2 Haziran 2016 Perşembe

Cem Sevinç / TAKEV Lisesi / İzmir

"Bizim kadar sıcak olan ve bizim kadar soğuk olan bir şey bizi ne ısıtır ne de soğutur."
Anaksagoras


İnsan algısı ve “gerçek bilgi”nin arasındaki ilişki tarih boyunca epistomoloji ile uğraşan filozofların zihnini kurcalamıştır. Kurcalanan bu zihinlerin kavrayışına ve bir anlamda en üstün olanına “nous” adını vermeyi uygun gören Anaksagoras ise kendisinin bu ilişki hakkındaki düşüncelerini "Bizim kadar sıcak olan veya bizim kadar soğuk olan bir şey bizi ne ısıtır ne soğutur." sözüyle ifade etmiştir. Elbet (ne kadar o açıdan da haklı olsa da) temel termodinamik kurallarından bahsetmekte değildir Anaksagoras, asıl söylemek istediği algılamamızı sağlayanın, benzer olmayan iki veya daha fazla madde veya kavram arasındaki diğeri olmama veya benzememe durumunun ve bu karşıtlığın ortaya çıkardığı uyarımın ta kendisi olduğudur. Bu nedenle de “Benzer, benzer olmayanı algılayamaz” önermesini üretmiştir. Bunu insanın gece vaktinde etrafı göremeyişininin, gecenin siyahı ve gözbebeğinin siyahı arasında bir fark olmamasına bağlı olması örneğiyle açıklar Anaksagoras. Aynı zamanda Anaksagoras’a göre tüm duygular beraberlerinde rahatsızlığı veya acıyı getirirler, çünkü diğer duyguların algılanabilmesini sağlayanlar tam olarak acı ve rahatsızlıktır, işte bu yüzden rahatsızlığın var olduğunu bilmeyen insan rahat olduğunu da bilemez. Çünkü rahatlığın evrendeki referans noktası ona benzemeyen ve hatta onun tam karşıtı olan rahatsızlıktır. Bu noktada “Benzer, benzer olmayanı algılayamaz” önermesi bir adım daha ileri götürülüp, “Benzer olmayan (veya karşıt) olmadan, madde algılanamaz / var olamaz” önermesi üretilebilir. Çünkü benzer olmayanın var olmadığı durumda her şey benzerdir ve yalnızca benzerin bulunduğu durumda benzer olmayan algılanamaz. İnsanın aklına “Peki tam olarak kavramsal bir karşıtı olmayan renkler nasıl algılanır bu durumda?” sorusu gelse de, burada da çoğul karşıtlık devreye girerek “mavi, mavi olmama durumunun karşıtıdır” şeklinde bir görüş getirilebilir. Herakleitos’a göre ise karşıtların bu mücadelesi, oluşun ilk ve tek şartı olarak görülmektedir. "Karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir." sözüyle varlıkların ortaya çıkış ve var olma yollarını bu çatışmaya bağlar herakleitos. Bu zıt unsurlar aslında aynı şey olmakla beraber birbirlerini “bir”e tamamlayan iki parça gibidirler. Herakleitos’a göre tüm bu ikili zıtlıkların merkezinde tek olan tanrı durmaktadır. Mavi, aynı zamanda mavi olmama durumudur ona göre, ve işte bu kavramsal olarak var olmak için maviye ihtiyaç duyar mavi olmayan her şey.
Anaksagoras, duyuların gerçekliği kavramada yeterli olduğunu iddia etmemekle beraber septik olduğu da söylenemeyecek bir görüşe sahiptir. Yine Anaksagoras’a göre duyularımızı düşüncelerle destekleyerek doğruya ulaşmamız gerekmektedir ve filozof bu durumu bir anlamda “Duyularımız zayıf olduğundan doğruyu bilemeyiz” ve “Görünen şeyler görünmeyen şeyleri gösterir” sözleriyle özetler. Görünen şeyler görünmeyen şeyleri gösterse de, ne şekilde gösterdiğini açıklamamıştır Anaksagoras, ve belki de tam olarak bu noktada tekrardan karşıtlıkların dünyasına geçiş yapmamız gerekmektedir. Örneğin bir koltuk görüyorsak, karşımızda duranın bir koltuk olduğu bilgisine erişebilir miyiz? Eğer daha önce bir koltuk gördüysek, koltuk kelimesinin anlamı biliyorsak ve koltuk fenomenine aşinaysak, gördüğümüze birebir benzeyen başka bir nesnenin koltuk olduğunu daha önce de zihnimiz ve duyularımız yoluyla onaylamışsak bu durumda o nesnenin koltuk olduğuna inanırız. Peki bir şeyin koltuk olmadığını nasıl anlarız? Koltuğun ne olduğunu artık bildiğimize göre koltuk olmayan diğer her şeyi koltuk değil sınıfına sokabiliriz, ancak bir saniye durun; ilk koltuğun koltuk olduğunu nasıl anlamıştık? Diğer her şeyin ne olduğunu bildiğimiz için başka hiçbir şey olmayan bu nesneyi koltuk olarak belirlemiştik. Bu durumda bu döngünün başına asla ulaşamayacağımız için ilkel insan idinin zihninde ilk tanımladığı nesneden itibaren bütün fenomenleri diğer fenomenlerden biri olmama zemini üzerinde tanımlamaktayız. Yani kısacası karşıtlıklar bizim için bir anlamda varoluşun özünü oluşturmaktalar. Var oluşun özü olarak uzun yıllar ön görülen dört temel element kavramına Gotama Buda’nın yaklaşımı olan “Nedensellik, etkileşim, koşullar ve ayırt edici algılama... Dört büyük element bunlardandır.” sözü de işte tam olarak bu duruma işaret etmektedir. İnsanın algıladığı şekliyle varlığı tanımlanması, insanın belli koşullar içinde maddelerle ayırt edici algılama yoluyla girdiği etkileşimlerdeki karşılaştırma ve mantığa dayanan nedensellik süreci sonunda gerçekleşir.
Buda’ya göre fiziksel objelerin aslında kendi başlarına bir gerçeklikleri yoktur, bu sepeble budist felsefenin varlık yorumunu “Fiziksel objelerin aslında kendilerinden gerçekliklerinin olmadığını öğretiyorum, bunların ancak zihnin ürünleri olduğunu söylüyorum, aslında hepsi bir hayaldir. Bunların duyularla algılandığı ve ayırt edildiği doğrudur fakat aslında diğer yandan hiçbirinin kendiliğinden kendi doğaları, gerçeklikleri yoktur. Onlar gerçekte görülmüyorlar ama zihin tarafından ‘tasarımlanıyorlar’. Bir bakıma kavranabiliyorlar ama bir bakıma da gerçekte kavranamıyorlar.” şeklinde yapar Gotama Buda. Anaksagoras’a göre ise “Daha büyük ve daha küçük bir şey daima vardır”. Bundan yola çıkarak daha karanlık ve daha aydınlık da var olmalıdır, daha sıcak ve daha soğuk da, daha iyi ve daha kötü de... Tanımını yaptığımız her olgunun kendi belirlediğimiz referans noktasına göre değerlendirmesi yapılabilecek olduğuna göre onları tanımlama ve algılama şeklimizin maddenin kendi doğasından yola çıkarak değil, bizim ilişkilerdirmemiz ve aynı Buda’nın söylediği gibi maddelerin birbirleriyle aralarındaki ilişkileri ayırt edici algılama yöntemiyle algılayarak sınıflandırdığımızı görebiliriz. Bunlar da ancak zihnin ürünü olabilirler. Bir masa küçük bir çocuk tarafından büyük olarak tanımlanabilirken bir yetişkin tarafından küçük olarak tanımlanabilir. Dokusu biri tarafından sert bulunurken başkası tarafından yumuşak bulunabilir. Bu durumda masanın kendine ait olgusal ve objektif ve değişmediği iddia edilebilecek bir büyüklüğü yoktur, aynı sorgulama durumu masanın büyüklüğü, rengi, tonu, sertliği, kokusu, görüntüsü kısacası masayı masa yapan belki de her özelliği için ayrı ayrı yapılıp farklı sonuçlar ve farklı masa tanımları alınabilir. Bu durumda bu özellikler masanın sahip olduğu özelliklerin ve bir anlamda masanın kendisinin, bizim tarafımızdan zihinsel algı ve masa olmayan nesnelerle karşılaştırma yoluyla zihnimizde oluşturma sürecimizde tasarımlandığını söyleyebiliriz. Yani masanın bize görünen kısmı görünmeyen kısımları hakkında bilgi verir, masanın oluşunu duyularımızla algılayıp kavradığımıza inansak da masanın özellikleri bizim için zihnimizdeki bir seri karşılaştırma ve değerlendirmeden daha fazlası değildir.
Evren sürekli değişmekte olduğunu ve entropinin sürekli artmakta olduğunu bilimin bize sunduğu gerçekler olarak kabul edersek, biraz da varlıkların ilişkisi ve algılama konusunda süreç felsefesinin tanımlayıcı ismi olan Alfred North Whitehead’den yardım almamız gerekebilir. Whitehead’a göre maddenin bilimsel olarak yapılan “değişmeyen ve kaybolmayan varlık” tanımı doğayı incelerken ve açıklarken yanlış yönlendirici olabilmektedir. Bu yüzden Whitehead maddeyi “herhangi bir varlığın etrafındaki diğer maddelerle olan ilişkiler toplamından ne fazla ne de daha az etrafındaki dünyayla olan sentez ve reaksiyonu” ifadesine benzer bir şekilde tanımladı. Bu sürekli değişen dünyada algılamayı yeniden tanımlaması gerektiğini fark ettiğiyse ise “prehensio” (kavrama) kelimesini algılamanın yerine kullanmanın uygun olacağını düşünüp bunu insanlardan elektronlara kadar her şeyin algılaması için kullandı. Ona göre kavrama sürecinde zihnin diğer varlıklara dair yalnızca özel fikirleri vardır ve kavrama sırasında kavrayan varlık kavranan varlığın özelliklerinin de bir kısmını kendisiyle özdeşleştirerek birbirinden bağımsız olmayan ve böylece varlıkların bir anlamda zihnin algılama ve ilişkileri yoluyla tanımlanması gerektiğini düşündü. İnsanlar gibi daha gelişmiş canlılarda ise algılamanın bir anlamda istemli veya istemsiz olarak nedenselliği dış görünüş ile bağlayan bir süreç olduğunu ifade etti. Bu yüzden koltuk örneğine dönecek olursak, "bir insan koltuğa baktığında "işte bu bir koltuk" sonucuna varsa da, bir sanatçı koltuğa bakıp güzel ve uyumlu renkler içeren bir şekil görebilir" ifadelerini kullanır whitehead. Yani ona göre sembolik referans nedensel ilişkiler ve saf duyuların birleşimidir ve algı da bu şekilde ortaya çıkar. Yani koltuk olmama nedeni, algıyla birleşir, bir anlamda Anaksagoras'ın yüzyıllar öncesinden ulaştığı sonucun bir benzerine farklı bir şekilde ulaşır Whitehead.

Hiç yorum yok: