2 Haziran 2016 Perşembe

Lal Karaarslan / V.K.V. Koç Özel Lisesi / Istanbul (DüşünYaz 3 Türkiye 3.sü)

"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma."
Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150


TEŞEKKÜR EDERİM
Daha beş yaşındaydım. Kendi çocuk aklımca hayal dünyamı yaratmıştım. Orada para yoktu, nasıl olabilirdi ki. Bir çocuk, daha sınıfsal farklılıkları özümsememiş, parayı sadece bir kağıt parçası görür. Ben de işte, "Teşekkür ederim." tümcesinin para yerine geçtiği bir dünya yaratmıştım. Sonra büyüdüm, önce bunun yazılı olmasına karar verdim, sonra ne kadar teşekkür alırsa bir insan, o kadar teşekkür verebilmeli, dedim. Yavaş yavaş, gözlerimin önünde paraya dönüştü. Ondan beridir ütopyaları sevmem pek. Bana en masum hayalin nasıl kirletilebildiğini hatırlatırlar.
Ütopya nedir, umuttur. Daha iyisine olan özlemdir. Sosyalist bir düzenekte, eşitliği benimsemiş toplumlar, bireyselliğe, özgürlüğe özlem duyarlar. Liberal bir düzenekte, "serbest piyasa ekonomisinin" hüküm sürdüğü ekonomik bir sistem eşitliğe özlem duyar. Her şekilde, sistem, yeterli değildir. Bu yüzden ütopyaya ihtiyaç duyarız.
Benim beş yaşında oluşturduğum, o ilkel ütopya, suratıma tebessüm koymaktan çok daha fazlasını yapmıştı. O dönüşümün sebebini şu anda bakınca gayet net bir şekilde anlıyorum: Ben başka bir dünya bilmedim. Her gün acı haberlerle donatılmış, karamsar dünyanın realist çocuklarıyız biz. O ütopya, kim bilir, belki bir gün, farklı bir uzamda, ulaşılabilir. "Belki" biz yıldızların sanayi dumanının ardına saklandığı bir dünyaya gelmeseydik, kim bilir nice umutlarımız olurdu.
Ama biz "buradayız". "Şu andayız". Hayale gerek yok. Ne demiş Blaise Pascal, "Hayal gücü güzelliği, adaleti, mutluluğu yaratır." Ama Pascal, bunu, pek de olumlu bir biçimde söylememiş. Neticede, bizler bu tinsel mefhumlara özlem duyarak, idealizm ve hayal kırıklığıyla örülü bir hayata mahkum oluruz.
"Burada". “Burada olmak”, Oruç Aruoba’ya göre çok önemli bir bilinç akışının göstergesidir. “Buradayım,” diyen bir kişi sadece kendi uzamını değil, bir başka, aynı uzamda bulunan birisine sesleniyor demektir. Sadece kendisi hakkında değil, bir başkası hakkında da uzamsal yargı bildiriyor demektir. O iki özne aynı yerde beraber “var olmaktadırlar.” İmgelerle açıklık getirmek gerekirse, “insanlar buradadır,” demek hem kendimin hem de “insanların” aynı gizemli uzamı paylaştığını söylemekle aynıdır. Ancak "orada olan", benim olmadığım yerde olan kişidir. Benden uzamsal olarak farklı yerde olandır.
“Burayı” incelerken uzamsal bağlamda değil, toplulukların genel olarak benimsedikleri ideoloji olarak irdeleyeceğim. “Orası” da kimi düşünürlerin ütopyası, buradan farklı olan olacaktır. Mesela Thomas More'un "Utopia" kitabı bizim için "orasıdır". Sosyalist ütopyaların maruz kaldığı en büyük eleştiri, "aynılaşmadır". Bireyin ve insanın önemini kaybetmesidir.
Michel Foucault'nın “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir.” sözündeki “orada” kelimesinden Foucault, dilbilimsel olarak incelendiğinde kendisini “orada olmayan” olarak tanımladığını, yani herkesin birbiriyle aynı olduğu yerde olmadığını belirttiğini anlarız. Ve yine bu söz aslında birazcık da bu ütopyalara bir eleştiridir. Ancak aynı zamanda "buraya" da bir eleştiridir.
"The Third Wave" kitabıyla, "Forbes" gibi dünyaca ünlü bir ekonomi dergisinden ayrılır, kapitalizm eleştirisi yapmaya başlar. (Sizce de modern bir Siddharta efsanesi değil midir?) Tarihi üçe ayırır: avcı-toplayıcı toplum, Sanayi Devrimi toplumu ve sanayi sonrası toplumdur.
Sanayi Devrimi toplum, hızlıca vuran teknolojik gelişmeyle, yeni üstünkörü bir sistem benimsemiş, kapitalizmin tarihsel olarak bakıldığında, başlangıcını oluşturmuştur. Merkantalizmden geçişe ön ayak olan, teknolojidir, seri üretim olanağıdır. Zaten eşitsizlik kokan bir toplum aslında liberalizmin vaat ettiği özgürlüğe sahip olamaz. Kemikleşmiş bir sınıflaşma dünyaya hakimdir. Bu yüzden her ne kadar kapitalizmin gerekleri yerine getirilse de, liberalizm, tam anlamıyla başarılamamıştır. Haklar, özgürlük gibi insancıl mefhumların altını doldurduğu liberalizm, lekelenmiş, şimdiki “ütopya” türü yazarları tarafından suçlu tutulmuştur, zira “serbest piyasa ekonomisi” onun eseridir. (Oysa ne büyük bir umuttu, liberalizm. Çiftçiye, zanaatkara. “Ütopya” idi onlar için. Soylulara yetişebilmek için şanstı. Çocuklarına biraz daha yemek verebilmek için şanstı. Eşit olmak için şanstı.) Ancak fırsat özgürlüğünden bahsedilebilinmesi için herkesin aynı noktadan başlaması gerekirdi.
“İnsan pazarlık yapan hayvandır,” demiş Adam Smith. İnsanın doğasına dair sosyalizmden çok daha gerçekçi bir bakış açısı sergilemiş, onların çıkarlarına sahip çıkacağını bilerek, ve kollektivizmi de reddetmeyerek, bu ortak çıkarın herkese fayda sağlayacağına kanaat getirmiştir.
Liberalizm, sadece bireye verdiği değerden yola çıkarak, Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının Savunulması” isimli eseriyle dünyada sansasyon yaratmıştır. Bu sansasyon bile aslında kendi başına insanalrın daha hazır olmadığının göstergesidir. Onlar, büyük düşünürler bile, daha “öteki” ile eşit olmaya hazır değildir. O yüzden, liberalizm baştan lanetlenmiştir, devlet fırsat özgürlüğünü herkese açamamış/açmamış (devleti oluşturan da toplum değil midir aslında), eskinin çiftçisini, zanatkarını proletarya yapmış, bazı şanslı olan tüccarlar ise kendilerini kurtarmıştır. Bu insanlar iş gücüne olan ihtiyacı kapamak için kullanılmış, gelişen teknolojideki hamsterlara dönmüşlerdir.
Kapitalizmin, liberalizme ters düşmesi ilk olarak seri üretimle başlar. İnsan “birey” değil, adeta paslanmış robot olmuşlardır. Bir renk işçi kıyafetleri ve tek tip evleriyle ne özgürlükleri vardır, ne farklılıkları, bir “zincirleri” vardır ama ondan kurtulmaya bile cesaret edemezler. “Kendileri” için değil, üst sınıf için varlardır –ki bu da aslında başlı başına liberalizme tekmedir. Liberalizm, her ütopyanın düştüğü duruma düşmüştür, yozlaşmış, yanlış anlaşılmıştır. Bu dönemde herkes aynıdır, ama eşit değildir. Beyaz yakalılar, beyaz giyse bile onlar da nihayetinde “yakalılardır” (boyunbağı diye boşuna söylenmemiş)- kapitalizmin önlerine serdiği boş metalarla gözleri boyanmış, fark etmemişlerdir, sadece.
Sanayi sonrası dönem daha renklidir. Ama mor renk moda olunca, her birimiz morun peşinden koşarız. “Vizon”, “mint yeşili” herkes tarafından takıp takıştırılınca bizler de aynı yolu izleriz. Aslında yaptığımız her şey “özel” olduğumuzu kabul ettirmektir (belki bu sayede yaşamamızı anlamlandırmak isteriz). Herkes gibi olarak, özel olmak, egomuz sağolsun, diyelim. Eğer herkesin istediği, olmaya çalıştığı gibi olursak, özenilirsek, başarıya ulaşırız diye düşünürüz. Bu da başlı başına insanın kendini metalaştırmasıdır. Sıfır beden olarak kabul görmek, bir yandan da özel olmak, “bulunamaz hint kumaşı” olmak isteriz.
Hatta o kadar ki, sosyalizmi bile “marjinalleşme” çabası uğruna kullanırız –sonuçta pragmatik çocuklarız biz. Frankfurt Okulu araya girip sosyalizmi kurtarmak, özüne döndürmek ister. Sosyalizmin, kollektif dokusunu yeniden örerek, insanları bir araya getirmeye çalışır. İroniktir, artık sosyalist olanlar yanlarına bir işçi otursa burun kıvırır, bir sonraki kitabıyla ünlenmeye çalışır. İdeoloji, kendini tüketmiş, oturduğu yerde tozlanmıştır, kimilerine göre artık rafa kaldırılma zamanı gelmiştir.
Yani bizler farklı olma sanrısı içinde kendini metalaştıran, her şeyi bu uğurda bir araç olarak gören tek tip robotlarız. “Burada” kimse yok. Çünkü hepimiz, rüyalarımızın içinde kaybolmuşuz. Özel olmayı düşleyenlerin rüyalarında kaybolmuş ruhlar kol gezer.
“Vahşi kapitalizmi” biraz olsun ehlileştiren –her ideoloji gibi bir süre sonra metalaşmış- Varoluşçuluk, insana iplerini geri verir. Ve der ki, bu ipler artık sende. Sen bir bireysin, diğer bireylere yardım et. “Varoluşçuluk, insancıllıktır,” der Sartre, bu yüzden der. Aslında Varoluşçuluk, “Kollektivist Anarşizm” gibi taban tabana zıt iki görüşü bağdaştırmıştır. Aristoteles de böyle öğretmemiş miydi? Orta yol, en doğru yoldur.
“Kollektivist Anarşizm”, bireyin emeğine sosyalizmden daha saygılı, kapitalizmden daha az vahşidir. Devlet yoktur. Otorite yoktur. Sadece yardımlaşma vardır. Hegel’in ve Heraklitos’un “tez+antitez= sentez” dediği, biraz “orta yolculuğu” andıran teorisinin yürüyen kanıtıdır Kolektivist Anarşizm. Hegel tarihi sınıflandırırken üçe ayırır, her ideoloji için tarih ilk bir tarafı fanatik bir biçimde savunur, sonra diğerini aynı derecede fanatik bir biçimde, sonunda da bunları birleştirir. Sonuçta tarih tepkiden doğar. Belki de, eğer sosyalizmin ve liberalizmin başarıldığı kanaatine varırsak, tarihin son vaktinin liberalizmin ve sosyalizmin harmanlanarak oluşturduğu, “Kollektivist Anarşizmin” bir sonraki adım olduğunu iddaa edebiliriz. Eğer ki, sizce de iki ideolojinin de tam anlamıyla başarılamadığını düşünüyorsanız: Belki de bu da Nietzsche’nin çemberinin bir parçasıdır, sonunda her ideoloji kağıtta olduğu gibi başarılacak ve herbiri birinden iyi sonuç verecektir. Üstinsan oluşacak, kendini yönetmeyi başaracaktır, anarşizm de zaten kendini yönetebilmeyi başlangıç noktası alır. Bu da tarihin son noktası olduğunu göstermez mi?
John Nash’ın “Oyun Kuramı” (The Game Theory) ona Nobel kazandırmaktan daha büyük bir işlev gördü, kollektif toplumun işe yarayabileceğini gösterdi. Toplum için iyi olan benim için de iyidir, toplumun refahı yükseldiğinde benimki de yükselir. Bu hem içinde kollektivizm olan tüm ideolojilere destek olurken, aslında yine pragmatik bakış açısıyla, “bireyselliği”, insanın kendi için düşünmesini ön plana çıkardı. Yine de insan özünde iyidir, demekten daha somut ve gerçekçi bir başlangıç noktasıydı.
Stefan Zweig’in intihar mektubu niteliğindeki kitabı “Satranç”, “çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur, işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan maketini kurarlar.” sözü ile dikkat çeker. Totaliteryen rejimin ötekiyi yarattığı dünyada, herkes birbirinden kopmuş, kollektivizme karşı gelmiştir. Ötekiyi yarattıklarında şiddeti yaratırlar. Zihinlerinde gerçekten bağımsız, kendi görüşlerini yücelten, şiddetle bezeli bir dünya kurarlar. Onlar “burada” değillerdir, hatta “orada” bile değillerdir. Uzamlarını kaybetmiş, sonsuzlukta uçuyorlardır. Günümüz insanı da bu tehlikeyle karşı karşıyadır. Zira onlar da kendi dünyalarını kurmuşlardır, güçlü oldukları dünyalarını.
Karınca gibi, anında ezilebilecek ufak, sadece iktidara hizmet eden –sorgulamayan insan, devletin ideolojik bir aygıtı olmaktan öteye geçemez- nesne haline gelir. Güçsüzleşir, içi boş bir kavrama dönüşürüz. Hayvanlar, liderlerini seçerlerken fiziksel kuvvete bakarlar. Günümüzde insanlar için güç, saydamdır. Banka hesabındaki görünmez bir rakamdır. Bu şekilde mi karar veilmeli lider? Zengin olan mı en iyi yönetir? Belki de bunu onaylamamızın en büyük sebebi parayı güç için yeteri kadar meşru bir araç olarak görmememiz. Nasıl görebiliriz ki, zaten, bu kadar soyut bir varlık, ahlaksızlık ve adaletsizlikle elde edilebilen bir güce nasıl saygı duyabiliriz? Zaten otoritenin varlığına savaşlarla ihtiyaç duyduk, diğer her sürüyle dolaşan canlı gibi. Ancak, kendini koruma veya saldırma gibi ilkel düşüncelerin yeri olmamalı bizde zaten. “Bilinçli” bir varlığız, keşke bilincimizi eğitebilmeyi de öğrensek, öğrenmeyi sevsek.
Aslında kendi dünyamızı yaratmadan önce kendimizi, dünyamızı tanısak... Cemal Süreya’nın “her şeyin fazlası zarar derler/fazla şiirden öldü Edip Cansever.” dizeleriyle özetlediği Cansever, “Başkalarının aklıyla yaşayanlar kendi kalplerine yabancılaşır,” demiştir. Bizler, hizmet ettiğimiz “güçlünün” bize seçtiği yaşantıyı yaşar, “amor fati” mottosuyla boyun eğeriz. Biz kendi aklımızı oluşturacak kadar çok yaşamadık, nefes aldığımız zaman diliminden değil bahsettiğim, deneyimlemek.
“Dilimin sınırları, dünyamın sınırları.” Wittgenstein kadar dile önem vermesem de toplumların kültürünün canlı bir aynası olan dilleri öğrenerek dünyamızı genişletebilmeliyiz. “İnsanı” tanımayan filozof olamaz, felsefe insan için var ise, filozof, her çeşit insanı bilmeli, tanımalı ve önem vermelidir. “Aslında öteki, öteki olmasa iyi insan,” demeden ötekiyle arasındaki bariyeri kaldırmalıdır. Ancak o şekilde kollektif bir toplumdan söz edilebilir.
Burada belki de biraz sanat da devreye giriyor. Sanat nedir? Vicdandır. Hegel, sanatı bu yönüyle alkışlamış, önemsemiş, insanları bu yüzden sanata teşvik etmiştir. Ancak günümüzde, modern sanat, insanları ayrıştırmak için kullanılan bir meta haline gelmiş, belki de Baudrillard’ın insana atfettiği “simülasyon” tezinin gerektirmesi olarak da işlevini yitirmiştir. Dünya, büyük bir televizyon ve bizler sadece izliyoruz, sanatı bile izliyoruz. Bu yüzden sanatın özüne dönmesine, bizi içten sarsmasına ihtiyacımız var. Yumurta içten kırılır.
Yine bir kapitalizm eleştirisi dediniz belki de. Olsun, felsefe bu yüzden yok mu? Ütopya bu yüzden yok mu? Şimdiyi topa tutmak için. Bir sürü siyasi ideoloji yukarıda tartışıldı, belki hiçbiri cevap değildir. Olsun, insan değiştiği sürece var. Zaten yukarıda da ütopyanın aslında eleştiri olduğunu söylemiştik. Ütopya, süreçtir, sonuç değil. İktidar, ütopya olamaz. Çünkü her ideoloji biraz eksiktir, havada kalır. Önemli olan değişimdir. Savaşmaktır. Birlikte savaşmaktır. Birlikte olsak aslında, belki savaşmamıza bile gerek kalmayacaktır. Bırakın, aynılıklarımız bizi birbirimize yapıştırsın, farklılıklarımız dünyamızı geliştirsin. Hiçbir yere "orası" demezsek, her yer "burası" olur. Bizim dünyamız olsun. Tek amacım, bu yazıyı okuduktan sonra, bir daha "Susturun çocukları, ağlamasınlar. Televizyonu duyamıyorum," dememeniz.

Hiç yorum yok: