu tanımla normatif etiklerin bize sunduğu setler çatışabilir. Bu
doğaldır. Öyleyse, ahlakın sübjektif olduğunu (hatta rölatif) söylemek hatalı
olmayacaktır. Bunu en basit haliyle farklı toplulukların ahlak anlayışlarının
farklı oluşundan görebiliriz. Öyleyse, bireyler için de bir ahlak
tanımlanabilir durumdadır: Bir birey için ahlak, o bireyin değer ve yargı
setidir. Bu iki set sübjektif olduklarından ötürü birbirleriyle çatışırlar.
Burada değinilmesi
gereken bir nokta vardır. Sorun şudur ki bireyler toplumu oluşturur ve az
önceki ifadeye bakılırsa bireyin ve toplumun değer yargıları çatışmaktadır.
Bunun nasıl mümkün olabileceği ancak ve ancak basit psikolojik analizle,
rastlantısallıkla ya da idealist bireylerle açıklanabilir: Ya bireyler rastgele
bir şekilde değer yargılarını oluştururlar ve şans eseri bu yargılar
toplumunkiyle çatışır, toplumun değerleriyle bireyin değerlerinin çatışmasının
sebebi itkiseldir ya da bireylerin akıllarında diğer tüm yargılardan bağımsız
birer ahlak anlayışı (kelime seçimi konusunda bu nokta için etik de
kullanılabilir) vardır. Yani, bireyler içinde bulundukları toplumla sadece
içinde bulundukları için çatışıyor olabilirler, ya da bireyler belirli bir
anlayışla (içinde oluşlarından bağımsız olarak) çatışıyor olabilirler.
Sonuç olarak birey
ve toplum arasındaki ilişkide bir çatışma mevcuttur. Ya bu çatışma nasıl
sonuçlanır? Basitçe, bu çatışmayı toplum kazanır. İlk bakışta gayet cesur bir
söylem gibi gözükse de toplumun birey üstündeki ezici etkisi gözle görülür
derecededir. Basitçe denebilir ki birey toplum içinde çıplak durmak
istemektedir ancak toplum buna izin vermez. Konuyla ilgili bir çok örnek bulmak
mümkündür.
Hak kavramı da
(birey toplum bazında) tam olarak bu çatışmanın bitimiyle şekillenir. Öyle ki
toplum bireyleri kendinden uzaklaştırması mümkün olmayan bir sistemdir. Zira,
toplum organiktir ve bireylerin yargı setleri değiştikçe onunki de değişir. Bu
yüzden toplumla çatışmasını kaybetmiş birey bazı haklara sahip olur. Bu haklar,
önceki örnekle bağdaştırarak, bireyin evinde çıplak durmasına izin verir. Tam
olarak da izinler işin içine girdiğinde hak da işin içine girmiş olur.
Birey-Devlet
Şimdi biraz daha
objektif olduğu öne sürülen devlet incelenmelidir. Devlet için bir ahlak tanımı
yapmak mümkün değildir, ne var ki devletin yazılı kuralları vardır. Bu
kurallara kanun adı verilir. Öyle ki kanun, bireyin kendine, topluma, devlete
ve diğer tüm devletle ilgili şeylere zarar vermesini engellemek amacındadır. Bu
yüzden cinayet kanunlar çerçevesinde yasaktır. Bu yasaklamanın açık sebepleri
vardır.
Ancak birey devlete
karşı çatışmaya giremez. Girdiği durumda devlete savaş açmış gözüyle bakılır ve
yine kanun çerçevesinde devlet bireyi çatışmada yener. Bunun gibi durumlara
isyan, ayaklanma, terör ve benzeri bir çok isim verilebilir. Tam olarak da bu
yüzden devletin birey karşısında kesin ve sarsılmaz bir otoritesi ve gücü
vardır. Bu güç temelde kanunlara dayanır.
Bu durumda devletin
bireye koyduğu yasakların haricinde bıraktığı ve yapmasına izin verdiği şeyler
de bireyin hakları olarak adlandırılabilir. Ancak unutulmamalıdır ki toplumun
aksine devletin insanlarla organik bir bağı olmak zorunda değildir. Bu yüzden
devlet insanlara haklar tanıma konusunda bir zorunluluk içindedir. Zira devleti
bireyler kurmuştur. Bu sebepten devlet insanlara izinler verir, bunların adı da
haktır.
Öyle ki hak
dediğimiz kavram bir irade için (ne var ki birey olarak seçilmiştir bu irade)
bir çatışmada kendinden üstün gelen başka bir irade tarafından tanımlanmış
izindir. Yani, var olabilmesi için yasaklamanın da var olması gerekmektedir.
Şüphesiz bu noktada yalnızca birey-toplum ya da birey-devlet değil,
birey-birey, toplum-devlet, hatta birey-tanrı ilişkisi bile analiz edilebilir.
Hakların Doğal Hali
Kısaca bu doğrultuda
değinmek istediğim bir diğer nokta da bu yasaklamaların temeli olacaktır. Yani,
bir anlamda haklar için tanımlanabilecek bir doğal hal. Burada şüphesiz ki
bahsedilmesi gereken isim Hobbes’tur. Henüz toplum (ve dolayısıyla devlet)
oluşmadan önce bireylerin doğal hallerinde her şeyi yapma özgürlükleri vardı.
Hırsızlık, vücut bütünlüğüne saldırı, cinayet, ve tüm benzeri olgular özgürlük
içinde tanımlanmaktaydı. Ne zaman ki bu özgürlükler daha güçlü bir irade
karşısında yenik düştü –ki bu da başta bir zorba, ardından da toplum ve devlet
olacaktır- o zaman özgürlük yerini haklar ve izinler aldı. İşte tam olarak da
bu sebepten dolayı hak denilen kavram bir otoriteyle yakından ilişkilidir.
Mill'in
Senaryolarına Dönüş
Şimdi Mill’in
senaryolarına dönecek olursak (zira artık hak üzerine bir tanıma sahibiz)
karşımıza çıkacak durum şöyledir. İkinci senaryoda Mill bir bireyin güçle
kendisi hariç tüm bireyleri susturduğunu söylemektedir. Burada haktan
bahsedilebilir mi, yani bireyin haklarının arasında kendi hariç herkesi susturmak
var mıdır? Burada bir sorun var gibi gözükebilir, ancak yoktur. Gözükebilecek
olan sorun da şöyledir. Eğer ki bir birey elinde zaten gücü tutuyorsa, yani
kendinden başka bir güç yoksa ve (hatta Mill bu kadar uca çekmemiş olsa da) bu
bireyin elinden gücü almanın bir yolu olmasa da bu bireyin haklarından
bahsedilmektedir. Ne var ki yukarıda yapılan tanımlara göre haklar ancak ve
ancak bir kısıtlama sayesinde tanımlanabilmektedir. Öyleyse elinde güç
bulunduran bireyi de kısıtlayan bir şey vardır, ancak bu birey en güçlüyse o
zaman bu birey kısıtlanamaz... Denildiği gibi burada bir sorun yoktur. Zira tüm
bireyleri kapsayan bir etik doktrininden bahsetmek mümkündür. Bu doktrin
sayesinde bu birey kısıtlanmaktadır. Aslında, tam da analiz edildiği gibi bu
birey de –her ne kadar elinde güç bulundursa da- kısıtlanmıştır.
Normatif Etik
Teorilerine Göre Güçlü Birey İncelemesi
Bu bireyi ne
kısıtlamıştır sorusunun cevabı verilmiştir: Etik doktrinler. Öyleyse bu bireyin
hakkı olup olmadığını anlamak için bu birey etik doktrinleri çerçevesinde
incelenmelidir.
Kant Perspektifinden
Güçlü Birey
İlk normatif teorisi
olan Kant Etiğinde ana nokta ödevdir. Kant’a göre evrensel ve her durumda
uygulanması gereken bir ödev vardır. Bu ödev bir prensip gibi
değerlendirilebilir. Bu prensip birey için her durum, şart, koşu, yer ve
zamanda, herkese karşı geçerliliği olan bir yerde olmalıdır. Yani, birey için
her şeyin önünde ve her şeyden önemli görülmelidir. Bu sebepten Kant,
bireylerin etiğe uygun olup olmayışını davranışlarıyla tanımlamaktadır. Basitçe
örnek verilirse işini yapan bir asker etiğe uygundur, her ne kadar cinayet
toplum yargılarında (ve diğer etik teorilerinde) etik dışı sayılsa da.
Bu sebepten dolayı
Mill’in ikinci senaryosundaki bireyin etiğe uygun olup olmadığını görebilmek
için bu bireyin evrensel ödevleri ve prensipleri araştırılmalıdır. Bireyle
ilgili tek bilgimiz elinde güç bulundurduğu ve bir fikre sahip olduğu ve
diğerlerinin fikirlerini baskıladığı olduğuna göre bu üç parametre üzerinde bir
ödev analizi yapılmalıdır.
Bireyin fikirleri
vardır. Birey bu fikirleri ifade etmektedir. Öyleyse bireyin fikirlerin ifade
edilmesini bir prensip olarak gördüğü söylenebilir. Bu durumda, eğer ki elinde
güç bulunduran birey fikirlerin ifade edilmesini evrensel bir hak olarak
görüyorsa ve aynı zamanda başkalarının fikirlerini beyan etmelerine izin vermiyorsa
bu birey etik dışı olarak görülecektir. Bu durumda sonuç kesindir. Ancak nasıl
olur da elinde güç bulunduran bu bireyin fikirlerin ifade edilmesini evrensel
bir prensip olarak gördüğü söylenebilir?
Şöyle ki Kant’ın da
önerdiği üzere eğer ki bir birey bir davranış sergiliyorsa, o zaman bu bireyin
bu davranışı sergilemesine izin verecek bir prensibi olmalıdır. Aksi takdirde
bu bireyin bunu yapma hakkından bahsedemeyiz. Kant’ın prensipleri bireyler için
bir hak tanımlar. Bu hak, aksinin yapılmasının yasağından doğar. Yani, adam
öldürmemek birey için bir prensipse, bu adam öldürme hakkının yoksunluğundan
ortaya çıkar. Ya da toplum içinde çıplak gezmek bir prensipse, bu çıplak
gezmemenin hakkının yoksunluğundan, yani yasağından doğar. Bu yüzden prensipler
ödevlerle birlikte hakları ve yasakları da tanımlamaktadırlar. Öyle ki ödeve
uymamak bir yasaktır.
Bu netlikle
bakıldığında denilebilir ki eğer bir birey fikirlerini ifade ediyorsa, o zaman
fikirlerin beyan edilmesi onun için bir prensip olmalı ve fikirlerin beyan
edilmemesi durumu yasak olmalıdır. Bu yüzden bireyin fikirlerini beyan etmeme
hakkı yoktur. Öyle ki Kant’ın sunduğu prensipler zorunlu olarak evrensel
prensipler olacaktırlar. Yani, bir başka deyişle herkes için geçerli
olacaktırlar. Öyleyse bireyin ödevi kendi için değil başkaları için de
geçerlidir, yani fikrini ifade eden bir bireyin evrensel bir fikirleri ifade
etme prensibi olacaktır ve tüm diğer bireylerin fikirlerini ifade etme
haklarını da tanıyacaktır.
Özel olarak bu
durumda elinde güç bulunduran bir bireyden bahsedildiği için bu bireyin
diğerlerinin fikirlerini ifade etme haklarını elinden almama ödevi de vardır.
Bu yüzden de bu birey Kant için etik dışı sayılır!
Öyleyse, kendinden
daha yukarıdaki bir kısıtlama olduğu için bu bireyin hakları arasında
başkalarının fikirlerini ifade etme haklarını ellerinden alma hakkı yoktur.
Öyleyse, bu birey Kant Etiği uyarınca haksızdır!
Mill Perspektifinden
Güçlü Birey
Burada basit bir
kabulle başlamak durumundayız. Bu kabul de istediği şeyi yapan insanların mutlu
olacağıdır.
Başlamak gerekirse,
Mill Etiği, ikinci normatif etik teorisidir, bir diğer ismiyle faydacılık
[utiliterianism]. Bu teori önerir ki toplam faydanın fazla olduğu durum etiğe
uygundur. Burada faydadan kasıt kesinlikle maddi olmak zorunda değildir,
mutlulukta bir faydadır.
Kurulan senaryoda
basitçe görülür ki güçlü birey diğerlerini susturmaktadır. Susturmak
kelimesiyse anlam olarak konuşmak isteyen birinin konuşmasının engellenmesidir
(sağ duyuya uygun haliyle). Öyleyse, bu bireyler konuşmak istemektedirler.
Ancak konuşmalarına izin verilmemektedir. Öyleyse, baştaki düz-mantık kabulün
de yardımıyla denebilir ki bu bireyler mutsuzdur. Mutsuzlukların kaynağında da
gücü elinde bulunduran ve onları susturan birey vardır.
Bireyler susturulmuş
olduklarında, olmadıkları durumdan daha mutsuz olacakları için sustukları durum
etik dışıdır Mill’e göre. Bu yüzden bu etik dışılığın birincil sebebi de gücü
elinde bulunduran birey olduğuna göre, basitçe denilebilir ki bu bireyin
davranışları etik dışı olduğu için kendi de etik dışıdır; sonuç olarak bu birey
için verilen hakların dışına çıkmakta, yasağa karşı gelmektedir. Bu sebepten
dolayı yine, bu birey haksızdır!
Aristotales
Perspektifinden Güçlü Birey
Üçüncü normatif etik
teorisi de antik Yunan filozofu Aristotales’indir. Aristotales üç eserinde
etiği sekiz erdem altında incelemiştir. Bunlar sırasıyla, cesaret, aşırıya
kaçmama, sabır, dürüstlük, zekilik, dost-canlısı, alçak gönüllülük ve içten
kızgınlık . (4) Bu erdemlere sahip bireyin etiğe uygun birey olduğunu ve etiğe
uygunluğun kişiyle, davranışlarla olmadığını savunmuştur.
Derinlemesine
analize ihtiyaç duymadan elinde güç bulunduran ve kendi hariç kimsenin fikrini
ifade etmesine izin vermeyen bir bireyin en azından aşırıya kaçmama erdemini
göstermediği söylenebilir. Zira kendi hariç herkes şüphesiz ki aşırı bir
tutumdur. Benzer şekilde çeşitli analizler ve tahlillerle bu bireyin cesaretten
ya da sabırdan yoksun olduğu da söylenebilir. Benzer şekilde bu bireyin
dost-canlısı olmadığını söylemek de hatalı olmayacaktır.
Genel hatlarıyla
Aristotales etiğine de karşı geldiği için bu bireyin yine haksız olduğu zira
kendine tanımlanmış hakların dışına çıktığını iddia edebiliriz. Bu yüzden, yine
bu birey haksızdır!
Özetle, ikinci
senaryodaki birey, yani elinde gücü bulunduran ve kendisi hariç kimsenin
fikirlerini ifade etmesine izin vermeyen bireyin haksız olduğu söylenebilir.
Burada, ilk senaryoya dönülmelidir. Zaten Mill’in temel noktası bu senaryonun
da en az diğeri kadar haksız oluduğudur.
O halde bu kez bir
bireyin susturulduğu ve tüm insanlığın fikrini beyan ettiği durum, yani elinde
güç bulunduran bireyler ya da elinde güç bulunduran toplum incelenmelidir.
Söz konusu olan var
olan en büyük ve devrilemez bir güce sahip olan bir birey olmadığı için bu senaryo
incelenirken devlete baş vurulabilir. Zira, devlet hem birey, hem de toplumdan
daha güçlü bir otoriteye sahiptir. Ne var ki bunun felsefi açıdan bir gücü
olamayacaktır. Çünkü yapılması gereken şey, devlet yokmuş gibi davranıp bu
senaryoyu birey-bireyler bazında incelemek olacaktır. Öyleyse yine amaç, elinde
güç bulunduran ve bir bireyi susturan bireylerin etik koda uyup uymadığını
bulmak olacaktır. Bu doğrultuda yine normatik etik teorilerine başvurulmalıdır.
Kant Perspektifinden
Güçlü Topluluk
Bireyler topluluğu
[kullanım açısından kolaylık için topluluk kelimesi kullanılacaktır] bireyi
susturma hakkına sahip midir? Yani, bu durum onların kendilerine koyduğu
prensiple çelir mi?
Benzer bir yol
izlenebilir. Eğer ki topluluk fikirlerini ifade ediyorsa bu onların prensibiyle
çelişebilir çünkü kendileri kendi fikirlerini ifade edebilmektedirler. Bu
yüzden topluluk etik dışı kabul edilebilir. Bir başka deyişle, güçlü birey
üzerinden yapılmış analiz burada da ayakta kalmaktadır. Bunun sebebiyse Kant
için iki senaryonun temel bir fark taşımamasıdır. Her iki durumda da bir güç
diğer(ler)ini baskılar ve her iki durumda da bu güç baskıladığı şeyi aynen
yapmaktadır. Bu temel çelişki bu düzlemde kurulacak her durum için de geçerli
olacaktır çünkü Kant’ın çizdiği etik çizgisi evrensel bir çizgidir.
Bu sebepten ötürü
Kant için topluluk da etik dışıdır ve yine aynı şekilde kendine hak olarak
tanımlanmamış bir şeyi yaptığı için topluluk haksızdır!
Kısaca denilebilir
ki Kant perspektifinden Mill’in kurduğu eşitlik doğrudur, yani tam olarak da
iki senaryo arasında haksızlık açısından bir fark yoktur; iki senaryo da
haksızdır!
Mill için
incelenmeden önce Aristotales için incelenmesi yazının akışı açısından uygun
görülmüştür.
Aristotales
Perspektifinden Güçlü Topluluk
Benzer biçimde
Aristotales Etiği de topluluğu erdemlerden yoksunlukla tanımlayacaktır. Bunun
temel sebebi yine aynıdır. Her iki durumda da bir güç vardır ve bu güç
arkadaşçıllıktan, alçak gönüllülükten ve sabırdan ve analiz edilebildiği
takdirde cesaretten yoksundur. Yani, Aristotales için de güçlü topluluğun ve
güçlü bireyin arasında temel bir farklılık yoktur.
Bu sebep yüzünden
Aristotales Etiği için de güçlü topluluk etik dışıdır, yani hakkı olmayan bir
şey yapmaktadır. Bu sayede haksızdır! Yani, Aristotales Etiği için de Mill’in
kurduğu eşitlik ayakta ve geçerlidir.
Mill Perspektifinden
Güçlü Topluluk
Faydacılık
(yararcılık) için en önemli şeyin fayda olduğu söylenmişti. Benzer biçimde
mutluluk ve fayda arasında bir geçişin olabileceği de belirtilmişti. Bunları
baz alarak ortaya şu sorun çıkar: Topluluk bireyi susturmaz ise birey topluluğu
mutsuz edecektir, topluluk susturur ise birey mutsuz olacaktır. İlk durumda
topluluk mutsuzdur, ikincisinde birey. Topluluk bireyden sayıca ve değerlerce
fazla olduğundan bireyin mutsuz olması topluluk için kabul edilebilirdir.
Öyleyse Mill Etiği açısından Mill’in eşitliği hatalıdır.
Bunu kabul etmenin
büyük bir problem oluşturacağı düşünülürse buradaki amaç sorunu ortadan
kaldırmak olmalıdır; yani bireyin mutsuzluğunun toplumunkinden yukarıda olduğu
kanıtlanmalıdır. Bu sonuca giderken seçilebilecek birkaç yol ve birkaç analiz vardır.
Öncelikle, bireyin mutsuzluğunun çok daha hayati olduğu savunulabilir (zira
Mill ihtiyaçlar arasında da bir hiyerarşi tanımlar) ve iki, potansiyel faydadan
bahsedilebilir. Bunların dışında bir de bireyin fikirlerini ifade etmesinin bu
kadar keskinlikle topluluğu mutsuz etmeyeceği savunulabilir.
Başlamak gerekirse,
potansiyel fayda: Mill faydalı olanın etiğin içinde olduğunu söylemektedir. Bu
durumda fayda ve mutluluk arasına bir çizgi çekerek denebilir ki, her ne kadar
topluluk mutsuz olsa bile bireyin ifade etmek istediği fikrin potansiyel bir
faydası vardır. Bu fayda sadece bir olasılık hesabından ibarettir. Denilen odur
ki susturulan bireyin fikrinin topluluğa faydalı olup olmayacağı
bilinmemektedir. Bu yüzden susturulmuş bireyin fikri potansiyel bir fayda
taşımaktadır, bu yüzden Mill Etiğine göre değerlidir.
Buna rağmen topluluk
her ne kadar susturulmuş bireyin fikrini bilmese de onun ne olabileceğini
tahmin etmektedir, yani kuvvetli bir şüphesi var olabilir. Bu durumda toplum
için söylenebilecek şey yine aynı analizden geçer, eğer ki bir fikir
dillendirilmemişse bunun ne tepki çekeceği de ancak tahmin edilebilir. Burada
birkaç senaryonun oluşturulması gerekir: (a) susturulmuş bireyin fikri
topluluğa yararlı olacaktır; (b) bireyin fikri topluluğa yararlı olmayacaktır.
(a) senaryosuna
bakıldığında potansiyel fayda pratik faydaya dönüşmüştür. Bu yüzden Mill için
olduğundan daha da değer kazanmıştır. Bu durumda fikir her ne kadar karşıt gibi
gözükse de bu topluluğun bir yanlış anlaması, bireyin yanlış izlenimi ve
benzeri bir çok sebepten dolayı olabilir. Burada olayın sebepleri değil olayın
olma olasılığının gerçekliği önemlidir. Yani, fikir gerçekten potansiyel
faydasını pratik faydaya çevirebilir. Bu sayede de Mill’in sorunu çözülebilir.
(b) senaryosunda ise
bu fikir potansiyel faydasını pratik faydaya çevirmeyi başaramaz, yani topluluk
tıpkı kuşkulandığı gibi doğrudur ve kendi çıkarlarıyla bireyin fikrinin
önerdikleri örtüşmez. Ancak burada da bir olasılık vardır. Bu olasılık da
topluluğun çıkarlarının değişmesinin olasılığıdır. Bunun olmasında payı olan
etken topluluk oluşundandır. Zira topluluk adı verilen şey toplum gibi bir
toplu değerler bütününe sahip değildir. Bunu dayatmaz içindekilere ancak zaten
aynı değerlere sahip bireyler tarafından oluşturulur. Bu yüzden bahsedilen şey
toplum gibi güçlü ve değişmesi zor bir iradeden ziyade, bireylerdir, yani daha
zayıf iradelerdir. Bu sayede de denilebilir ki bu fikrin her ne kadar karşı
duranı çok olsa da insanların fikirlerini değiştirme potansiyeli de vardır. Bu
sayede fikir yine potansiyelden pratik faydaya geçebilir.
(b) senaryosunda, ya
fikir topluluğun fikirlerini değiştirmezse, noktasına gelindiğinde de denmesi
gereken şey aslında biraz da felsefenin temeliyle ilgili bir noktadır. Nasıl ki
felsefenin amaçlarından biri tıpkı Wittgenstein’ın Tractatus’un ön-sözünde
söylediği gibi yeni bir bakış açısı kazandırmaksa, bu kabul edilmeyen ve ikna
etmeyen fikir de duyulduğu andan itibaren insanlar için anlam kazanacaktır.
İnsanlar fikri duydukları andan itibaren bunu düşünecek, tartışacak, eğer bu
denli derinlikli insanlar değillerse bile zihinlerinde yer edecektir. Ki bu
basit adım da aslında yeni bir bakış açısı kazandırma konusunda önemli bir
adımdır. Tam olarak da bu başarıyı sağlama konusunda önemli bir adım olduğu
için yine fikir potansiyel faydadan marjinal dahi olsa bir pratik faydaya geçiş
yapacaktır. Bu da Mill’in sorununun çözebilecek başka bir olasılıktır.
Şimdi geriye kalan
olasılıkları toplamak gerekirse;
Burada üçüncü nokta
olan durumun bu kadar keskin olmayacağı noktasına geçmek gerekir. Eğer ki
topluluk az önce yapılan analize uyuyorsa topluluk kendi fikirleri için fanatik
değildir, bir hata payı bırakmıştır. Bu durumda potansiyelden pratiğe geçiş
gözlenebilir. Ancak eğer ki bu analiz hatalıysa, yani topluluk kendi fikri
konusunda fanatik ise, yani hayattaki hiçbir şey onu bu fikirden
vazgeçiremeyecek ise, o zaman topluluğun bu kadar koyu bir tutum sergilemesi de
rasyonel bir davranış değildir. Temelsizdir, bu yüzden kabul edilemezdir.
Yani, toplum fikrine
hayatını adama derecesinde bağlıysa o zaman herhangi tek bir bireyin fikrini
ifade etmesi onlar için çok da önemli bir farklılık olmayacaktır. Zira topluluk
bu fikre bağlıdır ve ayrılmayacaktır. O halde bireyin fikrini ifade etmesi de
topluluğun direkt mutsuzluğu anlamına gelmeyecektir. Yani, topluluk mutsuz
olmayacaktır, yani Mill’in sorunu yine çözülecektir.
Son ve yeni bir
nokta olarak mutluluğun hiyerarşisinden bahsedilebilir. Bu da demek olur ki her
ne kadar topluluk bireyin susmasını istese de aslında bireyin bu fikri ifade
ettiği anki mutluluğu toplumun toplam mutsuzluğundan fazladır. Yani, bireyin
hazzı topluluğun hazzından yukarıdadır hiyerarşide.
Bunu da iki durum
için incelemek gerekir: (1) bireyin fikrini ifade ettiği anki mutluluğu topluluğun
o anki mutsuzluğundan, büyüktür; ve (2) büyük değildir.
(1) durumunda
şüphesiz ki Mill’in sorunu çözülecektir. Ancak bunu analiz etmek gerekir. Nasıl
olur da bir bireyin bir fikri ifade ettiği anki mutluluğu tüm toplumunkinden
büyük olur. Bunu yukarıda kullanılan bir kavramla açıklamak mümkün olabilir:
fanatizm. Eğer ki susturulan birey fikri konusunda fanatik ise, yani bu birey
hayatını bu fikri ifade etmekle kıyasladığında ifae etmeyi seçiyor ve hayatını
bir kenara itiyorsa, bu birey şüphesiz ki bu durumda daha mutlu olacaktır.
Ancak ve ancak,
bireyin bu mutluluğunun geçerli olabilmesi için fanatik olmayan bir toplulukla
yüz-yüze olması gerekmektedir, aksi takdirde bireyim mutluluğu topluluğun
mutluluğundan az olacaktır. Yani, bir deyişle eğer ki topluluk normal ve birey
fanatik ise, bireyin ifade ettiği durumda toplam mutluluk daha fazla olacaktır
ve bu yüzden yine Mill’in sorunu çözülecektir.
(2) durumundaysa iş
daha karışıktır. Yani (I) bireyin de topluluğun da fanatik olduğu durum; (II)
bireyin normal, toplumun fanatik olduğu durum; ve (III) topluluğun da bireyin
de normal olduğu durum.
(I) geçerliyse, her
iki taraf da fanatiktir. Bu durumda yukarıda belirtilmiş ikinci nokta geçerli
olacaktır, yani topluluğun fikirleri o kadar değişmez olacaktır ki topluluk
karşıt fikri görmezden gelecek ve dolayısıyla duymayacaktır. Bu durumda üstüne
üstlük birey fikrini ifade edebildiği için maksimum mutluluk sağlanabilecektir.
Yani, birey fikrini
ifade ettiği için mutlu olacaktır ve topluluk da bu fikirden etkilenmediği için
üzülmeyecektir, kısaca Mill’in sorunu çözülecektir.
(II) geçerliyse tam
olarak da yukarıdaki nokta geçerlilik kazanacaktır. Yani, birey için ortalama
bir mutluluk sağlanabilirken topluluk bundan etkilenmeyecektir. Bu sayede hem
topluluğun mutluluğu azalmayacak, hem de birey mutlu olacaktır. Bu sayede
toplam haz artacağından Mill’in sorunu çözülecektir.
(III) geçerliyse, bu
durumda da potansiyel faydanın pratik faydaya geçişi gözlenecektir ki bu da
belirtilen ilk noktadır. Bu sayede mutluluk olmasa bile toplam fayda diğer
durumdan daha fazla olacağından yine ortada sorun kalmayacak Mill’in sorunu
çözülecektir.
Kısacası, Mill’in
sorunu çözülmüş olacaktır.
Bu sayede rahatlıkla
denilebilir ki güçlü topluluk kendi için tanımlanmış bir yasağı çiğnediğinden
haksız duruma düşmektedir. Yani, Mill'in başta kurduğu iki senaryo arasında
gerçekten de bir benzerlik ve haksız oluşları arasında bir eşitlikten bahsetmek
mümkündür, hatta kaçınılmazdır. Sonuç olarak Mill'in dediği üzere her iki
durumda da ortada bir hak tanımlanamaz!
Dipnotlar:
(1) The definition
of Morality/ Plato Stanford (2002). Değiştirilerek kullanılmıştır.
(2) Kaynakça gerekli
görülmemiştir ancak istenilirse Ethica, birincil olarak gösterilebilir.
(3) Benzer biçimde,
birincil kaynak olarak Utilierianism.
(3) Nichomachean
Etiği, Eudemian Etiği ve Büyük Ahlak [Nichomachean Ethics, Eudemian Ethics,
Magna Moralia]
Berk Celayir / İzmir Kız Lisesi / İzmir
Derecesi: 5
Derecesi: 5
Bilim yalnızca insanın yapması gerekeni ya da
yapabileceğini bilmesinden ibaret değildir; yapabileceğini ama belki de
yapmaması gerektiğini bilmesini de içerir.” Umberto Eco, Gülün Adı
Yüzyılların kültürel
ve tecrübî imbiğinden damıtılarak bugünkü olgunluğuna eren, günümüzdeyse (19.
yy'ın pozitivist-objektivist akımlarının etkisiyle) 'kutsalsızlar'[1]
tarafından bile belli bir kutsiyet atfedilen bilim, insana potansiyellerinin,
değerlerinin, yaptıklarının, yapabileceklerinin ve keşfedip sunabileceklerinin
uçsuz bucaksız bir ufkunu gösterir.
Bilim, en başta
insanların karşı konulamaz arzularından biri olan 'merakı tatmin arayışı'nın
sağlam bir rehberi, bitmek bilmez ihtiyaçların durmak bilmez bir karşılayıcısı,
içindeki boşluğu bilerek, öğrenerek doldurmak isteyen kaşif ruhlu insanların
ise bir hayat anlamlandırıcısıdır.
Peki bilim, kuru
kuruya bir "yaptıklarımız, bildiklerimiz ve sunduklarımız"
listesinden mi ibarettir. Bilimin sınırları nelerdir? Günümüzde bilimin
sınırları deyince ne anlaşıldığı bir yana, bilimin sınırları "vakit ve çağ
gözetmeksizin" ne olmalıdır? Bilim, nereye elini atıp nereden burnunu
çekmelidir? Tüm bu sorular bilim ve 'ahlak felsefecilerinin' (çünkü, bilimin
-meli, -malı sınırlarından bahsediyorsak esas mesele ahlak demektir) olduğu gibi
bilim adamlarının da uzun uzun düşünmesi gereken meselelerdir. (bilimin
"ürünleri" tüm insanlığın ortak malı olduğuna göre herkesi bunu
düşünmeye davet etmek yanlış değilse de icabet bulmayacaktır)
Lakin, ne yazık ki
günümüzde "bilim etiği" denildiğinde insanların (özellikle bilim
adamları ve akademisyenlerin) aklına gelen ilk ve çoğu zaman tek şey
"akademik araştırma etiği" yani akademik yayın hazırlarken dikkat
edilecek hususlardan ibarettir.
Evet, kabul etmek
gerekir ki bunlar da önemli şeylerdir. Neticede, akademik değer atfedilecek bir
ürünün belli etik sınırlarına uyması gerekir. Ama iş sadece bununla mı
bitmelidir? Bilimin etik sınırları demek sadece bir kitaba atıf yaparken
"sayfa numarasının düzgün yere yazılması" ya da "alıntının tam
bir kesme işareti ile ayrılması"ndan ibaret midir?
Bilim adamlarının
biraz da kafalarını "akademik gürültülerinden" kaldırarak insana,
topluma, dünyaya bakması "atıf sırasına" gösterdikleri ilgiyi
"bilimin ahlakı ve 'gönüllü sınırlılığına' [2] da göstermeleri gerekir.
Bilim, en
nihayetinde evrensel bir etkinliktir ve ortaya koyduğu ürünler de insanlığın
ortak malıdır. Madem bilimin etki alanı tüm insanları ilgilendirmektedir,
öyleyse 'bilimi icra eden kişilerin' tüm insanlığın sorumluluğunu alarak ve bu
hassasiyete uygun davranarak işlerini yapmaları gerekir... Bu hassasiyete
dikkat edilmediği takdirde başımıza neler geleceğini birkaç örnek üzerinden
göstermek eminim faydalı olacaktır.
1940'lı yıllara
gidelim... 2. Dünya Savaşı yıllarına... Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom
bombalarının akıbeti herkesin malumudur. İki atom bombasının aldığı onca can,
verdiği onca hasar, bir toplumda, hatta bütün dünyada bıraktığı yüz yıldır
etkisi geçmeyen bir travma... Bilimin, "sınırlarına riayet
etmemesinin" verdiği sonsuz bir acı...[3] Evet, bilim adamının görevi
atomun içinde güçlü bir enerji olduğunu bulmak, gerekirse bundan verimli ve
tehlikesiz bir enerji üretmenin yollarını aramak, bu konunun derinlemesine inip
atom hakkındaki gizli gerçekleri açığa çıkarmak olabilir. Ancak hiçbir bilim
adamı "atomun bu enerjisini açığa çıkarıp toplu bir katliama sebep
olmak" gibi bir göreve sahip değildir... Bu husus, bilim etiğinin kırmızı
bir sınır çizgisiydi, ancak bu çizginin aşılması insanlık adına felaket
doğurmuştur.
Aynı çizgi üzerinden
ikinci bir örnek olarak Çernobil kazasını (katliam demek daha doğru olur)
gösterebiliriz. Çernobil nükleer santralinde de bilim adamları "reaktörün
çalışması aniden durdurulduğunda buhar türbinlerinin daha ne kadar süreyle
çalışmayı sürdüreceğini ve böylece ne kadar süre acil güvenlik sistemine güç
sağlayabileceğini" [4] öğrenmek için milyonlarca insanın, binlerce
coğrafyanın hayatıyla kumar oynamış, reaktörün tüm güvenlik sistemlerini
kapatarak faciaya göz göre göre sebep olmuşlardır. Eğer bilim adamlarının
merakı milyonlarca insanın yaşam hakkıyla çatışıyorsa bu bilim için aşılmaz bir
sınırdır, ancak bu aşılmış ve bir katliama sebep olunmuştur. [5]
Peki ya tüm bu
örnekler (ve daha nicesi) bilim adamlarının "sınırlarına riayet
etmemeleri" yüzünden başımıza gelmemiş midir? Peki ya bilim insanlarının
"çoğu" nasıl bu kadar duyarsızlaşıp ahlakı insanlığın değil de
akademik yayınların içine indirgeyebilecek kadar duyarsızlaşmıştır? Benim bir
tahminim var: acaba bu kişiler bilimin ve toplumun etiğini de içeren
"felsefe"yi küçümsedikleri için bunlar başımıza gelmiş olabilir mi?
Eminim, bu etken, saydığım sorunlar üzerinde tek değilse bile önemli bir rol
oynamıştır.
Sonuca gelirsek
bilim, "sınırsızca bilmek", "sınırsızca yapmak" ve -sanki
iyi bir şeymiş gibi- "sınırsızca sunmak"tan ibaret değildir. Başta da
dediğimiz gibi bilim bir "yapılanlar, bilinenler, sunulanlar" listesi
değildir. Bilim adamının görevi ise bu listeyi umursamazca genişletmek hiç
değildir. Duyarlı ve sınırlarını bilen bir bilim insanının bu listeye bir madde
daha eklerken durup düşünmesi, sorumluluğunu aldığı milyonlarca insanın
hesabını iyi yapması gerekir.
Umberto Eco'nun da
dediği gibi: "Bilim yalnızca insanın yapması gerekeni ya da yapabileceğini
bilmesinden ibaret değildir; yapabileceğini ama belki de yapmaması gerektiğini
bilmesini de içerir."
---
[1] 'Kutsalsız'
olarak bahsettiğim kişiler materyalizm, natüralizm, scientificism gibi
'kutsalsız' akımların etkisinde kalmış kişilerdir. Değindiğim nokta ise bu
kişilerin kabul ettiği bir kutsal olmadığı halde genellikle bilime bir çeşit
kutsiyet atfetmeleridir.
[2] gönüllü
sınırlılık: yapılabileceği halde sınırlardan ötürü gönüllü olarak yapılmaması
gereken şeyler.
[3] Yanlış
anlamaları gidermek için burada şunu not etmekte fayda var: popüler bir sanı
olarak "aslında bilim adamlarının atom bombasını bulmak istemedikleri,
sadece "kötü niyetli insanların"(!) bilim adamlarının
"masum" buluşunu şeytanca kullandıkları" sürekli söylenir. Ne
hikmetse bilim adamları tarafından atomdaki yok edici enerjinin açığa
çıkarılabileceği gerçeği tesadüfen 2. Dünya Savaşı esnasında bulunmuş ve kötü
insanlar da bu gerçeği hemen kendi emellerine(!) alet etmişlerdir... Ne yazık
ki gerçekler bu kadar masum değildir, 2. Dünya Savaşı sıralarında bütün
devletler atom bombasını bulmak maksadıyla çalışmalar yapmış, bilim adamlarının
çoğu bu etkinliklerde seferber olmuştur. Eğer ABD elini çabuk tutup bu enerjiyi
rakiplerinden önce bulmasaydı Almanya'da aynı enerjiyi bulmak için çabalayan
(bilim dünyanın "dev" isimlerinden) Heisenberg bulacak, sadece
kullanımı el değiştirecekti.
[4]
http://tr.wikipedia.org/wiki/Çernobil_reaktör_kazası
[5] Verdiğim
örnekler hakkında "bu bilimin değil bilim adamlarının suçudur"
şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak, bilim dediğimiz kavram zaten bir tüzel
kişiliktir, bilim, "bilim insanı" titrine sahip olan bireylerin
faaliyetlerine verilen ortak isimdir. Eğer bilim yapabilme, üniversitelerde
eğitim verip öğrenci yetiştirebilme, laboratuvarlarda/reaktörlerde sorumluluk
alabilme gibi yetkilere bilim otoriteleri tarafından uygun görülmüş insanların
göz göre göre yaptığı hatalar söz konusuysa bu noktada bilimin tüzel kişiliğine
de eleştiride bulunmak doğru olacaktır.
Evrim Zeybek / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / Istanbul
Derecesi: 6
Derecesi: 6
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok
demektir” Michel Foucault
DÜŞÜNCE, İNSAN, YAŞAM BİRLİĞİ
Postmodernizm
2. Dünya Savaşı sonrası etkisini göstermeye başlayan, felsefe alanında ise 1960'lı
yıllarda Fransız filozofların öncülüğüyle yolunu çizen bir akımdır.
Postmodernizm kelime anlamıyla "ileri modernizm" demektir. Modern
felsefenin evrensel, genel-geçer olma isteğine karşı çıkılır ; kuramların doğru
veya yanlışlığı değil temelleri sorgulanır. Postmodernizmin çıkış noktasında
duran filozoflardan biri olan Nietzsche nihilizm felsefesinin kurucusu ve
öncüsü olur. İnsanların sahip olduğu değerlerin belli toplumsal kurallar
üzerinden, sorgulanmadan dayatılmasına veya bilinçsiz bir şekilde öğrenilmiş
olmasına karşı çıkarak modernizme de eleştiri getirmiş olur. Nietzsche'ye göre
insan bir birey olarak kendi değerlerini kendi seçmelidir. Önemli olan bu
değerlerin doğruluğu veya yanlışlığı değil; benimsediği değerlerin temelinin
sağlam olması ve insanın buna bilinçli olarak karar vermesidir. Aynı Nietzsche
gibi, insanların eserlerine tapmasını değil, eserlerinin okunduktan sonra
atılmasını isteyen biri de Michel Foucalt'tır. Postmodern felsefeyi benimsemiş
olduğunu reddeden Foucalt nihilizm ve egzistansiyalizmden etkilenir. Foucalt
modernizmin getirdiği kuralların, değer yargılarının, insanların çevresi ve
kendisiyle olan ilişkilerindeki görünmez sınırların dünyayı hapishaneye bizi de
tutsaklara çevirdiğini söyler. Bu yüzden toplumun tüm alışkanlıklarından ve
monoton yaşayışından sıyrılmış olan delileri örnek gösterir. Ona göre deliler,
bu hapishanenin dışında kendi yollarını kendilerince, etki altında kalmaksızın
çizebilen insanlardır.
Varoluşçu
felsefenin öncülerinden Jean Paul Sartre insanları ikiye ayırır: kendinde
varlık, kendisi için varlık. Kendinde varlık eksiksizdir, tamdır ve bu yönüyle
de bilinçsizdir. Kendi eksiklerini göremez ve sorgulamaz. Kendisi için varlıksa
eksikliğinin bilincinde, sorgulayan bilinçli varlıktır. Kendi için varlık
praxislerinin bilincindedir, tek başına var olamayacağının farkındadır ve
"öteki"nin varoluşunu koşulsuz kabul eder. Kendinde varlıkların bir
masadan farkı yoktur, çünkü masanın insandaki gibi düşünme ve kendi düşünceleri
doğrultusunda bir eylem gerçekleştirme olanağı yoktur. Bu durumda da deliler
Foucalt için bilinçli varlıklardır. Bunun yanı sıra insanlar sürekli bir
iktidar savaşı içindedir. Bakışlarla başlayan bu savaş karşındakine
yabancılaşmana ve onu nesneleştirmene kadar devam eder. Kendinini sorgulamaya
başlayan varlık kendine yabancılaşıyor olmasının etkisiyle "bulantı"
hisseder. Bu"titreme/tanıma" olayı insanın kendine belli bir
mesafeden bakabilmesiyle gerçekleşebilir. Sartre'ın "Bulantı" adlı
kitabının bir bölümünde kitaptaki karakter Raquentine pencereden dışarı bakar
ve insanları seyreder, onları kategorileştirir. Onlara yabancılaşmıştır ve
onları birer birey değil nesne olarak görmektedir. Tanımladığı insanlar hep
aynıdır ve sadece dış görünüşlerinden oluşur, bir adamın düşüp burununu kırmasını
bile "o adamın rengi kırmızı" diyerek anlatır. Daha sonra kendine
dönmeyi başaran Raquentine duyduğu bulantının etkisiyle acı çekmeye başlar.
Günümüz
toplumunda insanlar aynı Raquentine gibi karşılarındakinin birey olduğunun
farkında olmadan belli değer ve alışkanlıklardan yola çıkarak hareket
ediyorlar. Kendinin kim olduğunu, ne olduğunu, nerden geldiğini veya ne için
yaşadığını sorgulayan ve kendisiyle yüzleşen insanlar bulundukları toplumda
çoğunlukla dışlanan, hor görülen bir kesim olmaktan kurtulamıyor. Sanayi
Devrimi ile başlayan ve kapitalizmle doruk noktasına ulaşan
"üretim-tüketim" ilişkileri insanları önceden belirlenmiş bir düzen
içinde kavrulmaya zorluyor ve böylece ekonominin söz sahibi olduğu bir
fabrikadan hep aynı tip düşünce ve görünüşte insanlar çıkıyor. Bilinçsiz
insanlar bu düzen içinde sorgulamaksızın hayatlarına devam ediyor ve
kendilerine ait olduğunu düşündükleri fikirlerini gözleri kapalı bir biçimde
savunuyor. 20.yy filozofu Foucalt, "Herkesin aynı düşündüğü bir yerde kimse
fazla bir şey düşünmüyordur" diyen 13.yy düşünürlerinden Mevlana'dan da
etkilenmiş olamaz mı ?
Auguste
Comte ,sosyoloji biliminin kurucusu olarak anılır ve toplumları 3 evrede
inceler. Bu evrelerden ilk ikisi teolojik ve metafizik evredir. Bu dönemlerde
birey kendi iradesinden uzaktır, kendini yaratan soyut güçlerin peşinden koşar.
Üçüncü evre olan pozitif evrede ise insanların düşünce biçimlerinin
gelişmesiyle bilim gelişir, birçok şey sorgulanmaya başlanmıştır. Sosyologlar,
Türk toplumunun hala metafizik evreyi geçememiş olduğunu varsaymaktadır. Bu
yüzden da toplumumuzda "hoş görme" kavramından çok "hor
görme" kavramı yaygındır. Kendini sorgulama cesaretini gösterebilmiş ve
bazı cevaplar bulmayı başarmış insanların, Orta Çağ'da geçirdikleri karanlık
yılların ardından olgusal evreye geçmiş ve kendini geliştirmiş bir topluma
sahip olan Avrupa'da Türkiye'ye göre çok daha normal karşılanacakları
aşikardır. Örneğin; ülkemizde bedenini, cinsiyetini, cinselliğini sorgulayan
transseksüel, homoseksüel, lezbiyenler, vb. toplumun "ahlak"
kurallarına aykırı oldukları söylenerek hor görülüyor ve bununla da kalmayıp
her yıl onlarca insan öldürülüyor. Peki ahlak kuralları bunun neresinde ? Kim
olduğunu merak etmek ve var olanı sorgulamak topluma zarar verecek bir davranış
mıdır? Toplumun zararını belirleyip yararını gözeten ne,kim?.. Antik Yunan
filozofu Sokrates, doğru bilgiye "diyalog" yöntemiyle
ulaşılabileceğini söylerken bu şekilde soruların sorulduğunda günümüzde bile
toplumun bazı kesimleri tarafından suçlanılabileceğini düşünebilir miydi ?
Hoş
görme, varoluşçu felsefeye göre insanların eşit olmasını sağlar. Fakat
karşındakinden üstün olma arzusu bu davranışı köreltir ve toplumu bencilliğe
sürükler. Hoşgörünün benimsenmiş olduğu toplumlarda fikirler özgürce dolaşır,
insanlar değişir ve gelişir. "Tek tip insan" mantığı, toplumu faşist
güçlerin eline sürükler. Neyin olması gerektiğini veya olması gereken bir şey
olduğunu düşünen bir toplum kolayca yönlendirilebilir bir hal alır, Can
Yücel'in de "beşik dürtmesi" şiirinde dediği gibi : "Kuzu gibi
olun diyorlar, koyun gibi gütmek için sizi." Bu şiirin adının 'beşik'
dürtmesi olmasının Nietzsche'nin 'doğuştan gelen' değerlere karşı çıkışıyla bir
ilgisi var mıdır diye biri düşünmüş müdür bilinmez...
Bana göre ise toplumun düştüğü bu dar boğazdan kurtulmasının tek yolu
eğitimdir. Düşünmeyi öğretmek sadece bir öğretmenin değil tüm toplumun
sorumluluğu olmalıdır. Yabancılaşmanın insan çölü olduğunu söyleyen Sartre,
insanın hep su arama telaşında olduğunu ifade eder. Bunun yanındaysa
yabancılaşmadan kurtulunamayacağını ve yabancılaşma denizinde yüzmeyi bilmenin
gerektiğini söyler. Kendin için varlık olmaya çalışırken asla bu denizden
kurtulamayacağını bilmek ve buna göre davranmak etik midir tartışılır. Fakat şu
bir gerçek ki hepimiz bu dünyaya neden geldiğimizi aynı nedene bağlayarak
yaşıyoruz ve bu yaşamı sadece hayatta kalma mücadelesi olarak görüyoruz.
Hepimiz aynı fabrikada her gün aynı işi yapıyor, aynı parçaları birleştiriyor,
aynı komutu ve aynı hayatı alıyoruz. Önemli olan fabrikayı sadece içerden değil
dışardan görebilmek ve o her gün birleştirdiğimiz parçalara bir yenisini
eklemek için çaba sarf etmek.
Zeynep Özge Oğuz /
Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / Istanbul
Derecesi: 7
Derecesi: 7
“Bir yerde herkes
birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault
Kişilerin özgür
iradeleri onların bireysel düşüncelerini ve ilkelerini belirler. Topluluklarda
birbirlerine uyum sağlamış insanlar zamanla sıradanlaşma ve birbirlerine
dışarıdan baktıkça kendi kişiliklerine yabancılaşmaya başlarlarsa eğer ''ortak
payda'' olarak görülen düşünceleri de o bireyler için bireysel özgürlüklerini
kısıtlayıcı unsurlara yol açar. Bu durum bir nevi ilkelerin alışkanlıklara
dönüşmesidir. İngiliz empirist David Hume bu durumu ''nedensellik ilkesi'' ile
açıklamıştır. Bu duruma 'din' olgusunu örnek verebiliriz. Tüm dinlerin ilahi
ilkeleri vardır. Bireyler bu ilkeler doğrultusunda dinlerinin yükümlülüklerini
yerine getirmekle yükümlüdürler. Din insanların dayanışma içersinde ,
birbirlerinin özgürlüklerini kısıtlamalarını tamamen yasaklayan, bireylerin
karşılıklı haklarını koruyarak yaşamalarına olanak sağlayan bir sistemken,
zamanla bireyler 'din' olgusuna yabancılaşmışlardır ve din bireylerin gözündeki
yerini ekonomik sistemlere bırakmıştır.Hiçbir din başka bir dini ortaya
çıkarmak amacıyla oluşmamıştır ancak kademeli toplumsal yabancılaşma insanların
yabancılaştırdıkları ve içini boşaltıkları dinlerin hem öz işlevini hem de
kendi çıkarları uğruna yonttukları ''din''lerinin yeni işlevleri bile
gerçekleştiremeyen bir hale gelince dinlerin yerini ekonomik sistemlere
bırakması gerçekleşmiştir. Ekonomik sistemlerde özellikle bireyin emeğine
yabancılaşmasını sağlayan ve onu birey olmaktan uzaklaştıran boş bir nesne
haline getiren serbest piyasa ekonomisinin ''insan kanı'' ile beslenen çarkları
işçi olan bireyleri ''ara mal'' haline getirmektedir. Bu durum materyalist La
Mettrie'nin ''Makina İnsan'' adlı eserinde anlatmıştır. Doğadaki canlı cansız
varlıkların tümünün bir sistem doğrultusunda işlediğini anlaymıştır. tüm
makineler kullanıla kullanıla eskir. İnsanlar da makine gibidirler ve ruhları
yoktur. Erken ölümler hatalı üretim sonucu gerçekleşir. Normal ölüm ise sadece
fonksiyonunu yitirmiş bir parçanın yerine bir yeni parçaya bırakmasıdır La
Mettrie'e göre. Kapitalist sistem proleteryayı sadece ruhsuz bir makine parçası
olarak görürken kapitalistler bu sistemde ''ana mal'' haline gelmektedirler.
Arz ve talep arasındaki karşılıklı dengeye dayanan mikroekonomi teorisine göre
kapitalistler belirsiz bir pazarda hizmet sağlayıcı işlevini görerek ''ana
mal'' yani talep edilen hizmet karşısında alınan hizmet haline gelmişlerdir.
Hobbes'un ''İnsan insanın kurdudur.'' diyerek henüz Yeni Çağ düşüncesinin
temelleri atılırken bireylerin birbirlerine ne kadar yabancılaşabileceğini
anlatmıştır. Bu da yabancılaşmanın kademelerinden biridir. Günümüzde pek çok
sivil toplum kuruluşu bugün '' Üçüncü Dünya Ülkeleri'' olarak adlandırılan
ülkelerde o ülkenin koşullarını iyileştirmeye yönelik çalışmalar
sürdürdüklerini kamuoyuna çok çeşitli yayın organları , sosyal medya ve
gönüllüler aracılığı ile ilan etmektedirler. Bu başlık altındaki ülkelere
baktığımızda bu ülkelerde yaşayan insanların ''özgürlük'' kavramına
yabancılaştırıldıları görülmektedir. Bu ülkelerin ham madde sağlayacı ülke
olarak değil ham madde bulunduran ve kontrollü bir şekilde ham maddenin üretime
katılması için oradan alınmasını gerektiren alan olarak görülmesi bu ülkelerin
bu günkü mağduriyetlerine yol açan unsurdur. Coğrafi keşifler ve sanayi
devriminden bile önce var olan ilkel kölelik sistemini yeniden yapılandıran
kapitalist sisteme hapsolmuş bireyler günümüze yaklaştıkça zincirlerini
kırsalar da bu sancılı süreç içerisinde bireylerin farkındalıklarının
artması ile güçlenmeleri ve seslerini duyulur hale getirmeye çalışmaları da
toplumsal bir handikap değil midir? İnsanların birey olarak bu yozlaşmış
sistemde varlıklarını sürdürmeleri baş kaldırmaları ile mümkündür. Alber Camus
''Başkaldırıyorum öyleyse varım.'' şeklinde oluşturduğu düzensiz kıyasında biz
bireylere özgürlüklerini nasıl elde edecekleri ile ilgili bir fikir vermiştir.
Ekonomik materyelist Karl Marx , kapitalist sistemin insan ruhunun bireyin öz
benliğine yabancılaştırdığını anlatır. Ona göre insanın kendi emeğine
yabancılaşması kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmin
varlığı ''emek sömürüsü'' ilkesine dayanır. ''Vahşi kapitalizm'' yaşanıp bitmiş
bir dönem değildir. Kapitalizm'in özünde ''vahşilik'' vardır. ''Öz''
değiştirilemese de nitelikler törpülenebilir. Orta çağ düşünürü Occamlı William
kilisenin yanlış uygulamalarının ''ustura'' ile atılması gerektiğini
söyler.Kapitalizm'i ehlileştirmek de bu duruma benzer. Ne kadar yontulursa
yontulsun sermaye ve emek çatışması hep varlığını koruyacaktır. İnsanların
yabancılaşmaları aşamalarla gerçekleşir. Bireylerin emeklerine yabancılaşmaları
için öncelikle düşüncelerine yabancılaşmaları gerekir.
''Düşünüyorum
öyleyse varım.''diyen Descartes düşünceyi varlıktan önce ele arak düşüncelerin
kişileri birey olarak var ettiğini ortaya koymuştur. Bu görüşün zıttı ise
Heidegger de '' Varım öyleyse düşünüyorum.'' şeklinde görülmüştür. İki
filozofta da varlık ve bilginin birbiriyle beraber bireyi meydana getirdiğini
görüyoruz. Francis Bacon bilgiyi güç olarak nitelendirmiştir. Bu Sokratesvari
olarak nitelendirilebilecek bakış ''erdem'' kavramı ile temellendirilirse
günümüzde içinde bulunduğumuz ve boyunduruğu altında olduğumuz bu sistemde
bireylerin fikir hürriyetlerine ve ellerindeki gücü doğru biçimde
kullanmalarına olanak veren ütopik bir düzen elde edebiliriz.'' Bilgi güçtür.''
önermesindeki 'güç' kavramı da kendi içinde anlamsal olarak çatışmaktadır. Bu
gücün, herhangi bir hayvanda bulunan kaba kuvvet niteliğinde mi nesne satın
alınan para niteliğinde mi olduğu gücün sahibi olan bireyin ya da bireylerin
''erdem''li olup olmamalarına göre farklı sonuçlar doğurur.
J. P. Sartre ' a
göre '' Amaç olan insan araca dönüşmüştür. Araç olan insan nesnelleşir ,
şeyleşir , satın alınabilir hale gelir.'' Satın alınabilir hale gelen
insanlardan düşünceleri uğruna baş kaldırmaları beklenemez. Platon diyalog
yöntemini kullanarak oluşturduğu ve Sokrates'i konuşturduğu ''Sokrates'in
Savunması'' eserinde Sokrates'in Tanrılara inanmayışı ve gençleri sapkınlığa
yönlendirmesi nedeniyle yargılanması anlatılır. Sokrates Atina demokrasisi
tarafından yargılanır ve ceza alır ancak '' Ey Atinalılar ! Sizler beni
cezalandırıyorsunuz ama hepiniz beni cezalandırdığının için
cezalandırılacaksınız.'' diyerek düşüncelerin ölümsüzlüğünü vurgulamıştır.
Ölümsüz bir olgu olan ''düşünce'' günümüzde metalaştırılmıştır. Düşüncelerin
oluşturduğu siyasi akımlar sorgulanmadan kabullenilip fanatikçe desteklenerek
düşüncelerin öldürülmesi ile bireylerin gerçeklik olgusu kırılmaktadır.
''Gerçeğin düşmanı tabular ve inançlardır.'' F. Nietzsche
''Dünya
vatandaşlığı'' kavramını ortaya atan ve Birleşmiş Milletlerin fikir babası olan
Kant toplumsal bir varlık olan insanın sorumluluklarını yerine getirmesini
insan olmanın bir koşulu olarak görmüş ve buna '' ödev ahlakı'' adını
vermiştir. İnsanların sorumluluklarını yerine getirerek özgür olabileceklerini
ifade etmiştir. Evrensel ahlak yasasının ise ''onur'' kavramını meydane
getidiğini ifade etmiştir. F. Nietzsche ise evrensel ahlak yasasının
tersi olan perspektif bakışı savunmuştur. Yani kişinin nereden ve nasıl baktığı
önemlidir. 17. yy' da Rasyonalizmin patlaması ile insanlar kendilerini ön plana
koydular. Duyular hiçe sayıldı ve beden boş kabul edildi. İnsanlar evrensel
çizgiyi diğerlerini ezmek için yarattılar. Bu durumda herkes kendi değerini kendi
seçmelidir ve evrensel onur yoktur. Evrensel çizginin bize dayattırdığı ''ideal
insan'' her ne kadar ütopik bir bireyin tüm niteliklerini taşısa da ''özgürlük
ve özgür düşünce '' varlıkların özünde taşıdıkları bir dürtüdür. İnsanların
özünde olan bu dürtü Kant'a göre doğmalar ve kurallarla bastırılır. ''Dogmalar
ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha
doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve
olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.''Immanuel Kant
Olgunlaşmış bireyler
fikirlerden korkmazlar. Kişilerin ya da bir kişinin bir fikirle çatışması
kendi çıkarlarını koruma içgüdülerinin bağnazca devreye girmesinden doğar.
Fikirlere karşı çıkılabilmesi onun doğasında vardır ancak onunla çatışmak ve
kısıtlamaya çalışmak ''araç konumuna'' gelmiş bireylerin düşüncenin
sonsuzluğundan korkmalarıyla meydana gelen bir dürtüdür. Bu dürtülere toplumdan
topluma farklı isimler verilir. Gelenek, tabu ve inanç bu dürtülerin sadece
küçük bir kısmının adlandırılmış halidir. F. Nietzsche bu dürtülerin
bireyler tarafından nasıl algılandığını şu şekilde ifade etmiştir : Gelenek
nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden
dolayı itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. (Tan Kızıllığı, Madde 9)
Bu durumda otoriteye
baş kaldırmak özgürlüğü getirir. Düşünme , sorgulama ve soru sorma yani felsefe
etkinliği bireylerin kaybettikleri özgürlüğü onlara geri getirecektir. Bireyler
''neleri bilmediklerini bilmeleri'' ile özgürlüğe ulaşacaklardır. Düşünmeyi
bırakan insanlar kendilerine yabancılaştıkça tutsak hale geleceklerdir.
Cansın Turbay /İzmir Özel Rota Anadolu Lisesi / İzmir
Derecesi: 8
Derecesi: 8
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok
demektir” Michel Foucault
Bütün çalışmalarını
modernitenin kişiler üzerindeki etkisine ve getirdiği yeni siyasi ilişkiler
üzerine kuran; postmodernist ya da postyapısalcı olarak tasnif edilmeyi hayatı
boyunca reddeden bir cerrah ve düşünürdü Michel Foucault. Belki de bu yüzden
farklıydı diğer bireylerden ve bu bireylerin sıradanlaşmış uslarından.
Cerrahlık mesleğinin bir getirisi olabilirdi sıradanlaşmış insan ve kalıplaşmış
düşüncelere olan soğukluğu. Çünkü cerrahlık ilaçla ya da diğer tedavi
yöntemleriyle iyileştirilemeyen hastalıkların, yaralanmaların, vücuttaki yapı
bozukluklarının ameliyatla onarılması ya da hastalıklı organın kesip
çıkarılarak doğal ve uygun şekline dönüştürülmesi esasına dayanan bir
daldır.Yani sürekli bir keşfe ve meraka dolayısıyla sıradanlığa duyulan
karşıtlığa dayanır cerrahlık. Foucault'un önemli fikirlerinden biri olan
episteme, kendi yorumuyla; ''Verili bir tarihsel dönemdeki tüm kültürel ve
düşünsel farkları kendinde belirleyen temel düzen ya da ana kod olarak
açıklanabilir.'' Foucault'un diğer önemli fikirlerinden birisi de
biyoiktidardır. Foucault’ya göre biyoiktidar bir iktidar teknolojisidir. Bu
politik teknolojinin ayırt edici niteliği tüm toplumun, nüfusun kontrol
edilmesine izin vermesidir. Terim tam anlamıyla “bedenler üzerine kurulan
iktidar”dan bahseder. Foucault biyoiktidar sayesinde iktidarın yeni bir sürece
girdiğini belirtir. Düşünürün disiplin toplumu ve düzenleyici kontroller adını
verdiği teknolojiler sayesinde iktidar tek tek bedenlerde varolur, tek tek
insanlara hükmeder ve bu yolla her bireyi görevli haline getirilip iktidarı
dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya doğru yayılmak amacıyla örgütler.
Aslına
bakarsanız günümüzde biz insanların bulunduğu dünya, Foucault'un episteme
ve özellikle biyoiktidar fikirlerine yansıtmaktadır.Çünkü insanlar artık
kıymetli uslarını uzun süreli bekleme odalarına almış, mümkün mertebe
kullanmayarak onları yeni düşüncelere kapatmıştır. Günümüzün insanları pil
yatağı yağlanmış oyuncak robotlara benzemektedir aslında. Pil yatağında
bir sıkıntı yok. Sadece yağlanmış,piller sağlam ;henüz şarjları bitmemiş. Ufak
bir tamirat gerekiyor yalnızca. Ama robotların sahibi halinden şikayetçi değil.
Oyuncak robotlarında ses çıkardığı yok.Her robot aynı işi yapıyor tıpkı bizler
gibi. Sessiz ol,fikir üretme,üretiyorsan bile fikirlerini kendine sakla ve
sahibine sorgulamadan itaat et. Gelişim yok,yeni fikir yok,merak
yok,keşif yok,sıradanlık ise hat safhada...
İnsanlar
günümüzün teknolojisi ve hayat koşullarının kendileri üzerinde sağladığı
kolaylığa kendilerini o kadar kaptırdı ki; ''birileri benim yerime düşünür
nasıl olsa'' fikrini benimsemekte hız kaybetmeden ilerliyorlar. Biraz kafa
yoracak olursak; teknolojinin gelişmesi artık durdurulamaz,hayat
standartları ve bu standartların sağladığı kolaylık ise insanlar için
vazgeçilmez bir duruma ulaştı.Bu iki durumun insan üzerindeki en olumsuz ve en
hızlı yayılan olgusu fikirlerin kalıplaşması ve herkesin birbiriyle benzer
fikirlere sahip olmasıyla oluşacak olan monoton bir hayat. Monoton hayatların
temel sorunu ; kişilerin başlangıçta kendilerini ''Bu Dünya'da var mıyım yok
muyum?'' Şayet varsam amacım ne? Bu akıl bana niçin verildi?'' gibi sorular
sorarak fikirlerini sorgulama adına bir adım atıp,daha sonra çevrenin
monotonluğunun etkisiyle sorgulamak için attığı adımı geriye alıp, kendi
iç dünyalarına çekilmeleridir. Bu geri adımlar sonucunda da her birey birbirine
benzemeye başlar ve sonuç olarak ortada bir tek birey bile kalmaz.
Peki düşünceler niçin
bu kadar önemli? Basit bir araştırma örneği verecek olursak; İngiltere'de bir
hastanede Nörolog Dr. Marjolein Kammers ve ekibinin yaptığı ısı çalışmasının
sonuçları bir hayli ilginç. Sadece bir tanesinin yakıcı özelliği bulunan 3 ayrı
sıcaklıktaki noktaya elin 3 parmağı değdiriliyor. Diğer iki nokta soğuk olduğu
halde kişi, 3 parmağı da yanmış gibi tepki gösteriyor. Hatta hiç yanmamış
parmakları, yanmış parmakla birlikte su bile toplayabiliyor.
Bu deney gibi birçok
örnek daha var yaşamımızda düşüncelerin önemi ile ilgili. Bu deneyler ve
örneklerde anlatılmak istenen; düşüncelerin insan uslarının hazinelerinden
çıkan gizli parçalar olduğudur. L.Ron Hubbarda kitabı "Dianetics"
için söylediği bir sözde:''İnsanlar akıllarını gerektiği kadar
kullanamıyorlar.Alnımızın bir santim gerisindeki Bilinmeyen Alan'ın (Terra
Incognita), o uçsuz bucaksız bölgenin sakladığı sırları sizler de
çözebilirsiniz."Kafka'nın 'Dönüşüm' adlı kitabında farklı olandan
korkan, farklı olanla alay edilen bir düzenin içinde yaşamanın doğal sonuçları
anlatılmak istenmiştir okuyuculara.Farklı fikirlere sahip olmak ; yaşam
şartlarını zorlamak, usun sırlarını çözmek, asla bitmeyen bir merak duygusuna
sahip olmak ve iyiyim değil daha iyi olmalıyım diyebilenler için yaşamın
temel felsefesidir.
Farklı olmak,
farklı fikirlere sahip olmak kuralları delip özgürce yaşamak değildir
elbette.Hayatın her alanında belli kurallar vardır.Fakat bu kuralların da belli
fikirler doğrultusunda oluşan düşüncelerin sonucu var olduğu
unutulmamalıdır.Her düşüncenin kendine ait bir özgürlüğü vardır.Düşünürümüz
Foucault'a dönersek; kendisi uzun yıllar deliler üzerinde araştırmalar
yapmıştır. Deliler ona göre toplumun daimi doğrularına uygun hareket edemeyen bireylerdir.
Toplumun genelini bir oda içerisinde gören Faucault bütün düşüncelerin,
hareketlerin bu daimi doğrular çerçevesinde yahut kıskacı altında ortaya
çıktığını iddia eder.
Yani hayatın
kurallarını ve monotonluğunu nasıl kullanacağımız bizim elimizdedir.Eğer biz
daimi doğrular üzerinden farklılıklara ulaşır ve uslarımızı bekleme odalarından
çıkartabilirsek,yeniliklere ve aklımızın sonsuz gizemlerine ulaşırız.Fakat
daimi doğruların kıskacı içinde kalıp,uslarımızı bekleme odalarına
kilitlersek,hayatın monotonluğu içinde yok oluruz. Ya her birimiz kendimize
özgü fikirlerimiz sayesinde hep daha iyisini elde etmeye uğraşırız ya da
her birimiz aynı fikirlerin içinde dönüp durarak bir bataklığın içine
doğru çekiliriz ve sonunda bir hiç oluruz. Seçim bizim...
“Eğer bütün insanlığın fikri karşısında tek bir fikir
olsaydı ve bu karşıt fikri de tek bir kişi savunsaydı bile, insanlığın bir
kişiyi susturmasının, o bir kişinin, elinde güç olması halinde, bütün insanlığı
susturmasından daha haklı bir gerekçesi yoktur...” John Stuart Mill.
*Bir Acem Şairi
'Ölüm adildir' diyor
aynı haşmetle vurur
şahı, fakiri
Haşim,
neden
şaşırıyorsunuz?
Hiç duymadınız
mıydı,kardeşim,
Herhangi bir şahın bir
gemi ambarında
Bir kömür küfesiyle
öldüğünü.
...
Nazım Hikmet
Tekleşmiş Ayrılmış
ve Yalnızlaşmış Toplumların Acıklı
Hikayesi
Yaşamak uğruna ölenler için;
İnsanoğlu dünyaya
adımını attığı andan beri her şeyi tekleştirmeye, farklılıkları yok etmeye
başlamıştır. Göçebe yaşam sürerken dahi, Kızıldereli bir kabilenin mistik
tadında bile bir tekleştirme vardır. Yerleşik hayata geçtiği anda da doğayı
kendine benzetmeye başlamıştır. Doğanın acı çığlıkları zeginin yalısında tek
tipleşmiş o güzelim bahçelerde, güzel siteler uğruna toprak ananın bağrından kopartılıp
atılmış verimli arazilerde sessiz bir çığlık olarak kalmıştır.İnsanoğlunun
yaptığı bu katliamı görmek için o kadar uzağa gitmeye gerekte yoktur. Farklı
olanları diğerlerinden kayırma, onu ötekileştirme çabası günümüzünde en büyük
sorunlarından biridir. Tekleşmiş olan toplum düşünce üretemez çünkü kendini
çokten o tek'e bağlamıştır. Jean Jacques Rousseau(Emilie ya da Eğitim) şöyle
der düşünce için: 'Düşünmek insan için doğal bir şey değil. Düşünmek onun tüm
öbürleri gibi öğrendiği ve çok zor öğrendiği bir sanattır..' Bu zor öğrendiği
ancak hemende kaybettiği bu sanatsız kalışı Hegel'in Tarihte Akıl kitabında da
sözünü ettiği gibidir 'Düşünce üretemeyen topluluklar,dolayısıyla ne tarihte
anılır ne de tarihin yaratıcı olur.'
Yeryüzünde tek
yaşayan bir insanın ahlakından söz edebilir miyiz? Kime karşı davranışından
ahlaklı olacaktır? Bu durumda aynen öyledir. Herkesin eşit olduğu bir
durumda(eşitten kastımız kesinlikle hakların eşitliği değildir);mesela aynı
düşünce tek bakış açısı gibi. Yanisi; aynenin katlettiği bir yaşamda
onların-insanların- varlığına dair ne bulabiliriz ki. İnsanlık farklılıklarla
ortaya çıkabilir ancak. Aristo insanı politik bir canlı olarak
tanımlamıştır. İnsan ancak insanlar arasındayken insan olabilir. Bunu
hissedebilir, kendini bulabilir. Büyük düşünür Goethe bu duruma uyan en güzel
sözünü söylemiştir 'Yabancı insanların var oluşu, kendimizi tanıyabileceğimiz
en iyi aynadır.' Ki bu düşünce çok eskilere dayanmaktadır. Delphi'deki Apollon
Tapınağı'nın girişinde altın harflerle yazılı olan ‘Gnothi seauton’ Kendini
bil,tanı demektir. Delphli kahinler tarihin başlangıcında bile insana
farklılıkların kaos değil,aksine nasılda kendini tanıma fırsatı olduğunu
anlatmak istemiştir. Farklılıklar kendini bulmadaki o karanlık yolun meşaleleridir.
İnsan ancak farklılıkların arasında kendini bulabilir. Ve kendini bulan,bilen
insan özgürdür. Ve özgürleşmiş insanların tekleştirilmesinden söz
edilemez.Marcus Aurelius 'Ussal varlıklar birbirleri için
yaratılmışlardır,insanlık durumunun birinci niteliği toplumsallıktır.' Burada
toplumsallıklattan, farklılıkların birleştiriciliğinden bahsedilmiştir işte.
İnsan olmanın baş koşuludur gönüllü toplumsallık. İnsanın kendini tan Ama
bunları bugüne kadar kabul etmemiş insanoğlunun geleceği belirsiz,karanlık ve yapayalnızdır.
Hobbes 'Homo homini lupus' der İnsan insanın kurdudur. Bu yüzden eşit hakların
olduğu, özgürlükçü, farklılıklarıyla kendini arayan, ben merkeliz değilde
herkesi düşünmesini bilen bir toplumun yaratılamayacağını söylemiştir Hobbes.
Gidişatımız bu yönde de olsa, günümüz şartlarında böyle görünse de yarının ne
getireceği bilinemez bu yüzden umudumuzla beklemekteyiz
İnsanları
tekleyemediğimiz zaman ortaya ayrımcılığı çıkartırız- Aslında durumu tam
anlatamasada bu kavramı en açıklayacısı olarak kabul edebiliriz- Farklı
farklı gruplara böler o gruplarıda diğerini sindirmesi için sürekli çatıştırır
dururuz. Irklarıyla, renkleriyle,cinsiyetleriyle en büyük acısı yaptıkları
işlerle insanları birrbirinden kayırırız. Ayrımcılığın tanımı yaparsak; Tarih boyunca
toplumsal yaşamımızı çeşitli biçimlerde etkilemiş.Tarihin akışında kimi zaman
ırk ayrımcılığı,din-mezhep ayrımcılığı, kimi zaman sınıfsal ayrımcılık şeklinde
kendini göstermiştir.Ayrımcılığın özü; bencilliğin topulmsallamış halidir. Ve
ayrımcılık bir düşünce değil duygudur,birilerinin bizim özelliklerimizden çok
daha başka özelliklerle donanmış olduğu inancına dayanır.Bir düşünceyle mi
yoksa bir duyguyla mı baş etmenin zorluğu ise bir ironidir. Ayrımcılık öyle bir
şeydir k, kendi yararını her şeyin üstünde tutma eğilimi olarak, tüm bireysel
etkinliği ben’in amaçlarına indirgeme çabasını gerektirir. İleri biçimlerinde
başkalarının varlığını gereksizleştiren bir eğilimdir. Kimi bunu insan olmanın
koşulu olarak saysalarda ayrımcılık insanı yalnızlaştırır ve onun tüm insani
özelliklerini emer.
Özellikle
Türkiye de sonuna "Türk" eklenmediği müddetçe istediğimiz etnik
kökene sözcüklerle eziyet eder,aşağılayabiliriz. Sonuçta bir Kürt evini
taşlayan halkı polis lütfen uzaklaştırır ama kendi dilinde olsun olmasın baş
kaldıran ben varım diyen en basiti pankart açan bir Kürt çocuğun on beş yıl
hapis yatması olağandır.
İşçinin
hakkını araması da bizde yasaktır.Çünkü onlar hiçbir baltaya sap olamamış
yapacak bir şeyleri kalmayınca bilek gücünü kullanmaya mecbur kalmış zavallılar
grubudur. Belkide Aristo'nun aklımızı karıştıran ama olduğu dönem söz konusu
olup, göz önünde bulundurulunca düşünüp haklılığını aratan sözü ise şöyledir
'Kölelik köle için hem doğru hem yararlıdır.' O bir işçidir, köledir ve
ödevleri,hakları yoktur ancak ve ancak zorunlulukları vardır. Ve bunu yaşamak
için bunu yaparken her şeyi göze almasını bilmelidir, işin fıtratında bu vardır
zaten. Montaigne zamanın bir köle çalışma şartlarına ve olduğu duruma isyan
etmiş hakkını aramış Aramışta bulamamış. Öldürmüşler. Çünkü hakkı çağının epey
ilerisindeymiş. Çağının o kadar ilerisinde yaşayan birini yaşatmakta iktidarı
sahiplerinin hoşuna gitmemiş.Yüzyıllar sonra ILO’da işçi haklarından, çalışma
şartlarından,ayrımcılıktan bahseden haklar getirilmiştir. Ancak Denis Diderot
bu haklara zamanın da bir cevap verdi ki bu cevap hepimiz ortak acısıdır
’..İnsan hakkı denilen şey hiçbir zaman olmadı ve her zaman bir düş olarak
kalacak. İnsanın değeri haklarının değeri kadardır.İnsanı insan yapan şeylerden
biri aynı zaman o haklarını veren isteme, özgürlük gücüdür. Hakların varlığı
değil onları uygulama biçimidir kolaylaştırıcı yapan.Hak ve köle ilişkisini
Voltaire şu sözleriyle açıklamıştır: 'Biz diyoruz ki onlar bizim gibi insandır,
diyoruz ki onlar için ölen bir Tanru tarafından kurtarılacaklar. Ve biz onları
tıpkı yük hayvanları gibi iş için bulunduruyoruz. İnsanlar onları yük
hayvanlarından daha kötü besliyor.Kaçmak mı istiyorlar, o zaman bir bacakları
kesiliyor.Ve bütün bunlarla biz insan haklarından bahsetme cesaretini
gösterebiliyoruz.’ İnsanın eşit haklarla yanyana geldiği,bireylerin kendileri
için çizilmiş sınırlar içinde mutlu olabildiği,savaşların tarihe karıştığı
yepyeni dünya düşüncesi çoğu için bir kurgudan ütopyadan ibaret.
Toplumda işçiler
için çalışma eziyeti varken farklı etnik kökenler içinde asimile etme durumu
vardır. Halk onu kendi başına bir halk olarak tanımlamayı gerektiren üç
özelliğini gelenek(habitus), dil(lingua) ve kendine has adalet
sistemi(Rechtssystem) kaybedince asimile oluyor. Yani Türkiye’nin acılı
dönemlerini içeren okulların işkencehanelere dönüştüğü dönemlerde insanları
(etnik köken farkı değil sadece bahsedilen din,siyasi görüş, yenilikçiler,hak
isteyen ve arayan herkes) orada her şeyinden kopartma vardır. Alevi’yi
dininden, Kürt’ü kökeninden, eşitlik isteyenleri ise düşüncelerinden koparma
eylemi vardı. Asimile etme sadece toplumu yok etmedi Türkiye de. Aynı zamanda
insanları kendisinden uzaklaştırdı.İnsanları toplumda yabancılaştırdılar bu
dönemde. Geriye acılar,hasarlar kaldı lakin o düşünmek isteyen araştırmak
isteyen özgürlükçüler asla yaralanmadı.
İnsansal toplumdaki
sınıfsal durumlarıylada ayrıldılar. Geliri bell bir miktarın altında
olanlar şehirlerin en tenha köşelerine atıldır. Zenginler en ışıl ışıl
olan yerlerine. Geliri altta kalan çocuklar ululaştırıldı özel eğitim gördü,
geliri altta kalan ise ailesinin kaderini yaşadı ya işçi oldu çalışırken
fıtratıyla can verdi ya da zengini rahatsız eden oldu. Ve fark edemediler ki
sınıflar arasındaki uçurum kapandıkça,insanlar arasındaki ayrıcalık
kalktıkça,insanlar arasındaki ayrılıklar kapandıkça, işlev ayrılığına
indirgendikçe dengesizlik yerini dengeye bırakacak. O kurgulardan ibaret olan
yepyeni düny a düzeni hakim olacak. Lakin insanoğlu iktidar hırsına yenik düştü
buna da gözlerini kapadı.
Yahudi memleketi
İsrail kurulmadan önce Yahudilerin başka halkların üzerinde parazit yaşam
sürdüğünü Schopenhauer eziyet gören ve alt tabakada olanlar için şöyle der:
Doğal vatanından sürülmüş insanın,renginin bu beyazlaşmasında ikinci tabii
neden; sanıyorum ki sıcak iklim,ışık ve ısı rete malpighi üzerinde yavaş ama
sürekli karbondioksitinin desoxydotion’unu ortaya çıkıyor:Belki zencilere has
koku bununla ilişkili. Beyaz haklarda altı çok çalışan sınıfların,üst
sınıflardan genellikle esmer olması gösteriyor ki onlar daha çok terliyor,ama
bu terleme sıcak iklimdekinden daha az.’
Karl Marx’ın
vecizelerinde geçtiği gibi eşit hak hala burjuva sınırları içerisinde
kalmaktadır. Ve tarih bize gösteriyor ki gerçek hakları ancak adım adım,parça
parça,azar azar elde edebiliriz. (Burada serflerin evlenince kadınlarını ilk gece
senyöre vermenin aşamalarını örnek verebiliriz)
İnsanları bir arada
yaşamayı ve tek kişilik yaşam koşullarıyla yetinmeyi öğrendikleri gün, en
azından bencilliği özgecilikle dengelemeyi öğrendikleri gün, gerçek anlamda
mutluluğun tadına varacaklar. Gerçek onurlu insanı yaratmadığımız
yaratamadığımız yerde insan hakları nasıl havada kalıyorsa. İnsanoğlu
unuttuklarını (mutluluk yerine katliamı, birleştirici olmak yerine ayırıcılığı,
çok çeşitli olmak yerine tekçiliği, ben demeden önce herkes demesi) hatırladığı
gün. Herkes gibi olmaktan kurtulduğu,dilinden “aynen”i attığı gün ancak
renkler gibi hepsi farklılıklarıyla birlikleri olduğu gün hakları ve
ödevleriyle eşitlikçi bir düzen kurabilmiş sözleşme toplumu olacaktır. O günler
şimdi bize uzak ancak elbet gelecektir.
Fulya Aktaş / Konak Anadolu Lisesi / İzmir
Derecesi: 10
Derecesi: 10
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok
demektir” Michel Foucault
'Aynılaşma'nın Esiri
İnsan
İnsanlar var
oluşundan bu yana birbiriyle etkileşim içerisinde yaşamaktadır. İnsan sosyal
bir varlıktır. Gündelik yaşam içerisinde birbiriyle düşüncelerini ve
duygularını paylaşmakta, birbirini etkilemektedir. Çünkü insan kapılarını
kapatıp dünyadan kendini soyutlayamaz. Her ne kadar yalnız yaşayabileceğine
inansa ve bu uğurda eylemler gerçekleştirse, dönüp geldiği yer yine
insanlıktır. İnsanlığın içerisinde 'insan' olarak kalabilir.
Tüm bu etkileşimler
içerisinde hataya düştüğümüz birçok nokta vardır. Öncelikle 'sürü psikolojisi'
olarak bahsettiğimiz konudan başlamak istiyorum. Yaşam içerisinde insanlık
gerek biyolojik, gerekse fizyolojik sebeplerden kaynaklanan psikolojik
rahatsızlıklar yaşıyor. Öyle ki karşılaştığımız çoğu insanın psikolojisinde bir
takım sorunlar var ve bunun farkında bile değiller. İnsan 'hasta olduğu' ya da
'sorunlar yaşadığı'nı kolay kolay kabul edemiyor. Elbette bu sorunlar yaşamı
direk olarak etkilemiyor. Ancak ergin bir birey olmamızdaki en büyük engelin bu
sorunlardan kaynaklandığını düşünüyorum. 'Aklını kullanma cesaretini göster.'
diyor bize Immanuel Kant. Her akıl yeni bir ışık, hayata dair yeni yollar
demektir. Her aklın sahip olduğu farklı potansiyeller vardır ve aslında
insanlık olarak bütün bu akıllara ihtiyacımız var. İnsanın 'kendini
gerçekleştirme'si bu farklılıklarla olacaktır. Oysa 'aynışlama'ya doğru yol
aldığımız şu günlerde 'farklı fikirler'e, 'farklı akıllar'a hiç de hoşgörülü
bakmıyoruz. İşte sürü psikolojisi devrede. Aklını kullanamayan ve aklını
kullanma ihtiyacı içerisinde büyütülmemiş insanlar, düşünen insanları
yani'ergin bireyler'i ya da düşündüğünü zanneden ve insanlara bunu kanıtlamaya
çalışan bireyleri taklit ediyor. Peki sorun nereden kaynaklanıyor? Bireyler
aynılaştığı için mi toplum bu hale geliyor, yoksa toplum bireylerin
farklılıklarını mı yok ediyor? İlk olarak bunun toplumsal nedenlerden
kaynaklandığını düşünüyorum. Toplum kişileri düşünmemeye itiyor, çoğunluğun
yasası geçerli sayılıyor. Bireyler 'herkes'in içinde yetiştiği için, zamanla
'herkes'in bir parçası haline geliyor. Peki kişilerin hiç mi suçu yok? Elbette,
genetik faktörlerden de kaynaklanarak kişi içine kapanık, korkak bir birey
olabilir, çabuk kabullenebilir. Ancak toplum iyi bir toplum olsaydı, bireyin bu
eksikliğini giderebilir, düzeltebilirdi.
'Bir yerde herkes
birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.' diyor Michel Foucault. Bu
aynılaşan bireyler düşünmekten vazgeçip, önlerine koyulanı yiyor, giyiyor,
konuşuyor. Aydınlanmayı yaşayamadıklarından ergin bir birey olamıyorlar.
Herkes bu bireye benziyor, bu birey de herkese benziyor. Peki bu kişinin herkes'den
farkı ne? Sorun tam olarak bu: 'Herkes'den farkın olmaması.' Düşünen bireyler,
toplumlar içerisinde elbette farklılıklar ortaya çıkacaktır. Sonuçta hiçbir
birey tamamıyla aynı yaşam şartları içerisinde büyütülmedi. Ve eğer hiçbir
farklılık yoksa, bu kişi düşünmüyor demektir. Bireylerin var oluşunun, 'var
olabildiğinin' belirtisidir farklılık. İnsanlık bu farklılıklardan yola çıkarak
ortak doğruyu, daha çok insanı memnun eden yolu bulacaktır. Eğer bireyler
'herkes' olursa, insanlık yaşamak istemediği koşullar ve düşünceler altında
yitip gidecektir.
Başka bir sorun da
sürüye katılmama cesaretini gösteren insanlara karşı sergilediğimiz
davranışlardır. İnsanlık bu 'farklı düşünen' insanları da sürüye katmakta epey
ısrarlı. Farklı olmaya cesaret edemedikleri gibi farklı olanı da eleştirmekten
geri kalmıyorlar. Eleştirmek daha iyiye ulaşmak adına doğru bir eylemdir. Ancak
yanlış olan şu: Eleştirilmesi gereken şey birey değil düşüncelerdir. Yani
bireyleri eleştirerek onların düşünme arzusunu yok etmek tamamıyla yanlıştır.
Düşünceler eleştirilecek, geliştirilecek ve bu farklılıklarla beraber güzel
şeyler ortaya çıkacaktır.
Bir başka sorun da
şu ki belki de topluma en çok zarar veren eylem bu: Farklılık yaratmak adına
kurallara karşı koymak. Evet, hayatımızdaki her kural gerekli değil ve
bazıları düşünceleri köreltir nitelikte. Ama toplumda düzeni sağlayan bazı
kurallar da var ve bunlara uyulmaması sorun yaratıyor. Farklılıklar topluma ya
da bireylere zarar verecek eylemlere dönüşmemelidir. Her insan kendi farkını, kendi
dünyasında ve dünyası dışında olan farklılıklara da saygı gösterecek şekilde
yaşamalıdır.
'Günümüzün sorunu
artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.' diyor Michel
Foucault. Belki de bireylere her şeyden önce öğretilmesi gereken şey 'farklı
olma'nın olası olmasıdır. Günümüz şartlarında yetişen bireyler 'farklı
olmak'tan korkuyor. Az önce de söylediğimiz gibi, farklı bireylere büyük ölçüde
baskı uygulanıyor ve bu baskı altında bireyler farklılıklarını yitiriyor.
Hepimiz 'makine insan'lara dönüşüyoruz. 'Bazılarının, sadece normal olmak için
ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor.' diyor Albert Camus. Gerçekten
de farklı olan birey zamanla kendine bile zarar verebiliyor aynı olmak adına.
Özgünlüğün dorukta olması gereken sanatta ve müzikte bile görebiliriz
'aynılaşma'yı. Aynı ezgiler, aynı sözler, aynı mimikler...Birey içindeki o
ışığı çıkarmak yerine, popüler olanı yapıyor. Haklı gerekçeleri de var:
Saydığımız sebeplerin de etkisinde böyle iyi hissediyor kendini, böyle mutlu
oluyor. İnsanların eleştirilerinden bu şekilde kurtuluyor.
Aslında bu
'aynılaşma'da iktidarın da büyük bir payı var. Kişilerin itaat etmesi iktidarın
amaçlarına ulaşmasına hizmet eder. Dolayısıyla iktidar da elindeki güç ile
bilimi, teknolojiyi, sanatı kendi lehine kullanarak veya bunları tamamen
kaldırarak bireyleri sıradan varlıklara dönüştürür. İtaat eden bireyler ve
aynılaşan toplum içerisinde 'farklı' kalmak da oldukça zor.
Peki çözüm ne? Şunu
belirtmeliyim ki bu çok zor bir savaş. Kolay olan varken insanları zora
yönlendirmek elbette bizleri de yıpratacaktır. Ancak Andre Gide şöyle diyor:
'Karanlığa küfretmektense, bir küçük ışık yakın, daha iyi edersiniz.' Bu
karanlığa sürekli sövmek yerine, bir an önce harekete geçmek bizim için de
toplum için de daha iyiyi getirecektir. Düşünebilen ve 'farklı olan'
bireylerimiz 'Farklı olan güzeldir.' ilkesiyle farkındalık yaratmadıkça insan
'aynılaşma'nın esiri olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder